Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

Biyografi

Şair, sözlükbilimci, edebiyat eleştirmeni, deneme ve biyografi yazarı Samuel Johnson, 1709 yılında Lichfield, İngiltere’de dünyaya gelir. İngiliz tarihindeki en önemli edebiyat figürlerinden biri sayılan Johnson’ın en çok bilinen eseri olan A Dictionary of the English Language (İngiliz Dili Sözlüğü) ilk kez 1755 yılında yayımlanmıştır.

Dünyaya hastalıklı bir çocuk olarak gelen Johnson’ın çok kısa sürede öleceğine kesin gözüyle bakılır ve doğar doğmaz vaftiz edilir. Sıraca hastalığı, görme ve duyma kaybı, tüberküloz gibi hastalıklarla dolu bir çocukluk dönemi geçirmesine rağmen, öğrenimine henüz 3 yaşındayken başlanır. Annesi, babası ve kuzenlerinden aldığı eğitimin ardından 4 yaşına geldiğinde evin yakınındaki bir okula, 6 yaşına geldiğindeyse bir ayakkabıcının yanına gönderilir. 7 yaşındayken girdiği Lichfield Grammar School’da Latince ve Yunanca öğrenmeye ve şiir yazmaya başlar. Yine bu yıllarda, o tarihlerde henüz bilinmeyen ve teşhisi ancak ölümünden sonra konulabilen Tourette sendromunun belirtilerini göstermeye başlamıştır.

Kitapçı olan babasının maddi problemleri nedeniyle öğrenimi sık sık sekteye uğrar. Oxford Üniversitesi’ne başlar; ancak 1 yıl sonra ayrılmak zorunda kalır. Akademik açıdan kendisinden çok daha aşağıda gördüğü kişiler okula devam ederken kendisinin maddi problemler yüzünden devam edememesi, depresyona girmesine yol açar.

Öğrencilik hayatının büyük bir kısmını kitap okuyarak geçirir. Boş vakitlerinde çeviri yaparak para kazanmaya çalışır. Londra’ya taşınır ve burada bir yandan dergiler için yazılar hazırlarken bir yandan da ilk edebi eserlerini kaleme almaya başlar.

1946’da bir grup yayıncı Johnson’a bir sözlük hazırlaması önerisinde bulunur. 9 yıllık bir çalışmanın ürünü olan A Dictionary of the English Language, modern İngiliz dilinin en önemli çalışmalarından biridir ve Johnson’ın adını duyurması bu çalışma sayesinde gerçekleşmiştir. Bu sözlük, 150 yıl sonra Oxford Üniversitesi tarafından yeni bir sözlük hazırlanıncaya kadar bu dilin en önemli sözlüğü olarak kabul görmüştür.

O dönemde daha fazla sözcük ya da daha detaylı açıklamalar içeren sözlükler bulunsa da hiçbiri Johnson’ın sözlüğünün önüne geçemez. Çünkü bu sözlük, insanların kullandığı şekliyle dili belgelerken sıradan bir kaynak kitap olarak da nitelenemez. Yıllar sonra bu sözlük için “bir edebiyat eseri” yorumu yapılacaktır.

Sözlüğünü yayımlamasından kısa bir süre önce Oxford Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesini alan Johnson, 1765’te Trinity Koleji ve 1775’te Oxford Üniversitesi tarafından onursal doktoraya layık görülür.

Sözlüğün tamamlanışının ardından Johnson, edebiyat incelemelerine ağırlık vermeye başlar. Denemeler, açıklamalı notlarıyla Shakespeare oyunları ve İngiliz şairlerin biyografileri bu dönemdeki çalışmaları arasındadır. Arkadaşı James Boswell’le birlikte yaptığı seyahatleri anlattığı A Journey to the Western Islands of Scotland da bu dönemde kaleme aldığı eserler arasındadır.

Aynı tarihlerde yazmaya devam ettiği edebiyat eleştirileri, İngiliz edebiyatı üzerinde önemli bir etki yaratır ve Johnson’ın İngiliz edebiyatının en önemli eleştirmeni olarak kabul görmesini sağlar.

Johnson, geçirdiği bir dizi rahatsızlığın ardından 1784’te vefat eder ve Westminister Abbey’de bir mezarlığa defnedilir.

