Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tımarhane», sayfa 3

Yazı tipi:

İMPARATOR

Hatırlayamadı… Hiçbir şey hatırlayamadı.

Bir yumruk kadar olan, ona sürekli acı çektiren bu beyin gerçekten İmparatorun muydu? Yoksa onu akşam birisi geldi de kafasına mı yerleştirmişti? İçini huzursuz eden düşüncelere dayanamadan kafasını cansız elleriyle tutarak aynaya doğru eğildi. Ama ateş gibi yanan gözlerinden başka bir şeyi göremedi. Karanlık bir uçurumun kenarında korkuyla duran bir kurdun gözleri gibi parlıyordu. Bu gözlerin onun olduğunu anlayınca içini bir korku sardı. Gözlerini tanıyamadı. Damarları iyice kabarmış, bembeyaz kesilmiş elleriyle aynanın üzerini kapadı. Ama ayna o kadar soğuktu ki bir buz kalıbını tuttuğunu düşündü. Bu eller de sanki ona ait değil başka bir ölünün elleri gibiydi. Ne olduğunu, kendisi de anlamıyordu. Karanlığa isyan ediyormuş gibi odaya giren cılız ışık İmparator’un ilgisini çekti. Karanlık ve gizemli bir dünyadaymış gibi hissetti kendini.

Nasıl olup da bu duruma düştüğünü hatırlayamıyordu. Uzaktan mı yoksa yakından mı geliyor belli değildi ama sanki şıp şıp diye kapanmamış bir musluktan damlayan suyun sesini duyuyordu. Biraz sonra o ses de duyulmaz oldu, ses belki de dinmemişti ama artık kulakları bu sesi duymuyordu. Odada yine mezar sessizliği hâkimdi.

Bilinmeyen bir güç İmparator’a emirler veriyordu. Bu sefer de az önce gelen sesi dinlemesini emretmişti. Beyninden gelen emirleri yapamıyordu. Artık bilinmeyen güce büsbütün boyun eğmişti.

Sanki beyninin içinde kendinden olmayan başka bir şey dolaşıyordu. Bilinmeyen güce ruhunu, var olan her şeyini teslim etmiş gibi: “Hepimiz mahvolduk.” dedi. Ölmek istemiyordu. İnsanın yalnızlıktan ölmesi mümkün değildi. Ölümle ilgili düşüncelerini kendinden uzak tutmaya çalışıyordu. Ama buradaki hava da karanlık da aklına ölümü getiriyordu. Bugün İmparator, ölümün karşısında güçsüz olduğunu anladı. Ağladı. Gözyaşlarıyla birlikte gelen yel sanki ona soru soruyordu. “Sen kimsin?” diyordu. Cevap veremeyince yine o kahrolası su damlalarının sesi gelmeye başlıyordu. Damlalar yere değil de beynine damlıyormuş gibiydi. Acı içindeydi. “Ahir zaman suyla birlikte gelecek.” dedi, gerçi dünyanın sonunun ne zaman geleceğini kendisi de bilmiyordu. “İnsanı bu kuraklıkta su öldürecek.” dedi. Bunu kimin söylediğini bilmiyor, kendisi mi yoksa içindeki o bilinmeyen güç mü? İnsanı kudretli su öldürecek, cesedini de alacak. Ya da karanlık ve yalnızlık öldürecek. Böyle bir fikir erimiş sıcak kurşun gibi durmadan beynini sarıyordu. Sudan da karanlıktan da güçlü, gönlünün yarasına dokunan yalnızlık, isteyip istemediğine bakmadan içine düşmüş bir solucan gibi canını acıtıyor, zorluk çektiriyor, dayanılmaz acılara sokarak onu öldürmeye çalışıyordu.

Bu dayanılmaz düşünceler bir rüzgâr gibi her tarafı sarmıştı. Musluktan damlayan suyun sebep olduğu hayallerle bambaşka bir dünyaya gitmişken kendine gelince damlayan suyu yeniden düşünmeye başladı. Her şeyi kudretiyle kapsamış bir ölüm gibi gelen karanlığa aydınlık da boyun eğmişti sanki. Bu dünyada yapayalnız, tek başına, öksüz kalmış gibi hissediyorken İmparator titreyerek ağlamaya başladı.

Uzun uzun ağladı. Kendi ağlamasını kendisi durduramıyordu, nihayet aynanın olduğu tarafa yöneldi, kendisini görmek istedi. İşte ayna şimdi tam karşısındaydı. İmparator hızla nefes alıp veriyordu, buz gibi olan aynanın üzeri buğulandı. Aynanın buzu erimeye başlayınca kendisini göreceği için sevindi.

Yıllardır kimseyle konuşmamıştı, belki de bu yalnızlıkta aynanın karşısında da olsa kendi kendiyle konuşmak ona iyi gelebilirdi. Yüzünü aynaya yaklaştırdı. Nefes alıp verdikçe aynanın üzeri buğulandı ve bu buğu küçük çiğ damlaları halini almaya başladı. Ama aynaya iyice bakınca içindeki umut aniden yerini üzüntüye bıraktı. Aynada “Kendimi göreceğim.” derken karanlıktan hiçbir şeyi göremedi.

