Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sefiller II. Cilt», sayfa 11

Yazı tipi:

VI
Enjolras ve Teğmenleri

Enjolras, o günlerde muhtemel bir isyanı dikkate alarak gizlice bir araştırma girişiminde bulundu ve Kafe Musain’e gitti. Enjolras, konuşmasına gizemli bazı metaforlar yerleştirerek konuştu:

“Nerede durduğumuzu ve kime güvenebileceğimizi bilmemiz yerindedir. Savaşçılar gerekliyse sağlanmalıdır. Vuracak bir şeye sahip olmamız kimseye zarar veremez. Yolda boğalar varken yoldan geçenlerin boynuzlanma olasılığı, boğaların olmadığı zamana göre her zaman daha fazladır. Bu nedenle, sürü üzerinde biraz düşünelim. Kaç kişiyiz? Bu görevi yarına ertelemek söz konusu değil. Devrimciler her zaman acele etmelidir, ilerlemenin kaybedecek zamanı yoktur. Beklenmedik şeylere güvenmeyelim. Hazırlıksız yakalanmayalım. Yaptığımız tüm dikişlerin üzerinden geçmeli ve sağlam olup olmadıklarına bakmalıyız. Bu iş, bugün sonuçlanmalı. Courfeyrac, Politeknik Okulu öğrencilerini göreceksin. Dışarı çıkmak için onların günüdür. Bugün çarşamba. Feuilly; sen de Glacière’dekileri göreceksin, değil mi? Combeferre bana Picpus’a gideceğine söz verdi. Orada mükemmel birçok grup olacak. Bahorel, Estrapade’ı ziyaret edecek. Prouvaire, duvarcılarla konuşacak; bize Grenelle-Saint-Honoré Caddesi locasından haberler getireceksin. Joly, Dupuytren’in klinik dersine gidecek ve tıp fakültesinin nabzını tutacak. Bossuet mahkemede biraz dolaşacak ve genç hukukçularla konuşacak. Cougourde’un sorumluluğunu kendim alacağım.”

Courfeyrac: “Her şey tamam o zaman.” dedi.

“Hayır.”

“Başka ne var?”

“Çok önemli bir şey.”

“Nedir?” Courfeyrac sordu.

“Maine Kapısı.” diye yanıtladı Enjolras. Enjolras bir an derin düşüncelere dalmış gibi kaldı, sonra devam etti:

“Maine Kapısı’nda heykeltıraşların atölyelerinde mermerciler, ressamlar ve kalfalar var. Hevesli bir ailedir ancak soğumaya da eğilimlilerdir. Bir süredir onlara ne olduğunu bilmiyorum. Başka bir şey düşünüyorlar. Azimlerini kaybetmiş gibiler. Zamanlarını domino oynayarak geçiriyorlar. Birinin gidip onlarla biraz konuşmasına acilen ihtiyaç var ama kararlılıkla. Richefeu’de buluşuyorlar. Saat on iki ile bir arasında orada bulunacaklar. Bu küller bir parıltıya dönüşmelidir. Bu iş için genel olarak iyi bir adam olan o dalgın Marius’e güvenmiştim ama artık bize gelmiyor. Maine Kapısı için birine ihtiyacım var. Hiç kimsem yok.”

“Ya ben?” dedi Grantaire. “Ben varım.”

“Sen mi?”

“Ben.”

“Sen cumhuriyetçileri bilinçlendireceksin! İlke adına soğuyan yürekleri ısıtacaksın!”

“Neden?”

“Bunu yapabilir misin?”

Grantaire, “Bu yönde de becerilerim var.” dedi.

“Hiçbir şeye inanmıyorsun.”

“Sana inanıyorum.”

“Grantaire, bana bir hizmette bulunacak mısın?”

“Herhangi bir şey. Botlarını boyayayım mı? Ne istersen!”

“Pekâlâ, işlerimize karışma. Ayık kal sadece.”

“Sen bir nankörsün, Enjolras.”

“Maine’e gidecek adam sen misin? Yapabilirsin, öyle mi!”

“Ben Grès Sokağı’ndan inebilir, Saint-Michel Meydanı’nı geçebilir, Monsieur-le-Prince Sokağı’ndan sapıp Vaugirard Sokağı’na girebilir, Carmes Manastırı’nı geçebilir, Assas Sokağı’ndan dönebilirim. Cherche-Midi Sokağı’na ulaşmak, arkamda Conseil de Guerre’yi bırakmak, Vieilles-Tuileries Sokağı’ndan yürümek, bulvarı uzun adımlarla geçmek, Chaussee du Maine’i takip etmek, kapıyı geçmek ve Richefeu’ye girmek için yeterince bilgim var. Ben bunu hallederim. Ayakkabılarım buna müsait.”

