Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kahvenin hikayesi», sayfa 2

Yazı tipi:

Boyun kısmında birkaç tane haç dövmesi olan, yaşlılıktan cildi buruş buruş olmuş bir kadın durup dururken eliyle işaret ederek beni kulübesine çağırdı. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Korkmuş görünüyordu. Sorumu anlayabilmesi için bir fincandan yudum alıyormuş gibi yaptım ve katiyi sordum.

Kati?” diye karşılık verdi ve kirli yaprak dolu bir çuvalı işaret etti. Pandomimimi tekrarladı. “Kati mi?”

“Evet!” Çuvaldan bir yaprak alıp kokladım. Bu gerçekten kati miydi? Efsanevi kati, qat shia, Habeş çayı ve belki de tüm kahvelerin atası? Eliyle kulübenin bir köşesinde oturmamı işaret etti ve sonra başka tarafa döndü. Ne var ki gösterdiği köşede üzerine oturulacak bir şey yoktu. Hatta içinde yaprak olan çuvallar dışında kulübede hiçbir şey yoktu. Burası gerçekten bir kafe miydi? Fincanlar yoktu, sandalyeler yoktu… Ayrıca katiyi nerede pişirecekti? Hatta bunların kahve yaprakları olduklarından nasıl emin olabilirdim ki?

Yaşlı kadın durdu ve şüpheli gözlerle bana baktı.

“Bunlar kati mi?” diyerek sorumu tekrarladım.

Hırıltılı bir sesle “Eeeee,” gibi bir şey söyledi.

İşte şimdi olmuştu. Oldukça dürüst görünüyordu. Kirli yere çömeldim. Peki ya katimin içine ilaç kattıysa? Kapı çaldı ve asker üniformalı bir adam içeri giriverdi. Pasaportumu görmek ve Jiga’da ne halt ettiğimi bilmek istiyordu.

Onu ikna edemeyecek kadar etkisiz bir ses tonuyla “Kahve,” dedim. “Birisi beni buraya çağırıp kahve ikram etmek istediğini söylemişti.”

Asker yaşlı kadına bir şey sordu. Kadın da yaprak dolu çuvalı salladı.

“Sen çok aptal bir beyaz adamsın,” dedi öfkeyle. “Burası yasak bölge. Çok tehlikeli! Lütfen, benimle gel.”

“Ama… Bu kadın bana bir fincan…” Asker mazeretimi duymazlıktan geliyordu. “Elbette, asker bey,” dedim isteksizce. “Öncesinde size bir fincan çay ısmarlayabilir miyim?”

“Çay mı?” diye sordu.

“Hayır, hayır. Yani kati demek istemiştim.”

“O ne?”

Açıklamaya başladım. “Olmaz. Bu bölge askeri kontrol altında. Buradan gitmelisiniz.”

Asker beni Harar’a giden bir sonraki kamyona bindirirken, arkadaşlarıyla buluşacaklarını ısrarla söyledikleri halde, birkaç İrlandalı arkadaşın iki New York polisi tarafından Doğu Harlem’den atılmalarını anımsadım.

Arkadaşlarıma en yakın metro istasyonuna kadar eşlik ettikten sonra, “Aptal olma,” demiş polislerden biri. “Burada asla arkadaşınız olmaz.”

ABERA’YA BAŞIMA GELENLERİ ANLATTIĞIMDA, “Alman Cumhurbaşkanı Jiga’ya geliyor,” dedi.

“Seni bu yüzden gönderdiler.”

Ancak iyi haberleri vardı. Kız arkadaşına aradığım şeyden bahsetmişti. Kız arkadaşının ev arkadaşı da katinin nasıl pişirildiğini biliyordu ve kati içmem için beni evine davet etmişti.

Aslında kahve yaprağından yapılan iki çeşit içecek vardır. İlki ve daha yaygın olanı kati veya kotea, kavrulmuş kahve yapraklarından yapılan bir karışımdır. Diğeri amertassadır. Birkaç gün boyunca gölgede kurumaya bırakıldıktan sonra kavrulmadan demlenen yeni toplanmış yeşil yapraklardan yapılan içeceğin eski bir türüdür. Malzemelerimizi aldığımız dükkânın sahibi olan kadın, büyükannesinin amertassa içtiğini hatırlayabiliyordu. Şimdilerde ise içen neredeyse kalmamıştı. Yine de, turuncu ve yeşil renkleriyle parıldayan geniş kati yapraklarının göründüğü eski bir çuvalı vardı.

İçilen ilk kahvelerin kati ve amertassa olması muhtemel; çünkü Etiyopyalılar çok eski zamanlardan beri kahvenin çekirdeklerini yeseler de, kahvenin içilmesi çok eskilere dayanmıyor ve bulunan en eski kayıtlar da kahve içeceğinin yaprakların demlenmesiyle hazırlandığını gösteriyor. Arapçası da Kafta. Bazı bilim insanları kahvenin narkotik bir bitki olan katın yapraklarıyla demlendiğini iddia etmektedir, ancak 1400’lü yılların başında Arap sufi al-Dhabhani, Etiyopyalıların qahwa8 “kullandıklarını” bizzat görmüştü, bu da kahvenin sıvı olarak tüketildiğini gösteren bir kayıttı. Peki Etiyopyalılar ne içiyorlardı? Büyük ihtimalle, kahve yapraklarını demleyerek yaptıkları kısmen efsanevi Habeş çayını. Kavrulmamış çekirdekler ise daha sonra Güney Yemen’de, Muha9’da, Sufi mistik Şâzelî ya da müritlerinden biri tarafından eklenmişti.10