Kitap Hakkında

İlk kez 1759’da yayımlanan Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü, mutluluk üzerine bir alegoridir. Johnson, başlangıçta “Yaşam Tercihi” olarak adlandırmayı düşündüğü bu romanı, annesinin cenaze masraflarını karşılayabilmek için kısa bir sürede yazmıştır.

Bazı eleştirmenler Rasselas karakterini “Johnson’ın kayıp gençliği” olarak yorumlarken bazıları “İngiltere’nin dünyanın efendisi olduğu yıl” olarak niteledikleri 1759’da yayımlanan bu romanın yükselen emperyalizme bir tepki olarak yazıldığını öne sürer. Ayrıca Johnson bu kitabında, sömürgeciliğe ortam sağlayan klişeleri de reddetmektedir.

İngiliz edebiyatının önemli örneklerinden biri olarak kabul gören bu eserin bahsinin Jane Austen’ın Mansfield Park, Charlotte Brontë’nin Jane Eyre, Nathaniel Hawthorne’un The House of the Seven Gables, Louisa May Alcott’ın Küçük Kadınlar adlı eserleri gibi pek çok ünlü romanda geçtiği dikkat çekmektedir.

1. Bölüm
Vadideki Bir Sarayın Tasviri

Siz! Hülya fısıltılarını saf saf dinleyenler ve umut sandıkları şeyin peşinden hevesle koşanlar… Gençliğin vaatlerinin gerçekleşeceği günü bekleyenler ve bugünün kusurlarının yarın giderileceğini düşünenler… Habeşistan Prensi Rasselas’ın öyküsüne kulak verin!

Rasselas, Nil’in doğduğu topraklara hükmeden kudretli bir hükümdarın dördüncü oğluydu. “Suların atası” bu topraklar üzerinde bereketli nice kola ayrılarak Mısır’ın hasadını dünyanın yarısına dağıtırdı.

Sıcak iklim krallıkları arasında asırlardır süregelen âdetler gereği Rasselas, sıra kendisine gelinceye dek Habeşistan hanedanının diğer asil erkek ve kız çocuklarıyla birlikte özel bir saraya kapatılmıştı.

Antik çağların bilgeliğinin yahut kanunlarının Habeşistan prenslerine sunduğu yer, Amhara Krallığı’nda, etrafını çevreleyen dağların zirveleriyle gölgelenmiş ferah bir vadiydi. Vadiye ulaşan tek geçide, bir kayanın altındaki, doğanın mı yoksa insan çabasının mı eseri olduğu uzun zamandır tartışılan büyük mağaradan giriliyordu. Mağaranın girişi gür bir orman tarafından gizleniyordu. Vadiye açılan diğer ucuysa hiçbir insanın makine yardımı olmadan açıp kapayamayacağı, kadim çağların sanatkârlarının elinden çıkma devasa demir kapılarla kapalıydı.

Vadiye tazelik veren bereketli dereler çevredeki dağlardan iner, vadinin tam ortasında her türden balığın yaşadığı bir gölü meydana getirirdi. Doğanın kanatlarını suya daldırmayı öğrettiği her kuş buraya muhakkak uğrardı. Gölün fazla suları, akıntı sayesinde kuzeydeki dağın karanlık bir kovuğuna girer ve dehşet verici sesleri artık duyulmaz oluncaya dek kayadan kayaya çarpardı.

Dağların yamacı ağaçlarla kaplıydı, dere yataklarında çeşit çeşit çiçek açardı. Her esinti kayalardan hoş kokular kaldırır, her ay yere yeni meyveler dökerdi. İster evcil olsun ister vahşi, çimenlerde yayılan ya da çalıları çiğneyen tüm hayvanlar bu geniş alanda dolanır, dört bir yanı çevreleyen dağlar sayesinde yırtıcı hayvanlardan korunurdu. Bir yanda meralarda otlayan sürüler, öte yanda çayırda oynaşan yabani hayvanlar… Kayalarda sıçrayan haylaz oğlak, ağaçtan ağaca atlayan kurnaz maymun, gölgede dinlenen ağırbaşlı fil… Dünyanın tüm çeşitliliği bir araya getirilmiş, doğanın tüm nimetleri buraya toplanmış ve kötü olan ne varsa dışarıda bırakılmıştı.

