Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tom Amca'nın Kulübesi», sayfa 6

Yazı tipi:

“Bunu biliyorsun. Ben senin o ağlama numaralarını yapmam ama şeytanla hesabımda da yalan söylemem. Dediğimi yaparım, yapacağım da, bunu biliyorsun Dan Haley.”

“Aynı dediğin gibi, evet aynı öyle, ben de bunu kastetmek istemiştim Tom,” dedi Haley. “Oğlanı bir hafta sonra söyleyeceğiniz bir yerde teslim etmeye söz verin, tek isteğim bu.”

“Ama benim tek istediğim o değil,” dedi Tom. “Seninle Natchez’de boşuna mı iş yaptım sanıyorsun Haley? Yakaladığımda balığı elimde tutmayı öğrendim. Elli doları hemen bastır, yoksa cebine davranmazsın, seni bilirim.”

“Elinde temizinden bin ya da altı yüz kâr getirebilecek bir iş varken, mantıksız davranıyorsun,” dedi Haley.

“Öyle. Gelecek beş haftayı elimizden geleni yapmak üzere bu işe ayırmadık mı? Diyelim ki, her şeyi bırakıp şu senin çocuğun peşinden taban tepeceğiz ama sonunda kadını yakalayamayacağız, kadınlar yakalanmak istemediklerinde şeytan olur, o zaman ne olacak? Bize tek sent öder miydin? Öder miydin ha? Seni gözümün önüne getiriyorum da… peh! Hayır hayır, sen ellini tosla bakalım. İşi yapar, para da alırsak, geri veririm, olmazsa girdiğimiz sıkıntının bedeli olur, tamam, değil mi Marks?”

Marks yatıştırıcı bir sesle, “Elbette elbette,” dedi, “yalnızca vekâlet ücreti he, he! Biz avukatlar, malum… Eh hepimiz iyi davranışlar içinde olmalı, işi kolaylaştırmalıyız biliyorsunuz. Tom istediğin bir yere çocuğu getirir, değil mi Tom?”

“Çocuğu bulabilirsem Cincinnati’ye getirir, Granny Belcher’in inişinde bırakırım,” dedi Loker.

Marks cebinden yağlı bir cep defteriyle uzun bir kâğıt çıkardı, oturdu, keskin kara gözlerini dikip yazdıklarını mırıldanmaya başladı. Barnes Shelby, eyaletten çocuk Jim, onun için üç yüz dolar, ölü ya da diri.

Edwards, Dick ile Lucy, karıkoca, altı yüz dolar, orospu Polly ve iki çocuğu, ona da altı yüz.

“Şöyle işlerin üstünden bir geçeyim de bakalım ne yapmışız bir göreyim, dedim Loker,” dedi biraz duraladıktan sonra. “Bu yılı kazasız belasız geçirebilecek miyiz diye işin bir kez daha üstünden geçiyorum,” dedi, ardından da, “bunları yakalamak için işe Adams ile Springer’ı da katmalıyız, onlarla daha önce iş yaptık,” diye ekledi.

“Çok pahalıya mal olurlar,” dedi Tom.

Marks, “Onu ben ayarlarım, onlar bu işte daha yeni, o yüzden işi ucuza yapabilirler,” dedi bir yandan da okumayı sürdürüyordu.

“Kolay işlerde üçü çalışır, sonuçta ya vuracaksınız ya da vurduğunuza yemin edeceksiniz. Ağır bir iş değil. Ücreti de düşük olacak elbette. Öbürleriyse,” dedi kâğıdı katlayarak, “bir belayı savuşturmayı üstlenenlerdir. O yüzden artık özel ayrıntılara girebiliriz. Şimdi, Mr. Haley bu kızın nerede karaya çıktığını gördünüz mü?”

“Hiç kuşkusuz, sizi gördüğüm kadar net, hem de…”

“Ve öbür yakada ona çıkması için yardım eden bir de adam ha?” dedi Loker.

“Hiç kuşkusuz, bunu da gördüm.”

Marks, “Akla en yakın olasılık, bir yere götürüldüğü ama asıl sorun nereye olduğu? Tom sen ne diyorsun?”

“Nehri bu gece geçmeliyiz, bunda hata olmamalı.”

Marks, “Ama kayık yok ki,” dedi. “Buzlar korkunç bir biçimde yuvarlanıyor Tom, tehlikeli olmaz mı?”

Tom kararlılıkla, “O konuda bir şey bilmiyorum, tek bildiğim yapılması gerektiği,” dedi.

Marks huzursuzca kıpırdanarak, “Hey Tanrı’m!” dedi. “Olacak da… diyorum ki,” dedi pencereye yürüyerek, “dışarısı kurt ağzı gibi karanlık Tom…”

“Sözün kısası sen korkuyorsun Marks ama bu konuda bir şey yapamam, gitmemiz gerek. Diyelim ki sen bir-iki gün yattın, kızı da sen işe başlamadan yeraltından bir yerden Sandusky’ye falan kaçırdılar…”

“Aa, hayır, zerre kadar korkmuyorum,” dedi Marks, “yalnızca…”

“Yalnızca ne?”