“Richefeu’de buluşan şu yoldaşlar hakkında bir şey biliyor musun?”

“Pek değil. Biz birbirimize sadece senin gibi hitap ediyoruz.”

“Onlara ne söyleyeceksin?”

“Onlara Robespierre’den, Danton’dan bahsedeceğim. İlkelerden söz edeceğim.”

“Sen mi?”

“Ben. Ama buna pek güvenemiyorum. Başladığımda çok kötüydüm. Prudhomme okudum, Toplum Sözleşmesi’ni biliyorum. İkinci yılın anayasasını ezbere biliyorum. ‘Bir yurttaşın özgürlüğü, başka bir yurttaşın özgürlüğünün başladığı yerde biter.’ Beni vahşi mi sanıyorsun? Çekmecemde cumhuriyetin eski bir kâğıt parası var. İnsan hakları, halkın egemenliği, elbette! Hatta biraz Hébertist’im. Altı saat boyunca en mükemmel gevezeliği yapabilirim, izleyip gör.”

“Ciddi ol.” dedi Enjolras.

“Ben müthişim.” diye yanıtladı Grantaire.

Enjolras birkaç dakika düşündükten sonra kararlı bir işaret vererek: “Grantaire.” dedi ciddi bir tavırla. “Seni denemeye razıyım. Maine’e gideceksin.”

Grantaire, Kafe Musain’in çok yakınındaki mobilyalı pansiyonlarda yaşıyordu. Dışarı çıktı ve beş dakika sonra geri döndü. Eve Robespierre yeleği giymek için gitmişti. İçeri girerken “Kırmızı!” dedi ve dikkatle Enjolras’a baktı. Sonra enerjik avucuyla yeleğin iki kırmızı ucunu göğsünün üzerine koydu.

Ve Enjolras’a yaklaşarak kulağına fısıldadı:

“Rahatla.”

Kararlı bir şekilde şapkasını taktı ve gitti.

On beş dakika sonra, Kafe Musain’in arka salonu boşalmıştı. ABC Dostlarının hepsi Enjolras’ın kendilerine verdiği görevi yapmak için ayrılmışlardı. Kendisine en zor görev olan Cougourde’yu ayıran delikanlı, en son çıktı. Aix şehrinin Cougourde Topluluğu’ndakiler Paris’te olduklarında, şehir dışındaki tenha taş ocaklarında toplanırlardı. Enjolras, Issy Çayırı’na doğru gitti. Bu randevu yerine giderken Enjolras, durumu aklında inceliyordu. Olan bitenin ciddiliği apaçık ortadaydı. Bir tür toplumsal salgının belirtileri olan olaylar el altından ilerlerse en küçük bir kargaşa onlara engel olur, ilerlemelerini önlerdi. İşte böylesi şaşılacak olaylar harabeleri ve yeniden doğuşları oluşturur. Enjolras yaklaşan aydınlığın umut ışıklarını görebiliyordu, belki de bekledikleri vakit çoktan gelmişti. Halkın hakkına kavuşması ne kusursuz bir şey olurdu! Devrim, muhteşem bir şekilde Fransa’yı tekrar ele geçirecek ve dünyaya şöyle diyecekti: “Arkası yarın!” Enjolras her tarafta kaynayan kazanlardan mutluydu, artık Paris’in sokaklarına dağılmış hâlde bir sürü dostu vardı. Enjolras aklında Combeferre’in keskin felsefi konuşması, Feuilly’nin kozmopolit heyecanı, Courfeyrac’ın zindeliği, Bahorel’in acıtan alaylarıyla aynı zamanda her yerde tutuşacak bir kıvılcımı tasarlıyordu. Herkes işbaşındaydı, bu yüzden de emeklerinin mahsulünü kısa sürede alacaklarını da biliyorlardı. Sonra aklına bir anda Grantaire geldi. “Nasıl olsa Maine Kapısı yolumun üstünde, oradan birazdan geçeceğim. Richefeu’ye kadar uzanıp bakalım, Grantaire neler yapıyor. Buradan ayrıldığında çok iddialıydı, dilerim başarılı olur.” diye aklından geçiriyordu, yürümeye başladığında. Vaugirard Kilisesi’nin çan kulesinde saat biri çaldığında Richefeu’nün yerine geldi. Kapıyı iterek içeri girdi, her yer dumanlıydı, masalar sigara içenlerle doluydu. Tütünden kaynaklanan bu koyu duman altında, birbiriyle tartışan iki ses yükseliyordu. Grantaire’le, onun görüşlerini düşmanca gören birinin sesiydi bu. Grantaire lekeli ve dominolarla kaplı mermer bir masada oturuyordu. Kimi zaman yumruğunu mermere indiriyordu. Enjolras şu konuşulanları dinledi:

“Çift altı.”