Ne olursa olsun, kati güzel bir kahve. Hazırlanışı da basit: Kurutulmuş yapraklar koyulaşana ve katrana benzer bir kıvam alana kadar düz bir tavada kavrulur. Sonra yapraklar ufalanır ve su, şeker ve bir tutam tuzla kısık ateşte demlenir. Pişme süresi yaklaşık on dakikadır. Ortaya çıkan kehribar rengi içeceğin tadı, lapsang souchong’a (Çinlilerin tütsülenmiş çayına) kıyasla hafif karamelli ve is kokuludur; ancak jelatinimsi kıvamı ve hem tatlı hem tuzlu olmasıyla daha karmaşık bir yapıdadır.

Kati, bilhassa Abera’nın çiğnememiz için aldığı kat yapraklarıyla güzel bir uyum oluşturmuştu. Kat, kahvenin şeytani kız kardeşidir ve Güney Arabistan’la Doğu Afrika’da müptelası çoktur (Batı’da da yakın zamanda sevilmeye başlamıştır). Bu iki maddenin tarihi öylesine iç içedir ki kahve içenlerin koruyucu evliyası Muhalı Şâzelî’nin bir lakabı da “İki Bitkinin de Atası” şeklindedir; kat ve kahve. Katın çiğ yaprakları çiğnenir ve özü çıkana kadar posası ağızda bekletilir. Bunu ilk kez yıllar önce Kenya’da denemiştim ve pek hoşuma gitmemişti; ancak Abera’nın o gün getirdiği şey enfesti, düşük kalite bir ekstaziye benziyordu. Ne var ki, ekstazi fiziksel ve duygusal bir sarhoşluğa sebep olurken, kaliteli kat (ki Harar’da en iyilerinin yetiştiği söylenir), çiğneyen kişiyi transa girmiş gibi hissettirerek, kurulan diyalogları büyüleyici bir duyusal deneyim gibi algılamasına sebep olur ve daha zinde hissettirir.11

Günün geri kalanını Abera’nın geleneksel Harar evinde uzanarak geçirdik. Arkadaşlar ziyarete geldi. Daha fazla kat çiğnendi, daha fazla kati demlendi. En önemli şeyin kendini ifade etme ve birbirini anlama olduğu samimi, fakat boşa geçen öğleden sonramızdan aklımda kalan tek şey katın dumanıydı. Hava çok sıcaktı fakat Abera’nın toprak evi serindi ve minderler sayesinde rahatımız yerindeydi. Abera’nın, saç kesiminden dolayı büyük bir hayranlık beslediğini itiraf ettiği Rod Stewart’tan bahsettik. Daha sonra, “Süleyman Vakti” adlı daha ciddi bir kat oturumu sırasında konu büyücülüğe geldi. Müslümanların insanları lanetlemek için kahveyi kullanmış olduklarını iddia eden Etiyopyalı Hıristiyan diyakozdan bahsettim. Abera daha önce böyle bir şey duymamıştı. Ancak Harar’da bazılarının kahveyi mucizevi bir şifa aracı olarak kullandıklarını söyledi.12

“İnsanlar bu kişiler tarafından iyileştirilmek için çok uzaklardan Harar’a geliyor,” dedi.

“Hiç yapılırken gördün mü?” diye sordum.

“Bir kez.” Başını iki yana salladı. “Bu insanların yaptıklarını onaylamıyorum.”

“Neden ki?” diye sordum. “Yoksa Zar’ı mı gördün?”

“Sen Zar’ı biliyor musun?”

“Addis’teki rahip bahsetmişti. Bir şeytan, değil mi?”

“Hayır, tam olarak değil. Şeyhe görünen bir şey.” Bir Birleşmiş Milletler ajansı için çalışan fakat hiç İngilizce bilmeyen arkadaşına bir soru sordu. “Evet, arkadaşım da Zar’ın şeyhe göründüğünü söylüyor. O tüm bu insanları tanır.”

Meşhur bir şeyh, Etiyopya’nın kutsal Wolla Gölü’nde dört yıllık özel eğitimini tamamladıktan sonra Harar’a daha yeni dönmüştü. Her salı ve Perşembe, Harar’da seanslar düzenliyordu. O gün de bir seans olacaktı.

“Arkadaşın bu kutsal adamları tanıyor mu?” diye sordum.

“Evet. Bazılarını.”

Tereddüt ederek “Bir yabancı bu şifa seanslarına katılabilir mi?” diye sordum.

“Gitmek mi istiyorsun?” Abera şaşırmış görünüyordu. “Bilmem…” Arkadaşına başka bir soru daha sordu. “Bilmediğini söylüyor. Yabancılar bu tür şeylere gitmiyormuş. Ama sorabilir.”

Öğleden sonramızın geri kalanını şeyhin nerede olduğunu bulmaya çalışarak geçirdik ve en sonunda hâlâ uyumakta olduğunu öğrendik. Müritleri bugünün tatil olduğunu ve en iyisinin daha sonra gelmemiz olacağını söylediler. Tabii ki hediyelerle…

“Hediyelerle mi?” diye sordum.

“Evet, bu normal bir şey. Saygımızı göstermek için.”