“Şu kayık işte. Hiç kayık yok da…”

“Kadının bu akşam bir tekne geleceğini söylediğini duydum, bir adam da onunla karşıya geçecekmiş. Ya hep ya hiç, onunla gitmeliyiz,” dedi Tom.

Haley, “Umarım iyi köpekleriniz vardır.”

“Birinci sınıf,” dedi Marks, “ama ne yararı var? Koklatacak bir şey yok ki!”

Haley zafer kazanmışçasına, “Evet var,” dedi. “Aceleyle çıkarken yatağın üstünde bıraktığı şalı var. Başlığı da var…”

Loker, “Şansımız yaver gidiyor,” dedi. “Şunları uçlan bakalım.”

“Uyarısız saldırırlarsa köpekler kadına hasar verebilir.”

Marks, “Bunu dikkate almalıyız. Bir kez Mobile’de adamın birini biz kurtarıncaya kadar bin parçaya ayırmışlardı.”

Haley, “Köle ticaretinde görünüş önemlidir. Böyle bir şey olsun istemem.”

Marks, “Bal gibi anlıyorum. Ayrıca çevresi sarıldığında da izlenmemeli. Bu eyalette o yaratıkların izlenmesinde köpek kullanmak pek akıl kârı değil, kaldı ki köpeklerin gittiği yoldan gidemezsiniz. Yalnızca geniş ekin alanlarında zenciler koştuğunda kovalar ki, onun da bize yararı olmaz.”

Loker, “Eh,” dedi. Bazı araştırmalar yapmak için bardan çıkmıştı. “Kayıkla bir adam gelecekmiş ha Marks?”

Sözü edilen değerli zat, ayrılacağı rahat ortama acıklı bir bakışla baktı ama yine de çağrıya uyarak ayağa kalktı. İşin ayrıntılarıyla ilgili birkaç söz daha söyledikten sonra Haley gözle görülebilen belirgin bir gönülsüzlükle elli doları Tom’a verdi ve saygın üçlü gece buluşmak üzere ayrıldılar.

Şimdi bizim seçkin, Hıristiyan okurlarımızdan birinin bu sahnenin tanıttığı toplum kesimine itirazları olursa zamanla bu önyargılarından kurtulmalarını rica edelim. Onlara anımsatmamıza izin versinler, bu yakalama işi yasal ve yurtsever bir mesleğin saygınlığını korumak içindir.

Mississippi ile Pasifik arasındaki geniş topraklar beden ve ruhlar için koca bir pazara dönüşürse, insan alınıp satılan bir nesne olarak on dokuzuncu yüzyılın önemli metalarından biri halini alırsa ve insanlar da bu ticarete eğilimli olursa, tüccarla avcı aristokrasimize bile girebilir.

Meyhanede bunlar olup biterken Sam ile Andy bir bayram kutlarcasına evin yolunu tuttular.

Sam’in etekleri öylesine zil çalıyordu ki, sevincini garip naralar, böğürmeler, tüm bedeninin gülünesi biçimde eğilip bükülmesiyle gösteriyordu. Arada ata ters ya da yan biniyor, derken hoop bir takla atıp yine yerine oturuyor, ciddi bir ifade takınarak ve Andy’yi güldürmek için saf taklidi yaparak yüksek sesle söylevler veriyordu. Ardından kollarıyla yanlarına vurarak bir kahkaha tufanına yakalanıyor, geçtikleri yaşlı ormanı çınlatıyordu.

Tüm bu taşkınlıklarla atları son hızla sürüyordu. Sonunda onla on bir arasında nalların sesi balkonunun alt ucundaki çakıllarda duyuldu. Mrs. Shelby parmaklığa neredeyse uçtu.

“Sen misin Sam? Neredeler?”

“Efendi Haley handa dinleniyor, müthiş yoruldu hanımım.”

“Ya Eliza ile Harry?”

“Eh onun Ürdün Nehri’ni geçtiğini kesin olarak söyleyebilirim. Vaat Edilmiş Topraklar’a vardığı bile söylenebilir.”

“Sen ne demek istiyorsun Sam?” dedi Mrs. Shelby soluğu tıkanarak. Sözlerin anlamını kavrayınca bayılacak gibi olmuştu.

“Eh hanımım, ulu Tanrı kullarını korur. Tanrı Lizzy’ yi çift atlı ateşten bir arabayla taşırcasına nehri aşıp Ohio’ya ulaştırdı.”

Sam’in Tanrı’ya duyduğu saygı hanımının huzurundayken olağanüstü artar, duvar kabartması gibi görüntüler çizerek konuşurdu.

Eşinin peşinden balkona çıkan Mr. Shelby, “Sam, buraya gel de hanımına istediği şeyi anlat,” dedi. Sonra da kolunu ona dolayarak, “Gelin, gelin Emily,” dedi. “Üşümüşsünüz, titriyorsunuz, kendinizi duygularınıza çok fazla kaptırıyorsunuz.”

“Duygularına çok fazla kaptırmak mı? Ben bir kadın, bir anne değil miyim? Bu zavallı kızcağız için Tanrı’ya karşı ikimiz de sorumlu değil miyiz? Tanrı’m, bu günah için bizi yargılama!”

“Ne günahı Emily? Siz de gördünüz ki, yalnızca yapmak zorunda olduğumuz şeyi yaptık.”

