Kitabı oku: «Doksan Üç», sayfa 5
II
KÖYLÜNÜN HAFIZASI, KAPTANIN BİLGİSİNE EŞ DEĞERDİR
Kayık için konulan erzak az değildi. Zira dolambaçlı yollardan geçen iki kaçak için yetmişti. Kıyıya ulaşmaları tam otuz altı saat sürdü. Geceyi denizde geçirdiler. Gece güzeldi ama gözden uzaklaşmaya çalışan birileri için ay ışığı fazla aydınlıktı.
İlk başta Fransız kıyılarından uzaklaşıp Jersey yönünde açıldılar. Talihsiz korvetin son yaylım atışını duymuşlardı. Ormanda avcılar tarafından öldürülen aslanın son kez kükremesi gibiydi sesi. Sonra denize bir sessizlik çöktü.
Claymore korveti Vengeur9 gibi telef oldu ama tarih korveti yazmadı. Kendi topraklarına karşı savaşanı tarih yazmaz.
Halmalo olağanüstü bir denizciydi. Becerikli ve bilgeydi. Kayalıklar, dalgalar ve düşmanın uyanıklığı arasında çizdiği rota âdeta bir başyapıttı. Rüzgâr azaldı ve denizle mücadele sona erdi. Halmalo, Minquiers kayalıklarından uzak durmuş ve Chaussée aux Boeufs taraflarında gelgitin oluşturduğu küçük koya birkaç saat dinlenmek için sığınmıştı. Daha sonrasında güneye doğru kürek çekerek, Chausey ve Granville Adaları arasından geçmeye devam ederdi. Buralardan geçerken dikkatli olması ve hiçbir gözcü tarafından fark edilmemesi gerekiyordu. Sonrasında Saint-Michel Körfezi’ne girdi. Seyir filosunun Cancale dolaylarında demir attığını düşünürsek bu epeyce gözü pek bir hareket olmuştu.
İkinci günün akşamı, gün batımından yaklaşık bir saat önce, Saint-Michel tepesini geçti ve kaygan kumundan kaynaklanan tehlike nedeniyle her zaman kaçınılması gereken bir kıyıya indi.
Neyse ki gelgit fazlaydı.
Halmalo kayığı elinden geldiğince itti, kumsalı inceledi ve sert bulduğu bir yere kayığı sabitledi. Yaşlı adamla beraber kıyıya atladılar. Yaşlı adam endişeli gözlerle ufka bakıyordu.
“Lordum.” dedi Halmalo. “Burası Couesnon nehrinin ağzı. Beauvoir sancak tarafında, Huisnes iskele tarafında kaldı. Önümüzdeki çan kulesi ise Ardevon.”
Yaşlı adam kayığın üzerine eğildi, yerden bir bisküvi aldı ve cebine koydu. Sonra Halmalo’ya şöyle dedi:
“Gerisini sen alabilirsin.”
Halmalo torbaya et ve bisküviden kalanı koyup torbayı sırtladı. Bütün bunları yaptıktan sonra sordu:
“Lordum, önden mi gideyim yoksa peşinizden mi geleyim?”
“İkisini de yapma.”
Halmalo, hayretle yaşlı adama baktı.
Yaşlı adam devam etti:
“Ayrılmak üzereyiz, Halmalo. İki kişi devam etmek bize bir fayda sağlamaz. Bin kişi yoksa eğer bir adamın yanında, yalnız olması daha iyidir.”
Durdu ve cebinden kokarta benzer düğümlenmiş yeşil bir ipek parçası çıkardı. Ortasına yaldızdan bir zambak çiçeği işlenmişti.
“Okuman var mı?”
“Hayır.”
“Bu iyi. Okuması olan adam başını derde sokar. Belleğin güçlü müdür?”
“Evet.”
“Çok iyi. Dinle Halmalo. Sen sağdan gideceksin, ben de soldan. Bazouges yönünden dönmek zorundasın, ben de Fougéres tarafına ilerlemeliyim. Torbanı sırtından indirme, böylece bir köylü gibi gözükürsün. Silahlarını sakla, kendine sivri çitten bir parça kes. Uzun çavdarların arasından sessizce ilerle. Çitlerden atla ve tarlalardan geç. Yoldan gelip geçenlere gözükeyim deme, aynı şekilde yollardan ve köprülerden de uzak dur. Ha bir de Couesnon nehrini geçmen gerekecek, bunu yapabilir misin?”
