Kitabı oku: «Tımarhane», sayfa 2
– Sus artık, sesin kurusun! Başımın belası, diye ona bağırdım.
– Çocuğu azarlama, dedi kocam.
– Biraz önce anasını rüyamda gördüm. Buradaydı, gözlerimle gördüm.
Öylesine gerilmiştim ki “Gördüğün son şey olsun!” diye haykırdım. Artık sabrım taşmıştı.
– Çocuğu yok et! Onu yok etmezsen, ben bu evden gideceğim, dedim.
Beraberce çocuktan kurtulmaya o gece karar verdik. Noel’e az kalmıştı. Kış çok ağır geçiyordu. Gece yarısı sessizce köyden iki kilometre uzaktaki demir yoluna doğru yola çıktık
Çocuğundan ayrılmak istemiyordu. Bir zamanlar rüyasında üç yolcu görmüştü. Onlar kocama gelip, biz Tanrı’nın emrini yerine getirmeye geldik demişler ve “Sen Tanrı’yı seviyor musun?” diye sormuşlar. Kocam düşünmeden “Evet.” diye cevaplamış. “O zaman oğlunu al ve Kutsal Dağa götürüp onu kurban et.” demiş yolcular. Kocam oğlunu öldürmeye asla kıyamazdı. Oğlunu çok severdi ve bu çocuk karısından kalan tek hatıraydı. Çocuğu çok sevdiğini ve ona dokunamayacağını yolculara söylemiş. Ama bir taraftan da Tanrı’ya olan sevgisi ağır basmıştı. O sabah erkenden yolcuların söylediği Kutsal dağa gitmiş, çocuğu kucağına alıp dağın zirvesine çıkmış. Bu dağın tepesinden bütün vadiyi görebilmek mümkün. O dağın tepesine vardığında çocuğunu sevgiyle yüzünden öptükten sonra bebeğin kollarını ve ayaklarını bağlayıp keseceği an rüyasındaki yolcular görünmüş ve kocamın bıçağı tutan elini tutup, “Bıçağı bırak, oğlunu kurban etme. Biz senin Tanrı’dan ne kadar korktuğunu öğrendik, onun dediğini iki etmedin, demek sen Tanrıyı seviyorsun. Tanrıya olan sevgini evlat sevgisinin üzerine koydun. Biz Tanrı’yı sevdiğinden emin olmak istemiştik.” demiş ve nasıl geldilerse öyle havaya sinip kaybolmuşlar. Kocam rüyasında oğlunu bağrına basıp koklamış ve o an kendini çok mutlu hissetmiş. Şimdi de rüyada olduğu gibi Tanrı’nın bir imtihanı olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden çocuğu öldürmeye razı olmuştu. Rüyasında olduğu gibi çocuğu Tanrı’nın kurtaracağını düşünmüştü.
Gece zifiri karanlıkta demir yolunun geçtiği ormanın kenarına geldik. Çocuk avaz avaz ağlıyordu. Kocam çocuğu rayların üzerine koydu ama sonra birdenbire fikrini değiştirmiş gibi ağlayarak yeniden eline aldı. Çocuğa kıyamıyordu. Uzaktan ışıklar yanıyor trenin sesi geliyordu. Yerler titremeye başlamış, gelen korkunç sesten, trenin iyice yaklaştığını anlamıştık. Çocuğu vermek istemeyince, elinden kaptım. Götürüp demir yolunun üzerine koydum. Kocamı elinden tuttum, bana direniyordu, aniden demir yolunun kenarındaki geniş çukura beraberce yuvarlandık. Kocam ayağa kalkıp çukurdan çıkmaya çalıştı. Ama her seferinde tekrar çukura kayıp düşüyordu. Bedenini titreme sardı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tren korkunç bir hızla ilerliyordu. Trenin ışığı bebeğin üzerini aydınlatmaya başlamıştı, artık onu görebiliyorduk. Kocam tepeden tırnağa titremesine neden olan o manzarayı görünce, elleriyle gözlerini kapattı. Trenin çocuğu ezmesine çok az kalmıştı. Kocam, yüzünü, göğsünü tırmalıyor bir taraftan da Tanrı’ya yalvarıyordu:
– Tanrım benim seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Beni affet, affet! Bu dehşeti durdur, yalvarırım sana. Durdur! Durdur!
Kafasını soğuk kara sokmuştu. Dün rüyasında gördüğü gibi meleklerin geleceğini düşünüyordu. Tanrı’dan yardım bekledi. Bir süre sonra trenin göz kamaştıran ışığı rayı aydınlattı. O anda bebeğin yanında beyaz elbiseli bir kadın gözüktü. Kadın rayın üzerindeki bebeği eline alarak karanlıkta gelen trene doğru sol elini kaldırdı. Dur, işareti yaptı. Hızla gelen tren hızını yavaşlatarak durdu. Kadın bebeği bağrına basıp sıkıca sardı ve demir yolunun kenarına çekildi. Tren ağır ağır hareket ederek yoluna devam etti. Gördüklerimize inanamamıştık.