“Yine de bu iş yüzünden müthiş bir suçluluk duygusu var içimde. Aklımı kullanarak uzaklaştıramıyorum.”

Sam balkonun altından, “Hadi Andy, seni zenci, canlan bakalım, atları ahırlarına götür, efendi çağırıyor, duymuyor musun?” dedi ve elinde bir palmiye yaprağından yapılma bir şapkayla salonun kapısında belirdi.

Mr. Shelby, “Gel bakalım Sam, olayın nasıl olduğunu bize ayrıntısıyla anlat. Eliza nerede, biliyor musun?” diye sordu.

“Efendim, yüzen buzların üstündeydi, gözümle gördüm onu. Şaşılacak gibi aştı orayı, mucize falan da değildi hani, sonra da bir adamın Ohio yakasına tırmanmasına yardım ettiğini gördüm, sonra alacakaranlıkta gözden kaybettim.”

“Sam, bence bu hayal ürünü, mucize demek istiyorum. Yüzen buzun üstünden karşıya geçmek pek de kolay olmasa gerek.”

Sam, “Kolay mı! Tanrı’nın yardımı olmasaydı kimse yapamazdı. Bakın şimdi, aynen şöyle oldu. Efendi Haley, ben ve Andy, nehrin kıyısındaki küçük hana geldik, ben biraz daha gittim. Lizzy’yi yakalamaya öyle hevesliydim ki yerimde duramıyordum, tam hanın dibindeki asmanın oraya varmıştım ki, bir de ne göreyim, Lizzy ayna gibi karşımda, öbürleri de arkadan geliyor. Eh, ben de şapkamı fırlatıp ölüleri kaldıracak kadar bağırıp çağırdım. Lizzy duydu elbette ve Efendi Haley tam kapıdan girerken çabucak çekilip kaçtı, sonra da kapıdan çıkıp doğru nehrin kıyısına gitti, Efendi Haley onu gördü ve bağırdı, Andy, ben ve Efendi Haley arkasından koştuk. Lizzy nehre geldi, kıyıda beş metreye yakın genişlikte akıntı vardı, öbür kıyıda da koca adalar gibi buz kütleleri sallanıyor, suya batıp çıkıyordu. Tam arkasına geldik, ben de artık kesin yakalandı diyordum ki, kadın şimdiye kadar duymadığım bir çığlık koyverdi, bir de baktım akıntının öbür yanında buzun üstünde, derken bağıra sıçraya gitmeye başladı, buzlar çatırdıyor, suya batıyor ama o hiç aldırmadan huysuz bir atın sırtındaymışçasına gidiyordu! Tanrı’m, o kızın yaptığı atlayışı kimse yapamaz fikrimce.”

Sam öyküsünü anlatırken Mrs. Shelby hiç kımıldamadan heyecandan beti benzi atmış oturuyordu. Sonunda, “Şükürler olsun ki ölmemiş!” dedi. “Peki o çocukcağız nerede şimdi?”

“Ulu Tanrı onu koruyacaktır,” dedi Sam gözlerini huşu içinde devirerek. “Hep dediğim gibi bu Tanrı’nın bir lütfu ve hiç kuşkusuz hanımımın adamları bu lütfa göre davranır. Bu adamların sesi ulu Tanrı’nın iradesini yerine getirmek üzere çıkar. Bugün ben olmasaydım o kırk kere yakalanmıştı. Bu sabah atların peşine düşüp öğleye kadar kovalamadım mı? Bu akşam Efendi Haley’i yolun beş mil uzağına çekmeseydim tilkinin peşindeki tazı gibi Lizzy’yle çıkagelecekti. Bunlar hep Tanrı’nın lütfu.”

“Bir de olabildiğince kıt kullanman gereken bir lütuf daha var Sam Efendi. Evime gelen beylere böyle davranmana izin veremem.” Mr. Shelby koşullar elverdiğince emredebileceği kadar hoşgörüsüz konuşmuştu. Bir zenciye kızmış gibi yapmanın aynı bir çocuğa yapılmışçasına, hiçbir yararı yoktur, ikisi de aksi etkiyi yaratmak için tüm çabalamalarına karşın olayı farklı bir açıdan göremezler. Sam’in bu azardan zerre kadar umudu kırılmamış olmasına karşın ortada sıkıntılı bir tehlike havası sezdi ve ağzının uçları pişmanlıkla aşağı sarkmış, kalakaldı.

“Efendi çok haklı çok, ne çirkin bir şey yaptım, bunu tartışmaya gerek yok, elbette efendi de hanımım da bu tür davranışları onaylamaz. Bu konuda çok duyarlıyım ama benim gibi zavallı bir zenci bazen şaşılacak kadar çirkin şeyler yapabiliyor, Efendi Haley gibi kişiler de yağcılık yaptıklarına göre beyefendi olamazlar, benim gibi yetişmiş birinin bu gözünden kaçmaz.”

Mrs. Shelby, “Pekâlâ Sam, hatalarını anlayacak kadar saygın duyguların olduğuna göre gidip Chloe Teyze’ye bugünkü öğle yemeğinden artan soğuk domuz etinden vermesini söyleyebilirsin. Andy’yle aç olmalısınız,” dedi.