“Dörtlü.”

“Domuz! Başka bir şeyim yok.”

“Sen öldün. Bir-iki.”

“Altı.”

“Üç.”

“Bir.”

“Bu benim hamlem.”

“Dört puan.”

“Fazla değil.”

“Senin sıran.”

“Çok büyük bir hata yaptım.”

“İyi yapıyorsun.”

“On beş.”

“Yedi tane daha.”

“Bu beni yirmi iki yapar.” (Düşünceli bir şekilde) “Yirmi iki!”

“Çift altıyı beklemiyordunuz. Başta koysaydım tüm oyun değişirdi.”

“Yine iki.”

“Bir.”

“Bir! Peki, beş.”

“Benim hiç yok.”

“Senin oyunundu sanırım?”

“Evet.”

“Boşluk.”

“Ne şansı var! Ah! Şanslısın! İki.”

“Bir.”

“Ne beş ne bir. Bu senin için kötü.”

“Domino.”

“Lanet olsun!”

İkinci Kitap
Éponine

I
Tarla Kuşu’nun Çayırı

Marius, tanık olduğu beklenmedik şeylere karşı neler yapması gerektiğini düşünmüştü. Fakat Javert ele geçirdiği adamları üç arabayla taşıyıp yıkıntıdan çıkar çıkmaz delikanlı da dışarı süzüldü. Saat gecenin dokuzuydu. Marius soluğu Courfeyrac’ın evinde aldı. Courfeyrac politik suçları yüzünden artık Quartier Latin’de kalmıyordu, Verrerie Sokağı’na taşınmıştı. Bu mahalle o yıllarda devrimcilerin çok sevdikleri bir yerdi. Marius, gelir gelmez arkadaşına: “Bu gece sende kalmaya geldim.” dedi. Courfeyrac, yatağındaki iki şilteden birini yere serdi ve ona “Burada yatarsın.” dedi.

