Kitabı oku: «İslam Tarihi», sayfa 6
5. Kara Dövu [Carre de Vaux]
İslam dini ve İslam dininin büyük mütefekkirleri hakkındaki tetkikleriyle ün kazanmış bir oryantalisttir. “İmam-ı Gazalî” hakkında yazdığı eseri Avrupa’da oldukça dikkat çekmiştir.
İslami ayin ve ibadetler hakkında yazdığı ünlü eseriyle “Kont Kara Dövu” metin ve samimi bir Katolik ve ruhani filozof olmasına rağmen, bir dereceye kadar hakikate hürmet ettiğini göstermiştir.
Kont, çoğu noktada uygun ve elverişli bulurcasına muhakeme ettiği İslam’ı yalnız iki noktada, “medeniyet fikri” ile uzlaşmasını mümkün bulmuyor: Cihat, kadınların örtünmesi ve hayat tarzı. Kont’un cihat hakkındaki fikirlerinin hepsine ve özellikle cihadın tarihî şekillerine önem verip teorik şekillerini anlatmasına hak veremeyiz. Müslümanlara farz olan cihadın da “iki esaslı noktası” vardır. Kont emin olsun ki bu iki noktada dahi İslam dini, insaniyetten, hakkaniyetten ve tabii din olmaktan vazgeçmiyor. Bu iki nokta; insanlığın felaketine sebep olan batıllığı ve zulmü ortadan kaldırarak yerine hakkı ve adaleti getirmek; bir de meşru müdafaadır.
Acaba bu iki esastan hangisini Kont Kara Dövu medeniyete ve insanlığa aykırı buluyor? Cihadın bu iki esasi şeklinden birincisi, çevrenin ve zamanın gerektirdiği şeylerden olarak, silahla ve ülkelerin istilası suretiyle ortaya çıktı. Fakat bu durumun ortaya çıkardığı faydanın; yararlı olmasından çok zararlı olduğu tarihçe sabittir.
İslam meydana çıkmasından sonra, etrafındaki ülkeleri silahla istilaya başladı. Fakat manevi istila, maddi istilayı takip ediyor; böylece şirk ve saçmalık yerine vahdet [birlik], baskı ve zulüm yerine adalet ve merhamet kaim oluyordu.
“Müslüman Ömer” ile “Hristiyan İrakliyus” veyahut Zerdüşt dinine mensup olan “Yezd-cürd”ü karşılaştırsa Kara Dövu hangisini adalete ve insanlığa daha yakın ve hâkimiyete daha layık görür? O vakit ki Doğu imparatorluğu İran devleti ile İslam hükûmetini karşılaştırsak hangisini “adalet ve hakkaniyet” esaslarına dayanmış olarak görürüz? Suriye Hristiyanları, imparatorun zalim valilerinin idaresinde mi yoksa bir Ebu Ubeyde’nin babacan idaresinde mi daha fazla refah ve adalete sahiptiler? Bu soruların cevaplarını, hep İslam’ın lehinde olarak tarih vermiştir.
İşte cihadın yayılmacı şeklinde bile böyle bir sonuç ve meyvesi gizlenmişti. Sonraları ise çok kere bu hükmi ve muhterem şeklini değiştirdi, çok kere birtakım zalim padişahların eğlencesi ve gelirleri hükmüne girdi. Fakat bu kabahat İslam’ın değil, her fazileti menfaat vasıtası etmeye çalışan insan ihtiraslarınındır.
Cihadın bu şekli zamanımızda bahse değer bir nokta olamaz. Bugün İslam doğrulanmış, kuvvetlenmiş, kendi esasları üzerine sağlamca yerleşmiştir; kendini müdafaaya, hakikatlerini sözle yaymaya ve manevi istilalara muktedirdir. Bundan dolayı Kont Kara Dövu’nun, cihadın bugün mevcut olmayan ve fakat mevcut olduğu vakitlerde de içinde gizlenen manası insaniyetten ibaret bulunan birinci şekline itiraz etmesi, vehimden ibaret olan bir şeye hücum etmek demek olur.