– Bu benim karım, sevgili karım! Rahmetli karım! Dirilip gelmiş! Ben onu hemen tanıdım, dedi kocam.
Yüzünde ne bir sevinç ne de ıstırap vardı. Yukarıya, demir yoluna bakıyor, çamurlaşan karın içinde çırpınıyor ayakta duramıyordu. Tren gittikten sonra ışık kayboldu ve ortalığı yine karanlık sardı. Birbirimizin elinden tutup çukurdan demir yolunun kenarına çıktık. Az önce görünen beyaz elbiseli kadın gözden kayboldu. Beş altı adım attıktan sonra kocam rayların üzerindeki çocuğu gördü ve çok sevindi.
– Yavrum, yavrum benim, diye bağırarak çocuğun yanına koştu. Ve gözlerine inanamadı. Buz gibi donup kalmıştı. Arkasından ben de koşuyordum. Rayların üzerinde geriye sadece bebeğin sarılı olduğu örtü kalmıştı bebekse yoktu. “Allah’ım affet! Bu ne garip bir şey!” diye kocam rayların üzerine düştü. Başını yerlere vuruyor göğsünü tırmalayarak yerde yuvarlanıyordu. Uzun süre orda durduk. Biraz sakinleştikten sonra kendi gözlerimizle gördüğümüz kadından etrafta bir iz aradık ama hiçbir şey bulamadık. Şafak sökmeye, güneş çıkmaya başladı. Gün doğarken geri döndük. Kocamın içi sızlıyordu. Bu olayın etkisini üzerimizden atamadık, uzun süre birbirimizin yüzüne bile bakamadık. Aramız gün geçtikçe soğuyordu. Aradan fazla zaman geçmeden kocam kalp krizi geçirdi ve öldü.
Hatırladığım kadarıyla o rayın üzerinde kalan bebek örtüsünün yanında aynı buna benzeyen karton kapaklı bir kitap vardı. Onun dış kapağı kahverengi idi. Bu kitabın kapağı da kahverengi. Kitabı açar açmaz cin çarpmış gibi bu olay aklıma geldi. Böyle acı düşüncelerin kucağında iken dışarıdan o yazar geldi.
– Kapı kilitliydi, nasıl açtın? dedim.
– Sadece senin kapın değil, şimdi bana dünyanın bütün kapıları açık, diye neşeyle cevap verdi.
– Sen yoksa tımarhaneden mi kaçtın? diye sordum.
– Bu dünya zaten büyük bir tımarhanedir. Size kalsın! Ben bugün kaybolacağım, dedi yazar övünerek.
– İki adam geldi, seni arıyorlardı. Bütün evi altüst ettiler.
– Arıyorlar mıydı? Birisi uzun boylu, öbürünün de ön dişleri dağ sıçanına benziyordu değil mi, diye sordu yazar kahkahayla.
– Onlar şeytanın hizmetçileri. Şeytanın duasında kimler varsa bu kitabı asla okuyamayacak.
– Bu kitabı sen de okuyamayacaksın, sen de bir sokak kadınısın,diye bana aynadan bakıyormuş gibi konuşmaya başladı.
– Sana Tais Afinskaya dememin sebebi de buydu zaten. O da senin gibi iffetsiz kadınların sultanıydı. Büyük imparatorların metresiydi. Bu sürtük kadın uğruna bütün bir şehir yok edilmişti. Sen de ona benziyorsun. Kitabın kapağını açtığın zaman demir yolunda öldürmeye çalıştığın bebek, onun annesi ve kalp krizinden ölen kocan aklına geldi, değil mi?
Çok değişmişti. Tekrar görüştüğümüzde yine büyük bir haz alacağımızı düşünüyordum. Şimdi ise canımı sıkıp duruyordu.
– Sen benim kitabıma dokundun, pis ellerinle dokundun. Sana edilen beddualar tutar. Beynin kaynayacak, kan damarların sıvılaşacak. Dünyanın gelmiş geçmiş bütün fahişelerinin ruhları senin bedenini kapsayacak. Sonra da rahmine cin girecek ve sen kendini tutamaz hale geleceksin.
Sanki bir mahkeme kararı okuyordu.
– Biliyor musun dünya neden bozulur? Kötü rahimden, pis kokulu rahimden sadece kötü çocuk değil, onunla birlikte kötülük de doğar.