Ertesi sabah saat yedide Marius, Gorbeau harabesine döndü. Madam Buogon’a kira borcunu ödedi; bir arabaya kitaplarını, yatağını, masasını, dolabını, iki sandalyesini yükledi ve adresini vermeden oradan ayrıldı. Javert öğleüzeri, Marius’ü bir gün önceki olaylar için sorgulamak üzere geldiğinde evde sadece Madam Bougon vardı. Marius yerini bildirmeden taşınmıştı. Kapıcı kadın da kendisine bunu söyledi. Madam Bougon da Marius’ün geceleri tutuklanan hırsızların suç ortağı olmasından kuşkulanıyordu. Mahalledeki diğer kapıcı kadınlarla bu konuda dedikodu yaparken şunları söylemişti: “Kimin aklına gelirdi ki bir kız kadar utangaç olan o delikanlının bu kadar kötü biri olacağı! Hiç aklıma gelmezdi.” Marius’ün bu telaşlı taşınma için iki nedeni vardı: İlk olarak toplumsal çirkinlik ve kötülüklerin bazılarına tanıklık etmişti. Zenginlikten bile çok kötü olan yoksulluğun, sefil yalancılığına şahit olmuştu. İkinci nedeni ise Thénardier’ye karşı açılacak davada tanıklık yapmak istemiyordu. Javert, ismini bile unuttuğu o delikanlının korkup kaçtığını ya da kim bilir, belki de kendisine haber verdikten sonra odasına dönmediğini düşündü. Yine de onu bulmak için uğraştı ama bir sonuç alamadı. Bir ay geçti, sonra bir ay daha, Marius hâlâ Courfeyrac’la birlikte yaşıyordu ve mahkeme salonlarının müdavimi olan stajyer bir avukattan, Thénardier’nin bir hücrede tutulduğunu öğrenmişti. Pazartesi günleri Marius, La Force Cezaevinin gardiyanına Thénardier’ye verilmesi için beş frank bırakıyordu. Artık parasız kalan Marius, bu parayı Courfeyrac’tan ödünç alıyor ve hayatında ilk kez birilerine borçlanmak zorunda kalıyordu. Onun her hafta aldığı bu para, beş frangı veren Courfeyrac için anlaşılması olanaksız bir şeydi. Her pazartesi bu parayı alan Thénardier de bunun kimden geldiğini bilmiyordu. Courfeyrac, sürekli olarak “Acaba bu parayı ne için harcıyor?” diye kendi kendine sormaktan vazgeçemiyordu. Marius yeniden korkunç acılar içerisinde kıvranmaya başlamıştı; ne yapması gerektiğini bilmiyor, kendisini bir çıkmazın içine düşmüş gibi hissediyordu. Bu dünyada tek gayesi ve tek umudu olan o iki kişiyi tam bulacağı sırada, kader yine onları ortadan yok etmişti. Bütün olan bitenin ardından, onlara ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Hatta onun bunca zamandır adını “Ursule” diye tahmin ettiği kızın gerçek adını dahi bilmiyordu. Ancak en azından “Tarla Kuşu” olarak bir lakabı olduğunu öğrenmişti. Yaşlı adamın polisle gerçekten başı belada olabilir miydi? Sonra birden Invalides Sokağı civarında gördüğü ihtiyar işçi geldi aklına, sanki o adamla Mösyö Leblanc aynı adamlardı. Belki de çok kahramanca davranışlarının yanı sıra şüphe çeken de bu adam tanınmamak için kılık değiştiriyor olabilirdi. Neden kaçıyordu acaba? Acaba gerçekten kızın babası mıydı? Thénardier’nin tanıdığını öne sürdüğü adam mıydı? Belki de Thénardier yanılmış olabilirdi. İşte bütün bunlar, cevabı zor sorulardı. Ancak yine tüm bunlar melek gibi görünen o genç kızın onun üzerinde bıraktığı etkiyi eksiltmiyor, Marius’ün ateşler içerisinde yandığı acılara düşmesine neden oluyor, gözlerinin ferini alıyor, yüreğini dağlıyordu. Aşkı dışında her şey silinmişti onun için. Aşkın bile o içgüdülerini, o ışıltılarını kaybetmişti. Aslında bizi yakan bu ateş, çoğu zaman dışarısı için faydalı olan ışıkları da yayar bize. Marius tutkunun o sessiz önerilerini de artık duymuyordu. Bundan sonra, artık o hiçbir zaman, “Şuralara gidip bir baksam mı?” diye bir soru sormuyordu kendisine. Ursule ismini veremeyeceği o güzel kız herhâlde bir yerlerde olmalıydı ama ondan hiçbir işaret bulamadığı için, Marius onu nerede araması gerektiğini bilmiyordu. Bütün hayatı, koyu bir sis ve keskin kararsızlık olarak iki kelimede toplanmıştı. Marius, bütün içtenliğiyle onu bir daha görebilmek istiyor fakat artık umut bile edemiyordu. Ayrıca yine o sefil hâllerine geri dönmüş, beş parasız kalmıştı. Bütün bu sıkıntılar arasında uzun zamandan bu yana bütün çalışmalarını ihmal etmiş, işlerini de kaybetmişti. Aslında büyük bir hata yapıyordu, bu şekilde kendisini daha büyük bir çıkmaza sokuyordu. Bu önüne geçilemeyen bir alışkanlık hâlini almıştı artık; doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Önemsiz dozlarda alınan bir sakinleştirici gibi biraz hayal kurmak da iyidir, işleyen bir zekânın zaman zaman azalmış olan ateşlenmesini geçirir ve beyinde uyandırdığı uysal ve taze bir arı düşüncenin sert kenarını yumuşatıp belirli yerlerde boşluklar yaratır, böylece düşüncelerin aralığını esneterek bütünleri birleştirirdi. Ancak daha ileri gidecek olursa uçurumun dibini boylardı. Düşünce zekânın emeğidir ama düş, zekânın zevkidir sadece. Düşüncenin yerine hayalleri koymak, insanı sonunda umutsuzluğa taşıyabilirdi ve daha öncesinden hatırlayacağınız üzere Marius, hayata atıldığı ilk dönemde de aynı hatayı yapmıştı. Sonra aşk, tutku geldi ve bir hayalin kucağından diğer hayalin kucağına atıldı. İnsan artık evinden sadece hayal kurmak için çıkarsa tembelleşir ve ulaşacağı tek yer mutlak karanlıktır. Çalışmadığı sürece para da kazanamıyor, böylece ihtiyaçları da her geçen gün artıyordu. Hayal kuran insan, özünde her zaman eli açık ve mahzundur ancak bu onun hayata tutunmasına korkunç bir engeldir. Böylesi bir hayatta iyi ile kötü iç içe girer. Uysallık kötüyse de eli açıklık sağlıklı ve iyi bir şeydir. Fakat yoksul, cömert ve asil olduğu hâlde çalışmayan bir insan mahvolmuş demektir. Gelirler azalır, ihtiyaçlar her geçen gün boyunu aşar. En namuslu ve en dayanıklı insanlar gibi en zayıf ve en kusurlular da bu lanetli boşluğa sürüklenir, bu boşluk da kesinlikle intihar ve cinayetin bulunduğu bir çıkmazda sona erer. Böyle bir insan sadece hayal kurmak için evden çıktığı bir gün, hayatına da son verebilir.

