Kitabı oku: «Siyasi Katılım», sayfa 12
Avrupa Bilinci ve Din Tecrübesi
Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği Avrupa’da din anlayışını yeniden gündeme getirdi. Daha doğrusu Avrupa’da din tartışmasını gündeme taşıyan son gelişmelerden biri oldu. 11 Eylül’le başlayan özellikle islam ve müslümanlar üzerine yoğunlaşan tartışma, Madrid olayları ve Theo van Gogh cinayetiyle zaten ayyuka çıkmıştı. Tartışmaların merkezinde mülümanlar bulunurken, genel anlamda din anlayışı zihinleri karıştırmaya devam ediyordu.
Avrupalı yazarlar, düşünürler bu konuda birbirinden ilginç görüşlerini ve yorumlamalarını açıklamaya devam ediyorlar. Bunlardan bir tanesi de ‘Die Zeit’ gazetesi redaktörü Jan Ross. Ross Avrupa’nın günümüzde islam’la konfrontasyonunu tarihe, geleneğe ve kimlik problemine göndermeler yaparak açıklamaya çalışıyor.
Jan Ross son yılların en ateşli tartışmalarından ‘baş örtüşü yasağı tartışmaları’nı örnek göstererek şunları söylüyor.
Mesela başörtüsü meselesiyle birlikte Avrupa’nın değişik ülkelerinde din ve devlet arasındaki ilişkiler bile tartışma gündemine gelmiş ve bu konuda yani din ve devlet işlerinin birbirinden kesinlikle ayrı olduğu noktasında batılılar arasında da düşünce farklılığı ortaya çıkmıştır. Başörtü yasağının annesi olarak bilinen, Baden-Württembergense’li Annette Schaven’a göre başörtü tartışması sınırları aşan siyasi-dini bir tartışma olmuş ve ‘Avrupa’da Hakim Kültür’ tartışmasını başlatmıştır.
Aynı tartışma, istisnalar hariç, Avrupa’da farklı dinler arasındaki dayanışmayı beraberinde getirmiştir. Tartışmalar Kilise ile Caminin birbirinden pekte uzak olmadıklarını göstermiştir.
Jan Ross diğer taraftan, Avrupa’nın islam meselesinde dini tolerans sınavından geçtiğini düşünmek nayiflik olduğunu söylerken, meselenin siyasi bir mesele olduğuna dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan bazı optimistlerin ‘Euro-Islam’ı ümit ettiklerini belirten Ross, Euro-Islam’ın güya Arab ve Anadolu kültürü etkisinden kurtulacağının varsayılmakta.
Avrupa’nın islam’la ilişkisi bir kimlik meselesidir. Bu mesele yüzyıllardır boyu devam edegelmiştir. Haçlı seferleri, Endülüs’de müslümanlarla yapılan meydan savaşları, Osmanlının Viyana’ya dayanması hep bu ilişkinin bir parçası olmuştur. Böyle bir geçmişe sahip Avrupalı Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınmasıyla Avrupa Birliğinin hala Avrupa Birliği olduğunun korkosunu yaşamaktadır. Kreuzberg hala Almanya’nın Kreuzberg’i mi olacak yoksa Kreuzberg küçük İstanbul mu olacak endişeleri yaşamaktadır.
Avrupa düşünce tarihinde farklı gelişmeler yaşandı. Bunlardan bazıları: meşhur Otuz yıl savaşları, feodalisme karşı koyuş’tur. Diğer taraftan aynı gelenekte özgürlük kiliseye karşı mücadeleyle elde edildi. Kiliseye karşı girişilen mücadele sonunda Avrupalı kafalarda din ‘tarihi suçlu’ olarak yer etmiştir.
Bugün yeni dine ve mensuplarına karşı takınılan tavrın temellerinde bunu aramak yani kollektif hafızayı ve ‘tarihi suçlu’yu aramak gerekir diyor Jan Ross.
Bu tecrübenin sadece Avrupa’ya ait olduğunu, Amerika’da böyle bir mücadelenin yaşanmadığını ve bu tecrübenin diğer medeniyetlere zor anlatılacağının altını çizen Ross, Fransız laiklerin işlerinin bir hayli zor olduğunu düşünmekte.