Sam neşeli bir tavırla çabucak eğiliverdi, “Hanımım bize karşı layık olmadığımız kadar iyi,” dedikten sonra çıktı.

Daha önce de sözünü etmiştik, Sam’in doğal bir politika yeteneği vardır ve bu onu doruğa taşıyacaktır. Bu, ortaya çıkan her şeyden özel böbürlenme ve ününe ün katmada kullanılmak üzere sermaye yaratma yeteneğidir. Salondakileri mutlu ederek hem dindar hem de alçakgönüllü davranmıştı; başındaki palmiye yaprağından şapkayı eğlence düşkünü ve kolay bir adam tavrıyla şöyle bir düzelttikten sonra mutfakta canına can katma kararıyla Chloe Teyze’nin egemenliğine yollandı. Kendi kendine, “Bu zencilere bir söylev çekmeli,” diyordu, “şimdi fırsat ayağıma geldi işte. Ağzımdan öyle bal damlayacak ki, apışıp kalacaklar!”

Sam’in özel zevklerinden birinin ne olduğu şimdiye dek anlaşılmış olmalı. Efendisiyle her tür politik toplantıda bulunmak… Ya bir parmaklığa ya da bir ağaçta gözden uzak bir yere tüneyerek o konuşmacıları dinler, sonra da kendi renginden din kardeşlerinin arasına inerek aynı konu üstünde onları çevresine toplayıp en gülünesi taşlamalar ve yansılamalarla bir yandan eğitip bir yandan eğlendirir, üstelik bunların tümünü de son derece vakur bir içtenlik ve ciddiyetle yapardı. Çevresindeki dinleyicilerin hemen tümünün kendi renginden olmasına karşın çoğunlukla, dinleyen, gülen, arada Sam’in müthiş öz kutlamasına göz kırpan kendilerinden çok daha açık renk tenli olanlara da rastlanırdı. Aslında Sam konuşmacı olmayı kendi mesleği gibi görür ve hiçbir fırsatı kaçırmazdı.

Sam ile Chloe Teyze arasında çok eski zamanlardan beri süregelen taşlaşmış bir düşmanlık, daha doğrusu kararlılıkla sürdürülen bir soğukluk vardı ama Sam ne yapacağı üzerine derin düşüncelere daldığı o anda son derece sakin davranmaya karar verdi çünkü her ne kadar “hanımın emirleri”nin tartışmasız sonuna kadar izlenmesi gerekiyorsa da Sam buna ruhunu da gönüllü katarak epey kazanç sağlayabilirdi. Böylece Chloe Teyze’nin yanına acıklı bir biçimde boynu eğik, uysal bir ifadeyle eziyet görmüş yakın bir dostunun adına ölçüsüz sıkıntı çekmiş biri gibi girdi ve hanımın dosdoğru Chloe Teyze’ye gidip istediği gibi karnını doyurması yolunda verdiği buyruğu son derece abartarak aktardı. Ardından da Chloe Teyze’nin bir aşçı olarak üstünlüğünden söz ederek kadına yağ çekti.

Etki, hemen görüldü. Hiçbir yoksul, basit, erdemli kişi, seçim kazanmak için çalışan bir politikacı tarafından Sam Efendi’nin tatlı dili sayesinde Chloe Teyze’yi kazandığı kadar kolay kazanılmamıştır. Sam yaşamı ciddiye almayan mirasyedi bir oğul bile olsaydı bu anaç eli açıklıkla daha çok sarılıp sarmalanamazdı. Çok geçmeden kendini mutlu, şen şakrak, masanın başında, önüne koca bir teneke tepsi dolusu iki-üç gündür sofraya çıkan her şeyden oluşmuş bir yemek ziyafetiyle oturur buldu. Baharatlı, lezzetli domuz eti parçaları, kocaman altın renkli mısır ekmeği dilimleri, akla gelebilecek her geometrik biçimde pasta ve börekler, tavuk kanatları, taşlıklar ve butlar, tümü de resim gibi karmakarışık önüne yayılmıştı, Sam’se, başındaki palmiye yaprağı şapkası neşeyle yana yatmış, sağındaki Andy’yi denetleyerek oturuyordu.

Mutfak günün sonuçlarını öğrenmek için öbür kulübelerden koşup üşüşen arkadaşlarıyla doluydu. Şimdi Sam’in şan ve şeref saatiydi. Sam, modaya uygun sanatseverlerimiz gibi bazı öykülerin elinden geçerken yaldızlarının dökülmesine asla izin vermeyeceğinden günün öyküsü, etkisini artırmak için gerekli her tür süs ve cilayla aktarıldı. Anlatıya kahkaha gürültüleri karışıyor, bu gülüşler, yerde orada burada değişik sayılarda yatan ya da köşelerde tünemiş ufaklıklarca uzatılıyordu. Kahkahaların en çınladığı anlarda bile Sam hareketsiz ağırbaşlılığını koruyor, arada bir gözlerini yuvalarında devirerek konuşmanın duygusal yükselişini bozmaksızın dinleyicilerine anlatılması olanaksız maskaralıkta bakışlar fırlatıyordu.

