Kitabı oku: «Hürrem», sayfa 5
Rodos’un artık Türk vatandaşı sayılan halkı, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüş, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, doğruyu gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen baskıcı bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hıristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezler, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.
Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde, kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir kurtarıcı kuvvet görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve zalimlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.
Karadan ayağını ilk çeken Üstad-ı Azam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını gözetim altında bulunduruyordu. İşte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat, karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı.
“Şehzade geliyor!”
Fatih Sultan Mehmet, taht ve tacını bırakamadığı oğluna miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirası örtebilirdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine, beline sardığı zünnara, boynuna astığı haça ve taşıdığı başlığa güveniyordu. Bu kılıkla tanınmayacağını umuyordu. Başta Süleyman olmak üzere o sırada adada bulunan bütün Türklerin de kendisini hiçbir yerde görmediklerini düşünerek bu ümidini kuvvetlendiriyordu. Hâlbuki o gagamsı burun, bir kanıt gibi gerçeği haykırıp duruyordu. Nitekim Pir Ali Reis de o delili yirmi metre mesafeden okumakta güçlük çekmedi, bulunduğu yerden yavaşça ayrılarak kalabalığa karıştı ve Prensin kafilesinin arkasına düşecek surette davranarak onlara yetişip, henüz sekiz yaşında bulunan kız çocuğunun kulağına doğru eğilerek Türkçe fısıldadı.
“Nereye gidiyorsunuz, Sultanım?”
Önde giden Prens değil, karısı ve öbür çocukları da kızın kulağına böyle bir şey fısıldandığını sezmemişlerdi. Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti.
“Başka memlekete, dostum!”
Tarihî burnun ortaya koyduğu gerçeği şu üç kelime desteklemiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi.
“Şevketli Hünkârın,” dedi, “selâmı var. ‘Papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin,’ diyor.”
O sırada çavuş da onların yanına gelmiş, Prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu.
“Sultanım, şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız ortaya çıkmadan ben kulunu takip edin, Şevketli Hünkârın yüce gölgesine sığının. Kurtuluş orada, hayat oradadır. Şüpheye kapılıp mekânı cennet olan babanız gibi kâfiristanda rezil rüsva olmak, hele şu masumları o hâle düşürmek şanınıza yakışmasa gerek!”
Şehzade Murat hafakanlar geçiriyor, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhî bir sendeleyişe uğramış, sararıp soluyor, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmış, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmaya başlamışlardı.
Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti.
“Sultanım,” dedi, “sana telaş yakışır mı? Düşmanı hâline güldürürsen, babanın ruhunu ağlatırsın, Şevketli Hünkârın da gazabına uğrarsın. Mert ol, lütfedip bizimle gel.”
Murat’ın gözü denize dikilmişti; kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden yardım umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla darmaduman olmasına rağmen, kayıkların geri dönmekte değil, ileriye doğru çala kürek koşmakta olduğunu sezmiş, tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı.
“Şehzadem,” dedi, “şövalyeler senden uzaklaşmak için küreklere yelken takmışa benziyorlar. Mübarek gözünü onlara dikip durmanın ne zevki var? Yürü, Şevketli Hünkârın otağına. O, seni bekliyor!”
Murat kendini bekleyen bahtın huzuruna çıkmazlık edemeyeceğini anlamış, ümitsizlikten tevekküle geçerek hüzünlü bir gülümsemeye bürünmüş, karısıyla çocuklarına teselli veriyordu.
“Ömür ne azalır, ne çoğalır. Alın yazısı da bozulmaz. Boş yere çırpınmayın, cesur olun, ardımdan gelin.”
Fakat şu kılıktayken koca bir ordunun önüne ve amcası oğlunun huzuruna çıkmaktan utanıyordu. Taşıdığı kıyafet, papalara kafa tutan babasının hatırasını da incitecek kadar kötüydü. Bu sebeple çavuşa yalvardı.
“Şehre dönüp üstümü değiştireyim. Hünkârla bu biçimde buluşmak doğru değil.”
Çavuş, kendi fikrine göre yol gösterdi.