Cihadın ikinci şekline gelince: Varlığını korumak, değil insanlığın, en basit bir canlının bile meşru hakkıdır. Bu, hayat hakkıdır. Müslümanlar, memleketlerini, her kime olursa olsun çiğnetmek istemezler, vatanlarını müdafaaya dinlerinin emri gereği olarak mecburdurlar. Hâlbuki bu müdafaa kadar tabii bir hak olamaz. Acaba cihadın, tehlikeyi savuşturmaktan ve kendini korumaktan ibaret olan şu ikinci şekline ne diye itiraz olunuyor?
Gariptir ki İslam’ı cihadı ve kılıç kullanmakla, şiddet ve taassupla itham eden rakip dinlerin mensupları, mesela Hristiyanlık tarihindeki, tarihin hiçbir kısmında görülmeyen savaşları, katliamları, otodafe’leri,26 engizisyonları unutuyorlar!
Şimdi de “kadınlar” meselesine gelelim: Bugün bir çöküntü hâlinde olan İslam âlemi, İslami hakikatlerden pek çoğunu yitirmiş olduğu için gerçekten kadınlarımız, teessüf edilecek bir seviye ve hâle düşmüşlerdir. Fakat işi insaf ile bilimsel hakikatler ve düsturlar ile muhakeme edelim. Acaba kadınlarımızın bu hâli, mesturiyetin [örtünmenin] verdiği bir netice midir? Bize öyle geliyor ki biz Müslümanların şu çöküntü devirlerinde düştüğümüz aşağı ahlak derecesi dikkat nazarına alınırsa kadınlarımızın mestur olmamalarından dolayı düşünülebilen netice, şimdiki seviyelerinden değişik olarak fazla ahlaksızlığa düşmelerinden başka bir şey olamazdı.
Binlerce içtimai sebebin bir araya gelmesiyle hasıl olan umumi çöküntüde Müslüman kadınlarına da mühim bir hisse düşmesi pek tabii idi. Fakat İslam’ın ilk asırlarındaki kadınlarımızı, Müslümanların şanlı devrelerindeki evlatları yetiştiren kapalı Müslüman kadınları düşünürsek İslam’ın kadın şerefini ve haklarını sağlayıp onların kefili olduğundan şüphe edemeyiz. Çünkü tarihî olayları ve gerçekleri inkâr edemeyiz.
Bugün itiraf ediyoruz ki erkeklerimizin olduğu gibi kadınlarımızın da hâlleri ıslah edilmeye muhtaçtır. Acaba İslam dairesi içinde bu ıslahata muvaffak olamaz mıyız?
Eğer ölçü olarak ele Avrupa veya Hristiyanlığı alırsak, hayır. Zira ele alacağımız bu ölçü, bize şu noktada İslam’ı terk etmeyi teklif ediyor. Bu meseledeki haricî şekil “mesturiyet”, batini ve hakiki şekil ise “müşareket” [bir kadın üzerinde ortaklaşma] bahisleridir. İslam’da mesturiyet esasen bir farzdır. Fakat cereyan tarzı bir “âdet” olan bu hâl, makul bir şekle konulabilir; örtünme, kadınlar için külfet sayılamayacak bir hadde sokulabilir. Hatta bir kadın hiç tesettüre riayet etmese yine Müslümanlıktan çıkmış olmaz. Farzları inkâr etmeksizin terk edenlerin Müslümanlıktan çıkmayacağı gibi.
Fakat Avrupalılarla İslam’ı her vakit ayrı bırakacak nokta, örtü meselesi değil, müşareket [bir kadın üzerinde ortaklaşma] meselesidir.
İslam’a göre bir kadın, bir erkeğin yâridir, bütün erkeklerin ortak yari ve malı değil. Hâlbuki Avrupa’da (tabii bazı hususlar müstesna olmak üzere) bir kadının, bütün bir cemiyetin ortak yâri ve sıkı fıkı, canciğer arkadaşı olduğu meydandadır.
İslam bir kadını öğrenmek ve öğretmekten, ticaretten, bir işte çalışmaktan, velhasıl “tabiatın” ve “hikmetin” müştereken bahşettiği haklardan mahrum etmez. Şu hâlde kadınlarımızın şimdiki ruhi ve içtimai sefaletleri, biz erkeklerin sefaleti neticesidir. Ve demek ki kadınlarımızın yükselmesi de zaman ve tekâmül meselesidir.
