Kitabı oku: «İslam Tarihi», sayfa 5
4. Karışık Din
Şimdi de dinin bazı tali [ikinci derecede] şekillerinden bahsedeceğiz. Öteden beri tarihte görüldüğü gibi şimdi de Avrupa’da birtakım mütefekkirler görülüyor ki onlar, çok büyük ve verimli bir duygu olan din hissini ruhi ihtiyaçları arasından çıkaramıyorlar; fakat dinlerden birini, mesela Hristiyanlığı rumuz [manası gizli olan söz ve işaretler] ve fazlalıklarından, şeklî ibadetlerinden soyutladıktan sonra geriye kalan fikir sistemini kabul ediyorlar. Ve böylece bir tabii din ortaya çıkıyor.
Mesela bir mütefekkir, Hristiyanlıktan teslis fikrini bırakıyor, vahdet fikrini alıyor. Cenabıhakk’ı sevmek, onun büyüklüğünü düşünmek, onun rahmet ve keremlerinin uygun göreceği güzel hâlleri hareket hattı edinmek vesaire gibi bütün yücelikleri kabul ediyor. Fakat bu hâller hakkında kilisenin ortaya koyduğu şartları kabul etmiyor. Mesih’i, teslisin bir şahsı şeklinde değilse de yüce bir kişi veya bir nebi şeklinde, ibadetleri de “Hakk’ı sevmek, Allah’ın kullarına karşı hakka aykırı değil, uygun olarak şefkat ve adaletle muamele etmek” şeklinde özleştirip kabul ediyor.
Bu adama Hristiyan diyemeyiz. Çünkü Hristiyanlık için mevcut olan bazı zaruri inançları ve pek çok şekli reddediyor. Bu adama dinsiz de diyemeyiz. Zira yüce bir duygu olan diyanet hissinin onda en seçkin belirtileriyle tecelli etmiş olduğunu görüyoruz. Bu adamın kendine din olarak kabul ettiği, akıl ve vicdana tamamen uygun düşen dinine “tabii din” adını verebiliriz. Fakat tabii din hakkında yukarıda geçen tariflerimize noktası noktasına uymayan bu din şeklini, güzelce tetkik edersek semavi dinlerde mevcut olan fikirlerden seçilmiş olduklarını görürüz ve ona “karışık din” adını da verebiliriz.
Esasen hak sıfatına sahip bir din olduğu hâlde devam ve tekâmül devirlerinde birtakım makul ve tabii olmayan fikirleri de içine alan dinlere, hak ile batıldan mürekkep [oluşmuş] bir “karışık din” nazarıyla bakmaya mecburuz. İslami hakikat bakımından teslis ve esrar [sırlar] inanışları ile aslındaki saflığını kaybetmiş olan Hristiyanlık, Yahudi dini şeklini alan Musevilik, Hint, İran, Mısır hurafeleri ve İsrailiyat ile esastan ayrılmış sapık ve bozuk İslam fırkaları, hep birer karışık din hükmündedir. Esasları haktır, semavidir; fakat hak olmayan esaslardan da bazı şeyler alarak hak ve batılı karıştırmak suretiyle yeni bir inanç meydana getirdikleri, bununla beraber hak olan esasla hâlâ münasebetleri olduğu için onlara ne hak ve ne de batıl demek doğru olamayıp “karışık” kelimesi ile vasıflandırılmaları zorunludur.
7. BÖLÜM
HRİSTİYANLIĞIN VE DİNLERİN ELEŞTİRMENLERİ
Kant – Spinoza – Straus – Baur – Renan
1. Kant
Alman filozoflarının en ünlüsü ve son asırların en büyük mütefekkirlerinden biridir. Kant, doğrudan doğruya Hristiyanlık ve dinler ile ilgilenmemiştir. Fakat araştırdığı “tenkit ekolü”, tabiatüstü ilme ve zaruri fikirlere çok büyük darbeler vurduğundan Kant, maneviyata ve dinlere en fazla düşmanlık gösterenlerden daha çok zararlar vermiştir.
Kant, insanlık medeniyeti ile başlayan felsefenin binlerce senelik gelişiminden sonra hâlâ sabit esaslar üzerine neden oturtulamadığının sebeplerini araştırmaya koyulmuş ve bu sebepleri insan aklının güzelce tahlil edilmemesinde bulmuştur. Kant, “Saf Aklın Tenkidi” adlı eseriyle şu soruyu soruyor:
İnsan zihninde birtakım zaruri [vücubî] fikirler ve hükümler var.
