Kitabı oku: «Sefiller II. Cilt», sayfa 12
III
Mabeuf Baba’nın Gördükleri
Marius artık kimseyi görmeye gitmiyor ama bazen tesadüfen Mabeuf Baba ile karşılaşıyordu. Marius kiler merdiveni denebilecek, ışıksız, tepeden yürüyenlerin ayak seslerinin duyulduğu yerlere giden o hüzünlü basamaklardan yavaş yavaş inerken Mösyö Mabeuf de onun yanına iniyordu. Cauterets Çevresinin Florası artık hiç satılmıyordu. Austerlitz’in kötü bir manzaraya sahip küçük bahçesinde çivit otu üzerinde yapılan deneyler başarılı olmamıştı. Mösyö Mabeuf orada sadece gölgeyi ve nemi seven birkaç bitki yetiştirebiliyordu. Buna rağmen cesareti kırılmadı. Jardin des Plantes’da çivit otu denemelerini “kendi pahasına” yapmak için iyi bir fırsatla bir köşe elde etmişti. Bu amaçla Flora’nın bakır levhalarını rehine vermişti. Kahvaltısını iki yumurtaya indirdi ve bunlardan birini son on beş aydır maaşını ödemediği yaşlı hizmetçisine bıraktı. Ve çoğu zaman kahvaltısı tek öğünüydü. Artık çocuksu gülümsemesiyle gülmüyordu, asık suratlıydı ve ziyaretçi almıyordu. Marius oraya gitmeyi düşlememekle iyi etmişti. Bazen Mösyö Mabeuf’ün Jardin des Plantes’a giderken yolda olduğu saatte, yaşlı adam ile genç adam, Hôpital Bulvarı’ndan yan yana geçerlerdi. Konuşmazlar ve sadece kafalarını eğerek birbirlerini selamlamakla yetinirlerdi. Yürek parçalayıcı bir şey, sefaletin bağları kopardığı bir an mutlaka gelir! Bir zamanlar dost olan bu iki adam artık sadece yoldan geçerken tesadüfen karşılaştıkları birer tanıdık hâline dönüşmüştü. Kitapçı Royal ölmüştü. Mösyö Mabeuf artık kitaplarını, bahçesini ve çivit mavisini tanımıyordu; bunlar onun için mutluluk, zevk ve umudun üstlendiği üçlüydü. Bu, onun yaşamı için yeterliydi. Kendi kendine şöyle dedi: “Mavi toplarımı yaptığım zaman zengin olacağım, bakır levhalarımı rehinciden alacağım; aldatmaca, bol para ve gazete ilanlarıyla Flora’mı yeniden modaya sokacağım ve satın alacağım, Pierre de Médine’in Denizcilik Sanatı’nın ahşap oymalı, 1655 baskısının nerede olduğunu çok iyi biliyorum.” Bu arada, bütün gün çivit otu tarlası üzerinde çalışıyor, geceleri bahçesini sulamak ve kitaplarını okumak için eve dönüyordu. O çağda Mösyö Mabeuf neredeyse seksen yaşındaydı. Bir akşam tuhaf bir biçimde sanki bir hayalet gördüğünü düşündü. Henüz güpegündüz iken eve dönmüştü. Sağlığı giderek kötüleşen Anne Plutarque hasta ve yataktaydı. Yemek yemiş, üzerinde biraz et kalmış bir kemik ve mutfak masasının üzerinde bulduğu bir parça ekmeği almış, bahçesindeki bir sıranın yerini alan devrilmiş bir taş direğe oturmuştu. Bu sıranın yanında, meyve bahçelerindeki modaya uygun olarak, kiriş ve kalaslardan yapılmış çok harap bir tür büyük sandık, zemin katta bir tavşan kafesi, birinci katta bir meyve dolabı vardı. Aslında kafeste tavşan yoktu artık fakat meyve bölümünde geçen mevsimden kalan birkaç elma vardı. Mösyö Mabeuf gözlüklerini takmış ve çok zevk aldığı iki kitaptan birini okumaya koyulmuştu. Aslında bu kitaplar kendisini biraz huzursuz ediyordu. Küçüklüğünden bu yana ürkek bir yapısı olan bu ihtiyar adamın tuhaf batıl inançları bulunmaktaydı. Bu kitaplardan ilki Başkan Delancre tarafından yazılan İblislerin Vefasızlığı, diğeri ise Mutor de la Rubaudière’in Vauvert Şeytanları ve Bievre Cinleri’ydi. Cinler hakkındaki bu kitap, Mabeuf Baba’nın ilgisini fazlasıyla çekiyordu çünkü bulunduğu bahçede çok eski yıllarda küçük cinlerin yaşadığı söyleniyordu. Güneş ufuktan çekilmiş, gün batımı çökmek üzereyken bulunduğu yer gölgelerle dolmaya başlamıştı. Mabeuf Baba bir yandan elindeki kitabı okuyor, öte yandan bahçesindeki çiçeklere bakıyordu. Güzel bir ortanca, onun şu son günlerde en büyük tesellisiydi ama dört gün süren kızgın güneş ve rüzgâr o hoş ortanca bitkisini fazlasıyla soldurmuştu. Çiçeğin sapları bükülmeye, tomurcukları solmaya ve yaprakları dökülmeye başlamış; bir gün daha su verilmeyecek olursa kesinlikle tamamen solup gidecek hâle gelmişti. Mösyö Mabeuf, bitkilerin de tıpkı insanlar gibi ruhları olduğuna inanırdı. