Amok Koşucusu

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Amok Koşucusu
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

1912 yılının Mart ayında Napoli limanında büyük bir transatlantiğin yükü boşaltılırken gazetelerin çok ayrıntılı ancak çok fantastik süslemelerle bildirdiği garip bir kaza oldu. Oceania isimli geminin yolcusu olmama rağmen, ne ben ne de diğer yolcular bu garip olayın tanığı olabildik. Zira olay, gece vakti gemiye kömür alınırken ve yükler boşaltılırken olmuştu ve hepimiz gürültüden uzaklaşmak için kafelerde veya tiyatroda zaman geçirmek maksadıyla karaya çıkmıştık.

Yine de ben, şahsen, o zamanlar açıkça dile getiremediğim bazı tahminlerimin o heyecanlı olayın gerçek yüzünü gösterebileceğini zannediyor ve üzerinden yıllar geçtiğine göre o garip olaydan hemen önce yapılan bir konuşmayı artık açıklayabilirim diye düşünüyorum.

***

Kalküta’daki gemi acentesine gidip Avrupa’ya dönüş için Oceania gemisinde bir yer istediğimde görevli üzgün bir tavırla omuzlarını silkti. Yağmur mevsimi başlamak üzere olduğundan gemideki yerler daha Avustralya’da iken doluyormuş, önce Singapur’dan gelecek olan telgrafı beklemek zorundaymış. Ertesi gün ise bana memnuniyetle bir yer ayırabileceğini bildirdi, geminin ortalarında, güvertenin altında, az konforlu bir kamara varmış. Eve dönmek için sabırsızlanıyordum, bu yüzden fazla tereddüt etmeden o yeri ayırttım.

Görevli doğru söylemişti. Gemi tamamen doluydu ve kamara kötü, küçük, basık, buhar makinesinin yakınında dikdörtgen bir köşecikti ve sadece yuvarlak puslu bir camdan gelen ışıkla aydınlanmaktaydı. Nefes kesen ağır hava, yağ ve küf kokuyordu. Çelikten yapılmış, çılgın bir yarasa gibi tepemde dönüp vınlayan elektrikli vantilatörden bir an bile kurtuluş yoktu.

Aşağıdaki makineden, hep aynı merdiveni soluk soluğa yukarıya çıkan bir kömür hamalı varmış gibi çatırtılar ve iniltiler geliyordu; yukarıdaki gezinti güvertesinden de hiç aralıksız oraya buraya gidip gelen adım sesleri…

Bu yüzden bavulumu küf kokan, gri traversten yapılma mezara bırakır bırakmaz hemen güverteye döndüm ve dalgaların üzerinde karadan gelen, aşağıdan yukarıya bize doğru esen tatlımsı rüzgârı amber kokusuymuş gibi içime çektim.

Ancak gezinti güvertesinde de sıkışıklık ve huzursuzluk hüküm sürmekteydi; güverte, işsizliğe mahkûm edilmiş, asabi, aralıksız konuşarak aşağı yukarı yürüyen insanlarla doluydu. Kadınların cıvıltılı şakalaşmaları, dar güvertede hiç aralıksız dönüp durmalar, sürüler hâlinde sandalye kümelerinin yanından geçmek, sürekli aynı kişilere rastlamak bir biçimde içimi acıttı. Bambaşka bir dünya, çok hızlı geçen, birbirine karışan manzaralar görmüştüm. Şimdi artık bunları hatırlamak, ayrıntılarını görmek, düzenlemek, tekrar canlandırmak, yani gözüme çarpanları yorumlamak istiyordum fakat burada, bu sıkışık bulvarda bir dakika bile dur durak yoktu. Kitap okumak istediğimde satırlar önümden geçerken konuşanların gölgesinde eriyordu. Geminin bu gölgesiz ve sürekli kalabalık güvertesinde insanın kendi kendisiyle baş başa kalması mümkün değildi.

Bunu üç gün boyunca denedim, çaresizce insanları seyrettim, denize baktım ama deniz hep aynıydı, mavi ve boştu, sadece güneş batarken birdenbire bütün renklere bürünüyordu. Ve de insanlar; üç yirmi dört saat geçtikten sonra hepsini ezberlemiştim. Her birinin yüzünü bıkasıya incelemiştim, kadınların kulak tırmalayıcı kahkahaları artık rahatsız etmiyordu, Hollandalı iki ahbap subayın bağırıp çağırarak kavga etmelerine artık kızmıyordum. Bu durumda geriye sadece kaçmak kalıyordu ancak kamara çok sıcak ve nemliydi, salonda ise İngiliz kızlar sürekli piyanoda hem yarım yamalak hem de çok kötü vals çalıyorlardı. Sonunda zaman düzenimi tersine çevirmeye karar verdim, kamarama erkenden, öğleden sonra indim, inmeden önce de akşam yemeğini ve dans akşamını uyuyarak geçirmek için birkaç bardak bira içip baygın düştüm.

Uyandığımda ufak bir tabut gibi olan kamara kapkaranlık ve boğucuydu. Vantilatörü kapatmıştım, bu yüzden hava yağlı ve nemliydi; şakaklarıma baskı yapıyordu. Tüm duyularım bir biçimde uyuşmuş gibiydi; zamanı ve mekânı hatırlamam dakikalar aldı. Saat gece yarısını geçmiş olmalıydı, zira ne müzik sesi vardı ne de aralıksız ayak sesleri; sadece makine, Leviathan’ın1 atan yüreği, geminin gıcırdayan gövdesini nefes nefese görünmeyen uzaklara götürüyordu.

El yordamıyla güverteye çıktım. Bomboştu. Bakışlarımı dumanı çıkan bacanın ve hayalet gibi parlayan direklerin üzerine kaldırdığımda gözlerime büyüleyici bir aydınlık doldu. Gökyüzü parlıyordu. İçinde bembeyaz kıpırdayan yıldızlara göre karanlıktı ama yine de parıldıyordu; sanki kadife bir perde muazzam bir ışığı saklıyor gibiydi, içine serpilmiş yıldızlar da bu tarif edilemez aydınlığın parladığı aralıklar ve deliklerdi.

Gökyüzünü hiçbir zaman o geceki gibi görmemiştim, öylesine parlak, öylesine çelik mavisi, sert; ama yine de ışıl ışıl, coşkulu; aydan ve yıldızlardan aşağıya gizlice süzülen ışık fışkırırcasına ve gizemli bir biçimde içten yanıyormuş gibiydi.

Ay ışığının altında denizin koyu kadife rengine karşılık geminin beyaz boyası parıldıyordu, halatlar, yelkenler, tüm küçük şeyler, tüm konturlar bu ışık selinde erimekteydi; aynı zamanda da direklerin tepesindeki ışıklar boşlukta sallanıyor gibilerdi ve gözetleme yerinin yuvarlak gözünden sarkarken gökyüzünün parlak yıldızlarına karşılık dünyevi sarı yıldızlar gibi duruyorlardı.

Tam da başımın üzerinde büyülü Güneyhaçı takımyıldızı duruyordu, yanıp sönen elmas çivilerle görünmezliğe çakılmıştı ve sanki sallanıyor gibiydi ancak bunun sebebi sadece geminin sessizce titreyerek nefes alıp veren göğsüyle aşağı ve yukarı, aşağı ve yukarı hareketleriydi; karanlık dalgaların arasındaki dev bir yüzücü gibi.

Ayağa kalktım ve yukarıya baktım: Sanki banyodaydım, sıcak su yukarıdan üstüme akıyor gibiydi, ancak bu su değil ışıktı, beyaz ve ılık ışık ellerimi yalıyor, omuzlarıma, başıma yumuşacık akıyor ve bir biçimde içime işliyor gibiydi, zira içimdeki tüm karanlıklar birdenbire aydınlanmıştı. Özgürce nefes alıyordum, arınmış ve huzura kavuşmuştum, dudaklarıma değen hava berrak bir içecek gibiydi; yumuşak, mayalanmış, hafif bir sarhoşluk veren bu hava, içinde meyvelerin ve uzaklardaki adaların kokusunu taşımaktaydı.

Şimdi, geminin güvertesine ayak bastığımdan beri ilk defa hayal kurmanın kutsal keyfini hissettim, hatta daha da ötesini, beni bir kadın gibi saran bu yumuşaklığa bedenimi teslim etme arzusunu.