Bu geniş ve verimli vadi, sakinlerine yaşamın bütün gereksinimlerini sunardı. İmparatorun çocuklarına yaptığı yıllık ziyaretin vakti gelip demir kapı müziğin sesiyle açıldığındaysa buna daha nice zevk ve bolluk eklenirdi. Sekiz gün boyunca, vadide yaşayan herkesin gözlerden uzak bu yaşam tarzını hoş kılmak, kayıtsızlığı gidermek ve zamanın sıkıcılığını hafifletmek için elinden gelen her şeyi ortaya koyması beklenirdi. Her arzu derhal yerine getirilirdi. Zevke hitap eden tüm sanatkârlar şenliğin eğlencesini artırmaya davet edilirdi. Yalnızca gösterileriyle o büyük saadete katkı sağlayacak olanların kabul edileceği bu şenliklerde müzisyenler armoninin gücünü, dansçılar kıvrak figürlerini ortaya koyardı. Her biri ömürlerini bu büyük saadet esaretinde geçirebilmek umuduyla prenslerin huzurunda hünerlerini sergilerdi. İşte prenslerin inzivası bu tür bir güvenlik ve zevk gerektirmekteydi. Buradaki hayata ilk kez şahit olanlar onun sonsuza dek sürmesini dilerken, demir kapının kilidi üzerlerine vurulanlar bir daha asla dış dünyaya geri dönemedikleri için uzun tecrübelerinin etkisi asla bilinemezdi. Bu yüzden her sene yeni eğlenceler türetilir, esaret için rekabet edecek yeni birileri bulunurdu.

Saray, gölün yüzeyinden otuz adım yüksekteki bir tepeye kurulmuştu. İkamet edecek kişinin mevkiine göre ihtişamı değişen birçok meydan ve avludan oluşuyordu. Çatısı zamanla daha da sağlamlaşan bir harçla birleştirilmiş kocaman taş kemerlere dönüşmüştü. Bina, gündönümü yağmurları ve ekinoks kasırgalarıyla dalga geçercesine, hiçbir tamirata gerek duymadan ayakta kalarak asırlara meydan okuyordu.

Sırlarını nesilden nesile aktaran birkaç kadim memurdan başka hiç kimse tarafından tam olarak bilinmeyecek kadar büyük olan bu sarayın planı, bizzat “kuşku” tarafından çizilmiş gibiydi. Her odaya açılan bir açık, bir de gizli geçit vardı. Bazen üst katlara çıkan özel galerilerle, bazen de alt kattaki dairelere ulaşan yeraltı dehlizleriyle her avlu bir diğerine bağlanıyordu. Birçok sütunda hükümdarların nesiller boyu servetlerini sakladığı gizli bölmeler vardı. Bu bölmelerin ağzı ancak krallık çok zor duruma düştüğünde açılmak üzere, mermer bloklarla kapatılmıştı. Hükümdarlar servetlerini kaydettikleri defteri de imparatorun yalnızca tahtın varisi olan prensle birlikte girebildiği özel bir kuleye saklamıştı.

2. Bölüm
Rasselas’ın Mutlu Vadi’deki Huzursuzluğu

Habeşistan’ın oğulları ve kızları bu vadide, kendilerini eğlendirecek yetenekli insanların eşliğinde zevki sefanın tatlı değişimlerinden başka bir şey bilmeden yaşar, duyuların algılayabileceği tüm hazların tadını çıkarırlardı. Hoş kokulu bahçelerde gezinir, emniyetli kalelerde uyurlardı. Her sanat, onların kendi durumlarından memnun olmaları için icra edilirdi. Onları eğiten bilgeler, halkın çektiği acıları ağızlarından düşürmez, dağların ötesini karmaşanın hüküm sürdüğü, insanın insanı avladığı sefalet bölgeleri olarak anlatırdı.

Prens ve prensesler refah hisleri kuvvetlensin diye her gün, konusu Mutlu Vadi olan şarkılarla eğlendirilirdi. Değişik zevklerin sıkça sıralanmasıyla iştahları kabartılır, şafağın ilk ışıklarından gecenin son saatlerine değin tek meşguliyetleri eğlence ve cümbüş olurdu.

 

Bu yöntemler genelde işe yarardı. Prenslerin çok azı ufkunu genişletmek ister ve hayatlarını sahip olabildikleri sanatlarla ya da doğanın kendilerine sunduklarıyla yetinerek esaret altında geçirir; böylelikle kaderin bu huzur yuvasından dışladığı bahtsız ıstırap kölelerine acıyabilirdi.