Bir hindi budunu olanca coşkusuyla havaya kaldırarak, “Gördüğünüz gibi dost ve hemşerilerim,” dedi, “gördüğünüz gibi bu evladınız sizi savunmak için nelere katlandı, evet, her şey sizin içindi. O adam açısından birimizi almak, hepimizi almakla eşanlamlıydı, sonuçta ilke aynı, bu gayet açık. O iz sürücülerden biri benim insanlarımdan birini koklayarak peşine düşerse, karşısında beni bulur. Kozunu paylaşacağı kişi benim, hepinizin başvuracağı adam benim, ben sizin haklarınız için direneceğim, son nefesime kadar da savunacağım onları!”

“İyi ama Sam, bana bu sabah Lizzy’yi yakalamak için efendiye yardım edeceğini söyledin, konuşmaların birbirini tutmuyor gibime geliyor,” dedi Andy.

Sam dehşet bir üstünlükle, “Bak sana ne diyeceğim Andy,” dedi, “hakkında hiçbir şey bilmediğin bir şeyden sakın söz edeyim deme, senin gibi delikanlılar Andy, iyi niyetlidir ama böylesi büyük işler söz konusu olunca tuzağa düşmemeleri beklenemez.”

Topluluğun daha genç üyeleri tuzağa düşmek sözcüğünü durumu pekiştiren bir sözcük olarak almışlardı ama Andy bu sert yorumdan rahatsız görünüyordu, bu arada Sam konuşmayı sürdürdü:

“Lizzy’nin peşindekileri düşündüğümde efendinin bu konuda inatçılık ettiğine karar verdim. Hanımın tam aksi düşüncede inat ettiğini görünce de işe vicdanım karıştı, neden derseniz hanım hep bizim tarafımızı tutar, ben de hem vicdanımın sesini dinledim hem de ilkelerime sarıldım.”

Sam elindeki tavuk boynuna coşkulu bir hamle yaparak, “Evet ilkeler,” dedi. “Üstünde diretilmeyecekse ilkelerin yararı ne bilmek isterdim. İşte Andy, şu kemiği alabilirsin, tam kemirilmemiş.”

Sam’in dinleyicileri ağızları bir karış açık dinliyorlardı, Sam de konuşmayı sürdürmekten başka çaresi yok havalarındaydı. Anlaşılması zor bir konuya giren birinin havasıyla, “Bu diretme konusuna gelince zenci dostlar,” dedi, “bu diretme sözcüğü kimsenin çok iyi anlayamadığı bir şey. Şimdi bakın, biri bir gün bir şeyi, gece de tam aksini savunursa, el âlem ne der? Haklı olarak neden sözünde direnmedi demez mi! Şu mısır ekmeğini ver bakayım bana Andy. Yine de işin temeline inelim. Umarım hanımlar beyler kullanacağım benzetmenin basitliğini bağışlarlar. Diyelim ki bir saman yığını var, üzerine çıkacağım. Merdivenimi sağa sola, dört bir yöne dayıyorum. Demek ki ne yaptım? Bu işte sebat ettim. Yukarı çıkmak uğruna merdivenimi ne yana olursa dayadım. Görmüyor musunuz, her şey size bağlı!”

Chloe Teyze, “Bugüne kadar direndiğin tek şeyin ne olduğunu Tanrı bilir!” diye mırıldandı. Sabırsızlanmaya başlıyordu, akşamın neşesi ona Kutsal Kitap’taki “güherçilenin üstündeki sirke”yi anımsatıyordu.

Sam geceyi kapatmak için son bir çaba göstererek midesi yemek, içi gururla dolu ayağa kalkarken, “Evet, ne demezsin!” dedi. “Evet dost ve hemşehrilerim, benim ilkelerim var, onlarla gurur duyuyorum, bu günlerde ilkeli olmak ayrıcalıktır, hep öyle olagelmiştir. Benim ilkelerim var, ben de kırkındaymışım gibi yapışmışımdır onlara, dört elle sarılırım, yaşamımı yangına çevirseler bile umurumda olmaz, dosdoğru belaya yürürüm ve işte kanımın son damlasını ilkelerim için, ülkem için, toplumun hayrı için akıtmaya geldim derim.”

Chloe Teyze, “Eh, ilkelerinden biri de bu gece artık şu yatağına girip herkesi sabaha kadar ayakta tutmamak olmalı, siz de çocuklar, gülmekten çatlamadan toparlansanız iyi olur.”

Sam, palmiye yaprağı şapkasını sevecenlikle sallayarak, “Zenciler! Tümünüze sesleniyorum, hayırdualarım sizinle, şimdi gidin yatın ve iyi çocuklar olun.”

Bu yürek sızlatıcı takdis duasıyla topluluk dağıldı.