Sırtüstü uzanmak, bakışımı yukarıya, beyaz hiyerogliflere çevirmek istedim ancak şezlonglar, güverte sandalyeleri toplanmıştı, boş gezinti güvertesinde oturulabilecek hiçbir yer yoktu. Bu yüzden el yordamıyla geminin ön tarafına doğru ilerlemeye devam ettim, gözlerim, çevredeki eşyalardan gittikçe daha kuvvetli ve içime işliyor gibi yansıyan ışıktan kamaşmıştı.

Bu kireç gibi beyaz, parlak ve yakıcı yıldız ışığı neredeyse acı veriyordu fakat gölge bir yere saklanmak istiyordum, bir mindere uzanmak, parıltıyı içimde değil, üstümde, eşyalardaki yansımasında seyretmek istiyordum; sanki karartılmış bir odadan bir manzara seyrediyormuş gibi. Nihayet halatların üzerinden sendeleyerek, demir çubukların yanından geçerek geminin ucuna kadar geldim ve geminin burnunun siyahı nasıl deldiğini ve eriyen ay ışığının köpürerek keskin yüzeyin iki yanına doğru püskürdüğünü gördüm.

Saban, sanki tekrar tekrar kapkara toprağa dalıp çıkıyor gibiydi; ben de o yenilen doğanın tüm azabını, bu parıltılı oyunda dünyevi gücün tüm sevincini hissediyordum. Ve bu seyir sırasında zamanı unuttum. Böylece dururken bir saat mi yoksa sadece dakikalar mı geçmişti, geminin kocaman beşiği beni yukarı aşağı zamanın ötesine sallamıştı. Sadece içime büyük bir mutluluğa benzer bir yorgunluk çöktüğünü hissettim. Uyumak istiyordum, rüya görmek; ama yine de bu büyüden uzaklaşmak, aşağıya tabutuma gitmek istemiyordum. Tesadüfen ayağım bir halat demetine denk geldi. Üstüne oturdum, gözlerimi kapattım ve yine de kapkaranlık olmadı, çünkü her şeyin ve benim üstümde gümüş parıltılar akmaktaydı. Aşağıda suların usulca şırıldadığını duyuyordum, üstümde bu dünyanın beyaz akıntısının duyulmayan tınısını. Ve bu şırıltılar yavaş yavaş kanıma geçti: Artık kendimi hissedemiyordum, bu nefes benim miydi yoksa geminin uzaktan gelen kalp atışlarının mıydı bilmiyordum, bu gece yarısında dünyanın ardı arkası gelmeyen hışırtıları ile birlikte akıyor, yayılıyordum.

***

Yanımdan gelen hafif, kuru ve sert bir öksürük sesiyle irkildim. Neredeyse sarhoşluğa benzer hülyalarımdan sıyrıldım. O zamana kadar beyaz parlaklık nedeniyle kapalı olan göz kapaklarım açıldı: Karşımdaki bordanın gölgesinde bir gözlüğün yansımasına benzer bir şey parladı, sonra da kalın, yuvarlak bir parıltı, bir piponun kor ateşi. Oraya otururken sadece aşağıya, geminin köpükler içindeki baş tarafına ve yukarıya, Güneyhaçı’na bakmış, belli ki tüm bu süre boyunca kıpırdamadan burada oturmuş olan bu komşuyu fark etmemiştim. Henüz duyularım bulanıkken gayriihtiyari Almanca olarak “Özür dilerim!” dedim.

“Oh, rica ederim…” diye cevapladı karanlıktan gelen ses Almanca olarak.

Bu karanlıkta, sessizce ve göremediğiniz birisi ile yan yana oturmanın ne kadar garip ve nahoş olduğunu anlatamam. Benim gözlerimi ona diktiğim gibi o insanın da gözlerini bana diktiği duygusuna kapıldım gayriihtiyari: Ancak üzerimizdeki beyaz pırıltılarla akan ışık o kadar güçlüydü ki kimse kimsenin karanlıktaki silüetinden fazlasını göremezdi. Sadece nefesini duyuyor gibiydim ve piposunu emerken çıkardığı tıslamayı.

