Kitabı oku: «İslam Tarihi», sayfa 3
Bunların hepsi doğru ise de dinin inkârcılarının bu doğrulardan çıkardığı sonuç yanlıştır. Bunların hepsi insan ihtiraslarının alçaklık kudretini, nefsin kötülük anlayışını ispat edebilir. Fakat ne dinin lüzumunu ve ne de yüceliğini inkâr için delil olamaz. Bir şey, bozulmuş hâliyle ve suistimaller ile ortaya çıkan etkisi ile değil, bizzat kendisinin gerçekliğiyle muhakeme edilmelidir. Dinin suistimale uğradığı pek doğrudur. Fakat bundan dinin lüzumunu inkâr etmek gibi bir sonuç çıkarmak hiç de doğru değildir. En faydalı bir şey bile suistimal neticesinde faydasız, hatta zarar verici olabilir. Fakat bu, suistimale ait kalıp o şeyin kendisine ait olamaz. İnsanlar, en yüce fikirleri bile ihtiraslarına alet etmek yolunu bulurlar. Bu şekilde suistimaller insanlığın fıtrat ve cibilliyetine veyahut da anlayış ve terbiye tarzına ait bir durumdur.
Dinin suistimalinden ortaya çıkan sonuçlar ile dinin gerekli olmadığını yahut zarar verici olduğunu iddia etmek en parlak safsatalardan sayılır. Başka bir ifadeyle dinin yanlış şekilde yorumlanışından, istismarından ortaya çıkan sonuçlara dayanarak dinin gerekli olmadığını iddia etmek, görünüşte doğru gibi değerlendirilmesine rağmen yanlış bir kıyaslama olur.
Tarihte din namına işlenmiş cinayetler çoktur. Fakat din namına icra edilen güzel işler ve faziletler de sayısızdır. Birinciler din namına yapıldığı hâlde dinin suistimali ile meydana gelmiş; çünkü dinin menettiği şeylerdir. İkinciler ise dinin emirlerine uygun hareket etme sonucu meydana gelmişlerdir. Dinin lüzumu için bundan büyük tarihî delil olamaz fikrindeyiz.
4. BÖLÜM
DİNSİZLİK VE SONUÇLARI
Ahlak Fikrinin Kaybedilmesi – Toplum ve Hürriyet Fikrinin Kaybedilmesi – Saadetin Kaybedilmesi.
Dinsizliğin belli başlı üç sonucu vardır ki her üçü de gerek tarih sayfalarında ve gerekse bugünkü Avrupa’daki düşünürlerin dehşetli nazarlarına hedef olmaktadır. Bu üç hâlin:
Birincisi: Ahlak fikrinin kaybedilmesi,
İkincisi: Toplum ve hürriyet fikrinin kaybedilmesi,
Üçüncüsü: Saadetin kaybedilmesidir.
Bu söylediklerimizi ispat etmeye mecburuz. Her ne kadar gerek tarih ve gerek medeni toplumların durumu derin bir bakışla incelense, söylediklerimizdeki hakikatler garip bir tazelik ve parlaklıkla göze çarparsa da – derin bakış, genel bir karakter olmadığından – bu meselede yeteri kadar açıklama yapmak elzemdir.
1. Ahlak Fikrinin Kaybedilmesi
Bir toplum düzeni, birtakım kanunlar ile kurulmuş bir makineye benzer. Bu kanunların sonuçlarının özü “hukuk” fikri olup bu fikrin de kaynağı “ahlak bilgisi”dir. Gerçekten aradan bu kaynak çıkarılırsa ne hukukun ve ne de kanunların manası kalır.