Avrupa’nın islam’la karşılaşması ‘tarihi suçlu’ ortak hafızasını aktüelleştirmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınmasındaki tartışmaların gerisinde bir noktada bu mantık yatmaktadır.
Esasen bu problem ne Türkiye’nin ne de Avrupa Birliği’nin problemidir. Bu problem yani Avrupa’nın din ilişkisindeki problemi çok derinlerdedir. Köklerin oluşmasında, şuurlatında var olan bir problemdir. Dolayısiyle Avrupa’nın islam’la ilişkisi ve müslümanlara karşı tutumu Avrupa’nın hristiyan oluşundan kaynaklanmamaktadır. Problem modern tüketici toplumun farklı değerlerinin olmasındadır. Bu aynı zamanda Batı’nın bir kimlik sorunudur. Bir miras sorunudur diyor Die Zeit gazetesi redaktörü Jan Ross.
Avrupa Birliği Türkiye entegrasyon sürecinde Batı’nın yukarıdaki din anlayışı, kiliseye duyduğu şüphe ve ‘tarihi suçluluk’ hep karşımıza çıkacaktır. Oysa islam’ın ya da müslümanların böyle tarihsel bir tecrübeleri olmamıştır. Müslümanlar cami’ye karşı bir mücadele vererek örgürlük elde etmemişlerdir. Cami hiç bir zaman güç ve kuvvet’in temsilcisi olmamış ve bireyle Allah arasında bir geçiş sağlamamıştır. Bu farkı artık önümüzdeki dönemde hem kendimiz hem içinde yaşadığımız insanalara anlatmamız gerekmektedir. Söz konusu teolojik sorun göz önüne alındığında Avrpa Birliği sürecinde din önemli bir alan olmaya devam edecektir. Uzmanların bu konuda görüş ve yorum üzretmeleri ve Batı’daki müslümanları destekleyerek Batılıya bizde ‘tarihi suçlu’ psikolojisinin olmadığı anlatılmalıdır.
Ocak 2005
Korku Psikolojisi ve Bakan Verdonk
Halkın korkularında devletin oluşturduğu örneklerin çok büyük etkisi vardır. Devletin ya da resmi makamların gösterdikleri korku belirtisi, halkta yalnız ortada bir tehlike olduğu düşüncesini uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda halkın devletten görebileceği himayeye olan güvenini de zayıflatır. Bunları yazmamın nedeni Hollanda’nın son hâli…
Hollanda’da korku psikolojisi gün geçtikçe yayılıyor. Kimden korkuluyor? Niçin korkuluyor? Bunları sormamıza gerek var mı? Son bir haftanın gazete başlıklarını hatırlayalım: “Entegrasyon Bakanı Verdonk üç Arap asıllı imamı sınır dışı ediyor”; ertesi gün “Bakan Verdonk bir Türk asıllı imamı sınır dışı ediyor”, “Bu imamlar Hollanda’da istenmeyen insanlar olarak ilan edildi”, vs. haberler karşısında belediye başkanları şaşkın, hukukçular şaşkın, örgütler ve camiler şaşkın. Ya bireyler, ya halk; onlar da şaşkın. Sadece şakın mı? Hayır bir çoğu korku içinde…
Söz konusu haberlerin ne kadar aslı var tartışma konusu. Zira, sınır dışı edileceği söylenen Türk asıllı imam İskender Paşa Camii Derneği başkanının yapmış olduğu basın toplantısında, “Ben buradayım, beni nasıl sınır dışı etmişler?” sorusunu soruyor, basın mensuplarına.
Peki Entegrasyon Bakanı Verdonk neden böyle bir yol izliyor? Ortada hukukî bir karar yok. Tespit edilmiş, mahkeme olmuş ve ceza giymiş imamlar yok. Güya gelen bilgilere göre söz konusu imamlar gençleri radikal fikirlere yöneltiyorlarmış. Haber alma teşkilatı böyle bir haber sızdırmış.
Hollanda sanki polis devleti mi?
Hukukun üstünlüğü nerede kaldı peki?
Korku saçmanın mantığı nedir?
Neden insanlar korku içinde yaşasın ki?