Acaba bu fikir ve hükümlerdeki zaruret, onları meydana getiren sebeplerde midir? Yoksa kendilerinde, yani insan zihninde midir? Başka bir söyleyişle insan aklındaki zaruri fikirlerin bir “dış hakikat”i var mıdır? Yoksa bunlardaki hakikat sırf bir “batıni, zihnî, hayalî hakikat” midir?
Kant’ın bu soruya bulduğu cevap, menfi bir cevaptır. Yani insan aklındaki fikirlerin ve hükümlerin hiçbir dış hakikati yoktur. Demek ki insan aklının zaruri ve gerekli gördüğü şeylerdeki gereklilik ve zaruret onlara değil, insan aklına aittir. Bu durumda nihai şeylere ait bütün hususların ve bu meyanda Yaratıcı’nın, ilk hakikatlerin ve sebeplerin içyüzünün insanlara meçhul kalması icap eder. Mesela, “Her şeyin bir sebebi vardır.” diyoruz. Bu hüküm, akli kaidelerimize göre zaruridir. Biz, hiçbir vakit bunun aksini düşünemeyiz. Fakat Kant’a göre bu zaruret, yalnız insan aklında mevcut olduğundan nihai şeyleri ve gaibe ait hakikatleri gerçekte olduğu gibi anlamak ve tasavvur etmek için insan elinde hiçbir vasıta yoktur.
Kant, “Saf Aklın Tenkidi” adlı eseriyle yıktığı manevi ve zaruri esasları “Amelî (Pratik) Aklın Tenkidi” adlı eseriyle tamire çalışmışsa da tamamen muvaffak olamamıştır. Kant’ın izleyicileri, tenkit usullerini insani bilgilerin her dalına tatbik etmişler ve her tarafta maneviyatı tahribe çalışmışlardır. Bugün de bir dereceye kadar ruhaniyyun akımından ayrı olarak Kant’ın eleştiri yönteminin etkisinden kurtulabilmiş bir düşünce yoktur.
Bizim düşüncemize göre, Kant’ın fikirleri, her felsefe ekolüne karşı, aynı etkide bulunmaz. Aslında kâinatı ve bu anlamda insanı “Hak’la her türlü münasebetten uzak” gören düşünceye göre insanın ruhu ve akılının da “esasların esası” ile bir varlık bağlantısı olamayacağından Kant’ın insan aklındaki asli fikirlere bir dış hakikat olarak düşünmemesi tabii, makul ve mantıklı olur. Bu münasebeti kurmak için bilim haricinde ve tabiat kanunlarına aykırı olarak “anlaşılması mümkün olmayan harikalar” olarak düşünülmesi icap eder. Hâlbuki İslami hakikatlerde mevcut olduğu üzere insan ruhunun hakikati ile “gaye ile ilgili hakikat” arasında manevi bir birlik mevcut farz edildiği takdirde Kant’ın tenkitleri hiçe15 iner. O hâlde saf akılda mevcut olan zaruri hükümler ve fikirler, insan ruhu ile gayeye ait hakikat arasındaki irtibatın eseri ve delilidir. Fakat Hristiyanlıktaki “kesin fark” ve “ilahi şahsiyet” akideleri ile Kant’ın tenkitlerini hükümsüz bırakmak çok zordur.
2. Spinoza
Aslen Portekizli bir Musevi ailesine mensup olan, Felemenk’te doğan bu ünlü felsefeci, vahdet-i vücut [varlığın birliği] taraftarıdır.
Yani bütün varlık şekilleri “aynı varlığın” kendisinin vasıflarından ve özelliklerinden ibarettir.
Spinoza’nın ruhaniyyuna ve Hristiyanlığa ettiği en büyük hücumlar, irade, ruh ve şahsiyet meseleleridir. Bu filozofun düşünce yapısı şu dört asli noktadan ibarettir:
1. Bizatihi sebep, yani sebeplerin sebebi, hakiki ve nihai sebep (tabiatı mevcut olmaktan, yani varlığı zaruri bulunmaktan ibaret şey, başka bir deyişle mevcut olmaması gayri mümkün olan şey)
2. Zat, yani asılların aslı (Mevcut olmak için başka bir mevcuda muhtaç olmayan kayyum [kendi kendini ayakta tutan] zat)
3. Naat, yani sıfat (Zatın cevherini, yani şekle bürünmüş mâyesini [özünü] meydana getiren şey olmak üzere anlaşılan şey)
4. Hadiseler, yani uygulamalar ve değişiklikler (Zat’ın görünümleri, yani diğer bir şeyin kapsamına dâhil olan şey)
Spinoza, Cenabıhakk’ı şöyle tarif ediyor: Mutlak surette sonsuz bir varlık (Yani sonsuz, sınırsız ve her birisi ölümsüz bir cevheri bildiren vasıflara sahip bir zat)
Spinoza’ya göre insan, ilahi vasıflardan yalnız ikisini idrake muktedirdir: Fikir ve imtidâd [uzay].