İşte böylece her sabah kendilerinden ve diğerlerinden hoşnut bir şekilde uyanıp her akşam aynı şekilde uykuya dalıyorlardı. Biri hariç: Rasselas… O, yirmi altıncı yaş gününde kendini eğlence meclislerden geri çekerek sessizce düşüncelere dalabileceği yalnız yürüyüşlere çıkmaya başlamıştı. Rasselas, türlü yiyeceklerle donatılmış ziyafet masalarına oturuyor, ama çoğu zaman önüne serilen lezzetleri tatmayı unutuyordu. Coşkulu bir şarkının ortasında aniden ayağa fırlayarak aceleyle müzik seslerinden uzaklaşıyordu. Hizmetkârları ondaki bu değişimi fark etmiş ve zevke duyduğu arzuyu tazelemenin yollarını aramaya koyulmuştu. Ama Rasselas onların çabasını görmezden gelerek davetleri geri çeviriyordu. Vaktinin çoğunu ağaçların gölgelediği dere kenarlarında, dallarda öten kuş seslerini dinleyerek ya da suda oynaşan balıkları izleyerek geçiriyordu. Bazen farkında olmadan gözleri çayırlarda otlayan ya da çalıların arasında uyku çeken türlü hayvanlarla dolu meraların olduğu dağlara takılıp kalıyordu.

Yalnızlıktan duyduğu memnuniyet, dikkatleri daha çok üzerine çekiyordu. Eskiden sohbet etmeyi sevdiği bilgelerden biri, bu huzursuzluğunun sebebini öğrenmek için gizlice onu takip etti. Yalnız başına olduğunu düşünen Rasselas, bir süre kayadan kayaya sıçrayan oğlakları izledikten sonra kendi halini onlarınkiyle kıyaslamaya başladı.

“İnsanoğlunu yaratılmış diğer hayvanlardan ayıran nedir ki?” dedi. “Etrafımda başıboş dolaşan tüm bu canlılar benimle aynı temel ihtiyaçları paylaşıyor: Acıkınca otluyor, susayınca dereye iniyor, açlığı ve susuzluğu giderilince tatmin olup uykuya dalıyor. Sonra uyanıyor ve yine acıkıyor, tekrar beslendikten sonra yine uyuyor. Ben de onlar gibi acıkıp susuyorum; ama yemek yiyip su içtiğimde onlar gibi huzur bulamıyorum. Ben onlar gibiyim, ihtiyaçlarımı giderme arzusu duyuyorum ama onların aksine doymak beni tatmin etmiyor. Tekrar bir şeyleri arzulayabilmek adına yeniden acıkmayı bekleyerek geçirdiğim zaman, sıkıcı ve kasvetli… Kuşlar, yemişleri ya da mısır tanelerini gagaladıktan sonra uçup yuvalarına dönüyor, mutluymuşçasına ağaç dallarına tüneyip hayatlarının sonuna dek aynı sesi çıkararak şakıyorlar. Ben de aynı şekilde çalgıcıları ve şarkıcıları yanıma çağırabilirim; ama onların bir gün önce bana zevk veren sesleri ertesi gün bıkkınlık veriyor ve bu bıkkınlık hissi gün geçtikçe artıyor. Bedenimin uygun zevklerle doyurulamayacak herhangi bir histen yoksun olmadığını biliyorum, yine de huzur bulamıyorum. Bu yerin insanoğluna sağlayamadığı gizli bir his olmalı… Ya da mutlu olabilmek için hislerin dışında kalan tatmin edilmesi gereken arzular…”

Bunları söyledikten sonra başını kaldırdı, ayın yükselmeye başladığını görüp saraya doğru yola koyuldu. Tarlaların arasından geçerken gördüğü hayvanlara dönüp “Siz mutlusunuz,” dedi, “Benliğimin ağırlığı altında ezilerek yanınızdan geçip gidişime imrenmenize gerek yok. Ben de size, sizin refahınıza imrenmiyorum nazik varlıklar! Çünkü bu refah insana ait değil. Ben sizlerde olmayan birçok dertten mustaribim. Bu acıları hissetmediğimde korkuyorum. Bazen kötülükleri hatırlayıp dehşete düşüyor, bazen henüz gerçekleşmemiş kötülükler karşısında donup kalıyorum. Hiç şüphe yok ki tanrının adaleti, sıra dışı acıları sıra dışı zevklerle dengelemiştir.”