9

Senatörün de bir insan oluşunun

ortaya çıkışı

Senatör Bird uzaklarda, siyasi gezilerinde olduğu sırada karısının onun için elleriyle yaptığı bir çift yeni, şık terliği ayaklarına geçirme hazırlığında çizmelerini çıkarırken, neşeyle yanan ateşin ışığı loş salondaki irili ufaklı halılara vuruyor, fincanların ve iyice parlatılmış çaydanlığın ateşten yana olan yüzlerinde ışıldıyordu. Mrs. Bird göze müthiş hoş gelen bir resim gibiydi, bir yandan sofranın hazırlanışını denetliyor, bir yandan da Nuh Tufanı’ndan beri anneleri şaşkına çeviren, her saniye bin bir türlü oyun ve haylazlık icat eden, neşe içindeki çocuklara arada bir karışıyor, uyarılarda bulunuyordu:

“Tom, kapı tokmağını bırak, orada içeri girmek isteyen biri var! Mary Mary! Kedinin kuyruğunu çekme, zavallı pisicik! Jim masanın üstüne tırmanmamalısın, hayır ha-yır!”

Sonunda kocasına bir şeyler söyleme fırsatını bulduğu an, “Bu akşam seni burada görmek bizim için ne sürpriz oldu, bilemezsin canım!” dedi.

“Evet, öyle, bir koşu gelip geceyi geçireyim, evimde azıcık rahat edeyim, dedim. Ölesiye yorgunum, başım da ağrıyor!”

Mrs. Bird, kapağı yarı açık dolapta duran kâfur şişesine bir göz attı, tam ona yaklaşmak için bir hareket yapacaktı ki, kocası araya girdi:

“Hayır hayır Mary, doktorluk yok. İstediğim şöyle demli sıcacık bir çayla evimizin güzel havası. Yasa yapmak yorucu iş!”

Senatör, kendini ülkeye kurban ettiğini düşünmek hoşuna gitmişçesine gülümsedi. Çay sofrasının hazırlanma işi biraz yoluna girince karısı, “Eee, senatoda neler yapıyorlar bakalım?” diye sordu.

Tatlı Mrs. Bird’ün kafasını mecliste olup bitenlere yorması hiç de olağan bir olay değildi, kendi işine bakmasını gerektirecek kadar yapacak şeyi olduğunu düşünmek daha akıllıcaydı. Bu nedenle Mr. Bird şaşkınlıkla gözlerini kocaman açtı ve, “Pek önemli şeyler değil,” dedi.

“Zavallı yeni gelen zencilere halkın yiyecek içecek vermesini yasaklayan bir yasa geçirmeye çalıştıkları doğru mu? Böyle bir yasadan söz edildiğini duydum ama hiçbir Hıristiyan millet meclisi üyesinin bunu onaylayacağını düşünemem!”

“Ne o Mary, ansızın politikacı kesildin?”

“Hayır, saçmalama! Sizin politikanız zerrece umurumda değil ama bunun hepten acımasız ve asla Hıristiyanlara yaraşmayan bir şey olduğunu düşünüyorum. Umarım sevgilim, böyle bir yasa geçmemiştir.”

“Kentucky’den gelen kölelere yardımı yasaklayan bir yasa geçti canım, olayın büyük bölümünden de şu pervasız kölelik karşıtları sorumlu, Kentucky’deki din kardeşlerimiz çok heyecanlandılar, bu durumda Hıristiyanca ya da değil, bu heyecanı yatıştıracak gibi davranmalıydık.”

“Peki ya yasa ne diyor? Bu zavallıcıkları bir gece barındırmayı, içlerini ısıtacak bir şeyler yedirmeyi, birkaç da eski giysi verip sessiz sedasız yollarına göndermeyi yasaklamıyor, değil mi?”

“Canım biliyorsun ki bu, yasadışı yardım etmek ve kışkırtıcılık anlamına gelir.”

Mrs. Bird çekingen, yüzü hemen kızarıveren, kısa boylu, tatlı mavi gözlü bir kadındı; şeftali gibi bir teni vardı, sesiyse dünyadaki en nazik, en tatlı sesti; yüreklilik konusuna gelince; orta boy bir baba hindinin ilk bağırışında Mrs. Bird’ün ödünü koparıp onu telaşla kaçırdığı, yeteneği orta çapta, irice bir ev köpeğininse yalnızca dişlerini göstererek ona boyun eğdirdiği biliniyordu. Kocasıyla çocukları tüm dünyasıydı, onları daha çok rica ederek ve ikna ederek yönetirdi. Onu uyarabilecek tek bir şey vardı, kötülükten nefret ederdi. Kötülük nadir bulunur tatlılığını ve cana yakınlığını siler atar, onu şaşırtıcı ve acı bir öfkeye boğardı. Genelde annelerin en hoşgörülüsü ve en kolay bir şey istenileniydi ama yine de oğulları bir kez onları döverek cezalandırdığını olayın şiddetli etkisi hiç azalmamış olarak anımsıyorlardı, nedeni de komşu mahalleden birkaç arsız çocukla birleşip savunmasız bir kedi yavrusunu taşa tutmuşken yakalanmalarıydı.

Efendi Bill, “Biliyor musunuz, önce korktum. Annem yanıma geldi, ne olduğunu bile düşünmeye kalmadan dayağı yedim, yemek de yemeden yatağa devrilip kaldım, ondan sonra da kapının önünde ağladığını duydum, biliyor musunuz bu beni hepsinden beter etti. Ondan sonra da bir daha hiçbir kediye taş atmadım,” derdi.