Aramızda bir süre sessizlik oldu. Bu sessizliği benim sorduğum soru bozdu.
– Sen kimsin? Peygamber misin yoksa evliya mısın? Kimsin?
Düşünceli bir halde pencereye doğru yürüdü. Çocuk gibi gülümseyip derin bir soluk aldıktan sonra kahverengi kapaklı kitabı eline aldı. Konuşmasına yavaşça başlamıştı, coşan deniz dalgaları gibi gitgide sesi yükseliyordu. Bunları yürekten mi söylüyordu, bilmiyorum. Rusça konuşuyordu.
– Üstüme bir ağırlık çöktü. Vücudum kaskatı kesilmişti, her taraftan sıkıyordu. Beni kömür torbasının karanlık bir deliğine çekiyordu. Dayanılmaz bir şangırtı sesi duydum. Aniden karanlık dağılmaya başladı. Işık göründü. Ben aydınlık bir tünelin içinde uçuyordum. Şangırtı sesi şarkıya döndü. Kendimi aşağıda hastane yatağında buldum. Doktor bana eğildi ve çarşafla yüzümü kapattı. Ben alışık olmadığım bambaşka şeyleri hissetmeye başladım. Barış, huzur ve rahatlıktan başka hiçbir şey hissetmiyordum. Bütün endişelerimin kaybolduğunu fark ettim. Ne kadar iyi, sakin ve hiç acı yok diye düşündüm kendi kendime. Ben öldüğümü anlıyordum ve buna hiç üzülmüyordum. Sadece nereye gitmem gerektiğini bilemiyordum. Düşüncelerim ve zihnim hayatta olduğu gibi aynıydı. “Nereye gideceğim? Ne yapacağım? Allah’ım! Ben öldüm! Buna inanamıyorum!” hep bunları düşünüyordum. Geniş ve çok karanlık bir yerde hareket etmeye başladım. Bunu tarif etmem imkânsız. Çok karanlıktı.
Ve o anda ruhumun bedenimden nasıl ayrıldığını hissettim. Yataktan kayıp yere düştüm. Sonra yukarıya doğru yükselmeye başladım. Bu arada birkaç hemşirenin odaya koşarak girdiklerini gördüm. Lambanın arkasından doktoru ve hemşireleri izleyebiliyordum. Tavanda uçarken kendimi bir kâğıt parçasıymış gibi hissettim. Beni hayata döndürebilmek için ne kadar uğraştıklarını gördüm. Vücudum yatak üzerindeydi ve hepsi onun etrafında toplanmıştı. Göğsüme masaj yaptıklarını, ellerimi, ayaklarımı ovaladıklarını gördüm. “Bunlar niye endişeleniyorlar ki?” dedim. Çünkü kendimi çok iyi hissediyordum. En ufak bir ağrı duymuyordum. Sanki o beden benim değilmiş gibiydi.
Bir anda kendime acımaya başladım. Fakat tünelin sonundaki ışık görünmeye başladı. Orada beni uzun zaman önce ölmüş sevgilim bekliyordu. Ona bakıyordum, gizemli bir halde gülümsüyordu. Saniyeler içerisinde bütün hayatım gözlerimin önünden geçti. En ince detaylarıyla hayatımı tekrar yaşadım. Sanki hâlâ yaşıyormuşçasına geçmişte kalan kederler üzerine ağladım, mutlu anılarıma sevindim ama bir değişiklik vardı sanki. Sevgilim bana “Geri dön!” der gibi bir işaret yaptı. Hayatta yapmam gereken işleri daha tamamlamadığımı anladım ve geri döndüm. Gözümü açtığımda beyaz bir çarşaf gördüm. Bağırmak istedim ve inledim. Doktor şaşırarak yüzümdeki çarşafı kenara attı ve “O yaşıyor.” dedi. Evet, bu adam öldükten sonra tekrar dirildi! Bir an sustu. Kimsin? diye soruyorsun değil mi? Ben Peygamber de evliya da değilim. Ben öldükten sonra dirilmiş birisiyim. Ölümün ne olduğunu hissedip, o ölümün elinden tekrar dirilip bu kitabı getirdim. Bu kitap ölümsüzlüğün kitabı, bunu ben getirdim. Sözlerini de ben yazdım, en baştan yazdım. Şimdi ise herkes paniğe kapıldı ve bu kutsal kitabı arıyor. Hanlar da, imparatorlar da, cumhurbaşkanları da, krallar da, zenginler de, yoksullar da, şeytanlar da, cinler de… Hiçbirisi ölmek istemiyor, hepsi bu dünyayı yönetmek istiyor. Dünyayı tamahkârlık yönetiyor. İnsanlar çok aç. İktidarı, zenginliği, hizmeti, parayı, kadını, hayatı, mutluluğu, sevgiyi elde etmek uğruna birbirini yiyip bitirmeye razılar. Ama tamahkârlığın onları ölüme götüreceğini anlamıyorlar. Zaman çok değişti artık. Ölümün yüceliğini anlamıyorlar. Kendilerini Peygamberden de üstün görenler var. Tanrı insana hayat verdi, fakat kaderini değil. İnsanın kaderini Tanrı belirlemiyor. Fakat Tanrı, kendi şefkatinde yaratılmış insanın böyle bir kader yaşayacağını beklemiyordu. O, insana inanç verdi, sevgi verdi, umut verdi, hayat verdi… Kaderin sahibi insanın kendisidir! Ben bugünden itibaren yok olacağım, havada eriyip kaybolacağım. Ben dünyanın sırrını çözdüm, benden başka kimse çözemedi. Bundan sonra burada kalmam feci bir akıbete dönüşebilir. Dünyanın sırrını çözmüş birisi artık bu dünyada yaşayamaz. Bugün benim son günüm.”