Korku psikolojisinin bilmediğimiz bir amacı mı var?
Ve alt alta sıralanacak onlarca soru. Korku psikolojisi denilince geçtiğimiz dönemde Amerika seçimleri ve Amerikalıların korku psikolojisi içinde tekrar Başkan Bush’u seçmeleri geliyor aklımıza. Bilindiği gibi, “Başkan Bush’un seçimlerdeki zaferinin en önemli ‘iki’ nedeni olarak, kampanyası boyunca her fırsatta vurguladığı terörizmle mücadele ve ahlâki değerler öne çıkmıştı. Meselâ oyunu kullanan 13531 seçmen denek alınarak gerçekleştirilen bir kamuoyu yoklaması, ekonomideki kötü durum ve Irak’a rağmen, Bush’un, ‘terörle mücadelede güçlü ve ahlâki değerlere sahip bir lider’ imajını verme stratejisinin iyi işlediğini açıkça ortaya koyuyordu’.
Başkan Bush, 11 Eylül’ün Amerika’nın korku psikolojisini nasıl etkilediğini iyi hesaplamıştı. Onun için terörizmle mücadelede ödün verilmemesi gerektiğini sık sık vurgulamıştı. Ve böylece “korku psikolojisi” Başkan Bush’un tekrar seçilmesini sağlamıştı.
Peki önümüzde Hollanda’da seçimler mi var sorusu geliyor hemen aklımıza. Hani insanın aklına Bakan Verdonk’un, Başkan Bush’tan esinlenerek aynı metodu mu kulladığı sorusu geliyor.
Üstelik Hollanda’daki bu gelişmeler yani korku psikolojisinin yayılması Başkan Bush’un Avrupa gezisi günlerine rastlıyor. Hem de başkan Bush’un Hollanda’yı azarladığı bir dönem. Gerçi Başkan Bush, Hollanda ne yapıyorsun, azınlıklara böyle mi davranılır türünden serzenişte bulunuyordu.
İnsanın aklına, Bayan Verdonk’un seçimlere kadar müslümanların üzerinden Hollanda’da korku yayacağı ve seçimlerde yüksek oy alacağı geliveriyor.
Asılsız, yersiz, çoğu düzmece bilgilerle halk neden panik ve korkuya itiliyor anlamak gerçekten zor.
Gerçi Verdonk’un açıklamalarına, yapmak isteği uygulamalarına karşı çıkan, bunların yanlış olduğunu söyleyen sağ duyulu Hollandalılar da yok değil, ancak basında yer alan haberler halkı ürkütmeye, endişelendirmeye yetip artıyor bile.
Her gün, gazeteleri, “Acaba bugün Müslümanlarla ilgili hangi haber var? Kim nerede ne yanlış yapmış?” sorularını sorarak okumaya başlıyoruz. Ortadoğu’da olan gelişmeleri zaten kanıksadık. Oradaki gelişmelerin de elbette ilişkilerimize zararı ve etkisi var ancak, Hollanda’daki gelişmeler her gün yüz yüze olduğumuz insanlarla ilişkilerimizin bozulmasına yol açıyor. Kırk yıldır birlikte olduğunuz insanların son gelişmelerden etkilendiklerini ve tavırlarının nasıl değiştiğini her gün tecrübe etmekteyiz.
Son olarak korku içinde yetişen nesiller, yani Hollanda’daki tüm çocuklar ve özelde Hollandalı olmayan toplulukların çocukları entelektüel ve yaratıcı kapasitelerinin bir bölümünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.
Zaten son gruptaki çocuklar kendilerini ispat için olağanüstü bir enerji harcıyorlar. Siz bu çocukları korku psikolojisinin içine çekerseniz toplumun geneline zarar vermiş olusunuz.
Bakan Verdonk kuvvetle ihtimal ki bütün bunları biliyordur. Ancak provakatif konuşmalarına devam etmektedir. Toplum mühendisliği yapıyor sanki Bakan Verdonk.