İmparator’a göre dünyada bütün insanlık, bütün canlılar ölmüştü, sadece kendisi kalmıştı. Ama kendisini aynada göremeyince görme isteği daha da arttı. Tanrı bu adamı niye bu kadar acımasızca cezalandırıyor? Sessizlik uzayınca kendini ölmüş zannetti. Fakat gözlerinden akan yaşlar, ona hâlâ hayatta olduğunu hissettiriyordu. Gözlerinden akan yaş damlalarından birkaçını yere düşürmeden güçsüz ve bembeyaz kesilmiş elleriyle yakalayıp ağzına götürdü, susuzluktan içi yanıyordu. Elindeki iki damla gözyaşını aceleyle yalayıverdi. Tuzlu gözyaşları susuzluğunu daha da arttırdı. Az önce insanı su öldürecek demişti ama şu an içecek iki yudum su bile bulamıyordu. Yeniden aynanın karşısına geçip içindeki sıcak hava ile aynanın yüzünü yaladı. Aynanın yüzü yapış yapıştı, tadı gece boyu yanında kalmış çırılçıplak kadının vücudundaki teri hatırlattı ona. Rüzgâr mı getirdi onun resmini kafasına ya da kaynağı belirsiz duygular mı sebep oldu? Nedense o kadın şimdi aklına gelmişti, gelince de beynine musluktan damlayan su gibi yavaş yavaş düşünceler akmaya başlamıştı. Tam da tayin edilen hesaplanmış bir zamanda Tanrı’nın emriyle karşılaşmıştı sanki o kadınla. Tımarhaneden kaçtıktan sonra meyhanede tanışmıştı. Gece boyunca o kadınla beraber olduğu için karşılık olarak gökten gönderilmişyedi emirli Kutsal Kitabı kadına vermişti. Kutsal Sözleri insanlığa yaymak yerine bir kadınla beraber olmayı tercih etmesi yüzünden böyle cezalarla karşılaşıyordu. Belki de Kutsal Kitaba değer vermediği için hayatı boyunca kadının pis kokulu mahrem yerinde kalarak cezalandırılacaktı. Ama bu kadar kefaret de yeterli olamazdı. İmparator’a göre onu öldürecek tek şey beynine yavaşça akmaya devam eden damlalardı. Böyle bir ceza ne de olsa günün birinde yaşanacaktı. Ve o gün İmparator böyle bir karanlıktan kaçmaya karar verdi.

Hangi karanlıktan kaçmak istiyordu? Bu düşünceler aklına gelince tüyleri ürperir, vücudu titrerdi. Karanlıktayken karanlığı unutmak isterdi.

Karanlık düşüncesinden kurtulmak için yavaşça yerinden kalktı ve küçük adımlarla bir şeyini kaybetmiş kör bir adam gibi etrafını yoklamaya başladı. Dokunduğu şey de en azından duvar olsaydı iyi olurdu. Bir adım… İki adım… Hâlâ bir şey yok. Bir şey bulabilirse ölü ya da canlı olduğunun farkına varacaktı bu nedenle nasıl bir şeye dokunduğu hiç önemli değildi. Aradığı şey baktığı ayna değildi, çünkü öbür dünyanın ilk kapısı ayna olacak diye duymuştu, bu nedenle aynadan korkuyordu. Adımlar devam etti, parmaklarını kımıldatarak, ellerini önüne doğru kaldırdı ama hiçbir şey bulamayınca dünyada kimse kalmamış hissi artmaya başladı. Böyle olabilir miydi gerçekten? Bu kadar karanlıkta her şey karanlığın kendisi gibi sonsuz ve bilinmez gibiydi. Bir adım daha attı. Bu sırada şıp şıp diye az evvel duyup sonra unuttuğu damlama sesini işitti. Damlalar nereden nereye damlıyor, kimsenin çözemediği bir bilmeceydi. Ya da bu ses kalbinden mi geliyordu? Kalbinin atışıysa demek ki yaşıyordu. Bir adım… İki… Üç… Elleri bir şey buldu ve hemen vücudunu garip bir korku sardı. Dokunduğu şey elinde yanma hissi yarattı. Bu, İmparator’un yaşamda var olduğunun işaretiydi. Ruhunun bedeninden ayrıldığını düşünüyordu, yanmayı hissettiğine göre demek ki hâlâ canlıydı. Hemen elleriyle dokunduğu şeyin ne olduğunu anlamak istedi ve onun bir duvar olduğunu anladı. Ama niçin bu kadar soğuktu? O kadar soğuktu ki elleri morardı. Ama “Madem burada bir duvar var mutlaka bir kapısı da olmalı.” diye düşündü ve aramaya devam etti. Bu arayış içinde önceden sokaklarda gördüğü kör insanları hatırladı. “Meğer kör insanların hayatı her gün böyle lânet bir karanlıkta geçiyormuş.” dedi. Bir kör için hayatın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissetti. Duvarı bir defa bulmuştu nasılsa bu karanlıktan da kurtulmayı başarırım diye düşündü. Kafasındaki bu düşünce aramasını güçleştiriyordu. Hem nasıl kurtulacaktı ki, bu karanlığa nereden ve nasıl geldiğini bile bilmiyordu. Olmayacak bir zamanda bu karanlığa takılıp kalmıştı. Sadece kendisi gelebilirdi buraya bu nedenle sadece kendisi karanlıktan kurtulma yolunu bulmalıydı. Eğer bulamazsa burada ölmek kaderiydi.