Eve dönüş yolunda Prens buna benzer gözlemler yaparak kendini avutuyordu. Hazin bir ses tonuyla mırıldanıyor olsa da kendinden emin gözüküyordu. Keskin zekâsından, sahip olduğu bu ince bilinç sayesinde yaşamın acıları karşısında teselli bulabilmekten ve bunları ifade ediş biçimindeki zarafetten memnuniyet duyduğu her halinden belliydi. Neşeyle akşam eğlencelerine karıştığında onu gönlü ferahlamış halde gören herkes çok sevindi.

3. Bölüm
Rasselas’ın Hiçbir Şey İstemeyen İstekleri

Ertesi gün Rasselas’ın zihnindeki illete vâkıf olduğunu sanan yaşlı bilge, tavsiyeleriyle derdine derman olabileceğini umarak onunla bir görüşme ayarlamaya çalıştı. Fakat Prens uzun süredir onun bilgeliğini yitirmeye başladığını düşündüğünden görüşmeye yanaşmıyordu. “Bu adam neden yakama yapıştı?” diyordu. “Yalnızca yeniyken cazip gelen ve tekrar yeni olabilmek için unutulmaları gereken dersleri unutmama hiç fırsat vermeyecek mi?” Rasselas, böyle deyip ormana doğru yürüdü ve kendini her zamanki derin düşüncelerine bıraktı. Henüz düşünceleri şekillenme aşamasındayken takipçisinin yanı başında olduğunu fark ederek önce hızla oradan uzaklaşmayı düşündü. Ama eskiden saygı duyduğu ve hâlâ sevdiği bir adamı gücendirmeye gönlü elvermediğinden adamı yanında oturması için derenin kıyısına davet etti.

Davetten cesaret alan yaşlı adam, Prens’te gözlemlediği değişiklikten dert yanmaya başlayarak neden sık sık sarayın sunduğu zevklerden uzaklaşıp yalnızlığa ve sessizliğe sığındığını sordu. Prens Rasselas “Zevkten kaçıyorum,” diye cevap verdi; “Çünkü tüm o zevkler memnuniyet hissimi köreltti. Yalnızım, çünkü mutsuzum ve bu halimle başkalarının mutluluğuna gölge düşürmek istemiyorum.” Bilge “Efendim!” dedi, “Siz Mutlu Vadi’de mutsuzluktan yakınan ilk insansınız. Umarım şikâyetlerinizin temelsiz olduğuna sizi ikna edebilirim. Siz burada Habeşistan hükümdarının sunabileceği tüm imkânlara sahipsiniz. Ne yüklenmeniz gereken bir iş, ne göğüs germeniz gereken bir tehlike söz konusu. Üstelik emeğin ve riskin sağlayabileceği ya da satın alacağı her şey elinizin altında. Etrafınıza şöyle bir bakın ve bana hangi isteğinizin yerine getirilmediğini söyleyin. Eğer hiçbir şey istemiyorsanız nasıl mutsuz olabilirsiniz?”

“Zaten şikâyetimin sebebi hiçbir şey istememek ya da ne istediğimi bilmemek… Eğer bilinen bir isteğim olsaydı, arzulayabileceğim belirli bir şey olurdu ve o arzu beni çabalamaya iterdi. İşte o zaman güneşin batıdaki dağlara yavaşça ilerlediğini görmekten şikâyetçi olmaz, gün ağarıp uyku beni kendimden saklayamadığı zaman bundan yakınmazdım. Birbirini kovalayan çocukları gördüğümde, eğer peşinden koşabileceğim bir şey olsa ben de böyle mutlu olurdum diye düşünüyorum. Ama isteyebileceğim her şeye sahipken her yeni gün bir öncekinin çok daha sıkıcı bir tekrarı gibi geliyor. Günlerin bana, nasıl olup da doğanın henüz taptaze olduğu ve her yeni ânın keşfetmediğim şeyleri gösterdiği çocukluk yıllarımdaki kadar kısa gelebildiğini tecrübelerinizle açıklayabilir misiniz? Şu âna dek çok keyif sürdüm. Bana arzulayabileceğim bir şey verin!”

