Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kahvenin hikayesi», sayfa 3

Yazı tipi:

3
El-Muha’ya Yelken Açış

Seyahatlerinde bir kahve ağacının yanından geçti ve dini bütün herkesin geleneği olduğu üzere, o da kendisini kahvenin hiç ellenmemiş meyvesiyle besledi. Kahve meyvesini yemenin, uyanıklığını artırarak dini vazifeleri yerine getirilmesini ve ayinlerde uyanık kalmasını sağladığını fark etti.

al-Kawakib al-sa’irn bi-a’yan al-mi’a al-’ashira Najm al-Din al-Ghazzi (1570–1651)


SABAH TEKNE MOTORUNUN SESİYLE UYANDIM. Artık Cibuti’de değildik. Korkuluk üzerinden etrafı süzerken görebildiğim tek şey, turkuaz renkli deniz suyunun dalgalarla köpürüp benek benek oluşuydu. Gökyüzünü yansıtan kırılmış bir aynaya bakmak gibiydi. Kasırga hiç de bitmiş gibi durmuyordu.

Diğerlerinin de eşyalarını teknenin arka tarafındaki sundurmaya taşımış olduklarını fark ettim. Olduğum yerde kalmaya karar verdim. Pruvaya bir dalga vurdu ve beni tepeden tırnağa sırılsıklam etti. Bir tane daha dalga geldi ve sonra bir tane daha. Diğerlerinin eşyalarıyla birlikte kendi eşyalarımı teknenin arka tarafına taşırken, güvertenin yirmi derecelik bir açıyla yan yatmış olduğunu fark ettim.

Qasid ilerlemiyordu. Mürettebat giren suyu kovalarla boşaltıp tekneyi doğrulturken, teknenin burnunu rüzgârdan etkilenmeyecek şekilde döndürdü. Kutular yerlerinden oynamıştı ve bu sorunun, sadece teknenin yükünün yanlış dağıtılmasından kaynaklandığı sonucuna vardım. Sonra bir balıkçı teknesi yarışırcasına yanımızdan geçti ve teknenin ne kadar yüksekten gittiğini fark ettim. Qasid yaklaşık iki metre daha aşağıdan gidiyordu; çünkü kaptanımız tekneyi aşırı doldurmuştu.

Hareket eder etmez dalgalar pruvaya çarpmaya başladı. Durup suları boşalttık. Bu, tüm gün devam etti. Sonunda mürettebatımız “bisküvi” taşıyan yük teknesinin tuzlu sudan zarar görebileceğinden endişelenmişti. Ancak gerçek sorun, Qasid’in ağırlıklı olarak içki ve AK-4718 taşıyor olmasıydı.

İçkiler Cibuti’den geliyordu, ancak daha sonra öğrendim ki silahlar Eritre’ye yapılmış başarısız bir satış gezisi sonrasında Yemen’e geri dönüyordu. Bütün o silahların ağırlığı da tekneyi aşağı çekiyordu.

Mürettebat bir ada bulup fırtınanın dinmesini beklemeye karar verdi. “Mürettebat” diyorum çünkü Kaptan Abdou’yu gemide hiç görmediğimin daha yeni farkına varıyorum. Önemli değil. Qasid’i süren üç genç ve iki yaşlı adam çok geçmeden bir adanın açıklarında demir attılar. Derhal hepimiz eşyalarımızı kurumaları için dışarı astık. Burada, rüzgârsız bir yerde bile, fırtınanın kıyafetleri doksan derecelik bir açıyla dalgalandırdığını fark etmiştim. Herhalde burası eyaletlerarası bir mola yerinin Kızıldeniz’deki eşdeğeriydi. Ancak, teknik olarak, şu an ıssız bir adada bulunan kazazedelerdik. Benim keyfim tıkırındaydı. Ne de olsa teknenin motoru hâlâ çalışıyordu ve muhtemelen en sonunda Yemen’e varacaktık.

Ancak yol arkadaşlarımdan bazıları durumla ilgili daha tedirgindi. Mesela, Etiyopyalı bir kat bağımlısı olan Paulious. Günlük dozundan yoksun kalmış kat bağımlılarına şeytan katou musallat olurmuş ve Paulious da katsız bir ortamda mahsur kaldığı için tedirgindi.

“Ah, aklıma kötü düşünceler geliyor,” diyerek sızlanıyordu. “Buradan gitmemiz gerek.”