Bir şeyin üzerine bastı, iyice bakınca bir kibrit kutusu olduğunun farkına vardı. Belki vardır diye küllüğün içinde kibrit aramaya başladı, küllükte değil de yere dikkatlice bakınca bir tane kibrit buldu. Bu kibrit ölüm düşüncesinden az da olsa kurtulmasına sebep oldu.

İmparator kibriti özenle çakınca nefes almayı kesti, kibritin yardımıyla karanlığın sonunu bulabilecek miydi? Nerede kaldığını, durumunun nasıl olduğunu öğrenmek istedi. Kibritten hafif bir ışık çıktı. Tam karşısında balçıkla sıvanmış bir duvar vardı. Cılız da olsa ortalığa yayılan ışıkla duvardaki “Deliler Ülkesi” yazısını okuyabildi. Bu tamlamanın tam son harfine geldiğinde kibrit sönüverdi. Yine her yer karanlığa büründü. Böyle bir ülke var mıydı? “Deliler Ülkesi” diye bir yer daha önce hiç duymamıştı. Varsa bile hatırlayamadı.

Tekrardan o hüzünlü ölüm düşünceleri beynini kemirmeye başladı. Ölüm, sadece kafasını değil, beyninin içindeki kılcal damarları bile soğuk düşüncelerle dolduruyordu. Ama bunun korkuyla ya da yalnızlıkla bir ilgisi yoktu, sadece hayatta olduğunu hatırlatıyorlardı ona.

İmparator da ölüm hakkında düşünceler aklına gelmeye başlayınca yaşadığı önemli ve ilgiye değer olayları hatırlayarak kendisini oyalamaya çalışırdı. Örneğin, tımarhaneden kaçtığı gün tanıştığı o kadın aklına gelirdi. İkisi gece boyu beraber olmuşlardı. Kadın: “Hayatımda senin gibi bir erkek görmedim.” demişti, İmparator da “Ben de senin gibi bir kadın görmedim.” demişti. Sarmaş dolaş yatakta yatarken korku basmıştı İmparatoru. Dün tımarhaneden kaçmıştı. Her yerde onu arıyor olmaları muhtemeldi. Eğer onu bulacak olurlarsa yeniden o duvarların tutsağı olacak, tekrardan yaşadığı o çileli hayata dönecekti.

Tımarhanedeki iri yarı ve bıyıklı başhekim “Sen delisin.” demişti. İmparator da kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan “Evet, ben deliyim.” diyordu. Bunu duyan odadaki bütün hastalar yerlere yatar kahkahayla gülerdi. Böyle yerli yersiz gülmenin ne demek olduğunu bilmeden bütün oda kahkahalara boğulurdu. Ama hiç gülmeyen birisi vardı. İri yarı bedenine sanki bir etiketmiş gibi yapışan bıyığı ile tımarhanenin başhekimi. Delilerin bu dünyada çekindiği tek insandı o. Ne kadar zorlarsan zorla kendisi istese bile gülmezdi. Birisi daha vardı. Deliler ona“Evliya” diyorlardı. Gerçekten bir evliya mıydı, yoksa deliler mi onu böyle adlandırmıştı? Kimse bilmezdi. Kendisine bununla ilgili bir şey sorulduğunda:

– Ben sizin zihinlerinizi o kahredici karanlıktan kurtarıp aydınlığa ulaştırmak için varım, eğer bunu yapabilirsem bana evliya demenizde bir mahsur yok ama bu idealimi gerçekleştiremezsem dünyayı su ve yılanlar basacak, yılanlar herkesi sokacak ve öldürecek, demişti.

Ama deliler bunu önemsemez. Her zamanki gibi gülerler, taşkınlık yapar hep beraber Evliya’nın üzerine çullanıp adına ezme oyunu dedikleri bir oyun oynarlardı. Evliya buna zor dayanırdı. Eğer o iri yarı, bıyıklı başhekim olmasa bu oyunlardan birisinde öle bilirdi bile. Şimdi aklına “Evliya” gelmişti. Zihnindeki bulanıklığı dağıtmak için tane tane düşünmeye, her şeyi en berrak haliyle hatırlamaya çalıştı.

Bir gece… Çok karanlık bir geceydi. Fileyle örtülmüş sağı solu açık pencerelerden gökyüzünü ışıl ışıl kaplayan yıldızlar görünüyordu. Evliya, kaldığı küçücük odanın ortasındaki masaya doğru yaklaştı, koynundan bir kitap çıkardı. Bir mum yaktı. Mumun odaya yaydığı cılız ışığın gölgesinde içinden mırıldanarak dua etmeye başladı. Odadaki hastaların birisi hariç hepsi uyuyordu. Evliya’yı dikkatle dinledi. Yorganının altına gizlenmiş olan bu deliyi Evliya fark etmedi. Herkesin uyuduğunu düşünüyordu. Evliya’nın okuduğu duadaki cümleler deliyi çok etkiledi.