Bu düşüncelerimizden şu sonuç çıkar ki: İki tarafın vakar ve izzetine, tabiatın her iki cins için çizdiği zaruri sınırlara aykırı olmamak üzere örtülü İslam kadınları, Avrupa kadınlarının düştüğü aşağı dereceye düşmeyerek onlardan daha fazla ilerleme ve yükselmeye, ayrıca onlardan daha fazla refaha nail olabilirler.
Fakat Avrupa âdetlerinde bir Müslüman’ın kabul edemeyeceği hâller var. Mesela bir Müslüman, gözü gibi sevdiği hareminin, namus ve hayâ sahibi kızının, bir erkeğin şehvet ve heyecan şimşekleri saçan gözleri altında, ihtiras ve arzudan titreyen kolları arasında, bütün hayvani kudretinin alevlendiği bir ateş ocağı olan kucağında dans etmesine razı olamaz.
İşte bu gibi “esasen insana ait yücelik hissine” aykırı ve hakiki medeniyet ile hiçbir münasebeti olmayan hâller müstesna tutulursa İslam ile medeniyet arasında hiçbir türlü engel tasavvur edilemeyeceği ortaya çıkar.
Eğer “rağbet edilen medeniyet”, Avrupa’nın “fazilet ve kötülüklerinin karışımından meydana gelen şey” ise bizim için yalnız fazilet yönünü alıp yarım medeni kalmak daha hayırlıdır. Zira biz, o karışımın Avrupa’yı sonunda helak edeceğine, tarihî örneklerin delaletiyle inanıyoruz.
6. Garsen De Tasi, Kosen De Persival
Her ikisi de Fransız oryantalistlerinden olup birincisi Türkçe yazılmış İslami eserleri ve İkincisi “Maka mat-ı Hariri”yi ve “Muallakat-ı Seb’a”yı tercüme etmişlerdir. Her ikisinin de İslam’a ait düşünceleriyle hükümleri sehiv ve hatadan uzak kalmış değilse de çok mutaassıpça fikirler ve iftiralar da görülmez.
7. Veyil
Alman dil bilginlerinden olup İslam dini hakkında fikir beyan edenlerin en garazkâr ve vukufsuz münekkitlerinden sayılmıştır. Peygamberin hayatı, hulefa-ı raşidin, Abbasiler hakkında eserler yazmıştır.
8. Movyer
İngiltereli ve Hindistan’ın mahkeme azalığında bulunmuş olup Hint kavimleri hakkında bir eser yazmış, bu münasebetle İslam dini hakkında sofuca ve cahilce hükümler ve düşünceler yürütmüştür. Beyni hurafeler ve esatir ile dolu olan Movyer, Peygamber Efendimiz’de fevkalade bir hâl olduğunu inkâr etmemekle beraber “ifritin sihirli eline düştüğüne” itikat ediyor! Fen bakımından Movyer’e şu itikadından dolayı “cehil ve taassup cinneti”ne müptela bir adam nazarıyla bakmak icap eder.
9. Şantpi De La Susey
Dinler tarihinde İslam dini için yazdığı fikirler, şimdiye kadar gayrimüslim münekkitlerin göstermediği derecede tarafsızcadır.
Bu eser sırf “müspet ilim ve hakikatin tarafını tutma” usulüyle yazılmıştır. Adı geçen tarihçi ile bir İslam mütefekkirinin aynı şekilde düşünmediği noktalar varsa da bu husustaki ihtilaflar fen ve tetkik dışına çıkmaz. Zira tarihçi, hiçbir garaza, taassuba, gizli maksada mağlup değildir.
Şantpi De La Susey’in eseri, Avrupa’da yazılan eserlerin en mükemmeli ve en zirvesidir. Çok yerde bu zatın vakıfane incelemelerini İslam’a yabancı olanların garazkârca fikirlerine karşı şahit ve delil göstereceğimizden şimdilik fazla söze lüzum görmüyoruz.