Bütün ruhlar fikir sıfatının, cisimler de uzay sıfatının şuunudur [görünüşleridir]. Cenabıhakk’ın sınırsız ve sonsuz olan şuunundan bu ikisinden başkasını bilmek insanın muktedir bulunduğu bir şey olmamıştır. Kâinat, bu iki sıfatın şuununun toplamından ibarettir. İşleyici tabiat, ilahi isimlerden biridir. Kabul edici tabiat ise mahlukat ve mükevvenattır [yaratılanların bütünü]. Yaratıcı ile yaratık arasındaki fark, bir bakış açısı farkıdır (Sonraları bu fikri geliştiren idealistler, mesela Vacherot, bu farkı, mantıki bir fark şekline sokmuşlardır.).
Adı geçen ünlü filozofun “Cenabıhakk’ın görünür hâle gelmiş olan hakikat-i âlem, âlemin fikri ve manası ise Cenabıhak’tır.” demesi yine bu fikrin daha nezih bir şekilde ifadesidir.
Spinoza’ya göre bir şey hem sonsuz ve mutlak hem de şahıs olamaz. Bir şahıs ne kadar büyük tasavvur edilebilirse edilsin yine bir son ile sınırlıdır. Şahsiyet fikri, örnekler ile anlaşılması mümkün olan bir şeydir, örneği ve benzeri olmayan sonsuz bir varlık, sonlu ve sınırlı manasını ifade eden şahıs şekliyle tasavvur edilemez. Şahsiyet cüzilere, insana mahsustur.
Bu sebeplerden dolayı Spinoza, ruhaniyyunu, Hristiyanları ve Musevileri “Cenabıhakk’ı insana kıyaslamakla ve benzetmekle ve bundan dolayı Cenabıhakk’a değil kendi vicdanlarının muhayyel [hayal edilmiş] şekline ibadet etmekle, gizli bir âdemperesti16 [insana tapıcılık] ile itham ediyor.
Spinoza’nın en fazla itiraz ettiği meselelerden biri de “irade” meselesidir.
Spinoza’ya göre irade-i bit-teemmül [düşünerek istemek] ve irade-i bil-ihtiyar [seçerek istemek] hayal olup insanlara mahsus bir güçsüzlüktür. Cenabıhakk’ın istemeleri, hep vücubî ve zaruri, yani zatının zarureti olup bu vücubî ve zaruri olan külli iradede düşünme ve seçme, terk ve tercih etme gibi beşeriyete mahsus şekiller yoktur.
Beşerdeki cüzi iradeye, irade [isteme] hürriyetine gelince: Bu, beşeriyetin cehaletinden ibarettir. Kendisini irade sahibi eden sebepleri [ilahi varlığın kendi kendisine yeterliliği ve devamlılığı] bilemediği için insan, kendinde düşünme ve seçme ile ortaya çıkan bir isteme hürriyeti, yani cüzi irade var zanneder. İnsan, eğer ihtiraslarının hâkimiyetinden kendisini kurtarır ve akli görüşü vasıtasıyla Allah’ın ayniyetinde [bizzat kendisinde] kendini yok etmiş olursa işte ancak o vakit “hür” sayılır. Ahlak ve maneviyat ilminin temeli “ilahi aşk”tır.
Spinoza’nın en çok itiraz ettiği meselelerden biri de Hristiyanların “kaza ve kader” meselesini anlayış şekilleridir.
İşte görülüyor ki Spinoza’nın fikirleri, İslam tasavvufuna çok noktada temas ediyor. Fakat İslam mutasavvıflarının tevhidi farklı bir içeriğe sahiptir ve farklı bir arılık ve hakikati kapsayıcıdır. Mutasavvıfların aşırı sofularına benzeyen Spinoza’nın fikirlerinde eksik ve tenkit edilmesi mümkün teferruatlar vardır.
Spinoza, asrımızın fikirleri üzerinde şimdi bile birçok noktada tesir etmektedir. Özellikle bu ekolden bazı şeyler alarak daha etraflı şekiller meydana getiren ekoller (zihniyyun/idealistler, tekamüliyyun/evrimciler, tenkidiyyun/tenkitçiler ve hatta bazı maddiyyun/materyalistler) bilim ve fikir âlemi üzerinde baskın bir etki icra etmektedir.