“Gerçeği ve hakikati adaletsizlikleriyle yok eden insanlara Tanrı’nın gazabı sonsuz olacak. Çünkü Tanrı’nın bildiğini onlar da biliyordu. Bu bilgiyi insanlara veren de yine Tanrı’ydı. Bu insanlar olacakları hissediyordu, olacakları biliyordu. Demek ki Tanrı’dan hiçbir şey alamazlar.” Evliya bu cümleleri okuyunca oturduğu yerde donakaldı. “Her şeye rağmen Tanrı’yı biliyorlar fakat ona dua etmiyorlar, başka düşüncelerin tutkusuna kapılıyorlar.”

Evliya’nın derin düşüncelere daldığı onun duvara yansıyan gölgesinden bile belli oluyordu. “Onların kalbini karanlık kapladı.” Kutsal kitabı okurken ağzından çıkan hava mum ışığını titretiyordu. Düşünceli bir hâlde yerinde bir müddet oturduktan sonra yeniden kitabı okumaya başladı. “Kendilerini akıllı sanıyorlardı ama akıl tutulması yaşıyorlardı. Tanrı’nın değerini ölünce çürüyecek insanların, kuşların, hayvanların kemiklerine benzettiler. Tanrı da onları koca bir karanlığın içinde bıraktı. Bu seçimi kendileri yaptılar. Onlar Tanrı’nın gerçek dediği şeyleri yalanladı, Tanrı’nın hayranı olmak yerine eşyaların önünde eğildiler ve şeytana hizmet ettiler.” Evliya derin bir nefes aldı. “Tanrımız ebediyen övülsün!” ve okumaya devam etti. “Tanrı’nın bir gün adaletle hükmedeceğini unuttular.” dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Çok kararlı bir sesle “Tanrı’nın hükmü yapılan işlere göre verilir.” dedi ve durdu.

Deli bu sırada o anı hatırladı. Çünkü o gün Evliya’nın nasıl kaybolduğunu hiç kimse anlayamamıştı.

Gece yarısında bir şimşek çakmış şimşekle beraber ortalıkta kısa bir aydınlık olmuştu. Deli korkmuştu, hatta bağırmıştı ama bunu kimse duymamıştı. Şimşekle beraber gelen ışıkla pencerede üç meleğin süzülerek içeriye girdiğini görmüştü.

Gökyüzünden inen bir melek gördüm, beyazlar içinde buluttan bir elbisesi var gibiydi. Yüzü güneş rengindeydi, ayakları ise ateşler içinde yanıyordu. Ellerinde sayfaları açık bir kitap vardı. Melek sağ ayağını bir denize sol ayağını ise bir kara parçasına koymuştu. Sağ elini gökyüzüne kaldırdı, bu sırada sanki bir aslan kükremesini andıran kuvvetli bir ses “Hemen git, meleğin elindeki o kitabı al!” dedi. Sesin verdiği emirle meleğin yanına geldim. “Bana kitabı ver!” dedim. Melek bana “Kitabı al ve ye! Önce ağzına şekerli bir tat gelir, sonra da acı bir tat hissedeceksin. Acı olan gerçeğin tadıdır. O yüzden birçokları bu tadı sevmez. Bu kitap gerçeğin kitabıdır. Tanrı’dan gelen bir kurtuluş kitabıdır. Onu sakın saklama, çünkü kıyamet gününün gelmesine çok az zaman kaldı.” dedi ve kitabı elime verdi. Kitabı alınca aceleyle sayfalarını çevirip bakmaya başladım. Ama kitabın üzerinde ne bir cümle ne bir kelime ne de bir harf gördüm. Çünkü sayfalar bomboştu, hiçbir şey yazılı değildi.

Beyazlara bürünmüş olan üç melek Evliya’yı yerinden kaldırıp yanlarına aldılar ve gittiler. Yatağın altında gizlenen deli meleklere bakamamıştı bile. Korkusundan gözlerini kapatmıştı, az kalsın bağıracaktı. O anda Evliya odada uyuyan herkesin tek tek alnından öptü, korkarak yatan deliyi ise yüzünden öptü. Giderken de hüngür hüngür ağladı. Neden ağlamış olabilir ki? Onlara acıdığı için mi ya da geri dönüşü olmayan bir yere gidiyordu, belki de bu yüzden. Gözyaşlarına boğulmuştu ve bunun nedenini olup biteni gören deli değil kendisi de anlamamıştı. Evliya’nın son sözünü de yine bu deli işitmişti: “Yakında yeniden geleceğim. Bu kitap, içindeki kelimeler ve cümleler ne kadar huzur verici!” Elinde açık vaziyette duran kitabı öptü. Ama bu sözleri kime söylediği belli değildi. Odada uyuyan delilere mi ya da bu küçük odanın duvarlarına mı belki de korkarak yorganın altında saklanan deliyeydi. Bunu asla öğrenemediler.