“Yüzerek geçebilirim.”
“Harika. Orada bir geçit var, biliyor musun orayı?”
“Evet. Nancy ve Vieux-Viel arasında.”
“Doğru. Gerçekten de buraları iyi biliyorsun.”
“Ama gece yaklaşıyor. Siz nerede kalacaksınız lordum?”
“Ben başımın çaresine bakarım. Asıl sen nerede kalacaksın?”
“Ben burada bir sürü yatacak yer bulurum. Ben denizci değilken ırgattım.”
“Denizci şapkanı fırlatıp at, başını belaya sokmasın. Yünden bir şeyler bul kafana tak.”
“Öylesini hemen bulabilirim, gördüğüm ilk balıkçıdan beresini bana satmasını isterim.”
“Çok iyi. Dinle şimdi. Ormanları iyi biliyor musun?”
“Hem de hepsini.”
“Bu çevrede olanların hepsini biliyor musun?”
“Noirmoutier’dan Laval’e kadar hepsini bilirim.”
“İsimlerini de bilir misin?”
“Hem isimlerini hem ormanları avucumun içi gibi bilirim.”
“Çabuk unutur musun?”
“Asla.”
“O zaman şimdi dikkatle dinle beni, bir günde ne kadar yol alabilirsin?”
On, on beş, on sekiz, gerekirse yirmi kilometre.”
“Böyle yürürsen ulaşabilirsin. Şimdi kulağını iyice aç beni dinle. Sana anlatacağım. Saint-Aubin ormanına gideceksin.”
“Lamballe yakınlarında olan mı?”
“Evet. Saint-Rieul ve Plédéliac arasındaki vadi üzerinde. Büyük bir kestane ağacı var, işte orada durman gerekiyor. Kimseyi görmeyeceksin.”
“Ama mutlaka orada birileri vardır.”
“İşaret vereceksin. Biliyor musun bunu?”
Halmalo yanaklarını şişirdi ve denize dönerek baykuşa benzer bir ses çıkarttı.
Duyan birisi bu sesin ormanların derinliklerinden geldiğini sanırdı.
“İyi bari biliyormuşsun!” dedi yaşlı adam.
Sonra da yeşil ipekten armayı denizciye uzattı.
“Bu benim komutanımın nişanıdır. Al bunu. Şimdilik kimse adımı bilmesin. Ama bu nişan işine yarayacak. Bu zambak çiçeğini Tapınak zindanında Madam Royal işledi.
Halmalo diz çöktü. Zambak çiçekli nişanı titreyerek aldı ve dudaklarına götürürken korkarak duraksadı.
“Öpebilir miyim?”
“Evet. Haçı öptüğün gibi öpebilirsin.”
Halmalo zambak çiçeğini öptü.
“Ayağa kalk.” dedi yaşlı adam.
Halmalo denileni yaptı ve nişanı göğsüne yerleştirdi.
“Sana söyleyeceklerimi iyi dinle. İşte emrin: ‘Ayaklanın! Acımak yok.’ “Saint-Aubin ormanı kıyısında işareti üç defa vereceksin. Üçüncüden sonra yerden bir adamın çıktığını göreceksin.”
“Ağaçların altındaki deliği bilirim.”
“Bu adam, Planchenault. Bazıları ona Coeur-de-Roi10 der. Nişanını bu adama göstereceksin. O ne anlama geldiğini bilir. Sonra bir yolunu bulup Astillé ormanına gideceksin. Orada Mousqueton adında bir topal göreceksin. Hiç kimseye acıması yoktur onun. Ona kendisini sevdiğimi ve bölgedeki adamları ayaklandırması gerektiğini söyle. Buradan da Ploërmel’e bir kilometre mesafedeki Coues-bon ormanına gideceksin. Baykuş sesini çıkardıktan sonra, delikten bir adam çıkacaktır. İsmi Thuault, Ploërmel kâhyası. Bu adam daha önce Anayasa Meclisine üyeydi ama şu an kralcı tarafta. Onu, mülteci Guer Markisi’ne ait olan Couesbon kalesini güçlendirmeye yönlendireceksin. Geçitler, orta büyüklükte ormanlar, engebeli toprak, iyi bir yer. Thuault yetenekli ve dürüst bir adamdır. Oradan SaintGuen-les-Toits’e gidecek ve gerçek lider olarak gördüğüm Jean Chouan ile konuşacaksın. Ardından Saint-Martin adlı Guitter’i görecek ve Ville-Anglose ormanına gideceksin. Ona, Argentan Jakobenlerinin başı olan Courmesnil’e göz kulak olmasını söyleyeceksin. Courmesnil, Goupil de Préfeln’ın damadıdır. Bütün bunları aklında iyi tut. Hiçbir şeyi yazmıyorum çünkü yazılı bir şeylerin olması işimize gelmez. La Rouarie bir liste yaptı ve her şey mahvoldu. Oradan, Miélette’in yaşadığı Rougefeu Ormanı’na gideceksin. O uzun bir sırık yardımıyla vadilerin üzerinden atlayabilir.”