Bu sözler tüylerimi diken diken etti. Alnım soğudu, kocaman bir yılan boynuma sarılmıştı sanki. O an ıstırap içinde geçirdiğim günler, gözyaşlarım, talihsiz hayatım gözümün önünden geçti. Bağıra çağıra ağlamak istedim. Elim ayağım titriyor boğazıma yumruk gibi bir şey oturmuş gibi yutkunamıyordum. Soğuk bir şey hissedince elimle boynumu kontrol ettim. Boynumu üç kat saran yılan, parmak kadar başını kaldırarak, parlak gözleriyle gözümün içine bakıyordu. Bakışlarıyla beni esir etti. Bir anda bütün ömrüm gözümün önünden geçti. Ben de ağlaya ağlaya gözyaşlarına boğuluyordum. Ama geçmişteki o tren olayını nedense göremedim.
O gün bir meteor düştü. Bu meteor Tanrı’nın verdiği ilk işaretti. Ahir zaman ateşin eşliğinde gelecekti. Yazar havada eriyip, gökte yıldız gibi kayboldu. İp gibi bana sarılan yılan beni tam boynumdan soktu. Kökünden kesilmiş ağaç gibi yere düştüm. Gözüme görünmeyen şeylerin hepsi tam görünüyordu. Tımarhanenin iki hasta bakıcısı elimi lastikle bağlayıp damarımı arıyorlardı. Gözlerim yavaşça açılıp canım vücudumdan uçup gitmiş gibi yatıyordum. Halsizdim ve duyulur duyulmaz bir ses ile: “Sokmayın iğneyi! Vurmayın!” diyordum. İğneden sonra bütün vücudum buz gibi oldu. Sonradan damarlarımı bir sıcaklık sardı ve her tarafım yanmaya başladı.
Bu gece rüyamda “Kutsal Kitabın yazarını gördüm ve bütün gece sayıkladım. Tımarhanedeyken, rüyanda bile olsa Tanrı’yı anma.” diye, Tais Afinskaya sözünün son kısmını sayıkladı. Ona iğne yapıldıktan sonra daima farklı bir dünyaya gider, sıra dışı olaylara karışırdı.
Bu sefer ışıkla konuşmuştu.
YEDİ KİŞİ
Gece yarısı bitkin bir halde geldikleri büyük çölde takatleri kalmadı ve her birisi bir köşeye kendini atarak uykuya daldı. Zaman geçmişti. Güneş yavaş yavaş doğmaya başlıyor tan vaktinde ortalık aydınlanıyordu. Tais Afisnkaya’nın gözüne güneş ışığı vurdu. Tımarhanede konuştuğu ışık ve damarlarına vurulan iğne aklına gelerek aniden korktu ve gözlerini açıp etrafına bakındı. Uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaydılar.
– Burası neresi, diye korkuyla etrafına bakınıyordu. Tais Afinskaya’yı Cengiz Han eliyle bir işaret yaparak durdurdu ve gözleriyle İmparator’u işaret ederek:
– Şişşt, dedi.
– İmparator transa giriyor. Söylese ya yukarıdakiler ne diyormuş. “Hos natura modos primum dedit…” diye anlaşılmayan kelimeler çıkıyordu ağzından. Tais Afinskaya bu sözleri tekrar edip “Ben söyledim şimdi sen anladın mı?” diyerek Kozuçak’a baktı.
– Bilmem, dedi Kozuçak.
Konuştuğu dil ne İngilizceye ne Fransızcaya ne de İspanyolcaya benziyordu. Kleopatra düşünürken bir anda hangi dil olduğunu bulmuş gibi “Bu Latince değil mi?” diye sevinerek ayağa kalktı.