Evliya gitmeden önce kitabı kucağına almış (şimdi her şeyi hatırlıyordu) ve korkusundan zangır zangır titreyerek yorganın altında saklanan delinin yastığının altına koymuştu. Bunu sadece kendisi görmüştü. Sonra yastığın altından kitabı aldı. O gün Evliya kayboldu.

Kitabın altın harflerle yazılı olan cildini gördüğünde bunun gökyüzünden gelen özel bir şey olduğunu anlamıştı. Bu kitap sadece kendisine aitti. Herkesten saklıyordu. Bu yüzden de kitabı okumaya bir türlü fırsat bulamıyordu. Eğer o bıyıklı başhekime yakalanırsa Evliya gibi kaybolup gideceğini düşünüyor, bu düşünce beynini kemiren bir kurt gibi bir an olsun aklından çıkmıyordu. Bu yüzden ondan çok korkuyordu. Neredeyse aklını kaybedecekti.

Tımarhaneye getirildiği ilk günlerde mutlaka kaçacağını düşünüyordu. Deliler ülkesine geldiğini ve buradaki düzenin insanı öldürebileceğini daha ilk gün anlamıştı. Buna kızıyordu. Deli dediğin delidir, onlar için düzene ne gerek vardı ki? Deliler o bıyıklı başhekimin gölgesinden bile korkar, onu gördüklerinde hayatlarının son dakikasını yaşıyor gibi bir hisse kapılırlardı. Bıyıklı“Eğer burada düzen olmaz ise hepinizi mahvederim, hiçbiriniz buradan diri çıkamazsınız.” demişti. Eğer Evliya’nın bıraktığı kitabı görürlerse ne olacaktı? İşin doğrusu insanlığın yok olacağı gün o gün olacaktı. O bıyıklı, kitap okumayı da yasaklamış, eğer birisi kitap okurken yakalanırsa cezasının ölüm olacağını çok açık söylemişti.

Ölümden korkuyordu ve ölümden korktuğu için şimdiye kadar o kitabın bir sayfasını bile okuyamadığını anladı. Bir taraftan da ne zaman öleceğini biliyordu zaten. Pazarın karşısındaki falcı kadın “Sen daha çok yaşayacaksın ama kendi ecelinle değil bir yılanın sokmasıyla zehirlenecek ve öleceksin.” demişti. Bunları duyunca elini hemen geri çekmiş bu olayın üzerinden yıllar geçmişti. Ama bir türlü unutamıyordu. Şu anda da kadının söyledikleri aklına geliyordu.

Bu karanlık odada yalnız değildi. Köşede kıvrım kıvrım olmuş bir karayılan uyku içinde yatıyordu. Ne zaman uyanacağı ise meçhuldü. Evliya’nın söyledikleri geldi aklına: “Yılan uyanınca ahir zaman gelecek, onu uyandırmamaya çalışın.” Bu yüzden yılanın bulunduğu tarafa bakmaya korkuyordu. Korkuyla yılanın gözlerinin açılacağı zamanı bekliyor bir an önce buradan kaçıp kurtulmak istiyordu.

Karanlıkta uyuyan yılanın uyandığında yerinden bir ok gibi fırlayarak dişlerini batıracağını düşündü, o anda falcı kadının “Seni bir yılan sokarak öldürecek.” sözlerinin gerçek olduğunu anlıyor, hayatının sonuna kadar bu korkuyla yaşayacağını biliyordu. Bu karanlıktan bir an önce kaçmalıydı. Önce bu karanlığın, odanın, yılanın… Hepsinin de bir rüya olduğunu düşünmüştü, aslında rüya olmasını istiyordu ama bu bir rüya değildi. Kendini çimdikleyip aynaya bir kez daha baktığında yaşadıklarının gerçek olduğundan bir kez daha emin oldu.

Bugün de kendi odasında uyuduğunu düşünmüş, uyandığı bu karanlığın her zamanki gibi kalkıp odadan dışarıya çıktığında peşini bırakacağını zannetmişti ama ne kadar ararsa arasın bir türlü kapıyı bulamıyordu.

Bu karanlık gecede, ölümün sessizliği içinde tımarhanede olduğunu hatırladı ama burası tımarhaneye bile benzemiyordu. Karanlığın tutsağı olan kapısız duvarlar, neden ve kim tarafından konulduğu belli olmayan bir ayna ve odanın köşesinde büzülüp kirpi gibi uyuyan kara bir yılan. Belki de bu yılandan korktuğu için bir olay hatırladı.

Bir zamanlar gerçekten bir imparatordu. Kesik kesik de olsa hatırlıyordu. “İmparator olmak ister misin?” diye kimse ona sormamıştı ama belki de sormuşlardı. Hatırlamıyordu. Hatırladığı şeyler vardı. Kendisini imparator olarak hissettiğini, taç takma töreni bile yapıldığını.

