Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tom Amca'nın Kulübesi», sayfa 5

Yazı tipi:

Chloe Teyze, “Doğa da onlar için gözyaşı dökmüyor mudur? Meme emen bebeği anasının göğsünden koparıp da satmıyorlar mı, o çocuklar ağlayarak analarının eteklerine yapışmıyor mu, onlar da çekip satmıyorlar mı onları? Karıkocayı ayırmıyorlar mı?” diyerek ağlamaya başladı. “Onların özündeki yaşamı koparıp almak değil mi bu? Bunlar olurken bir nebze bile bir şey hisseden var mı aralarında? Onlar yiyip içip sigaralarını tüttürürken her şeye akıl almaz bir biçimde boş vermiyorlar mı? Tanrı’m, şeytan onları da almayacaksa başka ne işe yarar ki?”

Chloe Teyze ekose desenli önlüğünü yüzüne kapattı, tüm içtenliğiyle hıçkırmaya başladı.

“Sizi kullananlar için dua edin, der kitap,” dedi Tom.

“Onlar için dua etmek ha? Tanrı’m, bu çok acımasız olmuyor mu? Onlara dua edemem.”

“Doğa bu, Chloe ve doğa güçlüdür,” dedi Tom, “ama Tanrı’nın lütfu daha güçlüdür, ayrıca zavallı yaratığın o yaptıkları için ruhunun ne berbat bir durumda olduğunu düşünmelisin ve ona benzemediğin için Tanrı’ya şükretmelisin Chloe. O zavallı yaratığın yanıtlaması gerekenlerin bana sorulmasındansa bin kez satılmayı yeğleyeceğimden hiç kuşkum yok.”

Jake, “Benim de yanıtlamam gereken şeyler var, hem de yığınla. Tanrı’m, yoksa atı yakalamasa mıydık Andy?”

Andy omuzlarını silkti, onaylayan bir ıslık koyverdi.

“Efendinin bu sabah tasarladığı gibi uzaklaşmadığına sevindim,” dedi Tom. “O beni satılmaktan daha çok üzerdi. Onun için doğal olabilir ama bebekliğinden beri onu tanıdığım için buna katlanmam zor olurdu. Efendiyi gördükten sonra Tanrı’nın iradesiyle daha uzlaşmışım gibi geliyor. Başka türlüsü elinde değildi, doğrusunu yaptı ama ben gittikten sonra işlerin sarpa saracağından korkuyorum. Efendinin benim gibi her yerde gözü kulağı olması, dizginleri elde tutması beklenemez. Çocuklar iyi niyetli ama çok dikkatsiz. Bu beni kaygılandırıyor.”

Tam o anda zil çaldı, Tom salona gitti.

Efendisi yumuşak bir tonda, “Tom,” dedi, “bu beyefendiye, istediği anda seni yerinde bulamazsa kaybedeceğim bin dolarlık bir kefalet ödediğimi bilmeni isterim; bugün başka işlerini halletmeye gidecek, sen de istediğini yapabilirsin. İstediğin yere git evladım.”

“Teşekkür ederim efendim,” dedi Tom.

Tüccar, “Aklını başına topla da, efendine o zenci numaralarını çekme sakın, yoksa seni yerinde bulamadığım an her senti çatır çatır alırım ondan. Bana kulak verirse hiçbirinize güvenmemeli, yılanbalığı gibi kaygansınız hepiniz!”

Tom, “Efendim,” dedi. Dimdik duruyordu. “Hanımefendi sizi kollarıma verdiğinde sekiz yaşındaydım, siz de bir yaşında bile yoktunuz. ‘İşte,’ demişti, ‘genç efendin, ona iyi bak.’ Şimdi size sormak istiyorum efendim, size verdiğim bir sözü hiç tutmadığım ya da ters düştüğüm bir durum oldu mu, özellikle Hıristiyan olduktan sonra?”

Mr. Shelby çok etkilenmişti, gözleri yaşlarla doldu.

“Benim iyi oğlum,” dedi, “doğruyu söylediğini Tanrı biliyor, yapabileceğim bir şey olsaydı dünya bir araya gelse seni alamazdı.”

Mrs. Shelby de, “Ben de bir Hıristiyan kadını olduğumdan emin olduğum kadar eminim ki, tutarı bir araya getirir getirmez bedelini verip seni geri alacağız,” dedi.

Sonra da Haley’e dönerek, “Beyefendi, onu kime satacağınız konusunda ince eleyip sık dokuyun ve bana haber verin,” diye ekledi.

“Tanrı’m, öyleyse bir yıl içinde onu geri getirip fazla yıpranmadan size geri satabilirim.”

“Ben de o zaman sizinle alışverişimi yapar, yararınıza da olmasını sağlarım,” dedi Mrs. Shelby.

“Elbette,” dedi köle tüccarı. “Benim için fark etmez. Alıp satmak iyi bir iş de olabilir, kötü bir iş de. Ben kötü bir iş yapmıyorum. Benim tek istediğim ekmek paramı kazanmak biliyorsunuz hanımefendi, sanırım, hepimizin istediği de bu.”