Gelelim bugünkü duruma; Mrs. Bird hemen ayağa kalktı, yanakları kıpkırmızı olmuş, bu da genel görünümünü epey değiştirmişti, azimli bir tavırla kocasına doğru geldi, kararlı bir sesle, “Bak John, böyle bir yasanın doğru ve Hıristiyanca bir şey olduğunu düşünüp düşünmediğini bilmek istiyorum,” dedi.

“Evet dersem beni vurmayacaksın ya Mary?”

“Senden asla böyle bir şey beklemem John, oy verdin mi?”

“Verdim benim güzel politikacım.”

“Kendinden utan John! Yoksul, evsiz barksız insancıklar! Bu utanç verici, kötü amaçlı ve nefret uyandıran bir yasa, ben de karşıma çıkan ilk fırsatta bu yasaya karşı geleceğim, umarım bir fırsatım da olur, yapacağım bunu! Bir kadın yalnızca köle oldukları için açlıktan ölen yoksul insancıklara sıcak bir yemekle yatak veremiyorsa, işler iyice sarpa sarmış demektir, üstelik ömürleri boyunca aşağılanmış, baskı altında tutulmuş zavallıcıklar açısından!”

“Mary, beni dinle. Duyguların doğru canım, hem de ilginç, ben de seni bu duyguların için seviyorum ama cancağızım, duygularımızın yargılarımızı etkilemesine izin vermemeliyiz, bunun duygu işi olmadığını anlamalısın, burada toplumun büyük çıkarı söz konusu, öyle bir toplumsal sıkıntı dalgası oluştu ki, duygularımızı bir yana atmamız gerekti.”

“Bak John, politikayı bilmem ama İncil okuyabiliyorum, orada açları doyur, çıplakları giydir, yalnızları rahatlat, diyor, benim de izlemek istediğim bu, İncil.”

“Ama öyle durumlar vardır ki, senin bu tavrın büyük bir toplumsal belayı ortaya çıkarır…”

“Tanrı’ya itaat asla toplumsal bela getirmez. Getiremeyeceğinin ayırdındayım. O’nun bize emrettiğini yapmak her zaman, her açıdan en güvenlisidir.”

“Şimdi dinle beni Mary, sana son derece açık bir biçimde karşı çıkıp gösterebilirim ki…”

“Aman saçmalama John! Gece boyunca konuşsan da bunu yapamazsın. Sana açıkça soruyorum John, bir kaçak olduğu için yoksul, titreyen, aç birini kapıdan çevirebilir misin? Çevirebilir misin şimdi söyle!”

Doğruyu söylemek gerekirse senatörümüzün insancıl ve kolay kandırılabilir bir yapıya sahip olma gibi bir şanssızlığı vardı, başı belada olan birini geri çevirmek asla özelliği olmamıştı, karısının da bildiği gibi bu küçük tartışmada onun için en kötüsü, karısının savunulması olanaksız bir noktaya saldırmasıydı. Adam da böyle durumlarda zaman kazanmak için bulunmuş yöntemlere başvurarak “ehem” diye birkaç kez öksürdükten sonra mendilini çıkardı, gözlüğünü temizlemeye koyuldu. Düşman topraklarındaki savunmasız koşulları sezen Mrs. Bird için üstünlüğünü sürdürmekten daha bilinçli bir şey olamazdı.

“Bunu yaparken seni görmek isterdim John, gerçekten isterdim! Örneğin kar fırtınasında kalmış bir kadını kapıdan çevirirken… Ama belki de onu yakalayıp hapse bile atarsın, değil mi? Belki de bu konuda çok başarılı olursun!”

Mr. Bird ılımlı bir sesle, “Elbette çok acı bir görev olurdu…” diye söze başladı.

“Görev mi John! O sözcüğü kullanayım deme! Bunun bir görev olmadığını biliyorsun, bir görev olamaz bu! İnsanlar kölelerini kaçırmak istemiyorlarsa onlara iyi davranmalarını sağla, benim ilkem budur. Benim kölem olsa, ki umarım asla olmaz, benden ya da senden kaçmak istemelerini göze alırdım. İnsanlar mutlu olduklarında kaçmaz, zavallıcıklar kaçtıklarında soğuk, açlık ve korkudan yeterince acı çekmişler demektir, herkes onlara karşı da çıksa, yasal olsun olmasın ben asla yapmayacağım, Tanrı yardımcım olsun!”

“Mary Mary, canım bırak seni ikna edeyim!”

“Ben ikna edilmekten nefret ederim John, özellikle de bu tür konularda. Siz politikacıların durmadan basit bir doğrunun çevresinde dolanmak gibi bir yöntemi var ama iş uygulamaya gelince kendiniz de inanmıyorsunuz. Seni iyi tanırım John. Sen de bunun doğruluğuna benden çok inanmıyorsun, benden çabuk harekete geçemeyeceğini de biliyorum!”

Bu önemli anda her işi yapan yaşlı zenci Cudjoe kafasını içeri uzattı ve, “Hanımım mutfağa gelse iyi olur,” dedi.

Senatörümüz enikonu rahatlamış, ufak tefek karısının arkasından hoşnutluk ve sıkıntının garip karmaşasıyla baktı, sonra koltuğuna gömülüp gazeteleri okumaya başladı.

Bir an sonra karısının sesi kapıdan duyuldu, aceleci, ciddi bir tonda, “John John, bir dakika buraya gelebilir misin?” diyordu.