Mart 2005
Tarihî Buluşma, Tarihî Konuşma
Bu satırlarda Hollanda’ya gerçekleşen Türk işçi göçünün 40. yılı kutlamalarını kaç kez okudunuz bilemiyorum. Çünkü 1964 yılında Türkiye ile Hollanda arasında yapılan işgücü anlaşmasının üzerinden tam kırk yıl geçti. Kırk yıl içinde önceleri çalışmak, para kazanıp memlekete geri dönmek üzere Hollanda’ya gelen Türkler, aradan geçen zaman içinde yaşadıkları toplumun birçok katmanında çok ciddi yol aldılar. Hollanda’daki Türkler yerel yönetimler, eyalet yönetimleri, parlamento ve Avrupa Parlamentosu’nda temsil edildiler. Girişimcilikte Hollanda’daki diğer etnik azınlıklara göre en atılgan grubu oluşturdular. Kurmuş oldukları yerel, ulusal ve uluslararası örgütlerle yine diğer etnik azınlık gruplarına göre çok daha organize olmuş bir topluluk olarak karşımıza çıktılar.
Kendilerini Avrupa Türklerinin bir parçası olarak gören Hollanda Türkleri bir taraftan yaşadıkları ülke için bir takım sorumluluklar üstlenirlerken, diğer taraftan da, köklerinin uzandığı Türkiye için de bir şeyler yapabilmenin yollarını aramaktadır. 1964 yılında sayıları sadece 100 olan Türklerin 2004 yılında sayıları 400.000’e ulaşmıştır. Bu sayının yarıdan fazlası da Hollanda vatandaşlığını almıştır.
Peki bütün bu olumlu gelişmeler kutlanmaya, anılmaya, ifade edilmeye, anlatılmaya layık değil mi?
İşte, bunun için, geçtiğimiz yıl Hollanda’da İşgücü Göçünün 40. Yılı. törenlerle kutlandı. Yıl boyu toplantılar düzenlendi. Sivil toplum kuruluşlarının ileri gelen mensupları, yerli ve yabancı politikacılar toplantılarda yerlerini aldı, çeşitli konuşmalar yapıldı.
Göçün 40.yıl dönümünü birçok kuruluş gibi Türkevi Derneği de çok yönlü etkinliklerle kutladı. Kutlamalar çerçevesinde 4 DVD film, 1 CD ve kaset, 2 araştırma kitabı, 5 edebiyat kitabı, 900 kişinin katıldığı 40. yıl kutlamaları etkinliği organizasyonu gerçekleştirdi.
Ve son olarak Rotterdam’da yaşayan yazar Yavuz Nufel tarafından hazırlanan 40 Yıl, 40 İnsan, 40 Öykü adlı kitabı yayınlandı.
Geçtiğimiz hafta Amsterdam’da bu kitabın tanıtım toplantısı yapıldı. Kitap adından da anlaşılacağı üzere Hollanda’da yaşayan ve farklı alanlarda başarılı olan 40 Türk’ün öyküsünü işlemekte. Şair ve yazar Yavuz Nufel 40 kişiyle derinlemesine yapmış olduğu söyleşilerini bu kitapta birleştirmiş. Kitapta yer alan bazı isimler şöyle: Funda Müjde (sanatçı ve de Telegraaf gazetesi köşe yazarı), İlhan Akel (Hollanda Yabancılar Merkezi Müdürü), Gülay Orhan (Yılın Başarılı Göçmen Girişimcisi), Hasan ve Hatice Güney (Kutsal Ana), Hacı Karacaer (Milli Görüş Müdürü), Hatice Can Engin (Türkler için Danışma Kurulu Müdürü), İlhan Karacay (Gazeteci, Yazar), Ali İhsan Ünal (eski Delfthaven Belediye Başkanı), Cezmi Doğaner (DSDF başkanı), Adnan Dalkıran (Kulsan Vakfı Başkanı), Mehmet Hasançebi (Fly Air ve Sultan Reizen sahibi), Ferruh Başaran (Dostluk Vakfı Başkanı), Yalçın Çakır (Gazeteci), Sabri Kenan Bağcı (IOT başkanı), Dr. Halit Umar, Prof. Dr. Sevil Sarıyıldız, vd.