Mr. Shelby de Mrs. Shelby de köle tüccarının yüzsüzce teklifsizliği karşısında kendilerini alçalmış ve çok rahatsız hissediyorlar, yine de duygularına gem vurmanın kesin gerekliliğini görebiliyorlardı. Adamın yola gelmez bir çıkarcı ve duygu yoksunu olduğu ne kadar ortaya çıkarsa, Mrs. Shelby’nin, Eliza’yla çocuğunu yeniden ele geçirmeyi başarabileceği korkusu o kadar büyüyor, beri yandan onu engellemek için başvurduğu kadınca hileler de o kadar çoğalıyordu. Bu nedenle zarif bir gülümseyişle, onu onaylayarak yakın bir tavırla sohbet etti ve zamanın geçtiğini fark etmemesi için elinden geleni yaptı.

Saat ikide Sam ile Andy sabahki kaçışın ardından dinlenmiş, zindeleşmiş, canlanmış atları getirdiler.

Sam istekli, herkesin bir dediğini iki etmemek için her an hazır beklediği bir işgüzarlığın tadını alabildiğine çıkardığı yemekten “yakıtını almış”, yenilenmişti.

Haley ona doğru gelirken başlamaya bunca yaklaştığı harekâtın tartışmasız ve üstün başarısı için kibirli el kol hareketleri yaparak böbürleniyordu.

Tam ata bineceği sırada düşünceli düşünceli, “Efendinin köpeği yok sanırım,” dedi.

“Yığınla var,” dedi Sam zafer kazanmış gibi. “Bruno var, müthiş havlar, ayrıca her birimizin huyları farklı değişik köpekleri vardır.”

Haley, “Pöh!” dedi, ardından da sözü edilen köpeklere ilişkin Sam’in mırıldanarak yanıtladığı bir şeyler daha söyledi.

“Onlara sövmeye ne gerek var,” dedi Sam.

“Efendin zencileri kovalamak amacıyla köpek yetiştirmemiş de ondan!”

Sam, adamın ne demek istediğini çok iyi anlamıştı ama yüzünde içtenlik ve umutsuz bir saflıkla ona baktı.

“Bizim köpekler çok iyi koku alır. Bu konuda hiç eğitimleri yok ama bu bence cinslerinin iyi oluşundan kaynaklanıyor. Her şeyin en iyisini yaparlar, siz bir kez kovalamacayı başlatmayagörün. Bakın şimdi, Bruno!” diye hantal Newfoundland’ı ıslık çalarak çağırdı, o da paldır küldür onlara doğru koşmaya başladı.

Haley ata yerleşirken, “Sen git bak oralara!” dedi.

“Hadi, elini çabuk tut!”

Sam elini çabuk tutarken iki arada Andy’yi gıdıklayıverdi, o da kendini tutamayıp Haley’in gazabını üstüne çeken bir kahkaha koyverdi ama Haley kamçısıyla kahkahasını hemen susturdu.

Sam, “Beni hayal kırıklığına uğrattın Andy,” dedi müthiş bir ağırbaşlılıkla. “Bu ciddi bir iş Andy. Oyun oynanacak zaman değil. Efendiye böyle yardım edemezsin.”

Haley kararlılıkla, “Nehre varan düz yoldan gideceğim,” dedi. Bu arada malikâne arazisinin sınırındaydılar. “Bu yolların tümünü de bilirim. Yeraltına giden yolları bile.”

Sam, “Elbette. İşin aslı bu işte. Efendi Haley hedefi tam ortadan vuruyor. Şimdi, nehre giden iki yol var, bozuk olan, bir de anayol. Efendi hangisini seçmek ister?”

Andy saflıkla Sam’e baktı, bu yeni coğrafik durumu duymak onu şaşırtmıştı ama ateşli bir yinelemeyle berikinin söylediğini onayladı.

“Bence Lizzy, en az geçilen yol olduğu için bozuk yolu yeğlemiştir.”

Haley her ne kadar eski kulağı kesiklerdense ve en sıradan sözden bile kuşku duysa da bu bakış açısı aklına yatmış gibiydi.

Bir an düşündükten sonra dalgınca, “İkiniz de kahrolası yalancılarsınız!” dedi.

Adamın sesinin dalgın, düşünceli tonu Andy’yi öylesine eğlendirmişti ki, biraz arkada kalıp atından düşme pahasına şöyle bir silkelenir gibi yaptı, bu arada Sam’in yüzünü hiçbir mimik olmaksızın ciddi bir üzüntü kaplamıştı.

“Elbette,” dedi, “efendi ne isterse onu yapar, en iyisi budur diyorsa düzgün yoldan gider, bizim için hepsi bir. Şimdi düşününce anlıyorum ki cidden düzgün yol en iyisi.”

Haley, Sam’in sözüne kulak asmaksızın yüksek sesle düşünerek, “Tenha yoldan gitmiş olmalı,” dedi.

Sam, “Kimse bilemez,” dedi, “kadınlar gariptir, asla yapacağını sandığın şeyi yapmaz, çoğunlukla tam aksini yaparlar. Doğaları bile zıt yaratılmıştır, yani siz hangi yoldan gittiğini düşünüyorsanız, yapacağımız en iyi şey öbür yoldan gitmektir, o zaman bulursunuz. Şimdi benim kişisel kanıma göre Lizzy bozuk yolu seçmiştir, öyleyse bence düzgün yoldan gitmeliyiz.”