Her ilmin bir konusu olup ahlak ilminin konusu ise “iyi fazilet”tir. Üç dört bin senedir edinilen tecrübelere göre kutsiyet fikri esas olarak alınmadıkça bir ahlak sistemi kurulması mümkün değildir. Kutsiyet ise ancak Allah’a inanç ve muhabbetle, yani dine bağlanmakla mümkün olabilir. Bundan dolayı Cenabıhakk’ı inkâr eden bir adamın ahlaksız olması tabii ve mantıklı, olmaması ise gayritabii ve görünüşte müstesna bir hâldir. Görünüşte, dedik. Zira bugün gördüğümüz ahlaklı dinsizlerin hayat hikâyelerini tetkik etsek çocukluklarında ya dindar akraba ve eğitmenlerin veyahut dindar bir çevrenin etkileriyle ahlaktan nasiplendiklerini görürüz.
Hâlbuki dinden ve dinin mukaddes fikirlerinden tamamen mahrum olarak terbiye edilecek bir nesilde, asırlar geçmesinden sonra ne gibi hâllerin görüleceğini kesinlikle kestiremezsek de insan ruhunun hâllerinin incelenmesinden ve daha şimdiden görülen alametlerden bizim ahlak dediğimiz manevi sistemden eser kalmayacağına, her türlü yüce duygulardan mahrum ve sırf hayvani hesaplarla yiyip içerek geçinen bir toplum biçimi meydana geleceğine hükmedebiliriz.
“İyilik” fikrine olan eğilim, fazileti menfaate tercih, mutlaka Allah’a inanıp sevmeye muhtaçtır. Hatıra gelebilir ki “iyilik ve fazilet, menfaatin takdiri suretiyle” de yapılabilir. Gerçekten birçok mütefekkir, menfaat ve bencillik fikirleri üzerine birer “ahlak ilmi” kurmaya çalışmıştır. Fakat bunların ulaştığı sonucun en çirkin bir “ahlaksızlık” olduğunu söylersek, ahlakın iyilik fikri, vazife ve fazilet esaslarından başka bir esas üzerine bina edilemeyeceğini söylemiş oluruz.
Menfaat ve bencillik fikirleri üzerine kurulan ve isimlerine pek haksız olarak “ahlak” adı verilen kurallar sistemi göz önüne alınırsa hiçbir vicdan sahibi insan tasavvur edilmez ki gönlünün içinde bu çirkin kurallara karşı bir tiksinme hissetmesin. Biraz daha izah edelim:
“Bir anne, yavrusunu niçin sever? Bir baba, oğlunun saadeti için niye çabalar durur?”
Dinlerdeki mukaddes fikirler üzerine kurulmuş ahlaki görüşler, bu sorulara pek güzel cevaplar verir. Fakat bir kere de bakınız diğer ahlaki görüşlerle ne cevap veriliyor:
“Bir anne yavrusunu, bencilliğinden, malı olduğu için, ondan bir fayda umduğu için sever. Sevdiği yavrusu değil yine kendi menfaati, kendi nefsidir.”
“Bir baba oğlunu, oğlu büyüsün de kendisine baksın diye sever.”
Geri kalanı da bunlara kıyas edin!..
Şimdi bu iğrenç kurallarda insani yüce duygulardan bir zerre var mıdır? Bir anne tasavvur ediniz ki denize düşen ciğerparesini kurtarmak için yüzme bilmezken kalkıp kendini denize atıyor ve öleceğini bilirken yavrusu uğrunda nefsini feda ediyor. Bu onurlu davranış acaba “menfaat ve bencillik” gibi ölüm kadar soğuk kelimelerle izah edilebilir mi?
Bir fakir tasavvur ediniz ki iki gün aç durmuş, ölmesine ramak kalmışken eline bir dilim ekmek geçmiş. Bir gün sonra tekrar bir dilim ekmek bulması asla kesin değil. Öyle iken kendi gibi bir aç görüyor; ondan hiçbir menfaat beklemezken ve ertesi günü ekmek bulamayıp açlıktan ölmesi muhtemel iken ekmeğinin yarısını o fakire veriyor!