Tanıtım toplantısına kitapta yer alan isimlerin yanı sıra oldukça saygın ve kalabalık bir kitle katıldı. Toplantının şeref konukları arasında Yurtdışındaki Türklerden de sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın, T. C. Lahey Büyükelçisi Tacan ildem, T. C. Deventer Başkonsolosu Orhan Ertuğruloğlu, T. C. Lahey Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşaviri Yusuf Kalkan, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Görmez de vardı. Tanıtım toplantısına Almanya’dan Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mahmut Cebi ve Amerika’dan Türk Amerikan Dernekleri Asamblesi Başkanı Cengiz Vural da katıldı.
Toplantının tarihî olmasının iki nedeni vardı. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz salonu dolduran katılımcıların Hollanda Türk toplumunun farklı kesimlerinden olmasıydı. Yıllardır birbirlerine belki selam bile vermekten kaçınanlar bu toplantıda yan yana oturmakta, birbirlerine selam vermekte, tokalaşmakta, gülümsemekte ve yakınlaşmaktaydı. Bu tablo toplumumuz arasında belki çok arzu edilmesine rağmen çok az görünen ve çok nadir oluşan bir tabloydu. Bu tablo bana göre artık farklılıklar içinde bir araya gelebilmenin erdemine yaklaşılmasıdır. Bu tablo bize artık, “Türk toplumunun bireyleri ‘amaç birliğ’ doğrultusunda isterlerse bir araya gelebilirler”in bir mesajıdır. İşte bu resim, yani Hollanda Türk toplumunun ortak resmi bizi ve birçok katılımcıyı ne kadar memnun etmiştir anlatılmaz.
Diğer taraftan, bu, her ne kadar Yavuz Nufel’in kitabının tanıtım amaçlı bir toplantı olsa da, Devlet Bakanı Mehmet S. Aydın’ın yapmış olduğu konuşma da bir o kadar ön plândaydı. Toplantı sonrasında gelen telefonlardan aldığımız tepkiler, Sayın Bakanın konuşmasını, Eindhoven’dan Kaya Koçak’ın ifadesiyle, “tarihî” olarak nitelemekteydi. Bakan Aydın Hollanda’daki öykü yazdıran Türklere teşekkür etti etmesine de, gel gör ki konuşurken bir türlü his ve heyecandan kendisini alamıyordu. Zira öyküler Sayın Aydın’ı beş, on, on beş yıl önceki Hollanda’ya götürüyor ve o günkü çocukların ve gençlerin nerelere geldiklerini düşündükçe heyecanlanıyordu. Bakan Aydın’ın duygusal ortamdan kurtulması neredeyse beş on dakika sürmüştü. Artık, konu, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileriydi. Bakan Aydın bu ilişkileri üçe ayırıyor ve kendisini en çok ilgilendiren kültürel uyum yani karşılıklı kültürel tanışma üzerinde duruyordu. Karşılaştığı olaylar Bat’nın Türkiye’yi ve Türk kültürünü, ahlâkını, değerlerini ve normlarını yeterince bilmedikleriydi. Avrupa değerlerinin ya da evrensel norm ve değerlerin hiçbiri bizim kültürel değerlerimizle çatışmıyordu. Adalet bizim en önemli değerimizdi. Bizim zihniyetimizde hiçbir zaman bir millete, bir kavme bizden ayrı olduğu için “anti”lik duyulmamıştır. Bakan Aydın, Türkiye-Avrupa Birliği projesi bir medeniyetler buluşması projesidir,” diyordu. Bunun için, Türkiye’nin AB üyeliği sadece Türkiye’yi değil birçok kesimi yakından ilgilendirmektedir, bu proje global bir projedir, Türkiye’nin AB üyeliği sıradan bir üyelik değildir,” diyordu Sayın Aydın.
Amsterdam toplantısı bir taraftan 40 yılın duygu yüklü anıları diğer taraftan önümüzdeki zorlu sürecin, Türkiye-AB ilişkilerinin başlangıcını haber veriyordu. Velhasıl, Amsterdam sevgili Yavuz Nufel’in yazdığı kitabın tanıtım vesilesiyle tarihî bir toplantıya ve tarihî bir konuşmaya şahit oldu.