Kadın cinsinin bu engin ve kapsamlı incelemesi, Haley’in düzgün yola sapması için yeterince inandırıcı olmuşa benzemiyordu, kararlı bir sesle öbüründen gideceğini söyledi ve ne zaman varacaklarını sordu.

Sam, Andy’den yana olan gözünü kırparak, “Az ötede,” dedikten sonra ciddiyetle ekledi, “ama bu konuyu düşündüm de oradan gitmemeliyiz. Oradan hiç geçmedim, tenha bir yol olduğundan yolumuzu kaybedebiliriz, nereye çıkacağımızı Tanrı bilir.”

“Yine de o yoldan gideceğim,” dedi Haley.

“Şimdi aklıma geldi, o yola kaya düşmüş, geçişi kapatmış diyorlardı, değil mi Andy?”

Andy emin değildi, yola ilişkin duyduklarını yineledi ama kendisi geçmemişti oradan. Yani söyledikleri hiç de umut verici değildi.

Haley daha büyük ya da küçük yalanlar arasındaki olasılık dengesini kestirmeye alışıktı, önce bozuk yoldan gitmek istediklerini sandı, sonra istemeden bozuk yoldan söz ettiklerini, aslında düzgün yoldan gitmek istediklerini düşündü. Bu nedenle bozuk yoldan gitme kararına umutsuzca sarıldı.

Sam yolu gösterdiğinde Haley şevkle ileri atıldı, peşinden Sam ile Andy geliyordu.

Aslında yol eskiydi, bir süre önce nehre inen kestirme yol olarak kullanılmış, yenisinin yapılışından sonra da terk edilmişti. Bir saatlik gidişi açıktı, ondan sonra türlü çiftlikler ve çitlerle kesiliyordu. Sam bunu çok iyi biliyordu, yol o kadar uzun süre kapalı kalmıştı ki, Andy’nin yoldan haberi bile olmamıştı. Bunun için de görevine bağlı bir uysallıkla gidiyor, arada bir homurdanıyor ya da yüksek sesle, “Berbatmış, Jerry’nin ayakları için çok kötü”, falan gibi bir şeyler söylüyordu.

“Şimdi sizi uyarıyorum,” dedi Haley, “sizi bilirim, bu sızlanmalarla beni bu yoldan vazgeçiremezsiniz nasılsa, o yüzden susun!”

Sam acıklı bir boyun eğişle, “Efendi istediği yoldan gider,” derken bir yandan da bir olayın haberciliğini yaparcasına Andy’ye göz kırptı, Andy’nin sevinci patlama noktasına yaklaşmıştı.

Sam’in keyfi çok yerindeydi, canla başla araştırma işine girişmiş, arada bir uzakta, yüksek bir yerde bir kadın başlığı gördüğünü söylüyor ya da Andy’ye bağırarak o aşağıdaki çukurdakinin Lizzy olup olmadığını soruyor, bu telaşlı uyarıları da hep yolun en kötü, sarp kayalık, uçurumlu, hızlanmanın mümkün olmadığı yerlerinde yapıyor ve sürekli Haley’in aklını karıştırıyordu.

Böyle bir saat gittikten sonra büyük bir çiftliğin avlusuna hızlanarak karmakarışık bir “iniş yaptılar”. Görünürde tek canlı yoktu, herkes tarlalardaydı ama çiftliğin ambarı yolun tam ortasında, yalın, kare biçimiyle dikilirken o yöndeki seyahatlerinin bir sona ulaşmış olduğu kesindi.

Sam incinmiş saf bir adam havasında, “Efendiye söylemiştim,” dedi. “Hem bir yabancı nasıl olur da orada doğup büyümüş yerlilerden çok bir ülkeyi bilebilir?”

“Seni rezil!” dedi Haley. “Tüm bunları biliyordun.”

Bildiğimi söylememiş miydim? Siz de bana inanmadınız. Efendi, oralar kapalı, çitlerle dolu, geçemeyiz, dedim, Andy duydu işte.”

Her şey tartışmaya gerek kalmayacak kadar doğruydu, talihsiz adam elinden gelen en incelikli biçimde öfkesini yutmak zorunda kaldı ve üçü de yüzlerini sağa dönüp anayola doğru atlarını sürdü.

Tüm gecikmelere karşın Eliza’nın köydeki handa çocuğu uyutmasından üç çeyrek saat sonra aynı yere geldiler. Eliza pencerede durmuş başka bir yöne bakarken Sam’in cin gibi gözleri onu hemen seçti. Haley ile Andy yaklaşık iki metre arkadan geliyorlardı. Böylesine tehlikeli bir durumda Sam şapkasını havaya atıp yüksek, garip bir sesle bağırmak gibi bir çıkar yol buldu, sesi Eliza’yı yerinden sıçrattı, hemen pencereden geri çekildi. Arama ekibi de bu arada pencerenin önünden geçip ön kapıya geldi.