Bir misal9 daha: Çölde susuz kalmış iki kimse hayal ediniz ki birisi o sahranın garibi, diğeri yerlisi. Güneşin harareti 75 derecede. Yerlinin elinde ancak kendisini üç beş saat susuzluktan ölmesine engel olacak su var. Yolcular kuyunun yerini kaybetmiş ve demek ki su bulmaları sırf tesadüfe kalmış. Böyle iken yerli, ölümlerin en dehşetlisi olan susuzluktan ölmeyi göze alıyor da garibe elindeki suyu veriyor! Acaba şu onurlu hareketin “menfaat ve bencillik” gibi saçmalıklarla açıklanması mümkün müdür?
Hayır!
Bu hakikat o kadar açıktır ki birtakım mütefekkirler ahlak ilmini menfaat ve bencillik fikirleri üzerine kurma imkânı olmadığını görerek ortaya “cezp edilme” nazariyesini koymuşlardır. Mesela bir insanın iyilik etmesi, iyilik hissine kapılmasından ve toplumda iyiliklerin, güzelliklerin varlığı, fertlerin çoğunluğunun birbirine karşı sevgi ve dostluk hissiyle bağlı bulunmasından ileri geldiğini öne sürmüşlerse de “vazife” gibi zor ve mukaddes bir şeyin bu “incizap” [ruhi heyecan] nazariyesi gibi bir tereddüt ve zan üzerine kurulamayacağını anlamak için çok düşünmek gerekmez.
Demek ki ahlak, ancak “vazife” fikri üzerine bina edilebilir. Vazife fikri ile “Cenab-ı Allah’a inanma ve onu sevme”den başka bir esasa dayandırılamaz. Şu hâlde yine tekrar ederiz ki bir dinsizin ahlak sahibi olması şaşılacak bir şey, olmaması ise tabii bir neticedir.
2. Toplum ve Hürriyet Fikrinin Kaybedilmesi
Beşerî toplum düzeni, tek tip bir düzen değildir ve olamaz. Kâinatta “tam manasıyla eşit” bir varlık şekli olmadığı için insanlar da hiçbir hususta “tam manasıyla eşit” olamazlar. İnsanlığın icat ettiği bir sürü esrarengiz kelimeler vardır ki bunlar hep bu hakikati remz ve işaret ederler. Talih, kader, tesadüf vesaire… Gerçekten insan fertleri cismen ve manen birbirinden farklı derecede yaratılırlar. Biri bülbül gibi söyler, diğeri kekeler; biri tabii güzellikleri tasvire muktedirdir, diğeri ancak çirkin yaratıklar resmedebilir; biri sanki güzellik sırlarının aynası imiş gibi güzel olur, diğeri bir ifrit kadar çirkin gözükür.
Fakat her ne hâlde ve görünüşte olursa olsun bütün insan fertlerinin hakkı olan şey, hukuken eşitliktir ki bunun en doğru adı “hayat hakkı”dır. Hakları korunmuş olmayan fertler, muntazam bir sosyal düzen meydana getiremezler.