İSLAM TARİHİ
MUKADDİME/GİRİŞ
İslamı İnkâr Eden İki Grup – Dozy ve Benzerlerinin Fikirlerinin Özeti – Tarihi İmkânsız ve Ruhsuz Bırakan Yarım Hükümlü Zanlar – Olayları Çarpıtarak Kendi Ekol ve Maksadına Yararlı Kılma İlleti – En Doğru Usul
1. İslamı İnkâr Eden İki Grup
İslam’ın inkârcıları iki sınıfa ayrılır. Birinciler, mevcut dinlerden birine mensup olanlardır. İkinciler ise insanın sosyal topluluğu için dinleri zararlı gören aşırı akılcı [rasyonalist] ve maddecilerden itibaren dinleri “alelade bir tekâmül meselesi” gören mutedil filozoflara kadar olan eleştiri ustalarından ibarettir. Birinciler, İslam’ı kabul etmemek zorundadırlar. Bundan dolayı böyleleri kendilerini dine itirazdan ve dini değiştirip çarpıtmaktan kurtulup yükselebilmiş eserler yazamazlar. Onlarca İslam’a dair eser yazmak; İslam’ı akıl ve bilim yoluyla düşünüp tartmak yani yorumlamak manasına gelemez. Tam aksine her ne yapıp yaparak İslam’ı çürütmek manasına gelir.
Bu zorunluluğu, onların bağlı oldukları dinin kural ve inanç sisteminde aramak lazım gelir. Mesela bir Hristiyan âlimi, İslam’a dair bir eser yazacağı vakit, inceleme ve araştırmadan sonra vermesi gereken hükmü, inceleme ve araştırmadan önce verir. O, kesin bir kural olarak “İslam’ın doğru olmadığını” daha başlangıçtan kabul etmiştir. Zorunlu olarak her yazdığını, bu kuralı ispat maksadıyla yazar, her şeyi bu maksada yararlı olacak şekle sokar.
Tecrübe ve incelemeden önce, apriori [peşin] verilen bir hüküm üzerine yazılan böyle bir eserde hiçbir ilmî kıymet bulunamaz. Bu, bir itikat yani inanç meselesidir. Fakat itikadın bu şekli makbul bir şey ise bütün inançların makbul olması gibi “makul olmayan” bir netice çıkar. Her kim: “Ben böyle inandım, bundan dolayı bu gerçektir.” derse hayvanlara ve cansız şeylere ibadet edenlerin de inancını makul ve meşru görmek icap eder.
Hristiyanlık, hak din olarak, kendinden evvel gelen ve kendisinin babası olan “Yahudi dini”ni tanır, fakat Hristiyanlıktan sonra o dini hükümden düşmüş görür. Hristiyanlık inançlarına göre İsa dini, mutlak, nihai ve umumi dindir. Hz. İsa, insanlığı kurtarmak için gelmiş ve insan şekline girmiş Allah’tır, Allah’ın oğludur. Ondan sonra başka bir hak dinin ortaya çıkması mümkün değildir.
Böyle bir inanca bağlı olan kimsenin, İslam’ı tarafsızca muhakeme edemeyeceği ve ister istemez uygun olmayan bir hüküm vereceği apaçık meydandadır.
İşte İslam dinini değerlendirenlerin hemen hepsi bu inanca bağlı ve hatta bir kısmı bu inancı inkâr etmesine rağmen yine onun tesirlerinden tamamen kurtulması imkânsız ve ancak pek azı tasdik ettikleri inanca ait tesirlerden serbest kalmış insanlardır.
Örnek olarak Movyer’i ele alalım. Bu adam, “sofu bir Hristiyandır”, cinlere ve şeytanlara inanır. İslam’ın peygamberini tenkit ederken onda birtakım harikalar, bir mükemmellik, bir eşsizlik görüyor, burasını inkâr edemiyor. Fakat Hazreti Peygamber’e “hak resulü” diyemez. Sebebi, akıl ve bilim yoluyla peygamberi kabul etmemesi değildir. Aksine Tevrat adı altında toplanan büyük tarih ve hurafeler mecmuasında isimleri yazılı peygamberlere27 tamamıyla inanır. Hatta Tevrat’ın nakline göre bunlar içinde âsi ve mecnunlar bulunsa bile… Fakat İslam’ın peygamberine inanmaz, zira kendi inancı buna engeldir. Bundan dolayı Movyer, Cenab-ı Nebi’de [Hz. Peygamber’de] meydana gelen harikaları ve fevkaladeliği “ifritler”in sihir ve büyüsü altına düşmesine dayandırıyor.