“Hanım sultanların Pir Ali Reis’le saraya dönmesi, cenabınız ve oğlunuzunsa doğru otağı hümayuna gitmeniz gerek. Şevketli Hünkâr, kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında tören kavuğu yahut kallâvi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, siyah elbiseler giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”
Çavuş da, Pir Ali Reis de bir Şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyor, çok saygılı davranıyorlardı. Fakat Şehzadenin bir siyasî suçlu olduğunu da hatırlarından çıkarmıyor, saygılarını açık bir haşinlikle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi.
“El hükmülillâh,” dedi, “kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”
Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç teselli kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.
Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem’in oğlunu da getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra, Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.
Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz gibi, dedesi Beyazıt’ı değersiz bulacak kadar kıymet bilir bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek şanssız sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın geleceği uğruna birkaç kardeşiyle bir düzine yeğenini fedadan çekinmeyen babası gibi, kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek kararını vermişti.
Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felâket destanı yaratmış, adı talihsizliğe örnek olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir acıma veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sessizce lanetleyeceğini düşününce, tahtın geleceği adına cani olmaktan uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.
Ancak Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykırış oldu.
“Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”
Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.
“Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”
Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, dengesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak halini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren şanssızlıklarla dolu bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cem oğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen Hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu şekilde yalvarışı Süleyman’ın acıma duygusunu harekete geçirmekten geri kalmadı, çünkü bu, bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.
Murat, kudretli amcazadesinin biraz yumuşar gibi olduğunu görünce cesaretlendi.
“İnsaf et, Ulu Hünkâr,” dedi, “insaf et. Tehlikeden kaçmanın peygamberler sünneti olduğunu söyleyen, halifesi olduğun zat değil midir? Musa’nın peygamberliği yurdundan firar edişinden sonra olmadı mı? Muhammed’in kızı Rukiye, damadı Osman, halazadesi Zübeyr, Habeş iline göçmediler mi? Halife Osman’ın katli olayında sahabelerin bir kısmı Medine’den savuşmadılar mı? Atan ve amcam Beyazıt, babamın ölüsüne saygı göstermedi mi ve bir firari olduğu hâlde bütün ülkede adı rahmetle anılmadı mı?”
Murat, ileri sürdüğü hadiselerin çoğunu ayetle veya hadisle desteklediği, Arabî ve Farisî beyitler okuyarak konuyu heyecanlandırdığı için Süleyman tatlı tatlı dinliyordu. Fakat Cem’in oğlu yere diz çöküp, henüz bıyıkları terlememiş olan oğluna da diz çöktürtüp,
“Bir lokmaya razıyım. Göstereceğin yerde yaşayayım, candan duacın olayım. Suçumu bağışla, temiz elini kirli kanıma sokma,” diye yalvarmaya başlayınca vaziyetini değiştirdi.
“İyi ama,” dedi, “bu saydığın adamlar kötülüğü iyiliğe çevirmek için gurbet ellere savuştular, yurtlarından uzaklaştılar. Babanın vatanından çıkışı iyiliği kötülüğe çevirmek içindi. Onun ölüsüne saygı gösterilmekle bir fitnenin sönmesi kutlulanmıştı. Sen, yirmi sekiz yıl önce sönen o fitnenin sürünür gölgesisin. Aslına kavuşmalısın ki memleketin rahatı bozulmasın, yüreklerde nifak tohumu kalmasın.”
Ve Süleyman, fitne gölgesi dediği sefil, zavallı ve perişan varlıktan üstüne bir şey bulaşmasından korkuyormuş gibi otağın bir kenarına çekildi.
“Kalk, bedbaht,” dedi, “kalk. Boynundaki haçı at, belindeki zünnarı çıkar, ağzını bir iyi yıka, imanını tazele, babanın yanma bir Frenk şövalyesi gibi değil, bir Osman oğlu gibi git! Tanrı yardımcın olsun.”
Murat da, oğlu da düştükleri yerden kalkabilecek durumda değillerdi. Hünkârın verdiği işaret üzerine, kendilerini otağa getirmiş olan çavuş koştu, her iki Prensi ayağa kaldırdı ve dışarı çıkardı. Cellât otağın önündeydi, mahkûmları yere kadar eğilerek selamlıyordu. “Buyurun Sultanım, şu çadıra buyurun,” sözleriyle kendilerini mezara açılan kapıya doğru sürüklüyordu.