3. David Friedrich Straos
Protestan rahiplerinden, felsefede Hegel’in çıraklarından ve yöntemde akliyyundan [rasyonel akımdan] olan bir mütefekkirdir. Protestanlığı meydana getiren tasfiye fikrini mantıki bakımdan en son sınırına götürmüştür. Straos, Hristiyanlığın akli ve naklî hususlarını bilimsel olarak ve tarihle tenkit ederek Hristiyanlığın esatirden [efsanelerden, asılsız şeylerden, mitolojiden] ibaret olduğunu meydana koymuştur. İnciller pek çok şahsın ortak telifi olup tarihî meziyetleri yoktur. Bu filozofa göre “İncil’deki rivayet ve hikâyeler, öteden beri İsrailoğulları arasında dolaşan Mesih fikri üzerine uydurulmuş” esatir [efsane] ve hurafelerden ibarettir. Bu İncillerde söz konusu olan “İsa” tarihte yaşamış Celileli “Yeşova” değil, insan hayalinin meydana getirdiği hayalî bir varlık ve kuruntudan ibaret bir İsa’dır.
Straos’un bütün tenkitleri, bir taraftan İbrani dilinden ve çok eski dillerden çıkarılan sonuçlara ve diğer taraftan Kant, Spinoza ve Hegel’in ekollerindeki kaidelere dayanarak bina edilmiştir.
4. Bauer
Bu da Protestan rahiplerinden ve Hegel ile Şilimahr’ın talebelerindendir. Bu zata göre “vacip, ilahi, umumi” sıfatları aynı anlamda olan kelimeler hükmündedir. Halik [yaratıcı] ile mahluk [yaratılan] arasında tezat yoktur. Yani bu da cevherin birliğine inanır. Harikalar yoktur. Çünkü ilahi hadiselerden başka bir şey yoktur. Hristiyanlıktaki esrar [sırlar] ve harikaların aslı yoktur. Harika ve esrar zannedilen şeyler, insan aklının çıkarıp ortaya koyduğu şeylerdir.
5. Renan
Ernest Renan, son asrın en derin ve en zarif düşünürlerinden biridir. Straos ve Bauer’in sert ve çok defa kuru tarzı müstesna tutulmak üzere Renan’ın yazdığı eserler, hemen hemen ilk iki filozofun eserlerinin konularından ibarettir. Doğu dillerinde ve özellikle İbrani dilinde derin bilgi sahibi olan Renan’ın “İsa’nın Hayatı” adlı eseri, akliyyun [realist akım] ve zihniyyun [idealist akım] fikirlerinin tenkit yöntemine uygun olarak yazılmıştır. Renan, ilk önce Katolik papazı olmuştu. Sonra ruhbaniyeti terk etmiş ve yazdığı eserler Hristiyanlığa önemli darbeler vurmuştur.
Bu yazdığımız adamlar, dinleri ve uluhiyeti inkâr edenler olmayıp vücudiyyunun [panteist akımın] fikirleriyle, kurallarıyla din ve maneviyatı muhakeme edenler, kendine mahsus olan şeklinden dolayı Hristiyanlığa darbe vurucu olanlardır. Dini ve Yaratıcı’yı inkâr edenler, elbette bunlar arasına dâhil değildir.
8. BÖLÜM
MÜSLÜMAN OLMAYAN TENKİTÇİLER VE TARİHÇİLER
Volter, Henri De Burnier, Dozy, Ernest Renan, Kont Kara Dövu, Garsen De Tasi, Kosen de Persival, Veyil, Movyer, Şantpi De La Susey
1. Volter
Volter, ne bir âlimdir ne de bir bilgin. Zarif ve nükteli sözler söyleyen bir şair, ilahiyyundan (teist akımdan) bir filozoftur. Ömrünü Hristiyanlığın ayin ve âdetlerini, hatta inançlarını çürük ve değersiz olarak göstermekle geçirdiği hâlde bir aralık papaya yaranmak fikriyle olacak ki “Mahomet”17 veyahut “Taassup” adında bir trajedi yazmıştır. Bununla beraber bazı tarihçiler, Volter’in bu eserini taassuba karşı ve bilhassa Hristiyani taassubu başka bir din taassubu şeklinde tenkit için yazdığını iddia ediyorlar.