Böyle bir zan ve iddia, bir fen ve ilim adamını tebessüme mecbur edecek kadar bayağı ve çocukçadır. Fakat basit akıl sahibi kimselerin ve aynı inanca bağlı olanların hoşuna gidiyor. Bu derece ilme ve fenne aykırı, akla uygun olmayan fikirler ileri süren bir adamın, bütün söz ve hükümlerinin bu türlü esaslardan oluşacağı ve bundan dolayı aynı kıymete sahip olacağı herkesin kabul edeceği şeylerden iken birçokları bu fikirlere ehemmiyet vermek tuhaflığını gösteriyor.
Yahudilere göre Hristiyanlık bir tür dinden ayrılmadır. En insaflı şüpheciler, Müslümanlığın ancak Araplara mahsus bir din olduğunu itiraf ederler. Şu hâlde inancı bakımından bir Yahudi dahi İslam’ı tarafsızca değerlendiremezse de Yahudilerden İslam aleyhinde kalem oynatanlar çok görülmez.
İkinci sınıf aşırı inkârcılar, hangisi olursa olsun bütün dinlerin düşmanları olup onlara göre hangi din olursa olsun hepsi ilerlemeye engeldir, insana ait aptallığı devam ettirmeye yarar, hayalî ve kuruntu olan şeylere hakikat ve kutsiyet rengi verir. Velhasıl din, akla ve bilime aykırıdır, insanlığın çocukluk asırlarının bir hediyesidir.
Bu iddialarda hakikat var mıdır? Hakikaten bilim ile din, birbiriyle uzlaştırılması mümkün olmayan şeyler midir? Asla! Önce şurasını belirtelim ki bilim ile dinin konu ve zeminleri başka başka şeylerdir. Bilim, hadiselerin sebeplerinden ve kanunlarından bahseder. Bilim bu zeminde kaldıkça mutlak hâkimdir. Fakat bu zeminden çıktığı takdirde hiçbir önemi ve hâkimiyeti kalmaz. Hakiki ilim ve fen adamları burasını pek güzel bildikleri için hiçbir vakit bilimi, hikmet yani felsefe ve din alanlarına sokmazlar. Fakat çoğu yarım bilim adamı ve bir kısmı bilim adamı olmaktan ziyade varsayıma inanan filozof adamlar, bilimin yalnız hadiselere tatbikinde bir anlam ifade eden prensiplerin bütün meratib-i vücuda [varlık mertebelerine] ve nihayet vacibü’l-vücut’a [varlığı kendiliğinden gerekli olan Allah’a] tatbik etmek sevdasında bulunuyorlar.
2. Dozy ve Benzerlerinin Fikirlerinin Özeti
Bir İslam tarihi yazmış olan Dozy, bunlardan biridir. Onun ve benzerlerinin fikirleri şu şekilde kısaca anlatılabilir:
1. Bilimsel kanunlardan başka bir kanun, hadiseler zincirinin üstünde incelenmesi mümkün olan bir şey yoktur.
2. Aksi iddiada bulunanlar ya aldanıyorlar veya aldatıyorlar.
3. Harikalar ve tabiatüstü şeyler bir zan ve hayalden ibarettir.
4. Bundan dolayı dinler, insan yapısı olan alelade bir “bilgiler manzumesi”dir.
5. O hâlde bir din ile bir tarihî olay arasında sebep ve gaye bakımından bir fark yoktur.
6. Bundan dolayı dinde sembol, işaret, kutsiyet gibi özelliklerle anlamlandırılarak ifade edilen şeyler, bilim diline tercüme edilerek bilimin kanunları ve kuralları ile ifade edilmelidir.
7. Dinlerden biri olan “İslam dini” hakkında da aynı şekilde muamele olunması [davranılması] lazımdır.
Bu iddiaların hiçbirisi herkesçe kabul edilebilecek şeylerden değildir. Bununla beraber İslam dininde “akıl ve bilim” dışında hiçbir şey bulunmadığından onun bu kaidelerle incelenmesine de razı olabiliriz.
Fakat bir şartla: Tarihi imkânsız bırakacak yarım hükümlü zanlardan, olayları çarpıtmak ve değiştirmekten yahut da inanç durumuna göre ve belirli bir maksada yararlı kılmak sevdasından kaçınmak şartıyla.