* * *
Süleyman kendini artık mutlu sayıyordu. İstanbul Fatihi’nin mağlup olduğu iki önemli yerde, o galip olmuştu, zafer kazanmıştı. Belgrad elinde, Rodos elindeydi. Hükümdarlığa geçer geçmez kazandığı bu iki muhteşem zafer, iki kuvvetli meşale gibi istikbal yolunu aydınlatıyor ve kendisine sayısız zaferlerin hayalini seyrettiriyordu.
Cem Sultan’ın oğlu meselesini kökünden hallettiği, bir tarih pürüzünü temizlediği için de ayrıca memnun oluyordu. Frenkler elinde bir Osmanlı şehzadesi, tahtın selâmetini gece gündüz tehdit eden bir kâbus demekti. Şimdi o kâbus o yavrusuyla beraber mezara gömülmüştü. Artık taç ve taht emin ve rahat yaşayabilirdi. Ne toz, ne bulut onun ışığını incitecekti.
Şimdi sıra kalbin zaferine gelmişti. Rodos’u nasıl topla döve döve, burçlarını yıka yıka ele geçirmişse, yar-ı canının kalbini de ateşli kelimelerle sara sara ve o yürekte bulunması mümkün olan her türlü direniş imkânını devire devire, bir aşk zaferiyle elde edecekti. O, henüz on üç yaşındayken “kadın” yenmeyi sınamıştı. On dört yıldan beri aynı sınayışı tekrar ediyordu. Fakat zaman geçtikçe anlamıştı ki kadını yenmek başka, kazanmak başkadır. Sayısını pek de hatırlayamadığı mağlup kadınların hepsi, kölelerin efendilerine gösterdikleri miskin uyumla ona boyun eğmişlerdi. Küçük bir işaret görür görmez diz çöken kadın ise kuşatmasız, hücumsuz ve zahmetsiz ele geçen kale gibidir. Galibini mutlu etmez, belki mahcup eder.
Süleyman da kadınlar üzerine on dört yıldan beri kazandığı zaferlerden haz değil, utanç duyuyordu. Onlar daima etlerini vermişler, gönüllerini kendilerine saklamışlardı. Çünkü kendisi hiçbir kadının yüreğine girmeyi denememişti ve böyle bir zahmete katlanmayı da düşünmemişti. Hürrem’i görüp beğendikten sonra ansızın “mücadele” kararı işte bu sebeplerden ve kadın eti üzerinde arsız bir sinek gibi dolaşmaktan artık utanç duyuşundandı.
Evet, aşk sahnesinde sinek rolü oynamaktan bıkıp usanmıştı. Şimdi heyecanlı bir pervane olup Hürrem’in yüreğine kapanmak istiyordu. Bunun için o yüreği evvela açmak gerekti. Bir kadın yüreğini açabilmekse iyi müdafaa olunan bir kale kapısını açmaktan daha zordu. Belgrad’la Rodos’u düşüren genç Hükümdar, belki de henüz sınamadığı bir işle karşılaştığı için bu kanaatteydi ve kendini hayal yahut kuruntu ürünü güçlüklere karşı hazırlamak kaygısına kapılmıştı.
Her şeyden, her hamleden önce şiiriyle Hürrem’i ateşlemek azmindeydi. Bütün şairler gibi o da şiirin sihir olduğuna inandığı için, her kelimesinde gönül ateşinden bir kıvılcım yanan gazellerle sevgilisinin kalbinde sönmez yangınlar tutuşturabileceğini umuyordu. O güne kadar yendiği kadınlara yalnız elini ve ağzını uzatmıştı. Hürrem’e kalbini, ruhunu, vicdanını uzatmak ve onların sesini de şiir hâlinde kıza duyurmak istiyordu.
Heyecanı daima coşkundu, fakat dudaklarını ve düşündüklerini bir türlü kâğıda geçiremiyordu. Bu sebeple, Rodos’un alındığını ve Cem Sultan’ın oğlunun yetişkin oğluyla birlikte katledildiğini anasına müjdelerken, Hürrem’e okunmak için yepyeni bir şiir yazamamış, eski şairlerden birinin şu gazelini mektubuna ilâve etmişti:
Sername-i muhabbeti cânâne yazmışam,
Hasret risalesin varakı câne yazmışam,
Nâlişlerini derd ile biçâre bülbülün
Bâdisabâ ehle gülistâne yazmışam.