Aşırı hayalcilik, sadece Escousse ve Lebrasları yaratır. Marius gözlerini artık göremediği sevgiliye çevrili hâlde o yokuşu yavaş adımlarla iniyordu. Burada bahsettiklerimiz size tuhaf ve aşırı gelebilir ancak hepsi, kelimesi kelimesine doğrudur. Ortadan kaybolan birinin hatıraları insanı yakar kavurur, onu kesinlikle eritip tüketene kadar peşini bırakmaz. Marius’ün aklında fikrinde, gecesinde ve gündüzünde sadece o sevdiği kız vardı ve artık hiçbir şey düşünemeyecek durumdaydı. Eski giysisinin giyilemeyecek hâlde olduğunun, yenisinin eski bir paçavraya döndüğünün, gömleklerinin ve şapkasının eskidiğinin, ayakkabılarının parçalandığının hatta ve hatta bütün hayatının darmadağın olduğunun bile farkında olmadan sürekli olarak, “Keşke onu tekrar görebilsem!” diyerek oradan oraya savruluyordu. Kızın ona sevgiyle bakan bakışlarını bir kez olsun görmüştü en azından ve tek tesellisi de buydu. Genç kız, Marius’ün ismini bile bilmeden onun ruhunu tanımıştı ve kim bilir belki de şimdi bulunduğu yerde bile hâlâ kendisini sevmeyi sürdürüyordu. Marius onu nasıl düşünüyorsa belki o da kendisini düşünüyordu. Kimi zaman, her sevenin düşüneceği gibi, “Belki o da benim onu düşündüğüm gibi beni düşünüyordur.” diyerek kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Hemen sonrasında bu yanılgılara kendisi de inanmayarak başını sallardı fakat böyle düşündükten sonra ruhuna umuda benzeyen ışıkların saçıldığını hissediyordu. Bazen de “ona yazmak” adını verdiği bir eylemle, bazı geceleri büyük bir kederle bir deftere ona dair en derin duygularını yazıyordu. Tüm bu anlattıklarımızdan Marius’ün delirdiğini düşünmenizi istemeyiz, aksine o sadece yaşadığı büyük umutsuzluktan çalışma yeteneğini kaybetmişti. Bu duyguların etkisiyle aslında hiçbir şeyi dikkatinden kaçırmıyor, hiçbir şey onu yanıltmıyordu. Her an hayatın, insanlığın ve yazgının anlamına bir şeyler ekliyor; en derin acıların içerisinde bile kendisini mutlu hissediyordu. Günler günleri, haftalar haftaları takip ediyor; Marius artık gidebileceği bir yol olmadığını her geçen gün daha şiddetle hissediyordu. “Tanrı’m, onu bir daha asla göremeyecek miyim?” diye sürekli olarak kendi kendine soruyordu. Saint-Jacques Sokağı’na gelindiğinde, şehir kapısının ardından yüründüğünde, cadde içine girilerek sola dönüldüğünde; Santé Sokağı’na, sonrasında da Glacière’e çıkılıyordu. Küçük bir nehir olan Gobelins Deresi’nin kıyılarına gelmeden önce bir çayır görünüyordu. Burası, uzun bir kemer gibi Paris caddelerini sarıyordu ve bu caddelerin arasında insanın tek oturmak istediği yer Ruysdael idi. Yemyeşil çayırlık bir alan, iplerde kuruyan çamaşırlar, XIII. Louis zamanından kalma çatı katı pencereleriyle tuhaf bir şekilde delinmiş ve bahçıvanların oturdukları bir çiftlik olması; virane çitler ve söğütler altından huzur içinde akan bir dere, kadınların çamaşır yıkarken söyledikleri şarkılar, uzaklarda görünen Panthéon, Sağır-Dilsizler Yurdu, Val-de-Grâce ve daha ileride Notre Dame Kilisesi’nin sade manzarası ve bütün bunlardan yükselen muhteşem bir güzellik, insanı tam anlamıyla büyülüyordu. Ancak bu kadar güzel olmasına rağmen buralara pek kimse gelmez, sadece ara sıra birkaç at arabası gelip geçerdi. Marius bir gün yürüyüşü sırasında, o derenin kenarına geldi. O gün de rastlantıyla oradan biri geçiyordu. Marius manzaradan büyülenmiş bir hâlde, adama sordu: “Adı nedir buranın?”