Planımızı yaptık. Ben otele dönerken, Abera “saygı”mızı satın almaya yalnız gidecekti. Akşam da tekrar buluşacaktık. Ancak bu arada hediyeleri alması için ona biraz para vermeliydim. Acaba tüm bunlar bir aldatmaca mıydı diye düşünmeden edemedim, ancak yine de parayı verdim.

Parayı vermeden önce, “Onlara ne alacaksın?” diye sordum.

“Yeşil kahve çekirdekleri,” dedi. “Hep çekirdek alınır. İki kilo yeterli. Onlara başka bir şey verme! Sadece izleyeceksin, tedavi edilmeyeceksin.”

2
Etiyopya Duası

Eele buna nagay

nuuklen eele buna iijolen

haagudatu hoormati haagudatu

waan haamtu nuura dow

bokai magr nuken.

Garri / Oromo duası


KAHVE ÇEKİRDEĞİ HARAR’DA UZUN ZAMANDAN BERİ bir güç sembolüdür. Şehrin adıyla anılan kahve yetiştiricisi “Haraşlar”ın, bu bitkiyi yetiştirme sanatı kaybolmasın diye şehirden çıkmaları yasaklanmıştı. Makamının bir göstergesi olarak Emir’in baş-muhafızına, küçük bir kahve bahçesi sahibi olma izni veriliyordu.

Tabii ki yerliler, yukarıdaki duada da söylendiği gibi, kahve demliklerine tapıyorlardı. Duanın çevirisi şöyle:

 
Kahve demliği, bize huzur ver,
kahve demliği, çocuklarımızın büyümesine izin ver,
lütfen bizi zenginleştir,
şeytanın boynuzlarından bizi esirge,
bize yağmur ve yeşil alanlar ver.
 

Günün ilk kahvesini içerken hepimizin şükrettiğini düşünüyorum. İlk fincan, zihin hâlâ bulanık ve kişi keyifsizken edilen sessiz bir duadır. “Ey sihirli fincan,” diye başlar ve şöyle devam edebilir: “Beni trafik sıkışıklığından kurtar. Metroda medeni davranmamı sağla. Beni bağışladığın gibi, işverenimi de bağışla. Amin.”

Ancak Garri / Oromo kabilesinin duası daha ciddidir; tanrılara sunulan besili öküzün yerini kahve çekirdeklerinin aldığı, seks ve ölümü kutlayan bun-qalle adlı bir ayinin parçasıdır. Garrilerde, kahve meyvesinin kabuğu soyulur ve rahipler bu minik kurbanlıkların baş kısmını ısırırarak kopartır. Bu, katliamı simgeler. Daha sonra çekirdekler tereyağında pişirilir ve yaşlılar tarafından çiğnenir. Böylece yaşlıların spiritüel güçleri artar, ayini kutsarlar ve katılımcıların alnına kahve kokulu kutsal tereyağından sürerler. Sonrasında çekirdekler tatlı sütle karıştırılır ve dua okunurken herkes bu sıvıdan içer.

Tüm bu ayin birazcık da olsa tanıdık geliyor olabilir. Kahvenin ikram edilmediği bir iş toplantısına kim gitmiştir ki? Garri duasına göre bizi zenginleştirmesinin yanı sıra zihinsel faaliyetleri hızlandırma amacıyla kullanımı da bir fincan kahveyi uluslararası bir iş normu haline getirmiştir. Bu şekilde bakıldığında modern bir işyeri, kendi kutsal demliği etrafında toplanan bir “kabile”den başka bir şey değildir ve bun-qalle de, dünyanın en yaygın sosyal ayininin arketipinden, yani insanın ilk kez kahve içip sohbet etmek için toplantılar düzenlemesinden başka bir şey değildir.

Bun-qalle’de kahvenin bu ayinde ilk kez bilinci etkileyen veya mucizevi bir uyuşturucu olarak kullanıldığını gösteren iki şey vardır. İlki, Kefa yakınlarındaki Oromo savaşçılarının çiğnediği kahve toplarından türediği bariz bir yöntem olan çekirdeklerin kavrulduktan sonra yenmesidir. Harar’ın birkaç yüz kilometre güneyinde yaşayan Garriler, Oromolarla akrabadır ve aynı dili konuşurlar. Kavrulmuş çekirdeklerin süte eklendiği ve karışımın içildiği ayinin ikinci kısmı, bu alışkanlığın İslamiyetten önce geldiğinin (MS 600) göstergesidir; çünkü Müslüman simyacılar kahve ve sütü karıştırmanın cüzama sebep olduğuna inanıyorlardı (bu da, birçok Avrupalının sütlü kahve içmek istememesinin altında yatan bir inançtır).

Bu ayinin oldukça eski olduğunu gösteren başka bir bulgu da Garrilerin bun-qalle’yi Gök Tanrı Waaq ile ilişkilendiriyor olmasıdır. Bu tanrıyı daha önce duymamış olabiliriz, ancak Waaq’a tapınmanın dünyanın ilk dinleri arasında olduğu düşünülmektedir. Eski Waaq ayinlerinde, kahve çekirdeklerinin yenilip yenilmediği ise bilinmiyor. Garriler, favori çekirdeklerimizi tadan ilk insanlar arasındaydı ve psikoaktif ilaçları keşfeden ilkel insanlar, bu ilaçlara tapma eğilimindeydi (bugün aşağılanan bir eğilimdir); işte bu iki bilgiden hareketle kahve çekirdekleri yemenin Waaq ayinlerine nispeten erken bir zamanda eklendiğini söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum.