“Ben büyük İmparatorum.” demişti. Bütün saray erkânı da İmparator’un karşısında yerlere kadar eğilmişti. Her söylediğini yıllık biyografisine yazdırıyordu, abartılı ve uzun vaatlerde bulunmuştu. Dünyanın tam ortasındaki kutsal topraklara bütün halkını götüreceğine söz vermiş, onları bütün günahlarından arındıracağını vaat etmişti.Af dileyen herkesi affediyordu.

Taç giyme töreninde yerli kuyumcuların altın ve değişik değişik kıymetli taşlardan yaptıkları taç kafasına dar gelmiş, zorla kafasına giydirilen taç onu çok rahatsız ettiği halde çıkmıştı milletinin karşısına. Taç kafasını yaralamıştı ama o törenin sonuna kadar dayanmıştı. Karşısında yerlere kadar eğilen adamlara cenneti vaat etmişti.

Milletinin “İmparatorum çok yaşa!” diye bağırmasını, yeri göğü inleten alkışlarını… Dün gibi hatırlıyordu. Ama taç kafasına yapışıp kalmıştı. Etiyle birleşmiş ve kimse onu çıkaramamıştı. Bu taçla uyuyordu, geziyordu, konuşuyordu, şarap içiyordu, eğleniyordu ve metresleriyle zaman geçiriyordu. Tacı kafasındayken baş ağrısı denilen şeyin ne olduğunu da unutmuştu. Gerçekten unutmuştu ya da baş ağrısını hatırlamaya mecali kalmamıştı.

Kendini Tanrı’yla denk görmeye başlamıştı. Hatta Tanrı sözünü unutmuştu. Peygamber kudretine eriştiğini hissediyordu. Kim olduğunu unutmuş gibi bir hali vardı.

Direniş göstermesine rağmen hasta bakıcılar el ve ayaklarından yatağa bağlayıp sağ elinin atardamarından iğneyi soktular. Az evvel kendini imparator zanneden adam şimdi tımarhanede avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Alçaklar! Siyasî fahişeler! Bürokratlar! Tam bir boksunuz! Tanrı’yı tanımaz hainler! Gâvurlar! Bu bir hainliktir! Siz Tanrı’yı inkâr ettiniz! Beni de affı olmayan günaha soktunuz. Yaradan’a değil Yaradan’ın yarattıklarına taptınız, kutsal diye taptınız. Haaayır… Hayır!

Hayır dedim! Bana iğne vurmayın! Tanrı’yı tanımazlar, hainler! Vurmayın! Sonra başı kesilmiş kurbanlık koyun gibi sesi kesildi ve ağzında beyaz köpükler birikti. Fısıldayarak yalvarıyordu.

Bu yüce düşünceleri onu yormuştu. Uykuya daldı. Tacı beynine yerleşen inatçı bir mikrop gibi kafa derisine kaynamıştı. Rüyasında uzaklardaki kutsal toprakları, sıcak çölleri, Ölü Deniz’in mavi sularını uzaktan izliyordu. Sadece hayallerde ya da rüyada değil gerçek hayatta da keşke oraya gidebilseydim diye güzel düşüncelere daldı. Şu an kutsal topraklara doğru yürüyordu, hamamda yıkandıktan sonra bedenini sarıp sarmalayan kirlerden temizlendiği gibi bedenine yapışan günahlardan kurtulup kendini tüy kadar hafiflemiş hissederek hayal âleminde yüzüyordu. Çöldeki develer gibi ayaklarını sürükleye sürükleye yürüyordu.

İmparator yavaşça uyandı. Bitkin bir halde ihtiyarlıktan kırışmış elleriyle yatağından kalkarak odayı aydınlatan ızgaralı pencereye yaklaştı.

Dışarısı hayli kalabalıktı. Arka kısmında sarı haç işareti olan cankurtaranın motor sesi geliyordu. Siyah önlüklü iki hasta bakıcı ambulansın arka kapısını açıp ellerine aldıkları bir sedyeyle İmparator’un penceresinin tam karşısında olan morga girdiler. İçinden “Birisi daha ölmüş.” diye geçiren İmparator morgun kapısından gözlerini ayırmadı. Kozuçak ve Lir morgun önünde bekliyorlardı. İğneden sonra çok bitkin hissetmesine rağmen İmparator da kendini dışarıya attı. Birdenbire Kozuçak belirdi, heyecan ve panik içindeydi. Kekeleyerek yarım yamalak konuşuyordu.

– İmparator, İmparator! Evliya ölmüş, dedi.

İmparator’un vücudunu bir anda ter bastı. O gece Evliya’yı rüyasında görmüştü. El sarması sigarasını içen Lir “İğnenin etkisinden dolayı kalbi durmuş.” dedi. Sigarasından koca bir nefes çekti. Zayıf ciğerlerini tutan öksürüğe aldırmadan “Şimdi çıkacaklar, vedalaşalım.” diye ekledi. Nedense o anda Kozuçak’ın gözleri yaşardı. “Ağlama, meğerse o da bizim gibi bir deliymiş. Deli başka bir deli için ağlamaz. Sen de mi onun bir evliya olduğuna inanmıştın?” dedi Lir. Sigarasından bir nefes daha çekti. “Sakallının olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlemiş.” diyerek yere tükürdü.