“Tarla Kuşu, denir buraya.” dedi adam ve ekledi: “Efsaneye göre Ulbach burada Ivryli çoban kızı öldürmüş.”

Bu konuşmadan Marius’ün aklında kalan tek şey ise “Tarla Kuşu” ismi olmuştu. Hayalci biri çoğu zaman tek bir kelimenin etkisiyle donup kalır, düşüncelerin tamamı sadece o kelimenin üzerinde odaklanırdı. Tarla Kuşu ismi Marius’e sevdiği kızı hatırlatmıştı, zihninde artık onu Ursule diye yaşatmadığından ona böyle hitap ediyordu. “Dur.” dedi kendi kendine, bu gizemli yanlara özgü bir tür mantıksız sersemlikle. “Burası onun çayırı. Şimdi nerede yaşadığını biliyorum.”

Saçmaydı ama karşı konulamazdı.

Ve her gün Tarla Kuşu Çayırı’na gitmeye başladı.

II
Embriyo Olan Suçların Cezaevlerindeki Kuluçkası

Javert, başarmış olduğu işten memnun olmasına rağmen Gorbeau Evi’nde oluşan karmaşanın ardından şüpheli ve haydutları ele geçirmişti; elleri bağlı bulunan ve çok değerli olduğu belli olan adamı elinden kaçırmış olması onu kaygılandırıyordu. Ayrıca, Montparnasse da Javert’den kaçmıştı. O “şeytanın züppesi”ni yakalamak için başka bir fırsat beklenmeliydi maalesef. Aslında Montparnasse, bulvarın ağaçlarının altında nöbette dururken Éponine ile karşılaşmış ve babasıyla Schinderhannes yerine kızıyla Nemorin olmayı tercih ederek onu götürmüştü. Bunu yapması iyi olmuş, böylece özgür kalmıştı. Éponine’e gelince Javert onun yakalanmasına neden olmuştu, en azından bununla kendisini teselli ediyordu. Éponine, Les Madelonettes’te Azelma’ya katılmıştı. Ve nihayet, Gorbeau Evi’nden La Force’a giderken başlıca mahkûmlardan biri olan Claquesous da ortadan kaybolmuştu. Bunun nasıl gerçekleştiği bilinmiyordu; polis ajanları ve çavuşlar bunu kesinlikle anlayamamışlardı. Kendisini buhara çevirmiş, kelepçelerden sıyrılmış, arabanın yarıklarından sızmış ve kaçmıştı; tüm söyleyebildikleri, hapishaneye vardıklarında Claquesous’nun olmadığıydı. Bunda ya cinlerin ya da polisin parmağı vardı. Claquesous, sudaki bir kar tanesi gibi gölgelerin içinde erimiş miydi? Polis ajanlarının açık bir şekilde bu duruma göz yumması mı söz konusuydu? Bu adam düzen ve düzensizliğin ikili muammasına mı aitti? İhlal ve baskı ile eş merkezli miydi? Bu sfenksin ön patileri suçta ve arka patileri otoritede miydi? Javert bu tür tavizleri kabul etmeyen bir karaktere sahipti ve bu tür tavizlere karşı sert bir tavır takınırdı ama ekibinde kendisinden başka, belki de emniyetin sırlarına astları olmalarına rağmen ondan daha vâkıf olan başka müfettişler de vardı ve Claquesous o kadar kötü bir adamdı ki çok iyi bir ajan da olabilirdi. Yeraltı hayatının bütün inceliklerini bilen biri, hem hırsızlık hem de polis için çok uygundur. Bu tip katiller iki yanı keskin bıçaklara benzer. Yine de ne olursa olsun kaybedilen Claquesous bir daha bulunamadı. Javert de buna hem içerledi hem şaşırdı fakat öfkesi müthişti. Marius’e gelince Javert, ismini bile unuttuğu o avukatı o kadar önemsememişti. Aslında bir avukat nasıl olsa bulunurdu ama o adamın bir avukat olduğundan bile emin değildi ki! Soruşturma başlatılmıştı.