“Ona sıçrayan sırık derler.”
“Nasıl kullanılacağını biliyor musun?”
“Tabii. Hem ben bir Breton köylüsü değil miyim? Sıçrayan sırık bizim dostumuzdur. Kollarımızı büyütür, bacaklarımızı uzatır.”
“Yani düşmanı küçültür ve yolu kısaltır. Mükemmel bir alet.”
“Bir keresinde, sıçrayan sırığımla kılıçlarla donanmış üç haraççı adamı aştım.”
“Bu ne zaman oldu?”
“On yıl önce.”
“Kral’ın emrinde miydi?”
“Tabii.”
“Kime karşı?”
“Gerçekten bilmiyorum. Ben bir tuz kaçakçısıydım.”
“Çok iyi.”
“Vergi toplayıcılarına karşı mücadele deniyordu. Vergi toplayıcıları da Kral’ın emrinde mi?”
“Evet ve hayır. Ama bunu anlamana gerek yok.”
“Lorduma lüzumsuz bir soru sorduğum için affını istiyorum.”
“Devam edelim. Tourgue’u biliyor musunuz?”
“Biliyor muyum ne demek! Oradan geldim ben.”
“Nasıl yani?”
“Ben Parigné’den geliyorum.”
“Doğru, Tourgue Parigné sınırında.”
“Tourgue’u bilmez miyim! Oradaki büyük yuvarlak kale lortlarımın ailesine aittir. Eski binayı yeni taraftan büyük bir demir kapı ayırır. Bu kapıyı bir top bile ezemez. Yeni binada ünlü Saint- Barthélémy kitabı sergilenir. İnsanlar sadece meraktan görmek için gelirler. Çimler kurbağalarla doludur. Çocukken o kurbağalarla oynardım. Ve yer altı geçidi de aynı şekilde. Belki de bunu bilen tek kişi benim.”
“Hangi yer altı geçidi? Neden bahsettiğini bilmiyorum.”
“Bu geçit, Tourgue’un kuşatıldığı zamanlardaydı. İçerideki insanlar, ormana açılan bir yer altı geçidinden kaçabilirdi.”
“Jupellière ve Hunaudaye şatolarında, Champéon kulesinde bu türden yer altı geçitleri olduğunu biliyorum. Ama Tourgue’da buna benzer bir şey yok.”
“Ama gerçekten var, Monsenyör. Sizin bahsettiğiniz geçitleri bilmiyorum, sadece Tourgue’daki olanı biliyorum, o da mahalleye ait olduğum için. Ayrıca, bunu bilen tek kişi benim. Bu geçit Rohan’ın savaşlarında kullanıldığı için yasaktı. Babam bu sırra vâkıftı. Bana, o gösterdi. Hem gizli girişi hem de çıkışı biliyorum. Ormanda isem kuleye girebilirim ve eğer kuledeysem görünmeden ormana geçebilirim. Böylece düşmanlar içeri girdiğinde kimseyi bulamaz. Bu Tourgue’un geçidi işte. Orayı gayet iyi bilirim.”
Yaşlı adam bir an sessiz kaldı.
“Yanılıyor olmalısın. Böyle bir sır olsaydı onu bilmiş olmam gerekirdi.”
“Monsenyör, bundan eminim. Orada dönen bir taş var.”
“Ah, evet! Siz köylüler dönen, şarkı söyleyen, su içmek için ayaklanıp komşu dereye giden taşlara inanırsınız. Peri masalları bunlar!”