Hâlbuki bir sosyal düzen, fertlerin hâllerinin birbirine denk ve dengede bulunmasına özen göstermedikçe hiçbir vakit sağlam ve devamlı olamaz. Eğer insan fertlerinin yönlendiricisi ve yöneticisi yalnız iyi niyet olursa bu denkliğin ve dengenin uzun süre devam ettirilmesi mümkün değildir. Şu hâlde sosyal düzendeki dengeyi devam ettirecek maddi ve manevi bir kuvvet bulunmadığı dakikada anarşi, yani hükûmetsizlik ortaya çıkar. Eğer din ve ahlak manasız sözlerse insan cemiyetinin anarşist olması hem pek tabii ve hem de pek meşrudur. Biraz daha açıklayalım:
Ahmet Efendi’ye babasından yüz bin lira miras kalmış. Bu sermaye ile günde beş altın kazanıyor, hem de yorulmadan. Mehmet Efendi ise bir ay çalışarak ancak bu parayı kazanıyor. Aradan din ve ahlak kayıtları çıkarsa Mehmet Efendi’ye düşen ilk vazife, Ahmet Efendi’nin yarı parasını, yarı kazancını almaktır. Gerçi şimdiki hâlde din ve ahlak kayıtları üzerine kurulmuş bir hükûmet, yani engel olan ezici bir kuvvet var, Mehmet Efendi’nin Ahmet Efendi’nin hakkını almasına engel olur. Fakat böyle bir hükûmetin varlığı, din ve ahlak çoğunluk tarafından beğenilip kabul edilmiş olduğu içindir. Ya çoğunluk anarşistlere geçerse? İlk yapacakları iş, sosyal düzeni teşkil eden bazı insanları, eşitlik aşkına haklarından mahrum etmek olur. Bari ondan sonra düzgün ve yeni bir düzen kurulması mümkün olur mu? Hayır! Mademki insanlığın mahiyeti, daha doğrusu tabiatı ve kanunları, değişme kabul etmez şekildedir, bu yeni düzende de zaruri olarak değişik sınıflar ortaya çıkacak ve yine insanlar, akıllılar, budalalar; talihliler, talihsizler; çalışkanlar, tembeller; güzeller, çirkinler gibi kısımlara ayrılacaktır.
Bu hakikat güzelce düşünülürse kabul edilir ki: Sosyal düzene az çok bir meşruiyet rengi veren ancak din ve ahlaka bağlanmaktır.
3. Saadetin Kaybedilmesi
İnsanın ağır hayat yükünü sürükleyip durması, hep saadete ulaşma ümidiyledir. İnsan fertlerinden pek azı, nispi yani herkese göre değişebilen bir saadet anlayışına sahiptir. Fakat bu nispi saadeti meydana getiren şeyi maddiyat zannedersek fazlasıyla aldanmış oluruz. Nispi saadeti kazandıran şey, vicdani kanaat ve maneviyattır. Başka bir deyişle nispi saadet, din ve ahlakın mahsulüdür. Dinsizlikte saadet imkânı yoktur. Dinsizler için iki nevi büyük azap vade-dilmiştir ve var olmuştur. Zenginler için: İnce ve yüce duygulardan ve hayatın hakiki zevkinden mahrumiyet, o kadar bol nimetlere rağmen hayatı devamlı bir tatsızlıkla geçirme… Fakirler içinse: Teselli ve ümitten, adalet ve sevgi görmeden mahrumiyettir. Öyle bir hâlde ki birincilere intihar, ikincilere anarşi, hayatın tabii bir neticesi olur.
Dinsizliğin sosyal neticeleri cidden korkunçtur. Bir dinsizin, din fikri ile esasları kurulmuş ve ancak din fikri ile bir mana ve sebebi olan ahlaki kaidelerden yardım istemeye hiçbir salahiyeti yoktur. Bir dinsizin, din ve imandan doğmuş olan beşerî faziletlerden hiçbir pay beklemeye hakkı yoktur.
Bir dinsiz nazarında insanlık, fazilet, mürüvvet [cömertlik, iyilikseverlik], şefkat, insaf gibi yüce kelimelerin hiçbir manası yoktur. Eğer hem bu kelimelerde bir mana görüyor ve hem de dinsizlik davasında bulunuyorsa kendi vicdanını tahliyeden aciz kalmış, özellikle yüce duygularının arttığını, çocukluğunda dindar bir şekilde terbiyesine ve hâlâ vicdanının kilit noktasına hâkim olan din fikrine borçlu olduğunu fark edememiş demektir.
Bir dinsizin nazarında, “hissiz, vicdansız, lakayt ve insafsız bir kudret”ten, vücutları soyutlamaktan ibaret “kâinatın kanunları”ndan başka bir şey olamaz.
Allah fikri ve neticeleri aradan çıkarılırsa tabiat sahasında atomlar yığınından, mekanik faaliyetlerden başka bir şey görülemez. Bütün görünüş ve varlık sistemi, rekabet ve mücadele, mukatele ve muhasede [birbiriyle çarpışma ve birbirini çekememe] kanunları üzerine tesis edilmiştir.