– Vaay! dedi Tais Afinskaya, bir taraftan da işaret parmağını yukarı kaldırmış konuşmaya devam ediyordu. Evet, Latince. Bu söylediklerin Rusçaya “İnsanlar Tanrıların eliyle yaratılmıştır.” diye çevrilir.
– Anladım, dedi Kozuçak gülerek. “Demek biz Tanrı’nın eliyle yaratılmışız, öyle mi?”
– Eliyle değil, emri ile dedi Büyük İskender.
Bir şeyler arıyormuş gibi bu sırada gözlerini gökyüzünden ayırmayan İmparator’a bakan Cengiz Han, gürültü yapan berikilere sessiz olmalarını söylemek için “Şişşt!” dedi.
İmparator’un sıra dışı bir şey yaptığına hepsi ikna olmuştu. Onlar da sessizce gözlerini gökyüzünden ayırmadan dişlerinin arasında bir şeyler fısıldayan İmparator’u takip etmeye başladılar. Bunları gece yarısında kaçmaya çağıran da firar planını yapan da onlara kılavuzluk ederek belirsiz kutsal topraklara, cennetin bahçesine götüreceğini söyleyen de İmparatordu. Son zamanlarda çok yorgundu.
Herkes sessizce İmparator’un garip durumuna hayret ediyordu. Yağlı kalçalarına vurarak, hararet bastığından eteğini sallayan Tais Afinskaya yüksek sesle bağırdı. Onun kartlaşmış sesi herkesi tiksindirdi.
– Yılan, dedi.
Bunu duyan Kleopatra ile Kozuçak, Tais Afinskaya’nın yanına koşarak geldiler. Koca bir saç örgüsü kadar büyük bir yılan kumun üzerinde sürünerek ilerliyordu. Yılan kumda yüzüyor gibiydi. Tais’in cırtlak bağırmasından bile korkmadı yılan. Cengiz Han, Büyük İskender ve Lir yılana korkuyla bakıyorlardı. Çöl yılanıydı bu. En küçük sesi duyar en ufak bir hareketi anlar, hayvan ya da insan fark etmez saldırırdı. Çöl yılanları çok zehirliydi.
Oradakilerin hepsi taş kesilmiş, küçücük bir vücut refleksi bile göstermekten korkarak yerlerinde duruyorlardı.
– Sessiz olun! Hareket etmeyin! Sadece kendiniz değil gölgeniz bile hareket etmesin. Bu beni takip eden yılan. Sonunda beni öldürecek, dedi İmparator. Korkuyordu, kendisi farkında değildi ama titriyordu.
– Hareket etmeyin! Bu çıngıraklı yılan benim için geldi.
Yılan yerde yavaşça sürünerek İmparator’un ayaklarının dibine kadar geldi. Ve sonra ayağından yukarıya doğru sarınarak çıkmaya başladı. Cengiz Han eline koca bir dal parçası almış tam yılana vuracakken İmparator onu eliyle durdurdu. Diğer altısı bu manzarayı dehşetle izliyordu. İmparator kafasını kaldırmış gökyüzüne bakıyor, demirden bir heykelmiş gibi en ufak bir yaşam belirtisi göstermiyordu. Parlayan gözleri gökyüzünde sanki bir nokta bulmuştu. Böyle bir çölde zehirli yılanlar çok olurdu. Yılanlar da evleri olan çöl gibi acımasız olurdu. Ayrıca intikam duyguları olan bu yaratıklardan birisine dokunmak demek geride kalan bin tanesine öç alma fırsatı vermek demekti. Bunlar nefes alan her türlü canlının izini bulur onu takip eder ve fırsatını bulduklarında son hamlelerini yaparlardı. Kervanlar, develer, atlar, katırlar, insanlar… Hepsi de bu yılanlardan nasibini almıştı.
Buranın bir ismi vardı. Bunu İmparator biliyordu. Çoktan beri çöle “Ölüm Vadisi” denirdi. İmparatorun ayağına sımsıkı sarılan yılan biraz durduktan sonra ip gibi çözüldü. İmparator hâlâ gökyüzüne bakıyor içinden dualar ediyordu. Yılan yan taraftaki kaktüsün dibindeki deliğe girerek kayboldu. Yılan kaybolduktan sonra İmparator kökünden kesilmiş ağaç gibi yere düştü. Bütün vücudundan ter akıyor, tepeden tırnağa kadar titriyordu. Oradaki herkes İmparator’un yanına koştu.
Bu gece İmparator rüyasında yılan görmüştü.