3. Tarihi İmkânsız ve Ruhsuz Bırakan Yarım Hükümlü Zanlar
Bu şartlara riayet edilmezse değil İslam tarihi, hiçbir tarihi yazmak mümkün değildir. Bu şartları kendinde taşımayarak yazılan bir esere “bilim ve felsefe” bakımından hiçbir kıymet verilemez. Böyle bir eser baştan başa “bir şeyi yine kendi şehadetiyle ispat etmeye kalkışma işlerinden ibaret” olur. İşte Dozy’nin İslam’ın esasına ait olarak yazdıkları hep bu şekildedir. Gerçi eserin metnindeki değişiklikleri, iftira ve isnatları, yerleri geldikçe reddeceksek de iddiamızı ispat için burada şekil bakımından küçük ve netice bakımından büyük bir örnek verelim:
Dozy’nin tarihinin 32. sayfasında şu sözler yazılıdır:
“Muhammed (s.a.v.) altı yaşında olduğu hâlde pek asabi mizaçlı ve pek hararetli bir kadın olduğu anlaşılan annesi Amine’yi kaybetti.”
Bu satırların yarısı doğru, yarısı yalandır. Dozy, Peygamber Efendimiz’in annesinin “pek asabi mizaçlı ve pek hararetli bir kadın” olduğunu nereden biliyor? Bunu nerede görmüş? Bu hükümleri nereden çıkarıyor?
Hiç! Hatta bu hiçliği “olduğu anlaşılan” gibi kaçamaklı bir cümle ile itiraf ediyor.
Dozy, tarihinin tespit ettiği ve kaydettiği şeylerden herhangi birisi işine gelmezse ya çıkarıp attığı yahut da çarpıtarak ve değiştirdiği hâlde hiçbir tarihte olmayan bir şeyi “anlaşılan” izafetiyle hayalinden çıkarıp ilave ediyor. Sebep?
Okuyucularımızın bir kısmı, Dozy tarafından böyle bir yalanın niye uydurulduğuna akıl erdiremezler. Peygamber Efendimiz’in annesinin asabi veya lenfavi [lenfatik], hararetsiz veya hararetli oluşu ile koca İslam dini arasında bir yakınlık göremezler. Fakat aldanırlar. Dozy’nin bir tarihi hakikate, yani “Peygamberin kendisi altı yaşında iken annesinin vefatına”, bir de “bu annenin asabi ve hararetli oluşu” gibi keyfî ve şahsi kanaatinin öngördüğü bir cümle ilave etmesi, ileride öne süreceği başka bir yalana bilimsel bir şekil vermek, bilim ve hakikat namına okuyucularını kandırıp yanıltmak içindir. Gerçekten de Dozy, vahyin alelade bir “adalî histeriye” ve Cenab-ı Nebi’nin peygamberliğinin bir tür hastalıktan ibaret olduğunu iddia edecek. Bu iddiayı bir kat daha haklı gösterebilmek için “sinir hastalığına müptela olan Cenâb-ı Nebi’nin annesinin de asabi mizaçlı ve hararetli bir kadın olduğunu” ileri sürüyor. Ta ki bu hastalığın varlığı “irsiyet” denilen bilimsel kurallarla da sabit olsun!
Demek ki Dozy, bu meselede bilime ve namusa aykırı üç harekette bulunuyor:
Birincisi, hiçbir tarihî şehadete dayandırmış olmayarak alelade bir zan ve bir yalan.
İkincisi, bizzat tecrübe edip incelemediği, bu sebeple de şekillerinin ve arızalarının hakikatinden habersiz bulunduğu bir hadiseyi sanki kesin imiş gibi ortaya atmaktan ibaret diğer bir yalan. Fakat bu defa tarihî bir vaka ve bir şehadetin çarpıtılmasından ibaret olan yalan.
Üçüncüsü, bir zannı akla yatkın ve meşru göstermek, herkesi aldatmak için yalan uydurmaya tenezzül.
İşte Dozy’nin tarihi, genellikle böyle yalanlar ve çarpıtmalarla doludur. Yalan söylemek ve saçmalamak Dozy’nin hakkı olabilir. Fakat bu saçmalıklarda bilimsel bir kıymet ve bir hakikat görmeye kalkışmak, özür kabul etmez saçmalıklardandır.