“Ama taşı kendim çevirdim…”
“Evet, tıpkı diğerlerinin şarkı söylediğini duyduğunda olduğu gibi. Bak arkadaşım, Tourgue, Bastille hapishanesinden farksızdır. Güvenli ve güçlüdür, sıkı bir savunma altındadır. Ama bir yer altı geçidine umut bağlamış biri, Bastille’den kaçmaya çalışan bir aptal gibidir.”
“Ama Monsenyör…”
Yaşlı adam omuz silkti.
“Bize daha da vakit kaybettirme, işimizi konuşalım.”
Bu otoriter ses Halmalo’nun üstelemesini engellemişti.
Yaşlı adam devam etti.
“Devam edelim, dinle. Rougefeu’den, Montchevrier ormanına gideceksin. Orada On iki’nin lideri Bénédicité’yi bulacaksın. O da bir diğer iyi adam. İnsanları vururken Bénédicite duasını okur. Savaşta duygusallığa yer yok. Montchevrier’den gideceğin yer…”
Yaşlı adam aniden durdu.
“Para meselesini unutmuştum.”
Cebinden çıkardığı cüzdan ve bir cep defterini Halmalo’ya uzattı.
“Bu cep defterinde kâğıt para hâlinde üç bin frank var. Banknotlar elbette sahte ama gerçek olanların da değeri sahteden farklı değil. Bu cüzdanda da yaklaşık yüz louis d’or bulacaksın. Elimde ne varsa sana veriyorum çünkü burada hiçbir şeye ihtiyacım yok. Üzerimde para bulunmaması daha iyi hem. Neyse, devam ediyorum. Montchevrier’den, Antrain’e gideceksin. Orada Frotté ile buluşacaksınız. Antrain’den Jupellière’ye gideceksin. Orada da Rochecotte’yi göreceksin. Jupellière’den Noirieux’a. Orası da Abbé Baudoin’i bulacağın yer. Tüm bunları ezberleyebilecek misin?”
“Pater Noster’imi 11ezberlediğim gibi hem de.”
“Saint-Brice-en-Cogle’da Dubois-Guy’ı; müstahkem bir kasaba olan Morannes’da da Turpin’i göreceksin. Ve Talmont Prensi’ni de Gonthier Şatosu’nda.”
“Bir prens benimle konuşur mu?”
“Ben şu an seninle konuşmuyor muyum?”
Halmalo şapkasını çıkardı.
“Madam’ın işlediği zambak çiçeğini göstermen yeterli, herkes seni buyur edecek emin ol. Dağcıların olduğu yerlere gitmek durumunda olduğunu unutma. Kılık değiştirerek kendini gizleyeceksin. Bu kolay iş. Çünkü cumhuriyetçiler o kadar aptal ki mavi bir ceket, üç köşeli bir şapka ve kokart ile istediğin her yere gidebilirsin. Alaylar ve üniformalar yok orada. Alaylara bir sayı dahi vermiyorlar. Her erkek, istediği paçavrayı giyme özgürlüğüne sahip. Saint-Mhervé’ye gideceksin. Grand-Pierre adındaki Gaulier’i göreceksiniz. Parné’nin karargâhına gideceksin. Orada bütün erkekler yağızdır. Tüfeklerine çakıl koyarlar ve daha fazla ses çıkarmak için iki kat barut kullanırlar. İyi iş çıkarırlar. Ama onlara şunu iyi söyle: “Öldüreceksiniz, öldüreceksiniz ve öldüreceksiniz.” Vache-Noire kampına gideceksin. Vache-Noire’dan, l’Avoine kampına, ardından Vert kampına. Orası Charnie ormanının ortasında bir yükseltidir. Devamında da Fourmis’e. Hautdu-Pré olarak da bilinen Grand-Bordage’a gideceksin. Orada, Que-laines Mahallesi’nde, dul bir kadın yaşar. Kızı İngiliz Treton ile evlenmiştir. Ormanda saklanan Épineux-le-Chevreuil, Sillé-le-Guillaume, Guillaume, Parannes olmak üzere tüm adamları ziyaret edeceksin. Ahbaplık edecek, onları yukarı ve aşağı Maine sınırlarına göndereceksin. Vaisges semtinde Jean Treton’u, Bignon’da Sans-Regret’i, Bonchamps’ta Chambord’u, Maisoncelles’te Corbin kardeşleri göreceksin. Ve Saint-Jean-sur-Evre’de Petit-Sans-Peur’u göreceksin, o Bourdoiseau denen kişidir. Bunu yaptıktan ve ‘Ayaklanın!’ ‘Acımak yok!’ sloganlarını söyledikten sonra, nerede olursan ol Kraliyet ve Katolik büyük ordusuna katılacaksın. D’Elbée, de Lescure, de la Rochejaquelein ve onlar gibi hâlâ yaşıyor olabilecek liderleri göreceksin. Onlara komutanımın nişanını göstereceksin. Ne anlama geldiğini onlar bilirler. Sen basit bir denizcisin ama Cathelineau da bir takım arkadaşından başka bir şey değil. Onlara benden şu mesajı ilet: Büyük ve küçük olmak üzere iki savaşa katılma zamanı. Büyük olanın kuru gürültüsü vardır ama küçük olan işimize yarar. Vendée oldukça iyi ama Chouannerie beterin de beteri. Ve bir iç savaşta beter olan güçlü taraftır. Bir savaşın başarısı, neden olduğu kötülüğün miktarıyla değerlendirilir.”