Yargıç, Patron Minette çetesinin bu adamlarından birinin gevezelik edeceğini umarak yakın bir yere koymamanın uygun olacağını düşünmüştü. Bu adam Petit-Banquier Sokağı’nın uzun saçlı adamı Brujon’du. Charlemagne Avlusu’nda serbest bırakılmıştı ve gözcülerin sıkı takibindeydi. Bu Brujon ismi aslında La Force Cezaevinin anılarındadır. Yeni Bina’nın avlusunda, “Aslanlı Çukur” isimli korkunç yerde; üstü lekelerle dolu, çatlaklarla, yarıklarla aşınmış, çatıya dek yükselen duvarda açılan paslı bir demir kapıdan eski günlerde düklerin sarayı olan La Force’un kilisesine geçilirdi. Solda çatılarla aynı hizaya gelen, La Force’un dük konutunun eski şapeline açılan paslı demirden eski bir kapının yanında; daha sonra haydutlar için bir yatakhaneye çevrilen, on iki yıl önce bir çiviyle kabaca taşa oyulmuş bir tür kale ve onun altında şu imza hâlâ görülebiliyordu:

BRUJON, 1811

1811’in Brujon’u, 1832’deki Brujon’un babasıydı. Okuyucunun Gorbeau Evi’nde bir anlığına yakaladığı Brujon; şaşkın ve kederli bir havaya sahip, çok kurnaz ve hünerli bir gençti. Yargıç; bu kederli havanın bir sonucu olarak onu Charlemagne Avlusu’nda, hapsinden daha yararlı olacağını düşünerek serbest bırakmıştı. Hırsızlar adaletin eline düştükleri için mesleklerine ara vermezler. Böyle önemsiz bir şey tarafından becerilerinin sönmesine de izin vermezler. Bir suçtan cezaevinde olmak, başka bir suça başlamamak için bir neden değildir. Salonda tek bir resmi olan, stüdyolarında yeni bir eser için her şeye rağmen emek veren sanatçılardır onlar. Brujon, hapishane yüzünden sersemlemiş görünüyordu. Bazen Charlemagne Avlusu’ndaki kantin penceresinin önünde, saat başı birlikte dururken veya şu sözlerle başlayan sefil fiyatlar listesine bir aptal gibi bakarken görülebilirdi: sarımsak, 62 santim ve sigara, 5 santim. Ya da zamanını titreyerek, dişlerini gıcırdatarak, ateşi olduğunu söyleyerek ve ateşliler koğuşundaki yirmi sekiz yataktan birinin boş olup olmadığını sorarak geçirdi. 1832 Şubat ayının sonlarına doğru o uyuklayan adam Brujon’un, kurumun ayakçıları tarafından kendi adı altında değil; üçü adına üç farklı komisyonun yürütüldüğü keşfedildi ve başgardiyanın dikkatini çeken fahiş bir harcama olan elli meteliğin tamamına mal oldu onların bu planı. Hemen araştırma yapıldı ve tutukluların oturma odalarında asılı fiyatlardan elli meteliğin şöyle dağıtıldığı öğrenildi: O üç siparişten biri, Panthéon’a on metelik; biri Valde-Grâce’a on beş metelik ve diğeri de Grenelle Kapısı’na yirmi beş metelik. Oysa Panthéon, Val-de-Grâce ve Grenelle Kapısı’nda azılı üç hırsız bulunuyordu. Bunlar Bizarro lakabını taşıyan Kruideniers, cezasını çekip serbest bırakılan bir forsa olan Glorieux ve Barre-Carosse idi. Bu adamların Patron Minette üyeleri olduğu düşünülüyordu; bu liderlerden ikisi, Babet ve Gueulemer yakalanmıştı. Evlere değil, sokakta kendilerini bekleyen kişilere gönderilen mesajların işlenen bir suçla ilgili bilgiler içermesi gerektiği varsayıldı. Başka kanıtlara da sahiplerdi, üç serseri yakalandı ve Brujon’un entrikalarından birinin açığa çıkarıldığına inanıldı. Bu önlemler alınmadan üç hafta önce, bir gece, Yeni Bina yatakhanesini kontrol eden bir gardiyan denetleme jetonunu kutuya atarken ki nöbetçilerin görevlerini yapıp yapmadıklarını kontrol etmek için bu yönteme başvururlardı, yatakhane penceresinden Brujon’un daha yatmamış olduğunu, yatağının üzerinde oturduğunu gördü. Bir kâğıda bir şeyler yazıyordu. Gardiyan içeri girdi, Brujon bir ay tecrit hücresine konuldu ancak yazdıklarını alamadılar. Polis bu konuda daha fazla bir şey öğrenmedi.