İlk kavga “Dişsiz” adını taktığım eski bir denizciyle onun katını çalmaya çalışan bir yolcu arasında çıktı. Diğerleri hızla onları ayırdı (Dişsiz, genç adamı parmakarası terliğiyle tehdit ediyordu); çünkü bu, kötüye işaretti. Bir çeşit değirmende yeşil bir püreyi öğüttüğünü fark ettiğimde ona bu adı takmıştım. Önce yemek hazırladığını düşünmüştüm. Daha sonra hazırladığı şeyin o çok değer verdiği kat olduğunu anladım. Dişsiz olduğundan, yaprağın değerli özünü çıkarabilmek için önce bu değirmenle “çiğnemesi” gerekiyordu.

Başka bir mürettebat daha vardı, birkaç kez bana dik dik bakarken yakaladığım, muhtemelen on altı yaşlarında, kıvırcık saçlı, genç bir delikanlı. Samimi ve dürüst bir yüzü vardı; bir maymunu hatırlatan rahat hareketleri, hayatını Qasid gibi teknelerde geçirmiş olduğunu düşündürüyordu. Diğerleriyle muhabbet ederken konu Amerika’ya geldi. Üstümüzdeki küfede oturan delikanlı, şaşkınlık içerisinde el-Muha’yı işaret ediyordu.

“El Marikalı mı?” diye sordu diğerlerine. “Orası el-Muha’ya yakın mı?”

Diğerleri güldü, en sesli gülense Paulious oldu. “Daha Amerika’nın ne olduğunu bilmiyor!” dedi.

“Bir ada mı?” diye sordu delikanlı.

Kuzeybatıya doğru işaret ettim. “O tarafta.”

“Eritre’nin orada mı?”

Diğerleri yine güldü.

“Hayır, hayır. Oldukça uzak,” dedim. “Amerika’ya gidecek olursan, önce Eritre’ye, sonra Etiyopya’ya gidersin, sonra Afrika’yı aşıp Türkiye’yi, sonrasında Avrupa’yı geçersin, sonra başka bir yere varırsın, yani İngiltere’ye ve oradaki denizi de geçersin. Büyük bir denizdir. Tüm bu yerleri geçtikten sonra vardığın yer Amerika’dır,” dedim. Diğerleri bu dediklerimi tercüme etti.

Çocuk, bir yerin nasıl o kadar uzak olabileceğini anlayamıyormuş gibi bakıyordu bana.

“Sandığın kadar uzak değil,” dedim ikna edici olmayan bir tonda.

Kafası daha da karışmış görünüyordu. Sonra gözlerini kıstı; diğerleri hâlâ gülüyordu. Sanırım, insanların ona güldüklerini ve benim de ona yalan söylediğimi, onunla dalga geçtiğimi düşünmüştü. Öfke ve şaşkınlık arasında kalmış bir ifadeyle yanımızdan uzaklaştı ve birden aklıma geldi; evet, haklıydı. Amerika hayal edilemeyecek kadar uzaktı. Gidilemeyecek kadar uzaktı ve böyle bir deniz yolculuğu mümkün olsa bile, neden biri memleketinden bu kadar uzağa gitmek isterdi ki? Hatta Ay’da bile olsa, burası neden umurunda olsundu ki? Delikanlının yaşadığı yer burasıydı. Tüm hayatı boyunca burada, muhtemelen bu teknede yaşamıştı. Burası onun memleketiydi; burası, el-Muha, kumsal, deniz, rüzgâr ve bekleyiş. Bir gün, teknenin direği önünde oturan, gülen ve yüklerin arasından turuncu kremalı bisküviler çalan Dişsiz’in yerini o alacaktı. Belki otuz, belki kırk yaşında olacak, fakat bundan çok daha yaşlı gösterecekti.

Sonrasında ise, ona ne zaman gülümsesem yanımdan uzaklaştı. Bana diğerleri gibi, sadece “Amerikalı” diye hitap ediyordu. Öğleden sonranın geri kalanını yalnız başıma oturarak geçirdim.