Susmuştu.
“Halmalo, sana tüm bunları söylüyorum, kelimeleri anlayamıyorsun ama algıların keskin. Meseleleri de kendin anlamlandırabilirsin. O kayığı idare ettiğini gördüğümden beri sana güvenim tam. Geometri hakkında hiçbir bilgin olmadan yaptığın deniz manevraları muhteşemdi. Bir kayığa yön verebilen bir ayaklanmaya da kılavuzluk edebilir. Denizi idare ediş biçimine bakılırsa talimatlarımı da aynı şekilde iyi uygulayacağından eminim. Tekrarlıyorum: Benim ağzımdan çıkan her şeyi, her kelimeyi hatırlayabildiğin kadarıyla şeflere anlat. Onlara, kavradığın her şeyi doğru aktaracağına eminim. Ormanda bir savaşı, meydan savaşına tercih ederim. Yüz bin köylüyü Mavi askerler ve Carnot’un toplarına maruz bırakmaya hiç niyetim yok. Bir ay içinde ormanda gizlenmiş beş yüz keskin nişancının olmasını bekliyorum. Cumhuriyet ordusu benim avım. Kaçak avlanma da bir savaş yöntemidir. Çalılıklar da benim stratejim! Muhtemelen bunu da anlayamazsın ama önemi yok. Neyse, sana dediğimi iyi belle: Acımak yok! Her tarafta tuzak var! Normal Vendean Savaşı’ndan çok Chouannerie gibi olacak bu savaş. İngilizlerin bizim tarafımızda olduğunu da söyle. İki ateş arasında cumhuriyeti yakalayalım. Avrupa bize yardım ediyor. Devrimi durduralım. Krallar, bir taht savaşı veriyor, biz de halkımız ve bölgemiz için savaş vereceğiz. Bunların hepsini söyleyeceksin. Anladın mı beni?”
“Evet. Her yeri ateşe vermek, her şeyi kılıçtan geçirmek lazım.”
“İşte bu ve sonra…”
“Acımak yok.”
“Hiç kimseye.”
“Her yere gideceğim.”
“Ve her zaman tetikte ol. Çünkü bu bölgelerde çok kolay bir şekilde ölebilirsin.”
“Ölümden korkmuyorum. İlk adımını atan kişi son kez ayakkabılarını giymiş olabilir.”
“Sen cesur bir adamsın.”
“Peki ya bana sizin adınız sorulursa?”
“Henüz bilinmesi gerekmiyor. Bunu bilmediğini söyleyeceksin ve doğrusu da bu zaten.”
“Sizi tekrar nerede göreceğim?”
“Gittiğim yerde.”
“Nerede olduğunuzu nasıl bileceğim?”
“Herkes bunu bilecek. Sekiz gün geçmeden beni duyacaksın. İbretlik şeyler yapacağım; Kral’ın ve dinin intikamını alacağım. Şunu gayet iyi bileceksin ki, herkesin konuştuğu adam ben olacağım.”
“Anlıyorum.”
“Hiçbir şeyi unutma.”
“Bundan emin olabilirsiniz.”
“Şimdi git Tanrı yardımcın olsun! Hadi!”