O sırada morga giren hasta bakıcılar ellerindeki sedyeyle telaşlı bir şekilde dışarı çıktılar.

– Kahretsin, nereye kayboldu bu? Az evvel burada yatıyordu. Ölmüştü ve yatıyordu, dedi gözlüklü hasta bakıcı.

Bunu duyan Lir, Kozuçak ve İmparator donakaldılar. Üçü de koşarak morga girdiklerinde cesetlerin sarıldığı beyaz çarşafın yerde atılı olduğunu gördüler. Tahta sedyenin üzerinde üstünde “Evliya” yazılı bir alüminyum parça gördüler. Burada her delinin boynunda böyle bir levha bulunurdu.

Bu arada tımarhanede kulakları yırtarcasına tehlike sireni çalmaya başladı.

Delilerin hepsi tımarhanenin tam ortasında bulunan meydana gidiyordu. Sirenin sesini duyar duymaz bütün deliler toplandı. Meydana önce İmparator, Kozuçak, Lir, arkasından da Cengiz Han, Büyük İskender, sonra da peş peşe Freud, Mussolini, Hitler, Ezop, Epikür, Picasso, Kant, Tais Afinskaya, Sophia Loren, Kleopatra, Charlie Chaplin, Vincent van Gogh ve diğerleri gelmeye başladı. Bu adlar onların tımarhanedeki ikinci adlarıydı. Tımarhanenin başhekimi meydandakilere duyuru yaptı:

– Bugünden itibaren olağanüstü yönetim usulleri uygulanacaktır. Buna karşı çıkana da devamlı bir şekilde iğne yapılacaktır.

“Tımarhanedeki bütün kitapların yakılmasını emrettim!” diye başhekim öfkeyle bağırıyordu. “Duydunuz mu?”

“Duyduk, sayın başhekimim!” diye hep bir ağızdan deliler cevap verdi.

Burada kural böyle. Sadece böyle cevap veriliyor.

Dün tımarhanedeki kitaplar yakıldı. İmparator yakılan kitapların külünün içinden yanmamış birkaç sayfa buldu. Kutsal kitabın kapağı ve bir sayfasıydı buldukları. O sayfada “Tanrı’nın geleceği gün…” yazıyordu.

İmparator külün içinden bulduğu kitabı başka birisi görmesin diye koynuna sakladı.

Kitabı sakladıktan sonra kimseye belli etmeden küçük odasına gelirken o kitabın kapağından vücuduna geçen sıcaklığı hissetti. Külün içinden çıkarılan kitap hâlâ sıcaktı. İmparator, kitabı yatağının altına sakladı. Kitabı orada kimse bulamayacaktı. Yanmamış kâğıdı ise o gece okuyup bitirmeye karar verdi. Bu fikir onu heyecanlandırdı. İmparator Kutsal Kitabı kaldırıp alnına değdirdi ve bütün benliği ile öptü. Burnuna kül kokusu geldi, dudaklarını kitabın kapağına değdirdiği zaman ekşi bir kül tadı hissetti. Kitabı eski bir paçavra ile iki üç defa sardı ve yatağının altına sakladı.

Evliya’nın kaybolması İmparator’un derin düşüncelere dalmasına sebep oluyordu. O, şimdi Evliya’nın nasıl bir insan olduğunu anlamaya çalışıyordu. O da kendisi gibi buraya deli teşhisi konulup getirilen bir biçare mi yoksa kerametli Evliya sadece boş gezen serserinin teki miydi? Bunun gibi endişelerin, iki derin düşüncenin ortasında kalakalmıştı. O anda İmparator’un aklına kötü bir fikir geldi. Bu acımasız dünyayı terk edip kimsenin bulamayacağı yerlere gidip kaybolmak istedi.

İmparator bu gece de uyuyamadı.

Uzun süre uyumadı.

Küçük odada sağa sola yürüdü ama kafasını esir alan düşüncelerden kurtulamıyordu. Aklında çelik gibi çakılmış bir şüphe vardı. Hiç yetmezmiş gibi Evliya’nın yel gibi kaybolması, bu dünyayı terk etmesi zaten yıpranmış canını kurt gibi yiyordu.

– Ey, lânetli gün! Dünyada insan sayısı 6 milyar… 6 yüz 6 milyon… 6 yüz bin… Altmışaltıya geldiği zaman kara şeytan uykusundan uyanacak ve ahir zaman başlayacak. İnsanlar ölü doğmaya başlayacak. Onların içindeki şeytani duyguları ayağa kalkacak ve bu dünyayı şeytanın eline vereceğiz! Uyan!

Sol kulağının içinde yankılandı.

Yankılanan söz kulak zarını yırtarcasına dokundu. İmparator bir türlü peşini bırakmayan bu kelimeden kurtulmanın çaresini bulmaya çalışıyordu. Bugüne kadar “Yaradan’ın kullarıyız, bedenimiz de nefesimiz de canımız da hepsi Tanrı’dan!” diyen İmparator, bugüne kadar var olan bütün düşüncelerine karşı çıktı ve kendi fikirlerinde kararlıydı. Bu eziyetli hayatı nasip eden de o Tanrı. Kaderine yazılmış çileli günler başlayalı, o kendini Tanrı’nın rahmetinden, sevgisinden, nurundan mahrum kalmış kullardan hissediyordu. Tanrı’nın sevgisinden mahrum kalan insan, hayatı boyunca zorluk çekerek yaşar, yalnızlığa mahkûm edilirmiş. İmparator, son zamanlardaki endişelerinden dolayı intihar etmeyi düşündü.