Volter, doğrudan doğruya İslam hakkında eser yazmamışsa da yazdığı trajedide tarihî hakikatleri çarpıtarak, gerçek şahıslara hayalî özellikler ve şekiller vererek o tarihlerde İslam dini ve onun peygamberi hakkında pek fazla bir şey bilmeyen Avrupa’ya Ahmedî din ve peygamberi hakkında pek yanlış bir imaj çizmiştir. Volter’in bu eserinin ilmî ve tarihî kıymetten tamamen uzak olduğunu asrımızın eleştirmenleri ve tarihçileri açıkça ortaya koymuşlardır.
2. Henri De Burnier
Fransa Edebiyat Akademisi üyelerinden olan bu zat, gayet koyu bir Katolik olduğundan Volter’in eserinin bir ikincisini yazmıştır. Bu eserdeki hayaller ve isnatlar birinciden daha fazla, daha bayağı ve her türlü ilmî ve bilimsel kıymetten mahrumdur.
3. Dozy
Arap dili uzmanlarından ve akliyyun [realizm akımı] fikirlerini benimsemiş bir oryantalisttir. Müslüman kavimler hakkında tarihî eserleri, Arabî lügate (Arapça sözlük) dair kitapları olup bir de İslam tarihi yazmıştır.
Dozy, bu eserinde, Straos, Bauer, Paulus vesaire gibi akliyyunun Hristiyanlık hakkında tatbik ettikleri tenkit usulünü İslam dini üzerinde de uygulamak istemiştir.
Hâlbuki tarihî bir gerçek ve hakikatten meydana gelmiş olan başka bir şeyi tahkik ve tenkit için efsane ve hurafeler hakkında kullanılan düsturun aynını aynı şekilde kullanmak doğru ve bilimsel değildir. Bir eleştirmen, hakikati meçhul ve hurafeler şekline girmiş bir fikir topluluğundan bir hakikat kokusu çıkarabilmek için o fikir topluluğundaki şekillere ehemmiyet vermeyebilir, şekilleri hakiki bir şekle sokmaya çalışır. Bu, tahrif demek değildir. Çünkü ortada tarihî ve hakiki olan bir şey yoktur. Fakat tarihî bir hakikate karşı aynı şekilde hareket etmek doğru ve haklı olamaz. İşte Dozy’nin İslam hakkındaki tenkitleri hep bu yoldadır. Dozy’nin aşırıya gitme yöntemi, bilim ve felsefe yöntemine o derece aykırıdır ki çoğu fikirlerini, yine İslam hakkında ve hem de tamamen tarafsızca eserler yazmış olan ünlü âlimler ve aynı zamanda Filozof Renan ve Şantpi De La Susey gibi bilim adamları, reddederek çürütüyorlar.
Dozy’nin muhakeme tarzında en çok göze çarpan taraf, birbirine zıt olan birçok fikrin bir araya toplanması, bilimsel hakikatleri yanlış bir şekilde uygulaması ve özellikle tarihî gerçekleri, kendi fikrini okşayacak şekle büründürerek değiştirmesidir. Bu değiştirmeler, eksik ve yanlış uygulamalar, eserin metninde değerlendirileceğinden fazla açıklamaya mahal görmeyiz. Dozy’nin çok defa fikirlerine müracaat ettiği Şiprniger’in eserlerinde dahi bugün bilimsel ve tarihî bir kıymet görülmemektedir.
4. Ernest Renan
“Din Tarihi Hakkında Düşünceler” ismi altında yazdığı meşhur bir eserinde Renan’ın “İslam’ın Menşeleri” başlıklı özel bir bölümü vardır. Renan, bu hususi bölümde İslam dinini ve onun peygamberini son derece tarafsız bir biçimde eleştirip inceliyor. Bundan Renan’ın bütün düşüncelerini haklı bulduğumuz anlaşılmamalıdır. Tam aksine biz Renan’ın düşüncelerinin sonuçlarından pek çoğunu, birçok sebepten dolayı kabul etmiyoruz. Bununla beraber adı geçen ünlü filozofun düşüncelerini taassup ve tarafgirlikten hemen hemen tamamen ayrı buluyoruz ki Avrupa eserlerinde bu şekilde hüküm verilebilecek yazılar pek azdır.
Renan, İslam’ın ana esası olan Kur’an’ın gerçekliğini ve tarihî kıymetini muhafaza hususunda inkâr ve itirazın mümkün olmadığını tasdik ve ispat ediyor. Hâlbuki Kur’an’dan başka diğer semavi kitaplarda bu iki kıymeti göremeyen araştırmacılardan birisi de Renan’dır. Sonra da Cenab-ı Nebi hakkındaki taassup ve hayal ürünü olan çirkin iftiraları reddedip çürütmekle beraber âdetlerin değişikliği, ırk ve kavimlerin yetenekleri sebebiyle ortaya atılan haksız ve manasız itirazlarla tenkitleri dahi gerçeğe aykırı görüyor.