“Bana verdiğiniz bütün emirleri yerine getireceğim. Gideceğim, konuşacağım, itaat edeceğim ve emredeceğim.”
“Güzel.”
“Ve eğer başarırsam…”
“Seni bir Saint-Louis şövalyesi yapacağım.”
“Tıpkı kardeşimi yaptığınız gibi. Eğer başaramazsam da beni kurşuna dizdirirsiniz.”
“Kardeşine yaptığım gibi.”
“Peki, Monsenyör.”
Yaşlı adam başını eğdi. Kasvetli düşüncelere dalmış gibiydi. Gözlerini yerden kaldırdığında artık yalnızdı. Halmalo, ufukta kaybolan siyah bir lekeden ibaretti.
Güneş daha yeni batmıştı; deniz martıları ve başlıklı martılar okyanustan yurtlarına doğru göç ediyorlardı. Hava, geceden beri devam eden o meşhur kasvet ile doluydu. Ağaç kurbağaları vırakladı, yalıçapkını havuzlardan ıslık çalarak uçtu, martılar ve kargalar her zaman yaptıkları gibi akşam gürültülerini sürdürdü, sahil kuşları birbirlerine seslendi. Gel gör ki ortalıkta bir insan sesi duyulmuyordu. Mutlak bir yalnızlıktı bu. Ne koyda bir yelken görünüyordu ne de tarlalarda bir köylü; göz alabildiğince kasvetli bir genişlik uzanıyordu boydan boya. Kumdaki uzun deve dikenleri titredi. Soluk alacalı gökyüzü tüm kıyıya kurşuni bir ışık saçıyordu ve uzaktan görünen karanlık düzlükteki göletler, yere düz serilmiş kalay tabakalarına benziyordu. Denizden usulca bir rüzgâr esiyordu.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
TELLMARCH
I
KUM TEPESİNİN ÜSTÜNDE
Yaşlı adam Halmalo gözden kaybolana kadar bekledi. Sonra denizci kabanına sıkıca sarılarak yavaş yürümeye başladı. Düşüncelere dalmıştı. Huisnes’in yönündeydi. Halmalo ise Beauvoir tarafına doğru gitmişti.
Saint-Michel Dağı muazzam bir üçgen gibi yükseliyordu. Arkasında ise katedral tacı, biri yuvarlak diğeri kare olmak üzere iki büyük doğu kulesiyle zırha benzeyen kale görkemli bir şekilde duruyordu. Köyün ve kilisenin yükünü sırtlamış ve dağın yükünü hafifletmişti sanki. Cheops piramidi çölde nasıl bir sınır işaretiyse Saint Michel Dağı da deniz için bir işarettir.
Saint-Michel Dağı’ndaki kumlar çok çabuk hareket eder ve bir anda kum tepeleri oluşuverir. O sıralar Huisnes ve Ardevon arasında çok yüksek bir kum tepesi vardı, şimdilerde çoktan yok olmuştur. Ekinoksal fırtına ile hizalanan bu kum tepesi oldukça eskiydi ve zirvesinde bir kilometre taşı vardı. Bu taş on ikinci yüzyılda, Canterburyli Saint Thomas’ın suikastçılarına karşı Avranches’te düzenlenen konseyin anısına dikilmişti. En tepesine çıkan birisi çepeçevre tüm yöreyi görebilir ve gideceği pusulayı belirleyebilirdi.
Yaşlı adam adımlarını bu kum tepesine yöneltti ve yukarı tırmandı.
Zirveye ulaştığında, yön gösteren dört taştan birinin üzerine oturdu. Anıta yaslanarak ayağının dibinde coğrafi bir harita gibi uzanan araziyi incelemeye başladı. Bir zamanlar aşina olduğu bu yörede bir rota arıyor gibiydi. Alaca karanlıkla örtülü bu geniş manzarada, ufkun soluk gökyüzüne karşı karanlık çizgisinden başka hiçbir şey açıkça görülmüyordu.
On bir mezra ve köyün kümelenmiş çatıları görünüyordu. Sahilin tüm çan kuleleri birkaç mil ötede, ihtiyaç anında denizcilere işaret görevi yapabilecek şekilde yüksekte duruyorlardı.