Gitmekte olduğumuz Yemen’deki el-Muha Limanı hâlâ dünyanın en izole bölgelerinden biridir. Ancak kaçırılan Afrikalıların buraya kahve getirdikleri zamanlarda, en azından Batılılara göre, burası neredeyse efsanevi bir yermiş. Bir Yunan yazarın birinci yüzyılda kaleme aldığı Periplus Maris Erypraei’de anlattığına göre, buraya “yelken açmak bile son derece tehlikeli. (…) Burası, gemisi kaza yapmış herkesi yağmalayıp köleleştiren, ihtiyofajlarla [balık yiyenlerle] dolu bir diyar.” Yunanlar, Arapların devasa kertenkeleleri yediklerine ve kalan yağlarını da kaynattıklarına inanıyorlardı. Kanatlı ejderhaların da korkunç hastalıkların bulaştığına inanılan kıyıyı koruduklarına inanılırmış.

Bu propagandanın büyük kısmı, yağmacıları, ticaret imparatorlukları için hayati önem taşıyan mür19 bahçelerine saldırmaktan vazgeçirmek için Araplar tarafından yayılmıştı. Ummanlı Arap denizciler çoktandır Qasid’e benzer teknelerle Hindistan’dan çivit otu, pırlanta ve safir getiriyorlardı. Afrika’ya da “vahşilerin iyi niyetini kazanmak için Muza’dan [el-Muha’dan] bölge halkının yaptığı silahlar”ı götürüyorlardı. Afrika’dan geri dönerken ise misk yağı, misk kolonyası, kaplumbağa kabukları ve gergedan boynuzlarını getiriyorlardı.

Bir de çok sayıda köle getiriyorlardı; kölelerden bazıları Arabistan’a ilk kahve tohumlarını getirdi. Sayılarını ne yazık ki kesin olarak bilemiyoruz, fakat zanj köleleri birinci yüzyılda Çin’e getirilmişlerdi. 1474 yılında sekiz bin Afrikalı köle, Doğu Hindistan’daki Bengal’in yönetimini kısa bir süreliğine ele geçirdi. Bu köle ticareti, Umman’ın Siyahi Sultanı’nın Portekizlileri defetmesi ve 1800’lerde Afrika’nın Svahili kıyısındaki nüfusun neredeyse yarısını köleleştirerek Zanzibar’daki karargâhı kurmasıyla zirveye ulaştı.

Akşam yemeğinde pirinç pilavı vardı. Haniş Adaları’nın titreşen ışıkları görünüyordu. Yanımdakilere bunların bomba atan uçaklar olup olamayacağını sordum. Hayır dediler, bu önemli bir şey değildi. Kat yoksunluğuyla tamamen gerginleşen Paulious hariç herkes somurtarak sessizliğe bürünmüştü. Paulious bana, rüzgârın azalmaya devam etmesinin ve yakında buradan gidebilecek olmamızın harika olduğunu söyleyip duruyordu. Bir adanın tepesi üzerinde karanlıkta dans eden küçük kum fırtınalarına doğru işaret ettim. Yıldızların aydınlattığı kum fırtınasının izleri gümüşe çalmakta ve adeta gökyüzünden aşağı süzülmekteydi.

Şeytan hortumlarına Etiyopya dilinde bir isim vererek “Is al-sichan,” dedi. “Kötü şeyler olacak.”

Ertesi gün rüzgâr yolumuza devam edebileceğimiz kadar sakinleşmişti. Araziyi günbatımına kadar gözlemledik ve birkaç saat sonra el-Muha Limanı’nın hemen dışına demir attık. Fakat ertesi sabah rıhtıma yanaşmaya çalıştığımızda Yemen’in bizi kabul etmediğini öğrendik. Başta Somalili mülteciler olmak üzere yol arkadaşlarımın resmi evrakları yoktu. Rıhtımdan yirmi üç metre uzağa demir atmamız ve orada durmamız gerektiği, limana girmemizin veya limandan ayrılmamızın yasak olduğu söylendi. Üç gün, üç gece boyunca limandaki sahipsiz gemilerin arasında sürüklenip durduk. Dostluklar kuruldu ve bitti. Daha fazla kavga çıktı. Somalili delikanlı Muhammed, konuşmak istemiyordu. Neyi olduğunu sorduğumda da yalnızca yıldızlara bakıp “Çok güzeller,” diye mırıldanıyordu.