Antropolog Lambert Bartel’ın bir eserine göre, Batı Etiyopya’nın Oromo kültüründe kahve çekirdeği, kadının cinsel organına benzetilmektedir ve bu benzerlik bir başka bun-qalle ayininin doğmasına yol açmıştır. Bu ayinde cinsellik kavramı o kadar önemlidir ki, ayinden önceki gece cinsel perhize girilir. Oromo halkından bir ihtiyar olan Gam-machu Magarsa, Bartel’a, “Kahve meyvelerinin ısırılarak açılışını, vajinasına erişmek için erkeğin kızı bacaklarını açmaya zorladığı ilk cinsel ilişkiye benzetiyoruz,” demiştir. Kabukları soyulan çekirdekler, penis anlamına gelen dannaba isimli bir çubukla tereyağında karıştırılırlar. Bazı insanlar çubuk yerine taze ot demetleri kullanır; çünkü cansız bir tahta parçası “hayat veremez” veya çekirdekleri dölleyemez. Çekirdekler karıştırılırken, kahvenin meyveleri sıcaktan patlayıp “tıssss” diye ses çıkarana kadar başka bir dua okunur. Meyvenin bu şekilde patlaması hem doğuma hem de ölen kişinin son haykırışına benzetilir. Çekirdekleri karıştıran kişi bu aşamada şöyle dua eder:

 
Ashama, kahvem, ağzını açarak patladığın yerde
bize barış ver
Lütfen bana huzur dile
Beni tüm şom ağızlardan koru
 

Kahve çekirdeği yenildiğinde, yeni fikirler vermek ve yaşamı kutsamak üzere “ölür”; Oromoların da söylediği gibi herhangi birinin hatırlayabileceği en eski tarihe kadar dayanan bir gelenektir bu. Çekirdek yendikten sonra topluluk; sünnet, evlilik, araziyle ilgili anlaşmazlıklar veya tehlikeli bir yolculuğa çıkma gibi güncel konuları ele alır.

Bun-qalle ile ilgili önemli bir nokta da çekirdeklerin ezilmeden, süte bütün olarak eklenmesidir. Ezilmiş çekirdeklerin su gibi nötr bir sıvıya eklendiği, böylelikle de çekirdeklerin güçlerini tamamen serbest bıraktığı gerçek demleme, lanetleme veya o geceki ayinde olacağı gibi kötü bir ruhun defedilmesi gibi daha karanlık işlere mahsustur.


“ÜÇKÂĞIDA GELMİŞSİN GİBİ GELİYOR BANA,” DEDİ AARON.

Aaron, Abera’nın beni Zar ayinine götürmesini beklerken tanıştığım Amerikalı bir sağlık uzmanıydı.

Abera’ya verdiğim hediyeyi düşünerek “Kırk birr eder,” dedi. “Büyük para. Umarım yanılıyorumdur.”

Aaron, özellikle Etiyopyalıları pek sevmiyordu ve görüşlerini destekleyecek bazı çalışmalar bulmuştu. Bu çalışmalara göre, kıtlık boyunca bölgeye yapılan büyük çapta uluslararası yardım akışı, yabancılardan dilenmeyi sosyal bir norm haline getirmişti. Aaron’a göre burada dilenmek nefes almak kadar doğal bir şeydi. Doğru olsun veya olmasın, Etiyopya kentlerinde, daha önce yalnızca insanların sadece birkaç birra otlanmak için sahte dostluklar kurmaya pek de ihtiyaçlarının olmadığı Amerika’da rastladığım bir tür dilencilik olduğu yadsınamazdı.

“Hayır, arkadaşını bir daha asla görmeyeceksin,” diyerek beni inandırdı Aaron. “Neden odama gelip satın aldığım sepetlere bir bakmıyorsun? Her biri yalnızca yetmiş dolar.”

Abera tam zamanında geldi. Her şey ayarlanmıştı. Artık ayine gidebilirdim.

“Ama onlara daha fazla hediye verme!” diye tekrarladı. “Bunlar yeterli. Ayinde ikram edilen hiçbir şeyi de içme.”

Moralimizi bozan tek şey onun ayine gelmiyor olmasıydı. Bir sınav için ineklemesi gerekiyordu. Abera’nın yerine, dindar Katolik bir arkadaşı benimle ayine gelmeyi kabul etmişti.

“Katolik arkadaşın gelecek mi?” diye sordum.

“Söz verdi,” dedi Abera tereddüt ederek. “Stewart, sana bir şey sormam gerek. Ayine giderken bu şapkayı takacak mısın?”

Abera, bana ilk katiyi hazırlayan Jiga’daki kadının oldukça gülünç bulduğu eski hasır şapkamdan bahsediyordu. Belli bir giyim eşyasına çok bağlanıp onu üzerinizden hiç çıkarmak istemezsiniz ya, işte o durumdaydım. K-mart mağazasından aldığım Avustralya tarzı bu şapkayı çok seviyordum ve şapkam seyahatimin son bir yılında oldukça zarar görmüştü. Etiyopya’ya geldiğimde, artık şapkam beş altı siyah yamanın bir arada tuttuğu buruşmuş bir saman parçasıydı. Üstelik kirliydi de; dağılmasın diye onu yıkamaya bile cesaret edemiyordum. Şapkamı her haliyle seviyordum. Değişik milliyetlerden insanlar şapkamla ilgili farklı ama karakteristik tepkiler veriyorlardı. Nepalliler şapkam için şakayla karışık büyük paralar teklif etmişlerdi. Hintliler gülmüş ve şapkamın “eşsiz niteliğini” övmüştü. Etiyopyalılar ise sadece şapkamın hijyenik olmadığını düşünmüştü.