Eliza için o bir anda binlerce yaşam yoğunlaşmış gibiydi. Odası bir yan kapıyla nehre açılıyordu. Çocuğu kaptığı gibi merdivenlere fırladı. Tüccar onu kıyıda gözden yiterken bir an için gördü, kendini atından aşağı attı ve bağırarak Sam ile Andy’yi çağırdı, bir geyiğin peşindeki av köpeği gibiydi. O baş döndürücü anda kadının ayakları yere değmiyordu sanki, bir an sonra kendini suyun kıyısında buldu. Hemen peşinden gelirlerken Eliza, Tanrı’nın ancak umutsuzlara verdiği bir güçle yüreklenmiş olarak vahşi bir çığlık attı ve uçarcasına kıyıda anafor yapan akıntının üstünden sıçrayarak ötedeki buz yığınının üstüne atladı. Umutsuzca çılgınlık ve umarsızlık hali olmasaydı olanaksız bir atlayıştı bu. Haley, Sam ve Andy içgüdüsel olarak bağırarak ellerini kaldırdılar.

Üstüne atladığı kocaman yeşil buz kütlesi, kadının ağırlığıyla çalkalanıp çatırdadı ama o orada bir dakika bile kalmadı. Çılgınca feryatlar ve umutsuzluğun verdiği güçle öbürüne, oradan da bir başkasına atladı, sendeleyerek, atlayarak, kayarak ama yine hemen ayağa sıçrayarak ilerledi. Ayakkabıları gitmiş, çorapları yırtılmıştı, kan her adımını işaretliyordu ama o hiçbir şey görmüyor, hissetmiyordu, ta ki düşteymişçesine bulanık da olsa Ohio kıyısını görene dek…

Bir adam kıyıdan yukarı tırmanmasına yardım etti.

“Her kimsen, yürekli bir kızsın,” dedi adam bir küfür sallayarak.

Eliza eski evinden pek uzakta olmayan bir çiftliği olan adamın sesini ve yüzünü tanıdı.

“Ah Mr. Symmes! Kurtarın beni, lütfen beni kurtarın, lütfen beni saklayın!”

“Neden, neler oluyor? Bu Shelby’nin kızı değilse n’olayım!”

“Çocuğumu, bu oğlanı, sattı o! İşte o da efendisi,” diyerek Kentucky kıyısını gösterdi. “Ah Mr. Symmes, sizin de küçük bir oğlunuz var!”

“Evet var,” dedi adam ve sert ama iyi yürekli bir tavırla kadının dik kıyıdan tırmanmasına yardım ederek. “Ayrıca da sen yürekli bir kızsın. Yiğitliği nerede görsem hoşuma gider.”

Eliza tırmanmasını bitirince adam durdu.

“Senin için bir şey yapmak hoşuma giderdi ama seni götürebileceğim bir yer yok. Senin için yapabileceğim en iyi şey oraya gitmeni söylemek,” diyerek köyün anayolunun yanında tek başına göze çarpan büyük, beyaz bir evi işaret etti.

“Oraya git, onlar iyi insanlardır. Orada bir tehlike yoktur, hem yardım da ederler, bu tür şeylere de alışkındırlar.”

“Tanrı sizden razı olsun,” dedi Eliza.

“Hiçbir durumda, dünyadaki hiçbir durumda, senin için yaptığımın önemi yok,” dedi adam.

“Bir de… elbet kimseye söylemezsiniz değil mi efendim!”

“Ağzından yel alsın! Sen beni ne sanıyorsun? Asla! Hadi şimdi aklı başında iyi bir kız gibi git. Özgürlüğünü hak ettin ve bana göre almalısın da, tıpkı benim gibi.”

Kadın çocuğunu göğsüne bastırdı, sağlam adımlarla kayarcasına uzaklaştı. Adam durup ardından baktı.

“Shelby, bunun dünyanın en iyi komşuluğu olmadığını düşünebilirsin ama bir insan başka ne yapabilir ki? O da benim kızlardan birini aynı durumda yakalarsa böyle yapar. Peşinde köpekler olan, canını dişine takmış, soluk soluğa kendini kurtarmaya çalışan hiç kimseyi görmeye dayanamam. Hem, avcı olup da öbür insanları yakalamam için bir neden görmüyorum.”

Temel insan ilişkileri konusunda hiç eğitilmemiş, bunun sonucunda da Hıristiyanca davranışlara sırtını dönmüş, daha okumuş, daha aydınlanmış olsa farklı davranacak olan bu garip barbar tavırlı Kentucky’li işte böyle biriydi.

Haley olup bitenlere nutku tutulmuş bir izleyici olarak bakakalmıştı, Eliza kıyıya tırmanıp gözden yitince anlamsız, soran bakışlarını Sam ile Andy’ye çevirdi.

“Bu katlanılabilir hakça bir iş darbesi,” dedi Sam.

Haley, “Bu kızın inanıyorum ki yedi tane şeytanı var! Nasıl da yabankedisi gibi sıçradı!” dedi.

“Şimdi,” dedi Sam kafasını kaşıyarak, “umarım efendi o yolu seçtiğimiz için kusurumuza bakmaz. Öyle bir yolculuktan sonra pek yoruldum!” Ve boğuk bir sesle kıkır kıkır güldü.

Tüccar, “Sen gül bakalım,” diye homurdandı.