HAKLIYDI. GÜNDÜZLERİ, GİRDAP GİBİ DÖNEN kum fırtınalarının arasında bir görünüp bir kaybolan el-Muha’nın kemik beyazı minarelerini görebiliyorduk. Geceleri ise teknemiz demir attığı yerde sallanırken, sırtüstü uzanıp yıldızların daire çizerek dönüşünü izliyordum. Geceler soğuktu. Battaniyem yoktu, bu yüzden ısınmak için Billie Holiday’in şarkılarını söylüyordum. Şarkıları güzel söylediğimde, Dişsiz beni bir paket bisküviyle ödüllendiriyordu. En sevdiği şarkı da “God Bless the Child” idi.

Zihnim biriktirdiği her anıyı kusmaya başlamıştı. Hayaletli Noel ilahileri rüzgârda yankılanıyordu ve belirli cinsel fantezileri zihnimde o kadar çok tekrarlıyordum ki sevgilimin saçlarının parmaklarıma dolandığını hissedebiliyordum. Son gecemizde yakındaki bir gemi enkazında birtakım hareketlenmeler olduğunu fark ettim. Geminin yarısı batmıştı ve ben de terk edildiğini düşünmüştüm. Ancak gece boyunca geminin lombozlarında soluk renkli ışıkların kırpıştığını gördüm. Teknemiz ne zaman enkaza doğru sallansa, bir dirseğimin üzerine doğrulup karanlıktaki gemiye bakıyordum. Enkazdaki biri Michael Jackson’ın meşhur ayak hareketlerini yaptığı “Billie Jean”i izliyordu. Tekne sürekli sallanırken ve deniz tuzuyla kaplanmış gözlüğümle orada neler döndüğünden emin olmak zordu; ancak Michael Jackson’ın suyun üzerinde ay yürüyüşünü tekrar tekrar yapıyor olduğuna ikna olmuştum.

Üçüncü gün uyandım ve Qasid’in rıhtıma çekildiğini fark etim. Somalili kadınlar peçeleriyle yüzlerini örtmüşlerdi. Teknedeki arkadaşlarım bir kamyonete bindirildiler, ben de sarıklı askerlerle çevrili küçük bir barakaya götürüldüm. Barakanın içinde bir masanın arkasında oturmuş bir başka asker vardı.

“Pasaport.”

Pasaportumu uzattım. Sayfaları kızgın bir şekilde çevirdi.

“Evet,” dedi yüzüme bakmadan. “Geldiğin yer…”

“Etiyopya.”

“Burada Cibuti yazıyor. Hangisi doğru?”

“Evet, evet, Cibuti,” dedim. “Unutmuşum.”

Öfkeyle içini çekti. “Cibuti’yi unuttun. Savaşı da unuttun mu?”

“Savaş mı? Yemen ile Eritre arasındaki mi? Tabii ki hayır.”

“Tabii ki hayır,” diye tekrarladı ve sandalyesine yaslandı. “Senin, yani bir Amerikalının, şu an burada olması garip. Neden böyle diyorum biliyor musun?”

Savaşın iyi gitmediği anlaşılıyordu. Eritreliler, Yemenlileri Ha-niş Adaları’ndan sürmüştü. Elli kadar insan ölmüştü. Bu çok ciddi bir şeydi. Subaya göre de her şey, Eritrelilerin deniz dibi petrol sondajıyla ilgili bir anlaşmayı imzalayıp haklarını bir Amerikan petrol şirketine devretmesiyle başlamıştı. Petrol yatağı, Eritre’nin kıyı şeridiyle adalar arasındaydı, bu yüzden Eritre petrol üzerindeki haklarını sağlama almak için orayı istila etmişti.

Karşılarında komik şapkalı bir Amerikalı vardı. CIA’den geldiğim besbelli ortadaydı işte.

“El-Muha’ya geldiniz,” dedi başını sallayarak ve gülümseyerek.

“Vizemi görebildiniz mi?” diye sordum.

“Ah evet,” dedi küçümseyerek. “Vize.” Eşyalarımı işaret etti ve duvarın önünde duran bir masaya yaydı. “Fotoğraf makinen de var, ha?”

“Evet.”

“Fotoğraf çekiyor musun?”

“El-Muha’da değil.” Öfkeli bir ses tonu çıkarmaya çalıştım. “Burası askeri bölge!”

“Yaa. Peki neden el-Muha’ya geldiniz?”

“Kahve için,” diye açıkladım.

“Kahve? Muha’da mı?”

“Evet. Hani, Şâzelî… “

“Cami mi?” Pasaportuma tekrar baktı ve ilk sayfayı inceledi. “Fakat burada Müslüman olduğun yazmıyor.”