Suskunluk dayanılmazdı. Çekip gitmeyi isterdim ama bu fazla kaba, çok ani olur gibi geldi. Sıkıntıdan bir sigara çıkarttım. Kibrit yandığında ışığı bir saniye kadar dar alanda parladı. Gözlük camlarının arkasında hiçbir zaman güvertede görmediğim, ne yemek zamanında ne bir koridorda rastladığım bir yüz gördüm; ister gözlerimi acıtan ani çakan bir alev ister bir halüsinasyon olsun, korkunç bir şekilde gergin, asık ve masallardaki cinlerinkine benzer bir yüzdü. Ancak ben ayrıntıları iyice görene kadar karanlık yine bir an için aydınlanan çizgileri yuttu, sadece silüetin dış hatları fark ediliyordu; karanlığa gömülmüş bir karartı ve ara sıra boşlukta piponun yuvarlak kırmızı ateş halkası. Kimse konuşmuyordu ve bu suskunluk tropik hava gibi nemli ve boğucuydu.

 

Sonunda artık dayanamadım. Kalktım ve kibarca “İyi geceler.” dedim.

Karanlıktan cevaben boğuk, sert, paslanmış gibi bir ses “İyi geceler.” dedi.

Direkteki yelkenin yanından güçlükle öne doğru ilerledim. O anda arkamdan hızlı ve dengesiz bir ayak sesi geldi. Biraz önceki komşumdu. Gayriihtiyari durdum. Çok yakınıma gelmedi, karanlığın içinde adımlarının sesinden bir biçimde korku ve sıkıntı hissettim.

“Kusura bakmayın…” dedi alelacele, “sizden bir şey rica edebilir miyim? Ben… Ben…” Kekeliyor ve konuşmasına devam etmekten çekiniyordu. “Ben… Benim özel… Evet çok özel sebeplerim var… Buraya saklanmamın özel sebepleri… Bir matem durumu var… Gemideki insanlarda uzak duruyorum… Sizi kastetmiyorum… Hayır, hayır… Sadece şunu rica ediyorum… Gemideki kimseye beni burada gördüğünüzü söylemezseniz minnettar olurum… Bunlar, yani şimdi insanların arasına karışmama engel olan özel sebepler… Evet… Şimdi… İnsanlar birisinin geceleri burada olduğunu öğrenirlerse ayıp olur…”

Kelimeler yine boğazına takıldı. Kendisine bu isteğini yerine getireceğime dair söz vererek sıkıntısını giderdim. Karşılıklı olarak ellerimizi birbirimize uzattık. Sonra kamarama döndüm ve ağır, garip, birbirine karışmış resimlerle dolu karmakarışık bir uykuya daldım.

***

Verdiğim sözü tuttum ve gemideki hiç kimseye, -şeytana uyup anlatma isteği pek az olmasa da- garip karşılaşmamdan bahsetmedim. Zira bir gemi yolculuğunda en ufak bir şey bile olay hâline geliyordu; ufukta görünen bir yelkenli, havaya sıçrayan bir yunus, yeni keşfedilen bir flört, ufak bir şaka. Oysa bu sıra dışı yolcu hakkında daha fazla şey öğrenmek için yanıp tutuşuyordum: Yolcu listesinde ona ait olabilecek isimleri araştırdım, diğer insanları onunla bir ilgisi olabilir mi diye inceledim; asabi bir sabırsızlık bütün gün içimde güçlenip durdu, aslında sadece akşam olmasını bekledim, onunla yine karşılaşır mıyım diye. Esrarengiz, psikolojik şeylerin üzerimde huzursuz edici bir gücü vardır, bağlantıları ortaya çıkarmak kanıma kadar beni cezbeder, sıra dışı insanlar sadece varlıkları ile onları tanımak isteğimi ateşler ve bu isteğim bir kadına sahip olma arzusundan daha az değildir. Benim için gün uzadıkça uzadı ve parmaklarımın arasından bomboş akıp gitti. Erkenden yattım: Gece yarısı uyanacağımı biliyordum, uyandırılacağımı biliyordum.

Ve gerçekten bir önceki gün uyandığım saatte uyandım. Radyumlu saat kadranının yelkovanı ile akrebi üst üste gelmiş, parlak bir çizgi oluşturuyordu. Alelacele bunaltıcı kamaramdan daha da bunaltıcı geceye çıktım.