“Tanrı sizi korusun efendim ama kendimi tutamıyorum,” dedi Sam. Ruhundaki baskı altında kalmış sevinci dışa vurmuştu. “Atlayıp sıçrarken, buz da bir yandan çatırdarken öyle garip görünüyordu ki, tek duyduğumuz onun sesi bir de plof, çank, floşş, atla gibi seslerdi. Tanrı’m! Nasıl da gitti ama!”

Sam ile Andy yaşlar yanaklarından süzülünceye kadar güldüler.

Tüccar, “Ağızınızın tersiyle güldüreceğim sizi!” diyerek başlarına doğru kamçısını savurdu.

İkisi de başlarını çabucak eğerek kıyıdaki bayırdan yukarı koştular, adam atına bininceye kadar onlar atlarına yerleşmişlerdi bile.

“İyi akşamlar efendi!” dedi Sam müthiş bir ciddiyetle. “Sanırım artık hanımım, Jerry için kaygılanmaya başlamıştır. Efendi Haley’in de bize gereksinimi kalmadı zaten. Hanımım hayvanları tüm gece Lizzy’nin peşinden koşturduğumuzu duymak istemezdi,” diyerek Andy’nin böğrünü şakacıktan dürttü ve atını mahmuzladı, Andy son hızla Sam’i izlerken kahkahaları rüzgârda boğuldu.

8

Eliza’nın kaçışı

Eliza son bir umutla nehrin öte yanına kaçtığında tam akşamın loş alacakaranlığıydı. Nehirden yavaş yavaş yükselen, gri sis kıyının eğiminde gözden yittiğinde onu sarıp sarmaladı ve kabarmış akıntıyla batıp çıkan buz kütleleri peşindekiyle arasında umut kırıcı bir barikat oluşturdu. Haley de hoşnutsuzlukla daha sonra ne yapılması gerektiğini düşünmek için ağır ağır küçük hana döndü. Kadın partal bir kilimle kaplı küçük salonun kapısını açtı, bir köşede çok parlak kara muşamba örtülü bir masa, değişik biçimlerde ince uzun arkalı tahta iskemleler, şöminenin rafında hafifçe tüten bir ızgaranın yukarısında göz alıcı renklerde alçı süsler, bir de ahşaptan yapılma uzun ve sert, rahatsız görünümlü, şöminenin önü sıra boydan boya uzanan bir sıra vardı.

Haley insanoğlunun umut ve mutluluğunun genelde ne kadar değişken olduğunu düşünmek için buraya oturdu.

“Bana böyle aşağılık zenciler gibi davranılmasını hak etmek için şu küçük yaratıktan ne istedim sanki?” deyip pek de seçkin sayılamayacak bir dizi küfrü sıralayarak rahatlamaya çalıştı, çoğunu doğru saymak için pek çok nedenimiz olsa da, bu bir beğeni sorunu olduğundan, yapmayacağız.

Kapıda atından inen birinin tiz, kaba saba sesiyle irkildi. Hemen pencereye seğirtti.

“Şu işe bakın! Bu bizim Tom Loker değilse n’olayım!”

Haley aceleyle dışarı çıktı. Barın yanında, odanın köşesinde güçlü kuvvetli, kaslı, iki metrelik boyu ve geniş gövdesiyle bir adam duruyordu. Saçı sakalı birbirine karışmış olmasının yanı sıra, öküz derisinden paltosu ona dış görünümüne çok uyan sert “kıllı” bir hava veriyordu. Her organından, özellikle yüzünün ifadesinden kaba, ölçüsüz şiddet uygulayacak biri olduğu anlaşılıyordu. Okurlarımız bir buldoğun insan kılığında bir palto ve şapkayla dolaştığını düşleseler, adamın genel görünümüne ve yarattığı etkiye hiç de aykırı bir şey yapmış olmazlar. Kendisine hiç benzemeyen bir yol arkadaşı vardı; kısa, ince, hareketleri kıvrak, kedimsiydi; bir fare gibi sinsi, keskin, siyah gözleri ve yüz hatları, karşısındakinin duygularını paylaşmak için yontulup hazırlanmış gibiydi, uzun burnu her şeye girmeye bayılırmışçasına dışa doğru uzamıştı; kaygan, parlak, ince ve kara saçları alnına düşüyordu. Tüm hareketleri su katılmamış sakıngan bir zekânın göstergesiydi.

Koca adam büyük bir bardağa yarısına kadar saf ispirto boşalttı, tek söz etmeksizin tek yudumda yuvarladı. Küçük adamsa ayak parmaklarının ucunda duruyordu, başını önce bir yana, sonra öbür yana çevirerek şişeleri oradan buradan kokladı; sonunda ince, titreyen bir ses ve büyük bir dikkatle naneli, buzlu bir içki söyledi. İçkisi konulduğunda alıp titiz, beğenmiş bir havayla, en doğrusunu yaptığını, turnayı gözünden vurduğunu düşünen bir adam tavrıyla küçük, tedbirli yudumlarla içmeye koyuldu.

Haley yaklaştı, elini koca adama uzatarak, “Eh şansımın sonunda kapıyı çalacağı kimin aklına gelirdi? Eee, Loker nasılsın bakalım?” dedi.