Yalnız insan, vahşet gösteren bu kanunlara akıl ve vicdanla karşı çıkarak tesirlerini hafifletmeye ve dengelemeye, hatta etki alanını değiştirmeyi başarmıştır. İnsan bu kudreti, Allah fikrinden almıştır.
Bu fikir aradan çıkarsa insan, alelade hayvan türlerinden birine mensup bir hayvan kalır ve “tabiatın körlüğünün ve kahrının tesiri altına” düşmesi lazım gelir. Dinsiz bir anarşistin vicdanını tahlil edersek, haklı olduğunu tamamen görürüz. Böyle bir dinsizin kanaatine göre bütün yüce duygularla düşünceler gerçekten mahrum ve hayalin doğurduğu şeylerdir; hakiki olan şey, tabiattan ibarettir. Ahiret, fazilet, uhrevi mükâfat, ahlak, bütün bu kelimeler hilekâr bir güruhun, insanlığın çoğunluğunu esir gibi çalıştırmak için icat ettikleri şeylerdir. Şu hâlde insanlığın hayalinin gayesi yerine her ferdin hayalinin gayesi kaim olur. Her insan, dünyada hiçbir şarta bağlı olmaksızın mesut olmak ister; bundan başka saadet suretleri yoktur. Fakat insan topluluklarının bugün mevcut olan şekilleri, dini, kanunları, inanışları ve gelenekleri bu emele mânidir… Bundan dolayı…
Demek ki bir anarşistin, bir bomba ile binlerce adamı mahvetmesiyle bir zelzele, bir yanardağ patlaması arasında hiçbir fark yoktur!
Bir anarşiste:
“Binlerce adamı, acımadan nasıl mahvettin?” demek kadar manasız söz yoktur.
Çünkü dinsiz için merhamet, sinirlerin kuvvetinin zayıflığı meselesi olup ayrıca bir manası yoktur.
Dinsiz anarşist, kendi mahrumiyet ve sefaletiyle başkalarının zevk ve saadeti arasında muhayyer kalıyor. Acaba kendi mahrumiyetine katlanmak, başkalarının saadetine razı olmak için manevi bir sebep var mıdır?
Hayır. Yalnız maddi bir sebep var: Korkutulma, cezalandırılma ve ölüm korkusu. Dinsiz anarşist, bu bağı kopardığı gün, kendi zararına mesut olanları idam etmek için hiçbir engel görmez!
Bir dinsizin, karısından sadakat, sevgilisinden vefa, evladından saygı, hemcinsinden iltifat beklemeye salahiyeti ve hakkı yoktur. Mademki insanı yalnız “gelişmiş bir hayvan” olarak görüyor, bu hâlin gerektirdiğinden fazla bir şey beklemek hakkından kendini vazgeçirmiş oluyor demektir.
Bir kedi, dişisinden ne kadar vefa beklerse bir dinsizle karısının münasebeti de ona uygun bir gidişatta olması gerekir. Birisinin içgüdü hürriyeti ile diğerinin kayıtsızca hürriyeti arasında ne meydana geliş ne de netice bakımından bir fark vardır.
Şu satırlarda “dinsiz” sözü ile ifade ettiğimiz kişiler, din hissinden soyunmuş ve Allah fikrini inkâr etmiş olanlar demek olup din şekilleri itina nazarına alınmamıştır. Zira bir din ne derece batıl olursa olsun yine insanın hayvanlaşmasına mâni olacak düsturları kapsar.