Zülfün hikâyetini gönülde misal edip,
Gam kıssasını levhi perişâne yazmışam.
Resmetmişem gözümde hayalini gûyâ,
Nakşi nigân sağari mercane yazmışam.
Lâkin kanmıyor, kanamıyordu. Gözünü kapatıyor, Hürrem’i kendinden gelen mektupları dinlerken düşünüp, onun bu şiirdeki hasret ateşini azımsadığını, dudağını büküp durduğunu görür gibi oluyor ve bunu görmekten üzülerek hemen beraberinde taşıdığı divanları karıştırmaya, aşkını ve hicranını daha canlı surette hissettirecek şiirler aramaya koyuluyordu.
Rodos’tan sonra gemilere bindirilerek yollanan müfrezelerin Leryos, İstanköy, Gelmez, İncirli, İleki ve Sombeki adalarını işgal etmeleri üzerine anasına yazdığı başka bir mektuba da, işte o arayışlar arasında beğenip seçtiği şu manzumeyi koydu:
Kıldım belâyı aşk ile ben müptela sefer,
Meşhurdur ki âşıka ya sabr, ya sefer!
Hayretteyim ki böyle havadar iken sana,
Çün erdi kûyine niçin ede saba sefer?
Gitmez kapından ol ki görüp zülfü haddini,
Akereb de olsa mâh değildir reva sefer!
Katî alâyık eyleyip bizler gibi kalır,
Sevdayi zülfüyâr ile müsgi hatâ sefer!
Bunda, bu şiirde kendi dileğine uygun bir anlam açıklığı görüyordu ve Hürrem’in maksadı sezip duygulanacağını umuyordu. Fakat bir yandan da sabırsızlanıyordu. Savaş bitmiş, zafer kazanılmış olduğu hâlde henüz Rodos’tan ayrılmamak sinirine dokunuyordu. Gözü ve yüreği İstanbul’da, ayağı Rodos’ta olarak yaşamak neşesini kaçırıyor ve yapılması gerekli işlerin hızla görülmesi için Sadrazamı boyuna sıkıştırıyordu.
Nihayet bu işler bitti; fethedilen yerlere muhafızlar konuldu; bayındırlık işleriyle uğraşacak memurlar seçildi; Kırım Hanı’na, Mekke Şerifi’ne, Venedik Doçu’na zafernameler yollandı ve adadan ayrılmak zamanı geldi. Bu, bayram sevinci veren bir hadise olmakla beraber, Hükümdara ihmal edilemeyecek şeyleri de meydana çıkarıyordu. Adadan çıkmadan önce orada kalan şehitlere veda etmek lâzımdı. Süleyman, bu büyük vazifeyi çok tantanalı bir törenle yaptı. Zaferin bütün şerefi kendine ait olan ölülerin işgal ettiği sahaya, orduyu beraber alarak gitti, Hürrem’i kendisine bir kere daha unutturan uzun bir heyecan saati geçirdi. Sonra Cem Sultan’ın oğlu ile torununun mezarlarını ziyaret etti, bol bol gözyaşı döktü, avuç avuç para dağıttı ve ayağa kalkıp da ıslak mendilini koynuna koyar koymaz Marmaris’e hareket emrini verdi.
O, orduya karşı büyük bir cemile göstermek istiyordu. Bu maksatla, şehit Kara Mahmut Reis’in kadırgasına bineceğini vezirlere söyledi. Rodos’un alınması için çalışanların başında bu yiğit denizci vardı. O, tam iki yıl, dalgalar arasında mekik dokumuş ve bu adaya gidip gelerek savaşın planlarını hazırladığı gibi kanını da bu ülkü uğrunda dökmüş, düşmanla çarpışa çarpışa şehit düşmüştü. Süleyman, bu bahadır Türk’ün hatırasına saygı göstermekle orduyu hoşnut edeceğini düşündüğünden, mübarek bir yetim gibi limanda boynunu büküp duran kadırgayı hazırlattı, donattı ve onunla adadan ayrıldı.