Renan, tenkitçi ve akliyyunun [realist akımın] fikirlerine mensup bir filozof olduğu için iman erbabının Allah tarafından indirilen kitaplar, peygamberler ve diğer mukaddes şeyler hakkındaki fikirlerine, aynı şekilde, katılamaz. Kur’an’ın “ilham” mahsulü olduğunu ileri sürüyorsa da bu kelimeden İslam’ın henüz başlangıç seviyesinde kalan zahirilerin anladığı manayı kastetmiyor. Ona göre “ilham”, mutasavvıfların telakkisine daha yakındır.
“Vahiy” hususunda da aynı fikirler ortaya atılabilir. Zaten apaçık bilinen şeylerdendir ki dini fevkalade ve müstesna bir hâl gibi değil, insanlığın kendine has bir hâli şeklinde kabul eden ve hiçbir dine bağlılığı olmayan bir adamdan, herhangi bir dinin inanıcısı ve taraftarı gibi düşünceler beklenemez. Şu kadar ki tarihî olayları ve gerçekleri değiştirme, kanaate bağlı ve şahsi hükümler ve kıyaslar ile dinî hâlleri ve gerçekleri değiştirmek, ne bir dindarın ve ne de bir dinsizin hakkı olabilir. İşte Dozy, Veyil ve daha birtakım tarihçilerde bizim affetmediğimiz kabahatler bunlardır.
Bunu bir misal ile daha açık olarak ortaya koyalım. Tarihin en kuvvetli bir şekilde ispat ettiği hakikatlerden biri de Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in çağdaşları tarafından kabul ve itiraf olunan eşsiz ve benzersiz belagat ve fesahatidir. Hz. Ömer gibi metin ve azimli bir adam, birkaç ayeti işitir işitmez, çok büyük ruhi değişikliklere ulaşmıştır. Zamanın en güzel konuşan şair ve edipleri, Kur’an’ın her fesahat [kurallı, etkileyici, heyecan verici, inandırıcı, sanatlı söz söyleme] üstünde bir fesahate sahip olduğunu itiraf etmişlerdi. Hatta Kur’an’ın kutsi kaynağını tasdik etmeyenler bile ona muciz [aşka insanları bir benzerini meydana getirmekten aciz bırakan şey] ve sihir nazarıyla bakarlar, bu şekilde Kur’an dilinin güzellik ve pürüzsüzlüğünü tasdik ederlerdi. Bugün bile iyi ve pürüzsüz konuşan bir Arap, Kur’an’ın muhteşemliği ve letafeti önünde hayran kalıp kendinden geçiyor.
Böyle iken Dozy ve onun benzeri olan diğer aşırıcılar, Kur’an’da her türlü yüce ve temiz fikirler, pürüzsüzlük ve güzellik bulunmadığını zan ve iddia ediyorlar. Kur’an’da gördükleri yegâne dikkate değer şey, onun kendine has üslubudur. “Kur’an, ne nazım ve ne de nesirdir. Bundan dolayı nazımdan nesire doğru bir geçit hükmündedir. Bu itibarla edebî yenilik gösteriyor. Tesiri de bu yenilikten ileri gelmiştir.” diyorlar. Özellikle kapsadığı hükümler bakımından, bu hüküm tamamen yanlıştır. Kur’an’ın ne nazım ve ne de nesir oluşu, Kur’an’ın edebî şeref ve meziyetine delalet eder, onun aleyhinde bir fikre vesile olamaz. Hollandalı bir beyin, ne kadar derin bilgi sahibi ve hassas olsa, yine bir Arab’ın kendi lisanından aldığı derin ve ince hazzı duyamaz. Bundan dolayı bir Felemenk çobanının şiirinde meziyet gören bir Hollandalının, Kur’an’ın zevkini almaya gücü yetmeyeceği tabii bir şey ise de bu noksanını itiraf edecek yerde noksanı Kur’an’da görüşü doğru bir düşünce ve bakış tarzı değildir.
İşte Dozy ile Renan, bu gibi noktalarda ayrılıyorlar. Renan, Kur’an’da pek temiz ve yüce parçalar bulunduğunu hararetli bir dille itiraf ediyor.