Mart 2005
Türkiye-AB İlişkileri ve Sivil Toplum Kuruluşları ve Ortak Çalışma –Hollanda Örneği- (1)
Sayın bakan, vali, belediye başkanı, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve basın mensupları; sözlerime, 2004 yılına bazı atıflar yaparak başlamak istiyorum. Eğer 2004 yılı, daha doğrusu 17 Aralık 2004 tarihi Türkiye ve Avrupa Birliği için tarihi bir kararsa, ki ben de o tarihte verilen kararı “tarihi bir karar” olarak görenlerdenim, o zaman gerçekten 2004 yılı bizim için, ülkemiz ve insanlarımız için tarihi bir karar olmuştur. Aynı zamanda tarihi bir dönemeç olmuştur. Buradan hareketle, Avrupa’da hayatını sürdüren bir Türk vatandaşı olarak 2004 yılını yakından izleme imkanı buldum. Olayları ve gelişmeleri sıcağı sıcağına takip ettim. Şunu çok açık bir şekilde söyleyebilirim. 2004 yılında Türkiye, Avrupa basınında son çeyrek yüzyılın en çok ve en geniş yer verilen bir haber ve tartışma konusuydu. Bazen günlük gazetelerde Türkiye ve Türkler hakkında çıkan yazıları bir günde okuyamıyorduk. O hale gelmiştik ki bizimle ilgili haberleri okumaya yetişemiyorduk. Kaldı ki bazılarına cevaplar yazalım. Özellikle başbakan Erdoğan ve beraberindeki ekibin her hangi bir Avrupa ülkesine yaptıkları seyahat sonrası, tüm basın dikkatleri bu noktaya çekiyordu. Yıl boyu verilen diplomasi mücadelesi, ikili ilişkiler, organizasyonlar elbette ilk önce Batılı politikacıların ve yönetici kesimin Türkiye hakkındaki düşüncelerini olumlu yönde etkiliyordu. Karar vericiler, her ne kadar arkalarındaki kitlelerin duruşlarını hesap etseler de, 17 Aralık 2004 tarihinde tarihi bir karar vereceklerinin mutlaka bilincindeydiler. Ve sonuçta, uzun ve çetin pazarlıklardan sonra Türkiye ile müzakereler için bir tarih tespit edildi. Tam bu tarihi karar sonrası Hollanda gazeteleri, o zaman AB dönem başkanı da, Hollanda başbakanı Balkenende için “Balkenende Az Kalsın Ege Denizinde Boğuluyordu” diye başlık atmışlardı.
Ancak her şey rağmen karar alınmıştı. Artık Türkiye ve bizim için zorlu bir on yıl dönemi başlamıştı. Elbette bu işin bir tarafıydı. Yani resmi tarafı. Hükümetler arası, devletler arası bir ilişki, bir pazarlık ve bir karardı bu karar.
Bu işin bir de sivil tarafı vardı. 2004 yılında resmi gelişmeler yanı sıra sivil girişimlerde yapıldı. Hem Türk tarafı hem Batılı sivil toplum örgütleri Türkiye-AB ilişkileri sürecinde, özellikle 2004 yılında aktif oldular. Bazı Türk STK’lar, mesela TÜSİAD, Brüksel’de büro açtı, gelişmeleri çok yakından takip etti.
Diğer taraftan onlarca Batılı, Hollanda sivil toplum örgütü düzenledikleri seminer, sempozyum panel ve yaptıkları araştırmalarla Türkiye-AB ilişkiler sürecine kendilerince katkıda bulundular. Avrupa ülkelerinde yerleşik hayata geçen Türklerin kurmuş oldukları sivil toplum örgütleri de bu yönde etkinlikler yaptılar. Bunlardan bir tanesi Amsterdam Türkevi Araştırmalar Merkezi idi (merkezin geçen yıl Hollanda’da gerçekleştirdiği araştırmadan birazdan örnekler sunacağım).