“Hayır, ama…”

“Sadece Müslümanlar camiye girebilir.”

“Sadece görmek, şöyle bir bakmak istiyorum.”

“Yaa… Önce kahve için geldiğini söylüyorsun. Sonra da turist olduğunu.” Bana inanmamıştı. “Gelgelelim, Eritreli suçlularla Yemen’e geliyorsun. Hem de bir fotoğraf makinesiyle.”

Sonuçta beni bir casus zannıyla nezarete atacaktı. Bir yatak ve su olduğu müddetçe benim için sorun yoktu. Yemen bürokrasisinin seyrini izlemek ilginç olabilirdi. Subay eşkâllimi gönderecek, diğer subaylar daha fazla soru soracaklar, o da verdiğim cevapları onlara gönderecekti. Daha fazla soru, daha fazla cevap; ama ikimiz de sonunda serbest kalacağımı biliyorduk.

Subay beni inceledi. Belki de zihnimi okudu; çünkü bir anda tüm bu çabaya değmediğime karar vermiş gibiydi. Yemen felsefesiyle özdeşleştirdiğim bir hareket yaptı: Sağ elini kulağına kadar kaldırdı ve durumdan sıkılmış gibi yukarı bakarak ilk üç parmağıyla “hadi git artık” anlamına geldiğini düşündüğüm tuhaf bir el hareketi yaptı. Sonra da makineli tüfek taşıyan iki askerinin dışarıya kadar bana eşlik etmesini emretti.

“Hoş geldiniz. Pasaportunuzu unutmayın,” dedi. “Fakat kahve için geldiyseniz, üç yüz yıl kadar geç kaldınız.”


EL-MUHA LİMANI, NEREDEYSE BİN YILDIR kahveyle özdeşleşmiş durumda. Afrika’dan getirilen ilk kahve çekirdeklerinin kaynağı burasıydı ve ismi “Muha” olarak değişen el-Muha, sonradan kahve demlemenin evrensel adı gibi olmuştu. Görünen o ki, 1200’lerde Şâzelî adında Müslüman bir dervişin kahveyi ilk kez demlediği yer yine Muha’ydı. Etiyopyalılar uzun zamandır kahve çekirdeğini çiğniyor ve belki de yapraklarından çay yapıyor olsalar da, çoğu insan el-Muhalı Şâzelî’nin kahve çekirdeğinden içecek yapan ilk kişi olduğunu düşünmektedir.

“Bize ulaşan birçok rivayete göre, qahwayı tanıtan ve kahve içimini Yemen’de yaygın ve popüler bir gelenek haline getiren ilk kişi Şâzelîlik tarikatı üstatlarından, üstadımız Şeyh Ali Bin Ömer el-Şâzelî’dir,” demişti Fakhr el-Din al-Makki.

Şâzelî isminin pek çok farklı yazılış şekli vardır, onun bu keşfi nasıl yaptığını anlatan hikâyeler de en az ismi kadar farklılık göstermektedir. Bir gece ibadet ettikten sonra eve yürürken keşfetmiştir kahveyi; yok yok, aslında yabanda oruç tutarken keşfetmiştir bitkinin güçlerini. Bazıları, ağzına yirmi yıl boyunca kahve çekirdeklerinden başka bir şey koymadığını söyler; başkaları da, sadece kahve tüketmenin kişiyi evliyalığa götüreceğini vahiyle Şâzelî’ye bildirenin Cebrail olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmektedir. En garip hikâyeye göre de kahramanımız, kralın kızıyla ilişki kurmakla itham edilir ve yabana sürgün edilir. Cebrail, Şâzelî’ye kralın bir cilt hastalığına yakalandığını ve onu bir fincan sihirli kahveyle tedavi edebileceğini bildirene kadar, Şâzelî burada sadece kahve çekirdekleriyle beslenir.

Bazı tarihsel rivayetlere göre Şâzelî veya tarikat üyelerinden biri, Etiyopya ziyaretinde insanları kahve içerken görmüş ve bu alışkanlığı kendi ülkesine taşımıştır. Başka bir rivayet ise Portekizli denizcileri deniz tutunca, gemilerinin Muha’ya çekildiğinden bahseder. Hayırsever Şâzelî yıllardır içmekte olduğu sihirli iksiri hasta ve zayıf düşmüş denizcilere tavsiye ettiğinde hepsi ölmek üzeredir. Kahveyi içer ve birkaç gün içinde yelken açacak kadar iyileşirler. Yola çıkarken Şâzelî’nin denizcilere “Bunu unutmayın, Muha’nın içeceği!” diye haykırdığı söylenir. Böylelikle de tarihi değiştiren içecek ilk kez Batı’ya getirilmiş ve Muha’nın ünü sonsuza dek garantilenmiş olur.