Yıldızlar bir önceki gece gibi parlıyor ve titreyen geminin üzerine dağınık bir ışık saçıyorlardı, yukarıda Güneyhaçı parıldıyordu. Her şey dünkü gibiydi -tropik bölgelerde günler ile geceler birbirlerine bizdekinden daha çok benzerler- sadece benim içimde dünkü gibi o yumuşak, akıcı, rüyamsı salınım yoktu. Bir şey beni çekiyor, kafamı karıştırıyordu ve beni nereye çektiğini biliyordum: Geminin ucundaki o karaltıya. Acaba esrarengiz adam yine hareket etmeden orada oturuyor muydu? Yukarılardan geminin çanı çaldı. Bu beni hareketlendirdi. Adım adım hem istemeyerek hem de o tarafa çekilerek kendime yenik düştüm. Henüz tam uca ulaşmamıştım, orada birdenbire kırmızı bir göz gibi bir şey parladı: Pipo. Demek ki adam orada oturuyordu. Ürktüm ve gayriihtiyari geri çekildim. Bir an sonra gidecektim. Karşıda, karanlıkta bir şey ayağa kalktı, iki adım attı ve birdenbire tam önümde sesini duydum, kibar ve bezgin.

“Özür dilerim…” dedi, “belli ki yine yerinize gitmek istiyorsunuz ve beni gördüğünüzde geri gitmek istediniz gibi geldi bana. Lütfen oturun, ben gidiyorum zaten.”

Alelacele ona kalmasını, sadece onu rahatsız etmemek için geri gittiğimi söyledim.

“Beni rahatsız etmiyorsunuz…” dedi biraz acı bir sesle, “tam tersine, bazen yalnız olmadığıma seviniyorum. On günden beri tek kelime etmedim… aslında yıllardan beri… O zaman da böyle zor oluyor, belki de her şeyi içine attığı için boğuluyor insan… Artık kamarada oturamıyorum, bu… bu tabutta… artık yapamıyorum… Ama diğer taraftan da bütün gün güldükleri için insanlara tahammül edemiyorum… şimdi bu sesleri duymak istemiyorum… kamarama kadar duyuluyor ve kulaklarımı tıkıyorum… Tabii siz bilmiyorsunuz ki… bilmiyorsunuz ve sonra bu, yabancıları neden ilgilendirsin ki…”

Yine durakladı. Sonra birdenbire ve aceleyle “Ama sizi rahatsız etmek istemem… Gevezeliğimi mazur görün!” dedi.

Önümde eğildi ve gitmeye yeltendi. Ama ısrarla itiraz ettim. “Beni kesinlikle rahatsız etmiyorsunuz. Ben de burada birkaç sakin kelime duymaktan memnunum… Bir sigara alır mısınız?”

Bir tane aldı. Sigarasını yaktım. Yüzü yine güvertenin siyah kenarından parlayarak öne çıktı ama bu defa tamamen bana dönüktü: Gözlüğün arkasındaki gözler yüzümü inceliyordu, merakla ve delice bir şiddetle. İçime bir korku düştü. Bu insanın konuşmak istediğini, konuşmak zorunda olduğunu hissediyordum. Ve ona yardım edebilmek için de benim susmak zorunda olduğumu.

Tekrar oturduk. Yanındaki ikinci sandalyeyi bana verdi. Sigaralarımızın ateşi parlarken onun sigarasının ucundaki ışık çemberinin karanlıkta huzursuzca oynamasından ellerinin titrediğini fark ettim. Ancak konuşmadım, o da sustu. Sonra birdenbire usulca sordu:

“Çok yorgun musunuz?”

“Hayır, hiç değilim.”

Karanlıktan gelen ses yine tereddütlüydü:

“Size bir şey sormak istiyorum… Yani size bir şey anlatmak istiyorum. Biliyorum, kesinlikle biliyorum, bu çok anlamsız bir şey, karşıma çıkan ilk kişiye açılmak ama… ben… ben psikolojik olarak korkunç bir durumdayım… birisiyle konuşmak zorunda olduğum bir noktadayım… yoksa mahvolacağım… beni anlayacaksınız, eğer… yani eğer size anlatırsam… bana yardım edemeyeceğinizi biliyorum… ancak bu suskunluk beni hasta ediyor… ve hasta bir insan diğerleri için hep gülünçtür…”

Sözünü kestim ve kendisine böyle işkence etmemesini istedim. Bana anlatabilirdi… Tabii kendisine söz veremezdim ancak insanın yardıma hazır olduğunu bildirmesinin bir görev olduğunu söyledim. Bir başkasını zor bir durumda gördüğünde…

“Görev… Yardıma hazır olduğunu bildirmek… Görev, demek… Yani siz, siz de insanın yardıma hazır olduğunu bildirmesinin bir görev olduğunu düşünüyorsunuz.”