Nazik yanıt, “Şeytan seni!” oldu. “Neden buradasın Haley?”

Adı Marks olan fare adam ansızın içkisini yudumlamayı bıraktı, başını öne uzatarak cin gibi yeni gelene bakmaya başladı, o anda kuru bir yaprağı ya da avını gözleyen bir kediyi andırıyordu.

“Rastlantının böylesi Tom. Bir sorunum var, bana yardım et!”

Durumundan hoşnut arkadaşı, “Ooo? Yaa? Öyle görünüyor!” diye homurdandı. “Hiç kuşkun olmasın ki, birini görünce sevinmişsen onunla bir hesabın var demektir. Öt bakalım!”

Haley kuşkuyla Marks’a baktı.

“Arkadaşın mı? Ya da bir yol arkadaşı ha?”

“Evet, arkadaşım. İşte Marks, Natchez’deyken birlikte olduğum adam bu.”

Marks kuzgun pençesi gibi uzun, ince bir el uzatarak, “Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi. “Mr. Haley değil mi?”

“Ben de memnun oldum efendim,” dedi Haley. “Eh, baylar böyle mutlu bir karşılaşmanın üzerine diyorum ki, bu salonda küçük bir iş çevirelim.”

Sonra bardaki adama dönüp, “Hadi bakalım ihtiyar zenci parçası, bize sıcak su, şeker, puro ve doğru dürüst bir şeyler getir de biraz eğlenelim.”

Derken, mumlar yakıldı, ızgaranın içindeki ateş iyice canlandırıldı ve bizim üç kafadar önceden tek tek özenle ısmarlanmış dostluk pekiştirici ne kadar malzeme varsa üstüne yayılmış olan masanın çevresine oturdular.

Haley garip sorunlarının acıklı beyanına başladı. Loker sustu, ters, asık suratlı bir dikkatle dinlemeye koyuldu.

Bir bardak punçu mızmızlanarak kendi garip damak zevkiyle buluşturmaya çalışan Marks, arada bir merakla kaldırdığı başı, Haley’in neredeyse burnuna soktuğu sivri burnu ve çenesiyle konuşmaya içten bir ilgi gösteriyordu. Sonuç, onu müthiş eğlendirmiş olacak ki, omuzlarıyla böğrü sessizce sarsılıyor, ince dudakları büzülerek içten içe ne kadar neşelendiğini gösteriyordu.

“Yani seni hallettiler öyle mi? He he! Temiz iş hani…”

Haley sıkıntılı bir tavırla, “Bu çocuklar ticarette çok sorun çıkarıyor,” dedi.

“Çoluk çocuğunu umursamayan bir kadın türü bulsak,” dedi Marks, “bugüne kadar bildiğim en büyük çağdaş gelişim olurdu.” Ortaya bir olta atarak yaptığı girişle üstünlük taslıyordu.

Haley, “Aynı dediğimiz gibi… Hiç anlamıyorum, şu çocuklar bir sürü dert açıyorlar başlarına, insan kurtulunca sevinecekler sanıyor ama sevinmiyorlar. Çocuğun en büyük sorunu da genelde ne kadar işe yaramazsa anasına o kadar yapışması.”

Marks, “Mr. Haley, şu sıcak suyu geçirir misiniz? Evet efendim, hepimizin ortak duygusunu dile getirdiniz. Bir zamanlar ticaret işindeyken bir kız almıştım, sıkı, hoş, enikonu da akıllı bir orospuydu, bir de insanın içini karartan hastalıklı bir çocuğu vardı, kamburdu; neyse, öyle ya da böyle birini bulup çocuğu kazıkladım, kızın onca sızlanacağı da aklımın köşesinden geçmemişti. Aman Tanrı’m, nasıl bastırdı görseniz. Oysa hastalıklı, huysuz, baş belası bir nesne olduğu için çocuktan kurtulmak işine gelir sanmıştım, üstelik numara da yapmıyordu, ağladı, ne kadar dostu varsa yitirmişçesine günlerce dalları budanmış ağaç gibi dolaşıp durdu. Düşününce bile gülünç geliyor. Tanrı’m, kadınların kafalarında olup bitenlerin anlaşılır yanı yok.”

“Eh, benimki de öyle,” dedi Haley. “Geçen yaz, Red Nehri’ndeyken bir kızla birlikte hoş görünümlü bir çocuk satın aldım, yıldız gibi parlak gözleri vardı ama gelin görün ki, taş gibi sağırdı. Gerçek, oğlanın taş gibi sağır olduğuydu. Ben onu elden çıkartmakta bir sakınca yok diye düşünmüş, kimseye sağır olduğundan söz etmemiştim; küçük bir fıçı viskiyle güzelce değiştokuş ettim ama iş annesinden ayırmaya gelince kız kaplan kesildi. Daha işe başlamamış olduğumuzdan köleleri zincirlememiştim, sen tut bir pamuk balyasının üstüne kedi gibi atla, güverte tayfalarının birinin elindeki bıçağı, bir dakikada havada uçarak kap, hiç kaçarı olmadığını görünce de, dön, çocuğu kafasından yakala, sonra ikisi birden doğru nehre! Lök gibi dibe gittiler, bir daha da çıkamadılar.”