“O şapkayı takamazsın,” dedi Abera. “Bu akşam olmaz. Saygısızlık olur.” İslami tarzda bir başörtüsü çıkardı. “Bunu tak. Hatta dur ben hallederim.”

“Tamam,” dedim. Haklı olduğunu biliyordum. Ayrıca, üzerinde mavi ve kırmızı zambak desenleri olan beyaz başörtüsü daha şıktı. Abera örtüyü bir sarık gibi başıma doladı.

“İyi görünüyor,” dedi. “Müslümanlara benzedin.”

“Artık tanınmam, değil mi?”

“Muhtemelen. Gece geç saatlerde Harar’da bu şekilde yürümek daha az tehlikeli.”

Bir süre sohbet ettik. Akşam yemeği teklifimi geri çevirdi ve ona Cosmopolitan dergisinin sayılarından göndermemi son bir kez daha hatırlattıktan sonra (üniversite gazetesinin editörüydü) yanımdan ayrıldı. Ben de otelin lobisinde oturup beklemeye başladım.

Saat sekiz olmuştu. Sonra dokuz. Derken on oldu. Otel bekçisi uyku hasırını yere sererken, biri ön kapıyı çaldı. Gelen Abera’nın arkadaşıydı. Ona geldiği için teşekkür ettim, ancak ayinin bitmiş olma ihtimalini de sordum, çünkü iki saat geç kalmıştık. “Sorun değil,” dedi. Her şeye rağmen, Harar’ın karanlık sokaklarında aceleyle ilerliyorduk. Yerde çömelmiş duran adamlar haykırarak selam veriyordu. Kadınlar ise daha utangaç şekilde gülümseyerek “merhaba” diyorlardı.

Arkadaşım başımdakini işaret ederek “Müslüman olduğunu sanıyorlar,” dedi.

Kasabanın merkezinden uzaklaştıkça ortalık sessizleşti. Arkadaşımın da sesi çıkmıyordu. Harar sokaklarının, daha önce buralarda köleleştirilmiş tüm kabilelerin ruhları tarafından lanetlenmiş olduğu söylenir. Bazıları, geleneğe göre çift cinsiyetli olduklarına inanılan Harar sırtlanlarının, hadım edilen ve harem ağası olarak satılan yoksul erkeklerin ruhları olduklarını söyler. On sekizinci yüzyılda yaşamış Fransız gezgini Antoine d’Abladie’nin aktardığına göreyse sırtlanların, Zar ruhlarına saldırıp onları yiyen buda isimli bir tür kurt adam olduğuna inanılıyordu.

Zar ayininin yapılacağı eve yaklaşırken sesleri işitmeye başladım. Şeytan çıkarma ayini başlamıştı bile. Arkadaşım sessiz olmamız gerektiğini söyledi ve tek bir lambayla aydınlanan, uzun ve dar bir odaya girdik. Aşağı yukarı yirmi kişilik bir kalabalık, kapının yanına çömelmişti. Odanın ortasında büyük, pirinçten yapılmış bir yatağa dayanmış şeyhin siluetini görebildiğimiz kirli bir beyaz çarşaf asılıydı. Çarşafın önünde ilk hastası duruyordu. Geç geldiğimizden ötürü, adamın ne tür bir rahatsızlığı olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Fakat şeyh adamın ruhunu ele geçiren varlığı çoktan tespit etmiş ve şeytanı, boyun kısmında belli renklerde tüyleri olan üç horozu kurban etmesi karşılığında adamın bedenini terk etmeye ikna etmişti.

Bir kadeh renksiz likör odada elden ele dolaştırıldı. İnsanlar alçak sesle konuşuyorlardı. Yabancı olduğumun anlaşılmaması beni şaşırtıyordu. Anlaşılan “kılık değiştirmem” işe yaramıştı ve yabancı bir Müslüman olarak görülüyordum. Duvar dibine çömelmiş insanların bir kısmı yavaşça ileri geri sallanmaya ve tuhaf bir melodiyi tekrar tekrar mırıldanmaya başlamıştı. Maltızın üstüne tütsü atıldı.