Yaşlı adam böyle bir keder karşısında şaşıp kalmıştı, ne diyeceğini bilmiyor olsa da sessiz kalmaya niyeti yoktu. “Efendim,” dedi, “eğer dünyanın ne tür ıstıraplarla dolu olduğunu görseydiniz, şu anki durumunuzun kıymetini bilirdiniz.” Prens Rasselas “İşte şimdi bana arzulanacak bir şey verdin,” dedi, “Mademki mutluluğun yolu onları görmekten geçiyor, ben de dünyanın ne tür acılarla dolu olduğunu görmek istiyorum!”

4. Bölüm
Prens Kederlenmeye ve Derin Düşüncelere Dalmaya Devam Ediyor

Bu defa müziğin sesi yemek saatinin geldiğini ilan ediyordu, sohbetler sonlandırıldı. Yaşlı adam, öne sürdüğü nedenlerin önlemek istediği tek sonucu doğurmasının verdiği tedirginlikle oradan uzaklaştı. Ama hayatın akışı içinde utanç ve keder kısa ömürlü olur. Belki doğuştan sahip olduğumuz şeylere daha kolay katlanabildiğimiz için… Belki kendimizi daha az saygı duyulan bir yaşta bulunca, başkalarına da daha az saygı duyduğumuz için… Belki de ölümün elinin son vermek üzere olduğunu bildiğimiz acıları pek ciddiye almadığımız için…

Zihni artık daha geniş ufuklara açılan Prens’in duyguları o kadar kolay durulmuyordu. Eskiden doğanın kendisine bahşetmiş olduğu hayatın uzunluğu karşısında dehşete düşerdi; çünkü bu uzun süreçte tahammül etmesi gereken çok şey olacağını düşünürdü. Oysa şimdi gençliğini coşkuyla kucaklıyordu; çünkü önünde pek çok şey yapabileceği uzun yıllar vardı.

Daha önce hiç aklından geçirmediği umut kıvılcımı, yanaklarındaki gençlik ateşini tutuşturmuş ve gözlerindeki ışıltıyı artırmıştı. Henüz neyi, nasıl yapacağını tam olarak kestiremese de bir şeyler yapma arzusuyla ateşlenmişti.

Artık hüzünlü değildi, topluluğa karışmaktan çekinmiyordu; ama kendisini yalnızca başkalarından saklayarak kullanabileceği gizli bir mutluluk hazinesinin efendisi farz ederek tüm eğlence planlarıyla ilgileniyor ve kendisinin çoktan usandığı durumdan başkalarının memnun olması için gayret gösteriyordu. Ama eğlenceler hayatın büyük kısmını doldurabilecek kadar çeşitlendirilip uzatılamaz. Hiç şüphesiz Rasselas da kasvetli düşüncelere gece gündüz zaman ayırabiliyordu. Hayatın yükü epey hafiflemişti. Eğlencelere hevesle katılıyordu; çünkü bu toplantılarda ne kadar sık görünürse amaçlarına ulaşmaya o kadar yaklaşıyordu. Odasına memnuniyetle dönüyordu; çünkü artık düşünecek bir şeyi vardı.

Rasselas’ın en büyük eğlencesi kendini hiç görmediği o dünyada hayal etmekti. Kendini çeşitli durumlarda düşünüyor, hayali zorluklarla mücadele ediyor, çılgın maceralara atılıyordu. Ama öylesine iyilikseverdi ki bu hayaller her defasında sıkıntıların aşılması, hilelerin ortaya çıkması, zulmün son bulması ve mutluluğun her yere yayılmasıyla noktalanıyordu.

Rasselas, hayatının yirmi ayını böyle geçirdi. Kendini hayali meselelere o denli kaptırdı ki gerçek yalnızlığını unuttu. Saat başı ileride karşılaşabileceği insani meselelere hazırlanırken, bu insanların arasına nasıl karışabileceğini düşünmeyi ihmal etti.

Bir gün dere kenarında otururken sahip olup olabileceği her şey hain bir âşık tarafından elinden alınan ve uğradığı zararın telafi edilmesi için adamın arkasından feryat eden kimsesiz bir kız gördü. Bu görüntü Rasselas’ta öyle bir etki uyandırdı ki genç kıza yardım etmek için atıldı. Yağmacıyı yakalamak için gerçek bir kovalamacaya girişti. Suçluluğun vermiş olduğu korku doğal olarak insanı hızlandırır. Rasselas tüm çabalarına rağmen kaçağı yakalayamadı; ama hızıyla geçemediği adamı en azından azmiyle yormak için dağların etekleri yolunu kesinceye kadar peşinden koşmaya devam etti.