Tüm bu öyküleri bastırılmış bir tiksintiyle dinleyen Tom Loker, “Breh breh!” dedi. “İkiniz de sümsüksünüz! Benim kızlarım asla böyle numaralar çekmez, duydunuz mu!”

“Yok canım! Nasıl engel oluyorsun peki?” dedi Marks ilgiyle.

“Engel olmak mı? Bak, bir kız satın aldığımda satılacak çocuğu varsa doğru kıza gider, yumruğumu yüzüne dayarım, ‘Bana bak, bana tek sözcük söylersen, suratını dağıtırım. Tek söz, sözcüğün ilk harfini bile duymayacağım!’ derim. ‘Bu çocuk da senin değil benim, senin onunla hiçbir ilişkin yok. İlk fırsatta satacağım haberin olsun, sakın bu konuda bir numara yapayım deme, yoksa doğduğuna pişman ederim seni!’ Kızlar da işi ele alış biçimimden hiç şakam olmadığını anlar Onları balıklar kadar suspus yapıveririm, biri hav diyecek olsa…” Mr. Loker durumu en iyi açıklayacak biçimde yumruğunu masaya indirdi.

Marks, Haley’in böğrünü dürterek, “Buna şiddet de diyebilirsiniz,” dedi, sonra da küçük bir kıkırtı daha koyverdi.

“Şu Tom garip değil mi? He he he! Ne diyorum biliyor musun Tom, bence sen onların anlamalarını sağlıyorsun, zencilerin kafaları örümcek ağı gibidir, bilirsin. Bir şeyden anlamazlar. Ne demek istediğin konusunda hiç kuşkuları olmamalı Tom. Sen şeytanın ta kendisi değilsen onun ikiz kardeşisin. Bunu söyleyebilirim!”

Tom övgüyü alçakgönüllülükle kabul etti ve John Bunyan’ın dediği gibi o köpeksi özelliklerine karşın tutarlı ve nazik görünmeye çalıştı. Akşam havasının tadını çıkartan Haley, ahlaki değerlerinde kabul edilebilir bir yükselmeyle genişleme duyumsamaya başladı. Beylerin durumlarını yeni koşullara uyarlayarak davranmaları yadırganacak bir şey değildir.

“Bak şimdi Tom, sen gerçekten kötüsün, bunu sana hep söyledim, biliyorsun Tom, Natchez’de de seninle bunları çok konuşmuştuk ve ben sana onlara iyi davranarak küpümüzü doldurabileceğimizi, bir yıl rahat yaşayacağımızı kanıtlamıştım. Ayrıca kötünün kötüsü olur da elimizde avucumuzda bir şey kalmazsa, bir şansımız daha olur demiştim.”

“Pöh!” dedi Tom. “Bilmiyor muyum sanki? Abuk sabuk konuşmalarınla benim kafamı bozma, midem şimdiden bulanmaya başladı.” Yarım bardak saf ispirtoyu yuvarladı.

Haley arkasına yaslanıp etkili olduğuna inandığı bir hareket yaptı.

“Diyorum ki… şunu söyleyeceğim, her zaman ticaretimi para kazanmak için yaptım, erkekler ticareti her şeyin önünde tutar ama ticaret her şey olmadığı gibi para da her şey değildir, hepimizin bir ruhu var, şu anda bunu kimin duyduğu umurumda bile değil, zaten üstümde bir kem göz var, o yüzden de baklayı ağzımdan çıkaracağım. Dine inanırım, bugünlerde her şeyi yerli yerine oturttuğumda, kendi içime dönmeyi tasarlıyorum, yani gerçekten gerekmedikçe daha çok kötülük yapmanın yararı ne? Bana hiç de akıllıca gelmiyor.”

Tom kibirli bir tavırla, “Kendi içine dönmek mi?” diye yineledi. “Özünde bir ruh bulmak için dikkatli bir gözle içini inceleyecek, sonra bu defterleri kapayacaksın. Şeytan seni kıl elekten geçirse bile saçının telini bulamayacak.”

“Ne o Tom, kızdın mı yoksa?” dedi Haley. “Biri senin iyiliğin için konuşuyorsa, neden tatlılıkla kabul etmiyorsun?”

Tom ters ters, “Kapa çeneni,” dedi, “dindarlık kisvesi altında yaptıkların dışında her tür konuşmana katlanırım, o tam anlamıyla canıma okuyor. Her şey bir yana, farkımız ne? Sen bir nebze daha mı duyarlısın ya da duyguların biraz daha mı fazla? Bu tam anlamıyla halis muhlis köpeklik, şeytan kandırıp paçayı kurtaracaksın, bunu görmüyor muyum sanki? Sonra da tutup senin deyişinle dine ‘sarılacaksın’. Ne kaypak bir davranış bu, ömrün boyunca şeytana borcun biriksin, sonra ödeme zamanı gelince sıvış! Peh!”