Kısacası bir taraftan resmi girişimler diğer taraftan sivil girişimlerle geçtiğimiz yıl, oldukça önemli bir yol alındı Türkiye-AB ilişkilerinde. Ancak tüm bunlara rağmen, karar öncesi Batılı ülkelerin halkları arasında yapılan araştırmalarda Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıkan önemli bir kesim olduğu da ortaya çıktı. Her ne kadar bu insanların Türkiye ve Türkler hakkına ikna edilmeleri o ülkelerin siyasilerinin sorunu olarak görülse de, bu konuda, sivil girişimlerin de bir o kadar üzerine görev düştüğü kanaatindeyim. Buradan hareketle bugün burada düzenlenen bu toplantının dahi bu sürece kendi çapında katkıda bulunacağına inanmaktayım. Nasıl katkıda bulunabilir sorusuna geçmeden önce, Avrupa’da özelde Hollanda’da ileride birlikte çalışılacak Sivil toplum kuruluşlarını temsil eden kitlelerin genel anlamda Türkiye-AB ilişkileri hakkında neler düşündüklerine kısaca bir göz atmak istiyorum.
Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı olanların bazı iddiaları şöyleydi: – Türkiye tarihi açıdan bir Avrupa ülkesi değil. Osmanlı İmparatorluğu tarih boyunca Avrupa ile çatışma içinde oldu, dolayısıyla Türkiye kültürel ve dini olarak Avrupalı değil, – Türkiye üye olduğu takdirde, AB’nin sınırları İran, Irak ve Suriye’ye dayanacak. O zaman Rusya, İsrail veya Fas ne olacak? – Türkiye üye olursa, serbest dolaşım hakkına kavuşan milyonlarca insan Avrupa’ya göç eder, Türk işçileri Avrupa’yı istila eder.
Türkiye’nin AB’ye girmesini isteyenlerin düşünceleri ise şöyle şöyleydi: – Türkiye’nin Müslüman kimliği AB’ye girmesine engel gösterilemez. AB kriterlerine uyan ve belirli coğrafyada yer alan her ülke girebilir. Avrupalılık kültürünü veya Avrupa Birliğini tanımlayan ortak değerler: Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, kişisel haklar ve özgürlükler, pazar ekonomisi gibi değerlerdir. – Türkiye’nin AB üyeliği Türkiye için hayırlıdır. Zira özellikle son hükümet demokratikleşme sürecine katkıda bulunacak ve reform denebilecek yenilikler ve yasalar çıkarttı. Türkiye’nin AB’ye alınmaması bütün bunların bitmesine sebep olur. -Türkiye’nin AB’ye alınması AB ülkelerinde yaşayan Türkler için olumlu bir karardır. Türklerin pozisyonlarının düzelmesi anlamına gelir.
Evet yukarıda yer alan birbirinden farklı iki görüş, Avrupa halklarının görüşüdür. İddiaları tek tek ele alarak yorumlamamız gerekmez. Bize göre Türk insanı Batılıların çoğunluğu tarafından yanlış tanınmakta ve halklarda önyargılarla dolu bir değerlendirme hakimdir.
Buradan hareketle biz Sivil Toplum Kuruluşları temsilcileri, yani halkı temsil eden kurumların yetkilileri Türkiye AB ilişkilerinde elbette yukarıda yer alan görüşleri göz önüne alarak yaklaşacağız. Ancak hareket noktamız mutlaka Avrupalılık kültürünün ne olduğu yönünde olmalıdır. Yani Avrupalılığı tanımlayan ortak değerler olmalıdır. Bu değerler biraz öncede ifade edildiği gibi: – demokrasi, – insan hakları, – hukukun üstünlüğü, – kişisel haklar ve özgürlükler, – pazar ekonomisi gibi değerlerdir.
Saydığımız bu değerler ve daha ilerisini, tarih içerisinde çeşitli Avrupa ve Asya toplumlarıyla yüzyıllarca birlikte yaşamış olan bir ülke olarak Türkiye, tarihi ve sosyal mirası da göz önüne alındığında Avrupa’nın oluşturmak istediği çok kültürlü Avrupa kimliği için başarılı bir örnek olduğu gibi, Avrupa kimliğini zenginleştirecek özellikler barındırmaktadır.
Bizim için Türkiye-AB projesi bazılarının sözünü ettiği gibi bir “Medeniyetler Çatışması” değil aksine Türkiye-AB projesi bir “Medeniyetler Buluşması” projesidir.
Mart 2005
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.