Her neyse. Aslında Şâzelîlik bir Sufi tarikatıdır ve 1200-1500 yılları arasında bir avuç Şâzelî dervişi, kahve kokulu dini deneyimler yaşayarak Arap yarımadası civarında gezinmişlerdir. Şâzelî dervişleri sonunda farklı din ve kültürlerin bir araya getirilmesi için çalışan bir Hıristiyan/Müslüman grubun bulunduğu İspanya’ya kadar yayılmıştır ve şu an hâlâ Cezayir’de “bir fincan Şâzelî” diye isteyeceğiniz kahveyle yakın bir ilişkileri vardır. Aslında herkesin gerçekten bildiği tek şey, el-Muha’da yaşayan bir Şâzelî tarikatı üyesinin kahveyi dünyayla tanıştırmış olması ve içtikleri her neyse, çekirdeklerini kavurmadıkları için tadının muhtemelen berbat olmasıydı. Kavrulmamış çekirdekleri, yaprakları ve kakuleyi kısık ateşte kaynatmış olabilirler. Doğrusu, el-Muha’daki Şâzelîlerin yaptığı tek şeyin kat yapraklarından çay demlemek olduğuna ve Aden’deki başka bir sufinin de bu yaprakları kahve çekirdekleriyle değiştirdiğine dair bazı kanıtlar mevcuttur.

Bu mütevazı başlangıçtan küçük bir imparatorluk doğmuştur. 1400’lü yıllarda Türkler Yemen’i fethettiğinde, İslam dünyasının her tarafında Muha kahvesi içilmekteydi. 1606’da, yani Avrupa’daki ilk kafenin açılmasından neredeyse yarım yüzyıl önce, ilk kez bir İngiliz tüccar limanı ziyaret ettiğinde, Hindistan kadar uzak yerlerden gelenler de dahil olmak üzere limanda otuz beşten fazla ticaret gemisinin olduğunu ve hepsinin de limana düzensizce yığılmış kahve paketlerini beklediğini bildirmişti. Günümüz kambiyosunun tersinin geçerli olduğu bir zamanda, İngiliz tüccar John Jourdain şöyle yazmıştı: “Muha’daki ürünler o kadar pahalı ki büyük Kahireli tüccarlara verdikleri fiyatlar üzerinden bizim anlaşmamızın imkânı yok.” Liman boyunca kahve sarayları vardı ve kölelerin yelpazelediği prensler altın yastıklara oturuyordu. Görevi, kâfirlerin değerli kahve bitkilerinden birini çalmasına engel olmak olan özel bir ordu bile vardı.

O dönemlerde, uzun süre önce ölen derviş Şâzelî kahve içenlerin koruyucu evliyası kabul edilmiş ve yerel bir camide bulunan türbesi Müslümanların uğrak mekânı haline gelmişti. Limanda bekletilirken minareyi görmüştüm. Yetkililer gitmeme izin verir vermez de minarenin yolunu tuttum. Modern Muha’nın şimdiye kadar gördüğüm en pis cehennem çukuru olduğunu anlamıştım. Ayakları yağdan kararmış, yırtık pırtık kıyafetli adamlar, bir zamanlar yerel taksi filosunu oluşturmuş araçların enkazı arasında avarelik ediyordu. Balık kokan birkaç kafe ve otuz adamın tek bir odaya tıkıştığı bir funduq (otel) vardı. Teknemizi tahrip eden muson rüzgârı hâlâ esiyordu; burada sadece küçük bir kum fırtınası çıkarmıştı. Bir anda gömleğimin içine girip yavaşça aşağı doğru süzülen kum ve terle kaplanmıştım.

Nihayet şehrin tarihi kısmına vardığımda, aklıma Hindistan’da gördüğüm bir kitaptan bir alıntı geldi.

“Şehir kendisini çok güzel bir nesne olarak sunuyordu,” diye yazmıştı Jean de La Roque Voyage to Arabia the Happy isimli kitabında. “Çok sayıda palmiye ağacı ve saray vardı. Manzara bize keyif veriyordu.”