Gördüğü yılan bu yılana çok benziyordu. İmparator yılan zehrinden öleceğini, bu sondan kurtuluş olmadığını anladı. O gece rüyasında yılanların yuvasının üstüne düşmüştü. Yılanlar soğuk gövdeleriyle boynuna sarılıp zehirli dişlerini ne zaman saplayacak diye bekleyerek hareketsiz yuvanın üstünde yatmış ama yılanlar onunla ilgilenmemişti bile. Tanrı’ya yılanların kendini sokması için yalvardı. Yılan zehrinden ölseydim hiç derdim olmazdı diye düşündü. Bir yılanı elleriyle tutup onun zehrini yutmak istedi. Ama yılan onu, zehrine bile layık görmedi. İşte o çıngıraklı yılan bugün gelen yılandı. İmparator “Sen beni sokmaya mı geldin?” der gibi bakmıştı ona. Ondan sonra yılan nasıl geldiyse öyle kaybolmuştu. O gece uykusundan terler içinde bağırarak uyandı. Daha önce de rüyalarında yılan görürdü. Rüyada yılan görmek, kötü haber, tehlike demekti. Rüyasında yılanın onun yanından uzaklaşarak gitmesini sonunun yaklaştığına yordu. Şimdi de aynı yılanın Ölüm Vadisi’nde yine karşısına çıkıp ayaklarına sarılması ne kadar garipti? İmparator, bunları düşünürken çok acı çekiyordu.
– Dünyadaki her şey değişir. Sadece yüce bilgelik ve yüce aptallık hiç değişmez dedi,keçi gibi zıplayan Tais Afinskaya.
– Bunu kim söylemiş? Updike mi? Kierkegaard mı? Churchill mi? Spinoza mı? Sartre mi? Ya da ruh hastası Nietzsche mi? Freud delisi mi? Kim söylemiş?
– Kim söyleyebilir senden başka. Senin salak sözlerin, Lir omzuna kadar uzanan beyaz saçlarını silkerek: “Kim söylemişse söylemiş, bize ne.” diye sinirlendi.
– Senin için ilginç değilse sus! Sensin salak! Konfiçyus söylemişti köpek, diyen Tais Afinskaya çıldırmıştı.
– Yeter! Sus!
– Susmam, dedi. Hışımla Lir’in saçını ince elleriyle sıkıca kavrayıp çekmeye başladı. Asalak! Mikrop! Köpek!
– Çek ellerini! Bırak diyorum! Canı yanan Lir, öfkeli Tais Afinskaya’dan kendini kurtarmaya çalışıyordu.
– Bırak saçlarımı cadı! Kancık!
Kadının çoktan beri kesilmeyen kirli tırnakları Lir’in yüzüne battı.
– Hastalıksın sen! Mikrop!
Deliren Tais Afinskaya ince elleriyle Lir’in uzun kır saçlarını bütün gücüyle çekiyordu. Lir yere düştü. Öfkeli kadın onun üzerine atladı. Kadının bacak arası Lir’in burnuna geldi. Lir’in burnuna pis bir idrar kokusu geliyordu.
Lir “Hastalıksın sen! Mikrop!” dedikçe Tais Afinskaya çıldırıyordu.
Bu kavgaya diğerleri de karıştı.
Sadece nazik bir çiçeğe benzeyen Kleopatra ne yapacağını şaşırmış bir kenara çekilerek ağlayıp duruyordu. Bu ikisinin arasındaki hayvani düşmanlık diğerlerinin de canını sıktı.
– İmparator yüksek sesle susun dedi.
– Kesin sesinizi! Allah cezanızı versin! Sizi “Kutsal Yer”e götürmek isteyen benim gibi eşekte suç! Böyle devam ederseniz kutsal toprakları asla göremeyeceksiniz. Allah belanızı versin! Durun diyorum size! Durun.
Aniden İmparator’un ağzındaki takma diş yere düştü. Bunu gören Kozuçak protez dişi yerden alıp elinde bulunan şişedeki suyla duruladı ve İmparator’a verdi. İmparator protezini taktıktan sonra sinirle konuşmaya devam etti.
– Sizi bu yola sürükleyende suç. Aptalım ben!
Hepsi sessizce İmparator’a bakıyordu.
– Burası nasıl bir yer biliyor musunuz?
Yine kimseden ses çıkmadı.
Eline yapışan Lir’in saçlarını atan Afinskaya:
– Kaz kafalı, hadım! Dün bir de benim ırzıma geçmek istedi dedi. Hâlâ öfkeliydi.
– Kes sesini sürtük!
Büyük İskender, Tais Afinskaya’ya neredeyse saldıracaktı.
– Kes dedim sana!
Hepsi sustu.
Son günlerde iyice yorgun düşen İmparator’un boğazı kurumuştu, hafif öksürdü ve yumuşak bir sesle:
– Bilmiyorsanız öğrenin. Burası“Ölüm Vadisi” dedi.