Ancak ertesi sabah Charlemagne Avlusu’ndan, “Aslanlı Çukur”un iki avluyu bölen çatısı üzerinden bir seyisin gönderildiği öğrenildi. Cezaevindekilerin dilinde “seyis” ismi verilen şey; “İrlanda’ya” atılmış, iyi yoğrulmuş bir ekmek parçasıdır. Bu da bir kelime oyunudur; yani “İngiltere’den İrlanda’ya” atılıyor, bir kıtadan diğerine atıldığı ima ediliyordu. Bu hamur topağı avluya düşüyor, eğer bir tutuklu alırsa hemen açıyor, içinde ismi yazılı bir tutukluya iletilecek bir pusula buluyor ve bunu alacak kişiye veriyordu. Bu bir gardiyanın ya da ispiyonculuk eden bir tutuklunun eline düşerse işte o zaman pusula polise iletiliyordu. Bu sefer atılan “seyis” yerini bulmuş, pusulanın yazıldığı kişi Patron Minette’in dört liderinden biri olan Babet’nin eline ulaşmıştı.

Notta şunlar yazılıydı: Babet! Plumet Sokağı’nda, parmaklıklı bir bahçede ekmek var. İşte Brujon gece bunları yazmıştı. Babet iş bilir, hünerli bir adamdı. Ne yapıp etti, üstünü arayanlardan pusulayı saklayıp Salpêtrière Cezaevindeki bir “kız arkadaşına” iletti, bu kişi pusulayı iyi tanıdığı Magnon isimli bir diğer kadına aktardı. Bu kadın ise okurlarımızın da Magnon ismiyle hatırlayacağı Mösyö Gillenormand’a şantaj yapan hizmetçi kadındı. Polis, Magnon isimli bu kadından kuşkulanıyordu; kadının Thénardierlerle ilişkisi vardı ve Madelonnettes Islahevinde kalan Éponine’i ziyaret ederek Salpêtrière ile Madelonnettes arasında bir ilişki kurabilirdi. Tam o sırada Thénardierlerin kızları aleyhinde yeterli kanıt olmadığından ve yaşlarının da küçük olmasından dolayı serbest bırakıldı. Éponine ile Azelma ıslahevinden çıktılar. Magnon, Éponine’i Madelonnettes Islahevinin çıkışında kapıda bekliyordu. Brujon’un Babet’ye yazdığı o pusulayı kıza vererek ondan bu işi aydınlatmasını istedi. Éponine; Plumet Sokağı’na gitti, sözü edilen parmaklıklı bahçeyi buldu, evi izledi, birkaç gün öylece bekledi. Daha sonra Clocheperce Sokağı’nda oturan Magnon’a bir bisküvi götürdü. Magnon bu bisküviyi Babet’nin Salpêtrière’de tutuklu olan metresine iletti. Cezaevlerinin o karanlık ve simgesel dilinde, bir bisküvi “ekmek yok” anlamına geliyordu. Ve bundan bir hafta sonra, biri sorguya giderken ve diğeri sorgudan dönerken, La Force Cezaevinin avlusunda Babet ile karşılaşan Brujon şöyle sordu: “Tamam? P. Sokağı’na ne oldu?”

“Bisküvi.” dedi Babet. Brujon’un planladığı bu suç da böylece sonuçsuz kaldı. Ancak bu durum Brujon’un programından tamamen farklı sonuçlar doğurdu. Okuyucu bunların ne olduğunu görecektir. Çoğu zaman bir ipi düğümlediğimizi sandığımızda bir başkasını bağlarız.

₺76,25

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
870 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6862-61-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 3,5, 2 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,3, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,7, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,8, 33 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 3,7, 3 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 10 oylamaya göre