İçinde şimdi uçmak ve orduyu da beraber uçurmak ihtiyacı tutuşmuştu. Bu ihtiyacın zoruyla menzil cetveli üzerinde boyuna düzeltmeler yapıyor ve merhalelerin çoğunu geçerek dönüş yolunu kısaltmaya çalışıyordu. Ordu da, kazanılan büyük zaferin şerefine, ona uysallık gösteriyor ve yorucu bir yürüyüşü kabul etmekten çekinmiyordu. Netice gerçekten parlak oldu, Rodos’a gelinirken kırk üç günde alınan yol, bu sefer yirmi günde aşıldı ve Muğla, Kuduş Köyü, Alaşehir, Torasili, Torahanlı, Paşaköyü, Susığırlık, Kemede, Subaşı, Anafor, Kurşunlu ile Pazarköy merhaleleri hemen hemen hiç durmadan geçilerek Dil İskelesi’ne varıldı. Orada Hünkârı Sarayburnu’na çıkaracak bir gemi hazırdı. Süleyman, kalbini arayan heyecanlı bir göğüs gibi çırpına çırpına gemiye atlarken, bir haremağası ona anasının son mektubunu sundu. Bu kâğıdın bir köşesinde şu satırlar ve altında da “Cariyeniz Hürrem” imzası vardı:
“Hoş geldiniz Sultanım, Velinimetim Efendim.”
HAVVA ROLÜNÜ DEĞİŞTİRİYOR
“Aşk,” dedi, “rüyaymış Efem!”
“Neden?”
“Elde, avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”
“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”
“Orada tatlı bir sızı var Efem.”
“İşte aşk budur, Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”
“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu, Efem?”
Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, kızıl bir tutku içinde yerlere kadar eğildi; elâ, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, kapandıkları noktada tek bir heyecanla titredi. Hünkâr geçiyordu. Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, acılı bir hayret içinde yükseldi; elâ, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, nemli bir arzu içinde saray dehlizlerinin loşluğuna dikildi. Hünkâr uzaklaşmıştı.
Bu üç yüz güzel baş, iki yüz otuz uzun günden beri şu gelişi bekliyordu; bu üç yüz çift göz, yedi buçuk aydan beri şu mutlu günün doğuşunu hayal ediyordu. Barut kokusu, is ve duman içinde aylar geçiren Padişahın, saraya adım atar atmaz yorgunluk giderici şen bir gece yaşamak ihtiyacına mağlup olarak kendilerine ilgi göstereceğini uman bu başlar ve öyle bir gecenin kucağında iki mutlu yıldız olmak hülyasını ayrı ayrı taşıyan bu gözler ansızın hüsrana uğramışlar, güzel bir şaşkınlık eseri gibi bulundukları yerde buhran geçiriyorlardı. Çünkü Hünkâr tek bir saniye bile kendileriyle ilgilenmemiş, gül ve sümbül kümelerini okşamadan geçen bir rüzgâr gibi uzaklaşıp gitmişti. O renk renk güller, zarif uğultusunu duyup da serinliğini sezemedikleri rüzgârın arkasından bükük boyunlarını uzatarak bu umulmaz kayıtsızlığın matemini yaşıyorlardı.
Acının büyüğünü duyan Haseki Mahidevran’dı. O, renkten ve ışıktan yapılmış canlı birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek Hünkârın, kendi yanına gelir gelmez muhabbet, iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek yan yana durduğu oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki Hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmiş, dairesine kapanmıştı.
Bu bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultanla Hürrem’in Hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması, hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyor, tehlike hissettiren bir hâle sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir ayrılıktan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan Hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.
Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla bir seviyede bulunmayı nefsine yediremeyerek bir şeyler yapmak istedi ve hemen oğlunun eline yapışarak Hünkârın izine düştü. Onu kapandığı yerde yakalamak, ihmal olunmuş görevlerini hatırlatmak kaygısıyla hareket ediyordu. Fakat sonunu düşünmeyerek alıvermiş olduğu bu karar da biraz sonra kırık bir hülyaya dönüştü. Çünkü Padişahın dairesi önünde duran iki haremağası, siyah birer uçurum gibi onun önüne dikilmişler ve beyaz dişlerinin ördüğü kısa bir zincirle zavallının adımlarını kösteklemişlerdi.