4. Olayları Çarpıtarak Kendi Ekol ve Maksadına Yararlı Kılma İlleti
Birisi kalksa da “Ben dinlerdeki kutsiyete, dinlerde bulunan hususlara inanmam!” dese biz ona karşı hiçbir hiddet ve infial hissetmeyiz. Başka bir kimse “Ben maddecilik ekolüne mensubum, bu ekolün kaideleri ve sonuçları gereğince hiçbir dine inanmam!” dese ona da bir diyeceğimiz olmaz. Fakat bir taraftan bilim ve hakikate dayandırma iddiasında bulunmayı, diğer taraftan ise yalanlara, uydurmalara tenezzül etmeyi sırf “hak ve bilim” namına bir alçaklık görürüz.
Gerek Dozy’nin gerekse onun benzerlerinin usulü ve inandıkları yol hep “akla ve bilime aykırı” bu türden yalanlardan ibaret olduğundan iddiamızın ispatı için bir örnek daha zikredeceğiz.
Dozy, tarihinin 33. sayfasında:
“Hatice için bu evlilik, hürmet ve muhabbet üzerine kurulmuş bir evlilik idi.” diyor.
Burası tamamen doğrudur. O derece doğru ki Dozy, onu anlatmaya veya yalan yanlış değiştirerek ifade etmeye cesaret edememiştir. Gerçekten Hz. Hatice’nin Resulullah Efendimiz’e hürmetin en son derecesiyle beraber en şiddetli bir aşk ve sevgi ile bağlı bulunduğunu ve o hazretin uğrunda nefsini, ancak aşkın yapabileceği bir suretle, kul ettiğini ne Doğu’da yazılmış bir tarih ve ne de Batı’da yazılmış bir eser inkâr edebiliyor. Fakat Dozy, bu hakikati kendisinin de kabul ettiğini unutarak tarihinin 33. sayfasında:
“Evliliğinden sonra da Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatice’ye tabi olmaktan vazgeçmedi. Hatice, servetinin idaresini korumak yeteneğine sahip oldu. Kocasına muhtaç olduğu şeyleri veyahut kocasına vermek istediği şeyleri verirdi.” diyor!
Şimdi şu ikinci cümlelerin akla, mantığa, tarihe, her şeye aykırı bir saçmalıklar zinciri olduğunu ispat etmek için uzun uzadıya zihni yormak lazım gelir mi?
Dozy ya Hatice’nin Resul Hazretleri’ni hürmetle sevdiğine dair olan satırlarında yalan söylüyor yahut da şu son cümlelerinde. Hatice’nin Resul Hazretleri’ne karşı aşk ve hürmeti tarihçe ve aklen sabittir. O hâlde bu ikinci cümleler baştan başa saçmalık olur.
Âşık, maşukuna mı tabi olur, yoksa maşuk, âşıkına mı? Kocasının dirayet, sadakat ve kutsiyetini takdir edip onu aşk ve hürmetle seven bir kadın mı böyle bir kocaya tabi olur? Yoksa o kadar yüce vasıfların sahibi olan bir erkek mi karısına itaat eder?
“Aşk” denilen harikayı az çok hissedenler ve tecrübe edenler bilir ki âşık, maşukundan değil malını, hatta canını, şerefini, namusunu bile esirgemez. Şu hâlde nasıl olur da Hz. Peygamber’in aşkı ile yanmış olan Hatice, kuru yürekli, katı hisli, faizci bir kadın gibi, kocasına: “muhtaç olduğu yahut vermek istediği” şeyleri verir?
Aklımızdan, bilimsel ve mantıklı düşünmekten vazgeçmedikçe hükmetmeye mecburuz ki Dozy’nin şu dayanak ve iftiraları, her türlü akli ve tarihî hakikatlerden soyunmuştur ve sadece uydurmadır. Şimdi de böyle bir saçmalığa neden lüzum gördüğünü ve gözettiği maksadın ne olduğunu inceleyelim.
Dozy, bu laflarıyla Hazreti Muhammed Efendimiz’in (s.a.v.) manevi kıymet ve meziyetlerini küçültmek istiyor. Onu, parası için aldığı bir kadının, para karşılığında satılmış ve kendisine verilen birkaç para cep harçlığına kanaat eder bir kocası gibi göstermek için bu alçakçasına yalanları söyleyerek kötülük ediyor.