Kitap üç yüz yıl önce yazılmıştı. Bazı şeylerin değişmiş olabileceğini anlıyordum. Ama bunun, kasabadaki tek yolun sonunda duran bu şeyin, inanılmaz olduğunu düşünmüştüm. Ufuk boyunca yıkık dökük konakların yayılmış olduğu kumlu bir açıklık uzanıyordu. Hemen solumda, bir kahve tüccarının adeta Binbir Gece Masalları’ndan fırlamış konağının yıkık dökük duvarları duruyordu; konak, itinayla süslenmiş oymalı frizler, balkonlar ve soğan şeklinde pencerelerle doluydu. Daha uzakta, büyük ihtimalle bir zamanlar küçük bir kalenin köşesi olan mazgallı bir kule vardı. Bazıları yıkık dökük bir duvardan daha büyük olan kalıntılar birkaç kilometre boyunca devam ediyor gibiydi. Aralarında, üzeri kum tepeleriyle kapanmış daha pek çok bina kalıntısı olduğunuysa sonra fark edebildim.

Buradaki tek yaşam belirtisi, dokunsan yıkılacak gibi görünen bir duvarın yanına çömelmiş ve varlığımdan bihaber görünen yaşlı bir adamdı.

“Selam,” diye seslendim. Nargilesini içmeye devam etti. Sağır olabileceğini düşündüm ve görüş alanına girerek bekledim. Bir şey değişmedi. Daha önce bazı ürkütücü şahıslar görmüştüm, ancak bu adam gibisine denk gelmemiştim. Yağ lekeli kıyafeti o kadar eski püsküydü ki adam tamirci dükkânından henüz çıkmış gibi görünüyordu ve başına taktığı sarık o kadar yağ ve pislik içindeydi ki artık temizlenmesinin imkânı yok gibiydi. Örümcek ağını andıran kırışıklıklarıyla paramparça olmuş yüzü, aşırı güneşten kahverengi olmuştu ve mumyalanmış gibi görünüyordu. Sarığının altından akan ter, yüzüne yapışan kum tanelerinde izler bırakarak aşağıya süzülüyordu. Nargilesi, nargile lülesi yerine kullanılabilecek kırmızı bir akik taşı ve kırık bir su şişesine sıkıştırılmış paslı borulardan ustaca yaptığı acayip bir mekanizmaydı ve onunla muhteşem bir uyum yakalamıştı.

Merakla camiyi işaret ettim. “Şâzelî?”

Bir fırt daha aldığı esnada nargilesinden gelen sesleri duyabiliyordum. Hâlâ bir tepki yoktu. İçeriye girmenin bir yolu olup olmadığını görmek için camiye doğru gittim. Altı adet alçak kubbenin ortasından, Zabid usulü zarif geometrik oymalarla kaplanmış, kırk metrelik beyaz bir minare yükseliyordu. (Matematiğin doğduğu yer olan Zabid köyü buraya çok yakındı.) Caminin diğer tarafına geçtim ve pirinç topuzlarla kaplı ahşap bir kapı buldum. Ben daha kapıyı çalmadan karşıma yaşlı bir adam çıkıverdi. Pis pis sırıttı, arkasını döndü, kapıya bir asma kilit taktı ve ben “Bahşişş!” diye tıslayışını bile duyamadan kum fırtınasında gözden kayboldu.

Şöyle bir durdum ve camiyi inceledim. Sonra da kalıntıları ve nargile içen yaşlı adamı. Esen rüzgârla birlikte burnuma kötü bir koku gelmişti. Kokan bendim. Bir haftadır duş almamıştım. Açlıktan ölüyordum ve bitkin düşmüştüm; sanki bir dişim kırılmış gibi beynim zonkluyordu. Kum fırtınası o kadar şiddetliydi ki, kırılmasın diye elimle cam gözlüğümü korumak zorunda kalmıştım. Oradan ayrılmaya karar verdim.

“Şimdilik hoşça kal,” dedim. “Sonra görüşürüz.”

Yaşlı adam nargilesinden bir fırt daha çekip tam karşıya dik dik baktı. El-Muha’dan bir çıkış yolu bulmak için kum fırtınasına doğru yola koyuldum.

18.Bir makineli tüfek türü. (e.n.)
19.İlaç yapımı ve parfümeride kullanılan kokulu bir tür reçine. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.