Geleneksel olarak bu tarz şeytan çıkarma ayinlerine başlarken bir çift güvercin kurban edilebilir veya esrar ya da alkol içilebilir. Tüm bu ayinlerde yeşil kahve çekirdekleri önce kavrulur, sonra çiğnenir ve demlenir; böylelikle “kutu açılmış” ve şeyhin, ellerindeki deliklere baktığınızda başka bir boyuta geçeceğiniz, ayak parmakları olmadan tasvir edilen Zar ruhlarıyla iletişim kurabilmesini sağlayan gücü açığa çıkmış olur. Ayrıca, bu ruhların güzel oldukları ve Arap, beyaz ve Çinli gibi çeşitli ırksal arketiplere bürünerek geldikleri de söylenir. Bazılarına göre Zar kelimesi, Afro-Asyatik dil grubunda gök tanrı anlamına gelen Waaq kelimesinin değişime uğramış halidir. Etiyopyalı Zar rahipleri, genelde, Wato ya da Wallo isimli bir kabileye mensuptur; bu da o akşamki ayini yapan rahibin de eğitim gördüğü gölün ve Etiyopya’nın en eski kutsal yerinin ismidir. Wallo kabilesi, ilk kahve çiğneyicilerinin torunları olduklarını iddia etmektedir ve tarihin bir döneminde büyülü güçlerinden dolayı bu kabileden o kadar korkulmuştur ki, diğer kabileler onlara saldırmaya cesaret edememiştir. Yakın zamana kadar, özellikle güçlü büyücülerin mezarlarına bir kahve ağacı dikmek âdettenmiş ve Oromolar ilk kahve ağacının, Gök Tanrı’nın ölmüş bir büyücünün cesedine düşen gözyaşlarından doğduğunu söylermiş.

Ben bu ayine bir şeytan çıkarma diyordum; fakat bu, tek başına Zar’la iletişim kurabilen ve gerektiğinde daha makul talepler için Zar’la pazarlık yapan şeyh ve Zar arasında geçen gerçek bir pazarlıktı aslında. Kahvenin rolü belki de, Carlos Castaneda’nın Don Juan’ın Öğretileri üçlemesiyle popüler olmuş, halüsinatif madde içeren kaktüsün “benzerleri” ile kıyaslanabilir; çünkü çekirdeğin içindeki “ruhlar” sadece onları vücuduna alan kişinin güçlerine göre hareket edebilir.

Bir kız öne çıktı ve yere, şeyhin siluetini gördüğümüz beyaz çarşafın önüne, biraz daha hediye koydu. Baş ağrılarından mustaripti; günlerce süren berbat, korkunç baş ağrılarından. Kız konuşurken şeyhin siluetinin titrediği görülebiliyordu.

Çektiği ıstıraplar erkek bir yakını tarafından anlatılırken kız duruyor ve tek kelime etmeden bekliyordu. Adamın açıklamalarına bakıldığında, kızın çektiği dertlerin baş ağrılarından daha ciddi olduğu anlaşılıyordu.

Abera’nın arkadaşı, “Bu psikolojik bir sorun,” diye fısıldadı.

Kız mobilyaları kırıp döktüğü sara nöbetleri ve tuhaf, şiddetli krizler geçiriyordu. Annesinin parmağını ısırmaya çalışınca, ailesi Zar rahibine danışmaya karar vermişti. Kızın hikâyesini öğrenen kalabalık üzüntüyle fısıldaşmaya başladı. Kızın belirtileri tipik bir Zar şeytanı çarpmasına işaret ediyordu. Şeytan, kadınların ruhlarını ele geçirerek onların vücutlarında yaşama eğilimindedir; bedenine yerleştikleri kadınları, demir çubuklarla kendilerine zarar vermeleri de dâhil -yaraları sabaha kadar kaybolur- pek çok eylemi gerçekleştirmeye zorlarlar.

Kız aniden kendini yere attı, çok acı çekiyormuş gibi titreyerek ve başını ellerinin arasına alarak bağırmaya başladı. Şeyh, kızın içindeki şeytanı sorgularken, kızın yakarışları giderek artıyordu. Olan biteni izleyen Katolik arkadaşım tiksintiyle başını sallıyordu. Sonunda, kızın ailesinin bir buzağı bağışlaması gerektiğine karar verildi. Sonrasında ise kızın ruhunu ele geçiren Zar oldukça garip bir şey talep etti: Kız saçını tamamen kesmeli ve kestiği saçı sırtlanların olduğu yerlerde dağıtmaya tek başına gitmeliydi.

Bir çift makas getirildi. Ancak saçı kesmeye başladıklarında, kız eliyle oturduğumuz yeri gösterdi. Büründüğüm kılığın düşündüğüm kadar işe yaramadığı ortadaydı. Kız, bir yabancının, saçının kesilmesine şahit olmasını istemiyordu.

Yorgun argın otele yürürken, Abera’nın arkadaşı anlamadığım şeyleri bana açıklıyordu. O, bu tarz şeyleri ciddiye alan biri değildi. Ona, Amerika’da da televizyonlara çıkan benzer şifacılar olduğundan bahsettim.

“Onlar da kahve çekirdekleri mi kullanıyor?” diye sordu.

“Şey, kahveyi kesinlikle severler,” diye açıkladım. “Ancak ödemelerde çoğunlukla kredi kartı tercih ediyorlar.”

Ertesi gün, kızın saçlarına dair tüm izlerin gün doğumuna kadar ortadan kaybolduğunu duydum.


ETİYOPYALILAR, KAHVENİN HALÜSİNATİF ETKİLERİNİ KEŞFETTİKLERİNDE, komşularının da bunu fark etmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Söylentilere bakılırsa, ilk olarak kuzeydeki zalim Mısırlılar bağımlı hale gelmişti. Hatta bazı aşırı heyecanlı akademisyenler, Truvalı Helen’in “ıstırabını dindirmek” için içtiği Mısır’ın efsanevi ilacının, Frappuccino13’nun çok eski bir türü olduğunu öne sürmüştür.