Okuyucularımızı kesinlikle temin ederiz ki şu satırları yazarken hissettiğimiz teessür, dargınlık ve hiddet çok büyük olmakla beraber asla “İslami taassup” namına değildir, sırf “akli ve bilimsel taassup” namınadır.
Bir dinin tarafını tutmak dolayısıyla dinî taassubun şevkiyle söylenen yalan, caiz değil ise de belki mazurdur. Fakat hakikat namına hareket eden ve tamamen tarafsız olan “bilim” namına yalan söylemek cidden pek sevilmeyen ve herhâlde mazur görülemeyecek bir hâldir. Bir misal daha getirerek bu bahse son vereceğiz. Dozy, kitabının 35. sayfasında diyor ki:
“Bununla beraber keskin bir hayale sahipti. Ve genellikle tekrar olunduğu gibi ‘yüce olan şey’ ile değil – Çünkü onun hakikaten büyük ve yüce olan şey hakkında bir fikri yoktu – fakat güzel söz söylemenin ihtişamıyla cezbolunduğunu hissediyordu.”
Acaba Dozy’ye göre “yüce olan şey” nedir? Hollandalı bir kızın bacağı mı? Bir Hollanda ineğinin yirmi okka süt veren memeleri mi? Büyük ve yüksek binalar mı? Fizik ve kimya aletleri mi? Yoksa aciz bir kadının karnında kan içerek gelişip büyüyen bir insan ferdine ilahi bir yücelik yakıştırması mı? Eğer bunlar değil de “kâinatın ve vacibu’l vücud’un sırları” ise peygamberliğin barınağı olan Efendimiz Hazretleri’nin bunlarla meşgul olduğu bunlarla cezbedilmiş olduğu, en yüce ve en metin bir dinin peygamberi olmasıyla tarihen, aklen ve bugün mevcut olan eserleriyle sabittir.
Dozy, “Çünkü onun hakikaten büyük ve ‘yüce olan şey’ hakkında bir fikri yoktu.” iddiasını ne ile ispat edebilir? Bir insan, kırk sene arkadaşlık ettiği bir adamın bile vicdanının derinliklerinde neler olduğu konusunda tamamen bilgi sahibi olamıyor. Acaba Dozy, on üç asır evvel yaşamış bir nebinin endişe ve duygulanmalarını nereden biliyor ve nasıl biliyor ki onun vicdanı “hakikaten büyük ve yüce olan şeyi” hissetmiyor, diyebiliyor? Güzel söz söyleme [belagat], güzel söz söylemenin ihtişamı ne demektir? Güzel söz söylemenin konusunun gayesi “hakikaten büyük ve yüce olan şey” değil midir ki Dozy, iddiasının ispatı için güzel söz söylemeyi “yücelik dışında bir şey” olmak üzere gösteriyor ve “Bu karakterde olan adamlardır ki dinî fikirlere en ziyade kolaylıkla meyilli olurlar.” diyor.
Dozy, hiç de malum ve kabul edilmiş olmayan (ve dinî yüce duygulanmalar ile dinin şeklî taassubunu birbirine karıştırmaktan ibaret olan) şu satırlarıyla yalnız malum olmayan bir şeyi âleme bildirmiş oluyor ki o da kendisinin hasta ve sakat dimağında yücelik hakkında hiçbir doğru ve sağlam fikir bulunmayışıdır.
Bir taraftan insanlığın yetiştirdiği en büyük simaları, en muhterem dehaları ve onların eserlerini, diğer taraftan ise insan idrakine kolaylıkla sahip olduğu yüceliği dikkat nazarına alırsak, teslim etmek zaruretinde kalırız ki en yüce, en büyük fikirler başta vacibü’l-vücud olarak nihai şeyler hakkında olanlarıdır. Bir nebinin ise meşgul edebileceği şeyler ancak bunlardır. Bizim nebimizin bu husustaki fikirleri, kendisine Allah’ın hediyesi olan Kur’an ile hikmetli hadisleriyle, kesin ve müspet olan hâl tercümesi [hayat hikâyesi] ile malumdur. Ve sabittir ki “en büyük şey olan, en yüce şey olan” Allahu Teala’yı, onun ilahi birliğini, fiillerinin izzetini, sıfatlarının azametini, başka bir fert ile kıyas kabul etmeyecek bir temizlik ve üstünlük ile anlamıştır.