Bundan dolayı dinsizin, inkârcının hakiki saadetten, yüce zevklerden nasibi yoktur ve her kâfir hayat devresinde bir kere, ebediyen, hatırlamaya mahkûm olduğu pişmanlık ve ızdırapla yanıp yakılma ifadesini keder karışmış ağzından zehirler gibi çıkarır. Evet, ebedî bir hakikattir ki:
“Ve kâfir der ki: Keşke toprak olsaydım!”10
5. BÖLÜM
DİNLERİN TASNİFİ
Hegel – Hartman – Tiyel – Siyebek
Dinlerin kapsadığı şeylerin analizine bilimsel yöntem ile başlanıp dinler tarihi konusu ilimlerin çok geniş bir şubesi şekline girdiği günden beri insanlık tarihinde görülen dinler ile şimdiki zamanda insan türünün vicdaniyatının rehberi olan mevcut dinlerin tasnifine çok çaba sarf edilmiştir.
Dinlerin sınıflandırılması için ilk usulleri koyan ünlü filozof Almanyalı Hegel’dir. Bununla beraber bu zatın tasnifleri, maksadı tamamıyla temin etmediğinden yarım asırdan beri pek çok tasnifler yazılmış ve fakat hiçbirisi genel kabule mazhar olmamıştır.
Zaten sözün doğrusu söylenmek lazım gelirse itiraf edilir ki sayısı yüzlere ulaşan tasniflerin çoğu, Hegel’in tasnifini ufak tefek değişikliklerle tekrardan ibarettir. Tecrübe edilen tasniflerin toplamı iki dala ayrılabilir. Ensabi [neseplere, soylara ait] tasnif, şeklî tasnif.
Ensabi tasnifte aynı aileye mensup olan kavimlerin dinleri sıralanmaktadır. Şeklî tasnifte ise dinler, şekilleri ve kendilerine mahsus tezahürleri itibarıyla birbirinden ayrılır. Birinci tasnif usulü akla ve tarihe uygun bulunmakla beraber efradını cami ve ağyarını mâni değildir. Zira bazen nesep bakımından birbirleriyle münasebeti olmayan kavimlerin aralarında yayılmış aynı dine malik oldukları tarihte çok görülen hâllerdendir.
Şeklî tasnifte ise hiçbir zati hakikat bulunamayıp yalnız tasnif edicinin şahsi takdirlerinden anlaşılmış ve alınmış olan fikirlere dayanılır.
Maks Müller gibi ünlü âlimler, dinlerin “hak” ve “batıl” dinler gibi iki şubeye ayrılması suretiyle sınıflandırılmasına şiddetle karşı bulunuyor.
Ernest Renan gibi ünlü eleştirmenler de aslında bu fikre eğilimlidirler. Bunun sebebi ise meydandadır. Dinlerin bu son suretle tasnifi âdeta tabii bir keyfiyet iken daha sonra gelen Avrupalı hâkimlerin bu sureti şiddetle reddetmelerinin sebeplerini tenkit felsefesinin esaslarında aramalıdır.
Tenkit felsefesi bir hadisenin meydana geliş sebeplerini, hadisenin amillerini, hadisenin sebep ve amili olduğu diğer hadiseleri tahlil ediyor, arıyor, buluyor. Fakat bir hadisenin sebeplerinin ve oluşunun tahlilinde eşsiz bir nezaket ve maharet gösteren “tenkit felsefesi” sebep ve amillere olsun, bizzat hadiselere olsun, ahlaki bir hüküm, kesin bir hüküm vermekten kaçınıyor. Bu sebepten dolayı tenkit felsefesine göre bir din, manevi, içtimai ve siyasi bir hadiseden ibaret olup ait oldukları zaman ve kişilerin aynasıdırlar. Dinlerde incelenmeye değer olan yön, beşer fikirlerinin tezahür ve tekâmülleri olup onlar yalnız bu yönü tahlil ve tetkik ederek başka bir hüküm vermeye lüzum görmezler. Bunun içindir ki dinlere de hak ve batıl gibi ayırıcı vasıfların atfını uygun bulmazlar.