Fakat kahve çekirdeğinin Harar’dan çıktığı yolculuğun ana istikameti doğudaki Kızıldeniz’di. Buradan da bugün Yemen’de bulunan, günümüzde Muha Limanı olarak bilinen limana gemiyle gönderiliyordu. İlk bin yılda Harar ve el-Muha hattında ticaret bir hayli gelişmişti. Çoğunlukla devekuşu tüyleri, gergedan boynuzu ve kaplumbağa kabuğu ticareti yapılıyordu. Yani temel ihtiyaçlar. Tabii, bir de köleler. Arapların köle tüccarlığı konusundaki kötü namı her yere yayılmıştı ve zanj dedikleri kurbanlarını bulmak için bu bölgede dolaşıyorlardı. Zanjlar, Arapları ya da en azından Arap tatlılarını çok seviyorlardı. Ortaçağda yaşamış Arap yazar Kitab el Agail el-Hind’e göre, “Zanjlar [Araplara] secde edip onlara ‘Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!’ şeklinde seslenerek [Arapları] gözlerinde büyütüyorlardı. (…) Zira bu ülkeye seyahat edenler, zanjların çocuklarına tatlı hurmaları gösterip onları istedikleri yere çekerek ele geçirdikten sonra kendi ülkelerine kaçırırlar.”

Bin yıl önce köle kafilelerinin Harar’dan Kızıldeniz kıyısına ulaşması yirmi gün sürüyordu. Türk haremlerine gidecek oğlanlar yol üzerinde hadım ediliyordu. Tutsakların da en az yarısı yolda ölüyordu. Onlardan arda kalanlarla da kahve ağaçları filizleniyordu.

Benim Kızıldeniz yolculuğum sadece üç gün sürmüştü. Önce Harar’dan ülkenin tek demiryolunun yakınında bulunan Dire Dawa kasabasına otostop çekerek gittim. Kaplaması yırtık pırtık, pis ve eski moda yatar koltuklarıyla (en azından birinci sınıfta böyleydi) 1900’lerin başında popüler olmuş bebek mavisi Fransız şimendiferi bir gün gecikmişti, fakat beklememe değmişti. Mekanik arızalar on iki saatlik yolculuğu iki günlük bir çileye dönüştürmüştü. Hindistan’daki bir yılımın üzerinden çok geçmemişti, dolayısıyla bu tür gecikmeler bana son derece olağan geliyordu. Sadece gözlerimi kapatıp ölü taklidi yapmıştım (belki de sadece bunu diliyordum).

13. yüzyılda Müslüman bir seyyah olan İbn-i Batuta’nın, “dünyanın en pis, en rahatsız edici ve en kokuşmuş kasabası” olarak tanımladığı ve bölge halkının deve eti sevdiği Cibuti Limanı’na varmıştık. Bugün Cibuti teknik açıdan bir ülkedir. Aslında barlar ve genelevlerle dolup taşan abartılmış bir Fransız askeri garnizonu da diyebiliriz. Soğuk bir şeyler içmek için soluğu bir kafede aldım.

“İngilizce biliyor musun?” Ekose etek giymiş göbekli bir adam, bir kanga14, yan masaya oturdu. “Tu parles français?”15

“Evet.”

Şapkamı inceliyordu. “Ooo! Amerikalı bir adam. Güzel! On iki dil biliyorum,” dedi. “Dünyadaki tüm limanlara yelken açtım: Kahire, İskenderiye, Venedik, New York, Atina, Sidney, Hong Kong…”

Liste devam ediyordu. Adam emekli bir denizciydi.

“İşte bu yüzden Cibuti’ye döndüm. Sen burayı beğendin mi?” Yüzümü ekşiterek sırıttım. “Neden buraya geldin?” diye sordu.

El-Muha’ya giden bir gemi aradığımı söyledim.

Şaşkınlıkla bana baktı. “El-Muha mı? Neden oraya gidiyorsun?”

“Kahve için.”

“Kahve için Yemen’e gidiyorsun yani,” diyerek bardaki kalabalığa bunu tercüme etti. Herkes kahkahaya boğuldu. “Bugünlerde oraya pek gemi gitmiyor dostum.”

Adam, daha dün Eritre’nin, iki ülkenin ortasında kalan Yemen’e ait bir grup adayı işgal ettiğinden bahsetti. Kızıldeniz iki tarafın da ordularıyla doluydu ve söylentilere göre Yemen hava kuvvetleri şüpheli görünen gemileri bombalıyordu.

“Ama sen şanslısın. Arkadaşımın gemisi bugün kalkıyor. Bu gemi için iki hafta boyunca bekleyenler oldu ve bombalar onların umurunda bile değil. Eğer istiyorsan acele etmelisin!”

Arkadaşının gemisi, parlak boyalı gövdesi uzun zaman önce griye dönmüş 9 metre uzunluğunda bir tekneydi. Teknenin arka tarafına doğru bir çeşit kulübe ve basit bir direk (yelkeni olmayan) vardı, başka da bir şey yoktu. Radyo, lamba ve herhangi bir acil durum donanımı da yoktu. Tuvalet, okyanusun üzerinde asılı duran bir kutuydu. Güverte bile yoktu, sadece 15 Somalili mültecinin üzerinde sağa sola yayıldığı yeşil bir branda altında küfeler vardı.