– Ölüm Vadisi mi?
Hepsi de şaşkınlık içinde bakakaldılar.
Büyük İskender, İmparator’a kızgın gözlerle baktı.
– Sen bizi Ölüm Vadisi’ne değil, Kutsal Topraklar’a götüreceğim demiştin.
– Biz bu yabancı topraklarda, çöl diyarlarında kırk yıl boyunca Musa’nın peşinden giden askerler değiliz. Nerede senin kutsal toprakların, dedi. Çoktan beri sessiz duran İskender kızgın bir sesle devam etti:
– Bunları yaşamaktansa tımarhanede kalır, kemiklerimizin çürümesini izlerdik…
Bunları söyledikten sonra hızla yere tükürerek söylendi:
– Kahretsin! Nereye gideceğimiz hâlâ belli değil.
– Musa, askerlerinin gerçeği anlamaları için onları kırk yıl eğitmişti. Siz kırk güne bile dayanamıyorsunuz diyen Kozuçak, İmparator’a içten içe acıyordu. Konuşurken feri kaçan gözleri parlamıştı.
– Günahı silmek kolay mı? Dayanacağız İmparator. Dayanmamız gerek.
– Dayanın. Az kaldı, Kutsal Topraklara.
İmparator yere oturdu ve boğuk bir sesle:
– Dayanın, dedi.
Büyüklerin tartışmalarına karışmayıp uzakta duran Kleopatra, İmparator’a başını dayadı. İmparator ağır ağır nefes alıyordu. Boğazı sıkışmış azap çekiyordu. Kozuçak ona şişedeki sudan bir iki yudum içirdi. Su güneşin sıcaklığından hayli ısınmıştı. İmparator suyu biraz yuttu ve yere tükürdü. Başını dayayıp, ona derin derin bakan Kozuçak’ın gözlerinden sıcak gözyaşları süzüldü. Yol boyunca İmparator’a umut bağlamıştı ve artık onu bir yakını gibi görüyordu.
– Sen ağlıyor musun, dedi İmparator.
– Hayır, diyen Kozuçak burnunu çekerek eliyle gözyaşlarını sildi.
– Ağlamayın!
İmparator, Kleopatra’nın da ağlamak üzere olduğunu fark etti.
– Ben pekiyi hissetmiyorum ama geçecek ve sonra tekrar yola çıkacağız. Kutsal Topraklar’a az kaldı. Ben biraz… Sadece biraz uyuyayım, dedi. İmparator uykuya değil derin hayallere dalmak üzere köşesine çekildi.
İlkbahar gidiyor!
Ve kuşlar ağlıyor, balıkların gözlerinde de yaş…
Bir şarkı mırıldanmaya başladı Tais Afinskaya.
Vahşi çöle alacakaranlık indi. Güneşte bir farklılık olduğunu ilk fark eden Cengiz Han oldu. Batmaya başlayan güneşin sanki bir ejderhanın ağzından ateş püskürüyormuşcasına yaydığı ışık gökyüzünde parlıyordu.
– Güneşe bakın! Güneşe! Cengiz Han tedirgin gözlerle gökyüzüne baktı. Güneş tutulmuş… Güneş tutulmuş…
Bu sözü duyar duymaz Büyük İskender yanındaki şişeyi kırarak, onun parçasıyla güneş tutulmasını izlemeye başladı. Bunu gören herkes aynısını yaptı. Sadece Lir bakamadı. Yerinde donakalan Lir garip hareketler yapmaya başladı.
– Güneş mi? Güneş mi tutuldu?
Başını ellerinin arasına aldı. Elleri titriyordu, ellerindeki damarlar şişmişti. Adeta kendinden geçmiş sayıklıyordu:
Kin tutanların ve nefret besleyenlerin sayısı ne kadar çoksa onları yönetmek bir o kadar kolaydır. Hedef ne kadar yıkıcıysa ona o kadar coşkulu yaklaşır. İşte onların elleriyle dünya devrimi yapacağım. Evet, devrim! Ben ahlaksız günahkârlar partisini kuracağım. Zaten Tanrı’ya isyan etmeye hazırlar. Kuracağım parti her geçen gün biraz daha yaklaşacak iktidara ve yavaş yavaş onu ele geçirecek. Artık dünya eskisi gibi değil.
Lir tepeden tırnağa kadar titriyordu. Yanakları titreyerek sessizce etrafına bakındı ve yavaşça konuşmaya devam etti.
Üşüyorum ben, donuyorum! Şimdi her şeyi hatırlıyorum. Ben ölümlüydüm. Ben melektim. Ben oyuncuydum. Ben kadınlara tecavüz ederdim. Ben ölülerin bedenini yıkıyordum. Ben şimdi kendim ölüyüm. Beni kim yakacak?