Cümleyi üç kere tekrarladı. Bu tekrarlamalar sırasındaki duygusuz ve küskün tavrı beni korkuttu. Bu insan deli miydi? Sarhoş muydu?

Sanki bu tahminimi yüksek sesle, dudaklarımı kullanarak söylemişim gibi, birdenbire bambaşka bir sesle “Belki benim deli veya sarhoş olduğumu düşünüyorsunuzdur. Hayır, değilim; henüz değil. Sadece söylediğiniz bu kelime, bana garip bir biçimde dokundu… Öylesine garip ki… çünkü bana ızdırap çektiren tam da bu, yani böyle bir görevi mi var insanın… görev…”

Tekrar kekelemeye başladı. Sonra kısa bir ara verdi ve birdenbire yeniden başladı:

“Zira ben bir doktorum. Ve sık sık öyle olaylar oluyor ki, öyle tehlikeli… yani öyle olağanüstü ki insan görevli olup olmadığını bilemiyor… yani insanın sadece başkalarına karşı sorumluluğu yok ki, kendisine karşı ve devlete karşı ve bir de bilime karşı… İnsan yardım etmeli, tabii ki, bunun için buradayız… ancak bu tür ilkeler daima teoridedir… Ne kadar yardım etmeli?.. Siz yabancı bir insansınız ve ben de sizin için yabancıyım ve ben sizden beni gördüğünüzü saklamanızı istiyorum… Tamam, söylemiyorsunuz, bu görevi yerine getiriyorsunuz… Benimle konuşmanızı rica ediyorum çünkü ben suskunluğum içinde boğulmak üzereyim… Beni dinlemeye hazırsınız… Güzel… ancak bu çok kolay… Eğer sizden beni tutup güverteden aşağıya atmanızı isteyecek olsam… o zaman hatır, yardımseverlik biter. Bir yerlerde mutlaka biter… İnsanın kendi hayatı, kendi sorumlulukları başladığında… bir yerlerde bitmek zorunda olmalı… bir yerlerde bu görevin bitmesi gerekir… Veya tam doktora gelince mi bitmemeli? Bu insan sadece Latince harflerle yazılmış bir diplomaya sahip olduğu için bir Mesih, ‘tüm dünyaya yardımcı bir kişi’ olmak zorunda mı, gerçekten kendi hayatını ortaya koyup, kendi kanına su mu eklemeli… herhangi bir kadın… herhangi bir erkek gelip onun asil, yardımsever ve iyi olmasını istediğinde? Evet, ancak bir yerlerde görev sona erer… orada, insan artık yapamadığında, tam da orada…”

Tekrar durakladı ve sonra devam etti:

“Özür dilerim… Böyle çok heyecanlı konuşuyorum… ama sarhoş değilim… henüz sarhoş değilim… Aslında bu da çok sık oluyor, bunu rahatlıkla itiraf edebilirim, bu cehennemî yalnızlıkta… Düşünün bir, yedi yıl boyunca sadece yerliler ve hayvanlar arasında yaşadım… Böyle olunca sakin sakin konuşmak unutuluyor. Konuşmaya başlayınca hemen sular seller gibi akmaya başlıyor… Ama durun… Evet biliyorum… Size sormak istedim, size öyle bir durum anlatmak istedim, o zaman yardım etmek görev midir diye… Öyle tamamen melekler gibi yardım etmek, acaba… Yalnız korkarım biraz uzun sürecek. Gerçekten uykunuz yok mu?”

“Hayır, kesinlikle yok.”

“Teşekkür ederim… Almaz mısınız?”

Karanlıkta, el yordamıyla arkasına bir yerlere uzandı. Bir şeyler birbirine değip şıngırdadı; iki, üç, her neyse yanında duran birkaç şişe. Bana bir bardak viski ikram etti, kendisininkini bir kerede kafasına dikerken ben birazcık tadına baktım. Bir an için aramızda sessizlik oldu. O sırada çan çaldı: Saat on iki otuz idi.

1Leviathan: Tevrat ve İncil’de kötülüğü temsil eden bir su canavarının adı. (ç.n.)
Ücretsiz bölüm sona erdi. Daha fazlasını okumak ister misiniz?