Hâlbuki dinlerin insan topluluğu üzerindeki tarihî ve şimdiki zamandaki tesirleri dikkate alınırsa tenkit felsefesinin bakış noktasının ne kadar eksik olduğu görülür. Her okuyucu, bir dinin ortaya çıkışını, değişmelerini, geçirdiği hâlleri ve tekâmüllerini uzun uzadıya mütalaa ettikten sonra o din hakkında bir hüküm vermek ihtiyacını hisseder. Bu hüküm ise “hak” ve “batıl” sözleri ile hulasa edilebilir. Böyle bir ihtiyacı hisseden âlimler ile her hâlde tasnife lüzum gören âlimler, bakıldığı zaman esasta yine birleşmiş oluyorlar. Zira yaptıkları tasnifler bile dinlerin aslını göstermeye yöneliktir ki bu da hak ve batıl hükümlerini doğru koymaya dayanır.
Dinlerin tasnifi için kabul edilen yöntemler hakkında bir fikir verebilmek üzere birkaçını yazmaya lüzum görüyoruz:
1. Hegel’in Tasnifi:
I Tabii Din:
1. Haricî sebebi olmayan dinler (Yani insanlarda kendi kendine zuhur eden fikirler üzerine kurulmuş dinler)
2. Vicdani tevhit üzerine kurulmuş dinler (Yani asli unsur ve cevher fikrinden meydana gelmiş dinler)
a) Hesap ve ölçü üzerine kurulmuş dinler (Çin’de)
b) Vehim ve hayal üzerine kurulmuş din (Brahman dini)
c) Murakabe ve istiğrak üzerine kurulmuş din (Buda dini)
3. Tabii dinden serbest dine geçit hükmünde olan dinler
a) Nuraniyet dini (Zerdüşt dini)
b) Izdırap dini (Eski Süryaniler)
c) Esrar dini (Eski Mısırlılar)
II Ruhani şahsiyet üzerine kurulmuş dinler:
1. Ulviyet dini (Musa dini)
2. Bedii din (Eski Yunanlılar)
3. Temyiz dini (Romalılar)
III Mutlak Din:
1. Hristiyanlık dini. Hegel’in bu tasnifinde bilimsel bir usul görülmüyor. Dinlerde olan seviyeye riayet dahi edilmiyor. Mesela Allah’ın birliği üzerine kurulmuş olan Musevilik ile Yunan ve Roma mitolojisini aynı mertebede tasnif etmek pek garip bir şeydir.
Bu tasniflerde, dünyanın üç büyük dininden biri olan İslam’a bir yer bulunamayışı dahi gariplerin garibi bir şeydir. Fakat Hegel’in bu gibi garabetleri çoktur… Hristiyanlık kadar mukayyet [kayıtlı, maddi bağlar ve şartlarla sınırlı] bir din için mutlak din tabirini kullanışı da keyfî bir şeydir.
2. Hartman’ın Tasnifi:
I Tabii Dinler:
1. Yalancı tevhit üzerine kurulmuş tabii din
2. Yalancı tevhidin (insan ölçü olmak üzere) ruhanileştirilmesinden hasıl olan din
a) Bu din biçiminin bedii nezaket şekli (Yunanlılar)
b) Dünyevi fayda şekli (Romalılar)
c) Ahlaki şekli (Cermen kavimleri)
3. Yalancı tevhidin akide akımı şekline sokulmasından hasıl olan dinler:
a) Dehrî (matérialiste) tevhid11 (Mısırlılar)
b) Dehrî şeyh (İranlılar)
II Tabiatüstü Dinler:
1. Mücerret tevhit (monisme) [Kurtarılma fikri üzerine kurulmuş hayalî din]
a) Dünyanın inkârına dayanan din (Brahman dini)
b) Mutlak vehim üzerine kurulmuş din (Buda dini)
2. Allah’a ibadet üzerine kurulmuş dinler
a) Allah’ın birliği üzerine kurulmuş iptidai din (daha önce geçen nebilerin dini)
b) Vahiy ve şeriat üzerine kurulmuş dinler (Musa dini, İslam)
c) Kurtarılma fikri üzerine kurulmuş hakiki din (İsa dini)