“Şevketli Hünkâr halvette!”
Efendiden sonra kölelerin takındığı ağır tavır, gözdelik ve analık haklarını aramaya gelen sinirli kadını büsbütün kızdırdı ve bağırttı.
“Ayağının tozuyla halvete girmez o. Siz çekilin, benim işime karışmayın.”
Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar.
“Titizlenmeyin Sultanım, soğukkanlı olun. İçeride Valide Hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”
O da ayak diredi.
“Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide Hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”
Tartışma uzayıp gidecek gibiydi. Haremağaları da zor bir duruma düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultandı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de Padişahın o güne kadar gözbebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında Şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya başlamışlardı; Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.
Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı; halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kaygısıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet haremağalarını yenmenin yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi.
“Gir yavrum,” dedi, “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”
Çocuk bu sözlere uyacak, iki engeli aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engel olamazlardı. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, Hünkârın kutsal varlığından bir parçaydı; dil ve el uzatılmaktan uzaktı.
Haremağaları bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük Şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı. Efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felâketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.
Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler eşik önünde eriyip gitti. Valide Sultan önlerine dikilmişti.
Mahidevran, böyle bir şeyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük Şehzade ise büyük annesini görünce geri çekilmişti. Haremağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlar, kendilerini tehlikeden kurtaran meleği selamlıyorlardı.
Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı.
“Burada,” dedi, “işin ne yavrum? Çağrılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”
Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti.
“Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”
Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü.
“Düş ardıma,” dedi, “daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”
Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber, “emir kulu” olmaktan bir parmak bile yükselemediğini anladı. Dilediği vakit sormadan, rızasını bile almaya gerek görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini istediği şekilde kullanan, kullanabilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü. Gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti. Hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini yakıyor, canını yakıyor, ruhunu yakıyordu. Fakat durumu olduğu gibi kabul etmek zorunda olduğunu da seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultanın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı.
“Haydi, o padişahtı, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”
Hafsa Sultan bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.
“Deli kız,” dedi, “saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak Aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”
Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.
“Ya,” dedi, “Arada güller, sümbüller de var ha. Demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu Şevketli Hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”
Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp onu yanına çekti.
“Aslanınıza,” dedi, “fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi ettiklerinize bakıp ona göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”
Salondan oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu.
“Yapacağını da söyler misin, Hanım Sultan?”
O, başını çevirmeden cevap verdi.
“Bana yakışanı!”
Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber, dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde sultanlığına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki önemsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir açlıkla kucaklayıverecekti; çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha güzel ve daha cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Rus dağlarından koparılıp İstanbul sarayına getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir güzellik, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi eskisine nazaran iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar fark taşıyordu. Önceden yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi sakin ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti halindeydi; kalkıktı ve üzerinde bulunduğu yüze çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.
Süleyman, goncalık güzelliğini korumakla beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in, güzellik bakımından elde ettiği gelişimi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi.
“Çok teşekkür ederim, valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz gidelim, halvette konuşalım.”
Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilâhîleşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.
Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık manevî ihtiyaçları kamçıladığından, âşık Hünkâr, homurdanan bir kurt gibi görünüyordu.
Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye döndü. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını uluorta koklamak hırsından uzaklaşmıştı; onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan, kokulu bir sevda kıvılcımı yaratmak isteğine kapılmıştı.
Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir konu açtı.
“Aslanım,” dedi, “gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”
Ve, “Öp Aslanımın ayaklarını,” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti.
“Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”
Hünkâr, duyan, fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeniden kaybetmiş, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibi beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.
“Tekrar teşekkür ederim, valide,” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”
Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le baş başa kalmak isteyişini garip bulmuştu. Gerçi Padişahın bu küçük kıza pek değer verdiğini biliyordu. Ondan dolayı da kendisi gece gündüz demeden Hürrem’i terbiyeye çalışmıştı. Bütün bunlara rağmen oğlunun bu kadar sabırsız davranacağına ihtimal vermiyordu.