İşte o noktada Rasselas kendine gelerek hiçbir işe yaramayan aceleciliğine gülmeye başladı. Sonra başını kaldırarak dağa baktı. “İşte!” dedi, “Hayattan zevk almamın ve erdemli biri olmamın önündeki kaçınılmaz engel, bir kez daha karşımdasın! Umutlarım ve isteklerim ne zamana kadar hayatımı dar eden bu sınırların ötesine uçup gidecek? Üstelik ben henüz onları aşmayı bile denemedim!”

Prens bu gerçek karşısında donup kalarak biraz düşünmek için oturdu. Bu hapishaneden kaçmaya karar verişinden bu yana, Dünya’nın Güneş’in etrafındaki yolculuğunu ikinci kez tamamladığı aklına geldi. Şimdi, daha önce hiç duymadığı kadar kuvvetli bir pişmanlık duyuyordu. Geçen bunca zaman içinde ne kadar çok şey yapılabileceğini düşündü; oysa geride kayda değer hiçbir şey bırakmamıştı. Yirmi ayı insan ömrüyle kıyasladı. “Yaşamı hesaplarken” dedi, “çocukluğun cahilliği ve yaşlılığın alıklığıyla geçen yılları saymamak gerekir. Düşünme yeteneğimizi kazanana kadar çok zaman harcıyoruz ve bir şeyler yapabilme gücümüzü de çok çabuk kaybediyoruz. İnsanın gerçek ömrü aşağı yukarı kırk yıl ve ben bunun yirmi dörtte birini hayallere dalarak harcadım. Bir şeyler kaybettiğim kesin, gerçi onlara sahip olduğumu şimdi fark ediyorum; fakat gelecek yirmi ayın güvencesini bana kim verebilir?”

Akılsızlığının farkına varmak Rasselas’ı derinden yaralamıştı, kendini toparlaması epey zaman alacaktı. “Ömrüm” dedi, “atalarımın suçları ya da budalalıkları ve ülkemin gülünç adetleriyle geçti. O yılları bıkkınlıkla hatırlıyor olsam da onlardan pişmanlık duymuyorum. Ama mutluluğa kavuşma planlarını kurmaya başladığım, o yeni umut ışığının ruhuma saplanmasından bu yana geçen aylar, benim kendi hatam yüzünden boşa gitti. Yeri doldurulamayacak bir şey kaybettim. Yirmi ay boyunca güneşin doğup batışını gördüm, aylak aylak cennetin ışığını izleyen biri gibiydim. Bu zaman içinde kuşlar annelerinin yuvasını terk etti ve kendilerini ormanlara, göklere emanet etti. Çocuklar sütten kesilip kendi başlarına ayakta durabilmek için yavaş yavaş kayalara tırmanmayı öğrendi. Bense hiç ilerleme kat edemedim, hâlâ beceriksiz ve cahilim. Ay, yirmiden fazla evreden geçerken bana hayatın akıp gittiğini hatırlatmaya çalışıyordu. Ayaklarımın dibinde akan nehir eylemsizliğimi yüzüme vuruyordu. Bense dünyanın vermeye çalıştığı bunca nasihate ve gezegenlerin anlatmaya çalıştığı şeylere kulak asmadan düşünsel bir ziyafet sofrasına oturup kaldım. Yirmi ay gelip geçti, şimdi onları kim geri getirecek?”

Rasselas’ın zihni bu acı verici düşüncelere takılıp kalmıştı, bunu izleyen dört ayı da aylak kararlarla zaman harcamama planları yaparak geçirdi. Bir gün porselen bir fincanı kıran hizmetçinin tamir edilemeyecek bir şey için pişman olmamak gerektiğini söylediğini duyunca artık daha çok çaba göstermesi gerektiğinin farkına vardı.

 

Aslında her şey apaçık ortadaydı, bunu şimdiye kadar fark edememiş olduğu için kendine kızıyordu. Oysa Rasselas, yararlı pek çok ipucunun şans eseri elde edildiğini ve çok başka konularla meşgul olan zihnin bazen tam önünde duran gerçekleri göremeyebileceğini bilmiyordu ya da hesaba katmıyordu. Birkaç saat boyunca pişmanlığından ötürü pişmanlık duydu; fakat sonrasında tüm zihnini Mutlu Vadi’den kaçış yolları bulmaya adadı.