“Hadi, yapmayın beyler, iş böyle yapılmaz,” dedi Marks. “Tüm olaylara değişik bakış açıları vardır. Mr. Haley hiç kuşkusuz çok iyi bir adam ve onun da kendi vicdanı var, senin Tom kendi alışkanlıkların var, bazıları da çok iyi Tom; ama tartışma hiçbir amaca yanıt değildir. Şimdi işe gelelim. Bakın Mr. Haley, sizin şu kızı yakalamak için neyi üstlenmemizi istiyorsunuz?”

“O kız benim değil, Shelby’nin, ben yalnızca oğlanı istiyorum. Maymunu almakla enayilik etmişim!”

Tom aynı huysuz tavrıyla, “Sen çoğu zaman enayisin!” dedi.

“Yapma Loker, şu anda senin o babalanmalarına hiç gerek yok,” dedi Marks dudaklarını yalayarak, “gördüğün gibi Mr. Haley sanırım bize iyi bir iş öneriyor, sen de sakin ol biraz, benim asıl hünerim, senin iş anlaşmalarında ortaya çıkar. Şu sizin kız, Mr. Haley, nasıl biri?”

“Melez ve alımlı, iyi yetişmiş. Shelby’ye onun için sekiz yüz teklif ettim.”

“Melez, alımlı, iyi yetişmiş!” Marks’ın keskin gözleri, burun ve ağzı yatırım olasılığıyla canlanmıştı.

“Bak Loker, bu güzel bir açılış. Burada kendi hesabımıza bir iş yapacağız, çocuğu yakalayacağız elbette, o Mr. Haley’e gidecek, kızı da vurgun yapmak için New Orleans’a götüreceğiz. Güzel değil mi?”

Tom bu konuşma sırasında aralık duran kocaman, kaba ağzını büyük bir köpek bir parça etin üstüne kapatırmışçasına ansızın hızla kapattı, Marks’ın söylediği fikri acele etmeksizin hazmediyormuş gibiydi.

Marks, Haley’e, “Görüyorsunuz ya,” dedi, bu arada punçunu karıştırıyordu, “görüyorsunuz ya, her derde deva olmasını biliriz. Bu da bizim işimiz. Tom can alıcı darbeyi vurur, ardından ben iki dirhem bir çekirdek, parlayan çizmelerle falan devreye girerim. İş güven sağlamaya gelince üstüme yoktur.” Marks profesyonelliğinden gurur duyarak konuşmasını sürdürdü:

“Bu işte nasıl nabza göre şerbet verdiğimi görmelisiniz. Bir gün New Orleans’lı Mr. Twickem’dır, öbür gün yedi yüz zenci çalıştırdığım Pearl Nehri’nin kıyısındaki ekim alanlarından yeni gelmiş biri, derken Henry Cley’in uzaktan akrabası ya da Kentucky’li bir kart horoz olurum. Yetenek başka bir şey biliyor musunuz? Yumruklama ya da kavgada Tom bir kükrer, tamam ama yalana gelince hiç iyi değildir, Tom o işi beceremez, yani ona doğal gelmez ama Tanrı’m, bu ülkede her şey için ant içip söz verecek, tüm koşulları belirleyip benden daha ekşi bir suratla onları süsleyecek ve benden daha iyi taşıyacak biri varsa, beri gelsin! Yürekten inanıyorum ki, yasalar daha ayrıntılı olsaydı, boşlukları daha iyi değerlendirirdim. Bazen daha ayrıntılı olmalarını diliyorum, öyle olsaydı çok daha tatmin edici olurdu, daha çok eğlenirdik, biliyor musunuz.”

Daha önce de anlattığımız gibi Tom Loker ağır işleyen düşüncelerin ve ağır hareketlerin adamıydı, Marks’ın sözlerinin tam bu noktasında ağır yumruğunu her şeyi şangırdatacak hızda masaya indirdi.

Öyle de olacak!” dedi.

Marks, “Tanrı seni korusun Tom, tüm bardakları kırmana gerek yok, yumruğunu gerekli olduğu zamana sakla,” dedi.

Haley, “İyi de beyler, kârı nasıl paylaşacağız?” diye sordu.

Loker, “Oğlanı yakalamamız yetmiyor mu? Ne istiyorsun?” dedi.

Haley, “Eh, ben size iş veriyorsam, bir değeri olmalı, kadını da satacaksanız, kârın yüzde onu diyelim, giderler ödenmiş olarak…”

Loker sunturlu bir küfür savurarak ağır yumruğunu masaya indirdi.

Seni bilmez miyim Dan Haley? Sakın üstüme geleyim deme! Ne yani, kadını yakalayıp cebimiz boş mu dönelim? O kadar uzun boylu değil! Biz kızı alacağız, sen de sesini çıkarmayacaksın, yoksa ikisini birden alırız. Kim engelleyebilir ki? Sen mi oyunun kurallarını belirliyorsun yani? Sen ne kadar özgürsen biz de o kadar özgürüz! Shelby ya da sen izlemek isterseniz geçen yılki kekliklere bir bak bakalım, onları ya da bizi bulabilirsen, ne âlâ!”

Haley telaşlanmıştı.

“Eh, elbette canım, anlaşma böyle kalsın, siz oğlanı yakalayıp işinizi yapın, sizler ‘ya hep ya hiççiler’siniz, benimle de uzun süre ticaret yaptınız. Her şey senin istediğin gibi olurdu Tom.”