Fakat tekne yüzer haldeydi. Kaptan Abdou Hager’le otuz dolara hızlı bir anlaşma yaptık. Tekneye atladım ve beş dakika sonra, Qasid Karin iskeleye bağlı halatların üzerindeki fareleri silkeledi ve denize açıldı. Güneşin yoğun altın rengi ışınlarını tüm göğe yayarak gözden kaybolduğu vakitteydik. Deniz, koyu mora dönmüştü. Ertesi gün Yemen’de olacağımı düşünüyordum. Limanın ağzına vardığımızda tekne yavaşladı. Bir şapırtı sesi geldi ve motor durdu.

“Aşırı rüzgâr var,” dedi yanımda duran on dört yaşındaki Somalili delikanlı. “Yarın gidiyoruz.”

Adı Muhammed’di. Muhammed ve kız kardeşi, savaş sona erene kadar akrabalarıyla birlikte yaşamak üzere Yemen’e gönderiliyordu. Aşırı iri kadınsı gözleri ve bükük dudakları olan ince, uzun boylu bir oğlandı ve bence güzeldi. Eğer bir kadın gibi giyinmiş olsaydı, onu genç bir kız sanabilirdim. Amerika’da Somali’deki gibi diktatörler olup olmadığını sordu. Tabii var dedim, tüm büyük yerlerin diktatörleri olmuştur. Muhammed ve kız kardeşi Ali şaşkın görünüyordu. Amerikalı diktatörlerin tankları ve silahlarının olup olmadığını sordular. Pek tankları olmadığını, fakat bir sürü silahları olduğunu söyledim. Amerika’daki pek çok mahallenin Mogadişu’dan farksız olduğuna onları inandırdım.

Birkaç dakikalık sohbetin ardından çok az İngilizce bilen Muhammed (yine de İngilizcesi benim Somalicemden iyiydi) bana bir hediye verdi.

Bir tomar Somali şilinini ellerime koyarak “Bunu almanı istiyorum,” dedi. “Al.”

Kabul etmedim. Somalili mülteciler Amerikalı turistlere nakit para vermemeli. Tam tersi de geçerli. Benim de ona karşılık olarak bir avuç dolusu Amerikan doları vermek gibi bir niyetim kesinlikle yoktu.

“Hayır, hayır, hayır,” dedim. “Bunu yapmamalısın.”

“Evet, evet.” Parayı elime tekrar sıkıştırdı. “Al.”

“Burada çok para var,” dedim. On beş bin Somali şilini vermişti. “Bunu alamam. Sen delirmiş olmalısın.”

İngilizcesi daha iyi olan bir Etiyopyalı araya girdi. Somali hükümeti çökmüştü ve para değersizdi. Kâğıt parçalarını isteksizce kabul ettim. Hediyesinin değersiz olduğunu düşünüp öyle kabul etmiş olmam Muhammed’i şaşırtmıştı.

Ali de en çok, Yemen’de peçe takmak zorunda kalacağı için endişeliydi. Elbisesinin kenarıyla alaycı bir şekilde suratını örttü.

“Kötü, kötü,” dedi. “Ülkemde böyle değil.”

Yüzü, Arap ve Afrikalı çehresinin harika bir karışımıydı. Bana sürekli çay ve bisküvi ikram ediyordu. Ben de ona Arapça-İngilizce sözlüğümü verdim.

Gecenin ikisinde, en değerli eşyaları olan küçük bir Casio marka orgu çıkardılar. Onlara Mozart’ın sonatının girişini la majörden çaldım, ancak seçilen tarzda sabit bir senkop16 oluşturan makinenin otomatik ritim kontrolleri onların daha fazla ilgisini çekmişti. Bu tarz bir yolculuğun kahve taşımak için yapıldığı günlerde olsaydık, bu ikisi, rüzgârın sesini bastıran ritmik bossa nova17 parçaları dinlerken, köle olmak üzere yolda olurlardı diye aklımdan geçirdim. Şu an ise sadece mülteciydiler; acaba bu, gerçek bir ilerleme sayılabilir miydi?

8.Arapçada kahve. (ç.n.)
9.İng. Mocha. Günümüzde “mocha” adıyla anılan çikolatalı kahve, adını buradan alır. (e.n.)
10.Bir teoriye göre kahve, Çinli Amiral Cheng Ho’nun 1400’lü yılların başında Arapları çayla tanıştırması sonucu ortaya çıkmıştı. Çin dış dünyayla iletişimini kestiğinde Araplar, Arabistan’da yetişmeyen çay yapraklarının yerine kat veya kahveyi koymuşlardı. (yazarın notu)
11.Çayın eşdeğeri, Myanmar’ın bazı bölgelerinde çiğnenen salamura çay yaprağı leppet-so olabilir. (yazarın notu)
12.Etiyopya, geleneksel olarak Hıristiyan bir ülkedir, hâlbuki kahve İslamla ilişkilendirilir; geçmişte yaşanmış bir durum kahvenin Etiyopyalı Hıristiyanlara yasaklanmasına sebep olmuştur. (yazarın notu)
13.Starbucks tarafından satılan buzlu kahvenin ticari markası. (e.n.)
14.Sudanlı etnik bir grubun üyesi. (ç.n.)
15.Fr. “Fransızca biliyor musun?” (ç.n.)
16.Ritim vurgusunun doğal akıştaki güçlü vuruşa değil, ölçünün hafif vuruşlarına rastlaması. Aksatım. (e.n.)
17.Brezilya kökenli bir müzik ve dans türü. (e.n.)