Renan, Volter’in Cenab-ı Risalet’e (Hz. Peygamber’e) atfettiği saltanat hırsı, hile ve gayz gibi şeylerin kesinlikle yalan olduğunu ve bunun tam aksine olarak Hazreti Nebi’nin her türlü hırs ve kibirden, hile ve riyadan, kin ve öfkeden münezzeh, şerefli işlerinin sade, tavır ve hareketlerinin samimi ve tatlı, kalbinin hassas ve zarif bulunduğunu tarihî şahadetlere ve düsturlara dayanarak tasdik ve ispat ediyor.
Yine tekrar ederiz ki Renan, İslam dininde “semavi din ve kutsiyet” şekli görmüyor. Peygamberliği, bazı zatlara Allah tarafından bağışlanmış olan bir şeref şeklinde saymıyor. Fakat Renan’ın bu görüş ve düşünüşü yalnız İslam dinine ve onun peygamberine mahsus olmayıp her din ve her peygamber için böyledir. Bu adı geçen filozof, tarihî bir gerçeği, tarihî şahısları inceliyor, neticede İslam peygamberini, İslam düşmanlarının asılsız isnat ve iftiralarından ileri gelen ithamlardan ayrı buluyor, İslam dinini “mukaddes ve meşru” görüyor.18
Renan, hiçbir din hakkında bu derece müspet düşüncelerde bulunmamıştır. Dinleri, beşeriyetteki fıtratın bir tekâmül şekli olarak gören Renan’dan daha fazlası zaten beklenemez.
Renan’ın şu sözleri de kayda değer bir nitelik taşımaktadır:
“Hristiyanlık, kadınlar tarafından tesis edilmiş bir dindir. İslam ki yalnız tamamen mukaddes değil, aynı zamanda tabii, ciddi, hürriyet fikrini besleyen ve geliştiren bir erkek dinidir.”19
Renan, Müslümanlıkta kadına verilen konum hakkında, Avrupa’da yayılan veyahut kayıtsız ve dikkatsiz tarihçiler tarafından hâlâ herkese duyurulan rivayetleri şiddetle reddedip inceleyerek bugün mesela Osmanlı kadınlarının çoğunluğunda görülen cahilane hâllerin İslam’a atfedilmesinin doğru olmadığını beyan ediyor ve şu sözleri yazıyor:
“İslam’ın ilk asrı, önemli vasıflar sahibi birçok kadını bize gösteriyor. Ömer ve Ali’den sonra en önem verilmeye değer simaları, Ayşe ve Fatıma’dır. Hatice’nin başı, kutsiyetin nurdan tacı ile ışıl ışıldır. Cenab-ı Muhammed (s.a.v.) için, tarihte misli olmayan bir şereftir ki Allah tarafından kendisine verilmiş olan peygamberlik vazifesi, kendisinin doğruluk derecesini (yani sadık olup olmadığını) herkesten iyi bilmesi lazım gelen Hatice tarafından herkesten evvel tasdik edildi.”20
İşte görülüyor ki tabiatıyla “Müslüman ve Muhammedî” olmayan Renan, ne inkâr harareti ile ifrata varan akliyyun gibi ne de taassup tesiriyle ne dediğini bilmeyen rakip dinlerin mensupları gibi idare-i kelam ediyor. Ekolünün ve araştırmalarının kapsamı ve müsaadesi derecesinde hakikati ortaya koymaya çalışıyor. Fakat Renan’ın en önemli düşünce ve hükümleri, İslam dininin istikbaline aittir. Bu hususta diyor ki:
“İnsan cinslerinin çeşitliliği nispetinde genel olmaya çağrılmış ve esasen istilacı olan medeniyetin karşısında İslam’ın mukadderatının ne olabileceği hakkında henüz kesin bir fikir ortaya konulamamıştır.
Dinler mahvolmak yeteneğinin üstünde bulunduğu için diyemeyiz ki ‘İslam dini mahvolursa ve yalnız dünyanın mühim bir parçasında vicdanlara rehber olmaktan vazgeçerse bu, başka bir dinin galibiyeti yüzünden değil, kendisiyle rasyonalizmin ve eleştiri kurallarını yayan ‘zamanımızın bilimleri’ yüzünden olacaktır. Fakat şurasını da hatırdan çıkarmamak gerekir ki İslam, fırtınaya karşı zor kullanmaya kalkışan ve bütün görünüşüyle devrilip yıkılan burçlara benzemez, onun şekillenme kabiliyetinde gizli direniş kuvvetleri vardır.