Yaşlı adam birkaç dakika sonra bu loş ışıkta aradığını bulmuş gibiydi. Görüş alanında, vadi ile orman arasında kısmen görülebilen ağaçlardan, duvarlardan ve çatılardan oluşan bir resim vardı. Bu bir çiftlikti. Kendi kendine “İşte orası!” der gibi memnuniyet ifadesiyle başını salladı. Parmağıyla çitlerin ve tarlaların arasındaki bir rotanın ana hatlarını izlemeye başladı. Zaman zaman, çiftliğin ana çatısının üzerinde hareket eden şekilsiz ve ne olduğu belli olmayan bir nesneye dikkatle bakıyordu. Bunun ne olabileceği hususunda kendiyle tartışıyor gibiydi. Hava karanlık olduğu için şekil renksiz ve bulanık görünüyordu. Rüzgâr gülü değildi çünkü salınıyordu. Ama bu bir bayrak da olamazdı.
Kendini yorgun hissetti. Taşın üzerine oturup dinlendiği iyi olmuştu. Yorgun insanlar, dinlenecekleri bir fırsat bulduğunda mayışır gibi olur. İşte o da bu hisse teslim olmak üzereydi. Akşamın erken saatleri, huzurlu bir vakittir. Ortalığı bir sakinlik kaplar. Kendini bu dinginliğe teslim etmiş, anın zevkini çıkarıyordu. Gözlerini dikmiş ve dinliyordu. Neyi mi? Mükemmel bir sükûneti. Duygusuz görünen insanlar bile biraz melankoli taşır içinde. Birdenbire aşağıdan geçenlerin sesleri duyuldu. Bu sessizlik sükûneti bölmemiş, aksine huzuru artırmıştı. Kadınlara ve çocuklara aitti bu sesler. Karanlığın içinde beklenmedik bir anda duyulan neşeli bir çan sesi gibiydi. Çalılık yüzünden seslerin sahibi kişiler tam olarak görülmese de insanların kum tepesinin eteğinden geçerek ovaya ve ormana doğru yürüdükleri belliydi. Düşüncelere dalmış yaşlı adam sesleri çok net bir şekilde duyuyordu. O kadar yakındılar ki yaşlı adam konuşulan her bir kelimeyi yakalıyordu.
Bir kadın sesi şöyle diyordu:
“Acele et Flécharde. Bu taraftan mı?”
“Hayır. Şuradan.”
Biri yüksek ve tiz sesle konuşurken, ötekinin sesi kısık ve ürkekti. İki ses arasındaki diyalog devam ediyordu:
“Şimdi bizim oturduğumuz çiftliğin adı neydi?”
“Herbe-en-Pail.”
“Hâlâ oraya çok uzakta mıyız?”
“On beş dakikalık yolumuz var.”
“Hadi acele edelim de bari çorbaya yetişelim.”
“Evet, geç kaldık.”
“Koşmamız lazım ama senin çocuklar çok yoruldu. Sadece iki kadıncağızız, üç veledi taşıyamayız. Hem Flécharde sen zaten birini taşıyorsun, kurşun gibi de ağır bir yavru. Bu küçük oburu sütten kestin ama kucakta taşıyorsun hâlâ. Kötü alışmış buna, artık yürümeli. Ama ne yapalım, çorbalar da buz gibi olacak, ne talihsizlik!”
“Ah, bana verdiğiniz ayakkabılar ne kadar iyi oldu! Sanki benim için yapılmışlar.”
“Çıplak ayak gezmekten iyidir.”
“Hadi ama René-Jean.”
“Hep onun yüzünden geç kaldık. Her tanıştığımız küçük köylü kızı ile durup sohbet etmese olmazdı sanki. Şimdiden erkek olmuş gibi.”
“Daha beş yaşına bile gelmedi.”
“Söyle bize, René-Jean. Neden köydeki o kızla konuştun bakalım?”
Bir çocuk sesi, bir erkek çocuğuna ait bir ses yanıtladı:
“Çünkü ben onu tanıyorum.”
“Hadi canım. Tanıyorsun demek.” dedi kadın.
“Evet, daha bu sabah oyunlar oynadık.” dedi oğlan.
“Söylemesem olmaz!” diye bağırdı kadın. “Buraya geleli daha üç gün oldu ama bu bacak kadar çocuk şimdiden sevgili buldu!”
Ve sesler giderek zayıfladı. En sonunda da sesler duyulmaz oldu.