Bazen böyle aklı gider gelirdi. İyice saçmalayıp kudurmuş köpek gibi ağzından köpükler çıkarırdı. Şu an tam da o haldeydi. Hâlâ kendine gelememişti, bir şeyler sayıklayıp duruyordu.
– Opus… mopus… pusss… pust… Mussolini… musorı… sorı… bossorı… Anlamsız şeyler çıkıyordu ağzından. Öndeki büyük dişleri birbirine kenetlenmişti. Gözleri büyüdü büyüdü kocaman oldu. Azap çekiyordu. “Kral Lear’deki monoloğu hatırlayınca kendine gelirdi. Burun kanatları kabarır, burnunun içi öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir halde monoloğunu sanki Londra’nın “Globa” tiyatrosunda oynuyormuş gibi söylemeye başlardı. Şimdi de öyle yapıyordu. Diğer altısı onun bu nöbetlerine alışmıştı hatta onlar için sıradan bir şeydi bu ve böyle zamanlarda olduğu gibi ne zaman sakinleşeceğini beklerlerdi.
Şimdi Lir’in monoloğunu söylemeye başladı.
Es rüzgâr, hızlı ol!
Kasırga şiddetlen, kar fırtınası sızla,
Hiç acıma, vur yine vur!
Ayaz güçlen, soğuk yüzleri dondur,
Yağmur şiddetlen, hızlan,
Tüm dünyayı batır!
Kilise ile han, saraylar,
Su altında kal!
Yorgunluk üzerine çökmüşken monoloğu da sona erdi. Bir anda cehennem işkencesinden kurtulmuş gibi yere düştü. Yerde ölü gibi yüzükoyun yatıyordu.
Tais Afinskaya:
– Aferin! Bravo! Güzel, diye alay etti.
Yerde kendinden geçmiş bir halde ara sıra sayıklayan Lir’in yanına gelip eteğini kaldırarak yellendikten sonra “Al sana gazlı parfüm!” deyip salına salına oradan uzaklaştı.
O gün gerçekten de güneş tutulması olmuştu.
Kleopatra ve Kozuçak başını İmparator’a yaslayarak oturuyorlardı. İmparator ise sonu bilinmeyen düşüncelere dalmış uzaklara yol alıyordu.
“Ne de olsa gelecekti.” sanki bunları önceden tahmin etmiş, önceden öğrenmiş gibiydi. Sanki bu cümleyi söylemek için hayatı boyunca hazırlığını yapmış gibi hissediyordu. Ne diyebilir ki? Er ya da geç hayat günün birinde sona erecekti. Bunun da zamanı gelecekti.
Yıllardır beklediği şey bu muydu? Ya da yılanın gelmesini o mu böyle anlamlandırmıştı? Anlayamıyordu. İmparator çok bıkkındı. Gözlerini bir anlığına kapattığında bile yılanı görüyordu. Yıllar önce bir falcı kadın İmparator’a: “Ölüm nedenin yılan olacak!” demişti. Bu iki çift laf kafasında takılıp kaldığı için bir yılan resmi İmparator’u hayatı boyunca rahat bırakmıyordu. Lânet olsun! Yılanın gelmesi ona ölümün kaçınılmaz olduğunu, her şeyin bir sonu olduğunu hatırlattı.
Kutsal Topraklar’ın nerede olduğunu bilmemesine rağmen İmparator’un tımarhaneden kaçmasının tek bir nedeni vardı. Kendi cesedinin bu pis kokulu deliler zindanında kalmasını istemiyordu, hoş ıssız bir yerde, hoş vahşi bir çölde. Öyle de olurdu. Ama kaçtığı tımarhanede değil. İmparator her zaman kutsal toprakların var olduğunu, orada insanların günahlarından arındığını ve sonra bu dünyadan ayrıldıkları hayallerine dalıp gidiyordu. Onun peşine düşen delilerin de tek istediklerinin saf bir ruhla ölmek olduğunu şimdi anladı. Ama kendi eceliyle ölmek isteği de vardı bunun yanında. Niçin ölümüne yılanın zehri neden olsundu ki? Tanrı neden böyle istemişti? Kaderi böyle miydi? Böyle karmaşık düşünceler İmparator’u boğuyordu.
Hayatı gözlerinin önünden hızlı bir şekilde akıp geçti. Bu düşüncelerin derinliği gittikçe acısını da derinleştiriyordu. Gene aynı sakin karanlığa, içinden çıkılması zor olan bilinmezliğe batıyordu.
Şimdi anıları sanki bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Nedense bir türlü hatırlayamadı. Nereden başladığını hatırlayamadı.