Adam gazetesini bırakıp mutfağa gitti, karşısına çıkan görüntüyle şaşırarak irkildi: İnce yapılı, üstü başı yırtılmış, tek ayakkabısı kaybolmuş, kesilmiş kanayan ayağında yırtılmış çorabıyla soğuktan donmuş genç bir kadın iki iskemlenin üstüne ölü gibi baygın uzatılmıştı. Yüzünde hor görülen bir ırkın damgasının okunmasına karşın, kimse acı dolu, insanın içini ezen güzelliğini görmezden gelemiyor, taş gibi sertliği, soğuk bir noktaya yoğunlaşmış, ölümcül görünüşü senatörü ciddi bir biçimde tepeden tırnağa ürpertiyordu. Mr. Bird soluğunu içine çekip sessizce olduğu yerde durdu. Karısıyla tek zenci hizmetçileri yaşlı Dinah Teyze kadıncağıza bir şeyler yapmaya çabalıyorlardı, yaşlı Cudjoe’ysa çocuğu dizlerine oturtmuş, ayakkabılarıyla çoraplarını çıkartarak küçük, soğuk ayaklarını ovuşturmaya koyulmuştu.

Yaşlı Dinah, “Tam görülecek şeydi doğrusu!” dedi olanca sevecenliğiyle. “Bence sıcak bayılttı onu. İçeri girdiğinde bitkindi, azıcık ısınabilmek için izin istedi, tam nereden geldiğini soruyordum ki, düştü bayıldı. Ellerine bakılırsa pek iş görmemiş.”

Tam Mrs. Bird şefkatle, “Zavallıcık,” derken kadın kocaman, koyu renk gözlerini yavaşça açtı ve boş bakışlarla ona baktı. Ansızın yüzünden bir acı ifadesi geçti ve sıçrayarak oturdu.

“Ah Harry’m! Götürdüler mi onu?” dedi.

Bunu duyan çocuk Cudjoe’nun dizlerinden sıçrayıp ona doğru koşarak kollarını kaldırdı.

“Ah burada! Burada!” diye bağırdı kadın. Sonra da Mrs. Bird’e çılgın bir sesle, “Ah hanımefendi! Lütfen bizi koruyun! Onu almalarına izin vermeyin!” dedi.

Mrs. Bird, onu yüreklendirerek, “Burada kimse size zarar veremez, zavallı kadın, burada güvendesiniz, korkmayın,” dedi.

Kadın yüzünü kapatıp ağlayarak, “Tanrı sizi kutsasın!” dedi. Onun ağladığını gören küçük oğlan kucağına tırmanmaya çalışıyordu.

İnce ve kadınca görevler konusunda karşılık vermek dendi mi kimsenin aşık atamayacağı Mrs. Bird tarafından çok geçmeden kadıncağıza istediği karşılık verilip sakinleştirildi.

Ateşin yanında yere geçici bir yatak serildi, az sonra ondan daha az yorgun olmayan çocuğu kolunda horuldayarak uyurken Lizzy de ağır bir uykuya daldı. Küçüğü almak için yapılan en sevecen denemelere bile sinirli ve kaygılı karşı çıkışlarla direnmişti, şimdi uyurken bile, çocuğunu kucaklayışı tetikteydi, ondan asla vazgeçmeyeceğini göstermek istercesine kolu, gevşemeyen bir kavrayışla çocuğu sarmalamıştı.

Mr. Bird ile Mrs. Bird salona döndüler, gariptir ki ikisi de önceki konuşmaya ilişkin tek söz etmedi, Mrs. Bird örgüsüyle oyalanmaya çalıştı, Mr. Bird de gazete okuyormuş gibi yaptı.

Sonunda Mr. Bird pes etti.

“Kim olduğunu merak ediyorum,” dedi.

Mrs. Bird, “Uyandığında, kendini biraz daha dinlenmiş hissettiğinde anlayacağız.”

Gazetesinin arkasında daldığı derin düşüncelerin ardından, “Ne diyorum biliyor musun hanım!” dedi Mr. Bird.

“Evet, canım?”

“Kadıncağızın ağırına gitmezse senin giysilerinden birini versek giymez mi ne dersin? Senden epey iri ama…”

Her şeyi anladığını gösteren hafif bir gülümseme Mrs. Bird’ün yüzünü aydınlattı ve, “Düşünürüz,” dedi.

Bir duralama oldu, sonra Mr. Bird yine, “Biliyor musun ne diyorum hanım!” dedi.

“Evet, şimdi ne var?”

“Öğle uykularında üstüme örtmek için sakladığım şu yün ipek karışımı pelerin var ya, onu da verebilirsin, giysi gereksinimi var.”

O anda Dinah kadının uyandığını ve hanımı görmek istediğini söylemek için kafasını kapıdan uzattı.

Mr. ve Mrs. Bird, peşlerinde iki büyük oğullarıyla mutfağa girdiler, küçüğü sağ salim yatağa gönderilmişti. Kadın ateşin yanında yerde oturuyordu. Yüzünde önceki sıkıntı dolu çılgınlıktan çok farklı, sakin, yürek burkan bir anlamla kımıldamadan alazlara bakıyordu.