İmparator aslında tımarhaneye daha ilk geldiği gün intihar etmeye karar vermişti. Bu dar odanın neresine kendini asabileceğini düşünürken gözlerine camdaki demir ızgara çarpmıştı. Hayatı camdaki o demir ızgarada sona erecekmiş gibi gelirdi ona. Şu an yine camdaki o demir ızgaraya kemerini bağladı. Boynuna astı. Ondan sonrasını yapamıyordu, titriyordu. Çünkü ölümden korkuyordu. İmparator kendi kendine “Bu dünyayı böylece terk edecek miyim?” diye sordu. Kendi canını kendi elleri ile ölüme teslim eden, başka çıkış yok deyip onun eline kendini vereceğim, teslim olacağım diyen İmparator’un karışık dünyasında böyle bir zıtlık ortaya çıktı. Kendimi öldüreceğim derken hayatın tatlılığını hissetti. Burada, normal bir insanın dayanamayacağı kadar zor bir hayattan iyice bunalmıştı. Belki de bu yüzden Tanrı’nın nasip ettiği kaderle de çektiği zorluklarla da boşu boşuna karşılaşmadığını düşündü.

Ölümden bu kez vazgeçse bile kafasını yoran dünkü düşünceler yine canını sıkıyor. Zorlanıyordu. En son iğne aldığında dayanılmaz bir ağrı hissetmişti ve “Benden bu kadar, ölmeye hazırım.” diye kendi kendine söz de vermişti. Şimdi ise canının, hayatının, ömrünün tatlılığını hissediyordu. Ama yine de giderek intihar etmek istediğinden emin olmaya başlamıştı. Kemerini demir ızgaraya sıkı sıkıya bağladı, ayağının altına küçük taburesini koydu, “Göz açıp kapayıncaya kadar hemen öteki dünyaya gitmek en iyisi!” dedi sonunda. Başka çaresi de yokmuş gibi geliyordu ona.

Kemeri boynuna taktıktan sonra ilmeğini çamaşır sabunu ile iyice ovdu. Bir yerlerden okumuştu. Sabunlu ilmek canın bedenden ayrılmasında kolaylık sağlarmış.

Halkayı tutarken korkudan elleri titriyordu. Kemeri hafifçe çektiğinde nefesi kesilmeye başladı. Hemen yukarı çekilmemesi için halkayı elleriyle tutarak biraz bekledi. Sessizce Tanrı’ya yalvarıyor, tövbe ediyordu. Ben senin kulunum diye tekrarlayarak yalvarıyordu. Gözlerinden sıcacık yaşlar akıyordu. Günahlarını affetmesini diliyordu. Bunaldığı zamanlarda Tanrı’ya yaptığı isyankâr davranışlar için pişmanlık duyuyordu. O dakikadan sonra kendini yaratıcısının ellerine bıraktı. “Bugün için razıyım.” dedi ve ayaklarının altındaki tabureyi itiverdi. Kemer boğazını iyice sıkmıştı. Ama İmparator’un ağırlığını kaldıramayıp tam ortasından koptu.

İmparator küçük odanın ortasına düştü. Bir süre kıpırdamadan yattı. Yatağın altında o yanmamış kutsal kitabın kapağını, onun içindeki son kâğıdı gördü. Kutsal kitabı sımsıkı tuttu, iki üç defa öptü ve dayanamayıp ağladı. Sonra ölmemesinin sebebinin kopan kemer değil Yaradan’ın emri olduğunu düşündü. Kitabın bütün kâğıtları yanmış ama sadece bu kâğıt yanmamıştı. O kâğıdı okudu. “Tanrı’nın geleceği gün…”Ölmek için kemeri boynuna astığında ölmemesinin de nedeni bu muydu? O Kutsal Kitapta yanmamış bu sayfayı bulmuştu.

Dün gece ona Evliya emanetini söylemişti: “Tanrı’nın geleceği güne az kaldı. İnsanlar yaptıkları günahlardan temizlensin, yoksa kıyamet kopacak.” İmparator onun dediklerini hatırladı. Aklına bir fikir geldi, ne yapıp edip buradan kurtulabilir, Kutsal Toprakları yalın ayak yürüyerek olsa da bulup Tanrı’dan af dileyerek günahlarından arınabilirdi. Bu fikir ona bir umut verdi. Bu fikre tamamen kendini kaptırdı. Kendi kendine söz verdi. Yalnız kendisi için af dilemeyecekti, bu uzun yolculuğa Kozuçak, Büyük İskender, Cengiz Han, Lir ve tercüman olarak kendisini iyi tanıyan Tais Afinskaya ile birlikte tımarhaneden kaçacak ve Kutsal Topraklar’a varacaklardı.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺31,97