Dinî ıslahatlarını ortaya koyabilmek için Hristiyan toplulukları, dinî birliği kırmaya ve dinî hâkimiyete karşı isyana mecbur oldular. Ne papaya ne ruhban meclislerine ne de rahiplere ve piskoposlara sahip olan İslam, lâyuhtilik [hata işlemezlik] denilen dipsiz çukuru sonda etmek zaruretini hissetmediğinden rasyonalist kaidelerinin ortaya koyduğu şeylerden o kadar korkmasına gerek yoktur.21 Gerçekten münekkit neye hücum edecek ve neyi tenkit edecek? İslam’ın esasında olmadığı hâlde İranlıların ilaveleriyle hasıl olan22 peygamber hakkındaki hurafelerle karışık rivayetlere mi? Fakat bir Müslüman, dinine hiçbir zarar gelmediği hâlde bu gibi hayalî şeyleri defedebilir. Böyle bir dinde Straos’un yapacağı iş yoktur.23 Acaba münekkit, İslam itikadına hücum edebilir mi? Fakat İslam dininin esasında, en saf ve tabii bir dine yegâne ilave olarak yalnız “nübüvvet” ve “kader”24 bahsi var.
Acaba münekkitler, İslam’daki ahlaki prensiplere mi hücum edecek!.. Fakat sünnet ehlinin dört mezhebinden herhangi birisine bakacak olsak görürüz ki onların “ahlak fikri ve hissi” namus dairesinde insana ait hürriyetin hakkını teslim ediyor.25
Ayine gelince: Sonradan ilave edilen bazı fazlalıklardan vazgeçilirse İslam’ın sadeliği bilim ve felsefeyle arı hâle getirilmiş Protestan mezheplerindeki sadelikle mukayese edilebilir…”
Avrupa’nın son yetiştirdiği en büyük mütefekkirler arasında cidden müstesna bir mevkisi olan Renan’ın bundan sonra ileri sürdüğü doğru düşünceleri Müslüman adı taşıyan ve henüz vicdanı yüce duygulardan mahrum olmayıp vatan ve milletini seven, bilim ve hakikati üstün tutan her insaf sahibi insanın hususi bir dikkatle takip etmesi gerekmektedir. Renan diyor ki:
“Mısır ve Türkiye’de daha endişe verici bazı belirtiler bulunduğunu inkâr etmem. Oralarda, Avrupa bilimleri ve âdetleri ile meydana gelen ilişki, itikatlarda, çok defa gizlenemeyen bir “lâubalilik” (libertinage/çapkınlık) husule getirdi…
Mösyö Froster’in hilafet hakkındaki fikri doğru değildir, yani hilafet papalığa benzemez.”
Renan, Avrupa’da hâlâ taassubun hüküm sürmekte olduğunu hissetmiş olacak ki düşüncelerini şöyle insanlığa yaraşır surette bir tavsiye ile sona erdiriyor:
“İslam’da yenilik isteği ortaya çıktığı vakit, Avrupa bu isteklere yalnız en genel hatlarıyla müdahale etmelidir. Başkalarının inanç işlerini düzenlemeye kalkışması fena bir teşebbüstür. Avrupa, ‘medeniyet’ten ibaret olan inancını yaymaya çalışmakla beraber, ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarla dinî rivayetlerinin bağdaştırılıp uygunlaştırılması işini, o toplulukların kendilerine terk etmelidir. Ve ‘kendi vicdani inkılaplarını, en geniş bir hürriyetle bizzat icra etmek gibi’ şahısların ve fertlerin en mukaddes olan haklarına riayet etmelidir.”
Renan’ın, Avrupa âdetleri ve bilimleri ile temastan husule gelen dinî laubalilik hakkındaki fikirleri, şu söyleyeceğimiz bazı sakıncalarla tamamen doğrudur. Dininin hakikatlerini, İslam’ın hikmetleriyle ilgili bilgi ve düşünceleri bilen bir Müslüman’ın “bilimsel hakikatler”den korkacak hiçbir ciheti yoktur. Yalnız Müslümanlık hakkında doğru ve esaslı fikri olmayan bir Müslüman, yarım yamalak bilimsel bilgiler, parlaklığı sadece yüzündeki ciladan ibaret sahte hikmetli sözler ile temas ederse zaten ismen Müslüman olan öyle bir kimse, kendisi gelince: Avrupalıların zevk ve sefahat kelimeleriyle içeriği özleştirilerek anlatılabilecek olan âdetleri, sağlam ve millî bir terbiye görmemiş Müslüman için öldürücü bir zehir olur. Hintliyi öldürebilen yerli bir yılan, bir yabancıyı daha süratle öldürür. Avrupalılar için manevi ve ahlaki felaketlerin sebebi olan temayüllerinin ve âdetlerinin çoğu, elbette bir yabancı için daha büyük bir felakettir.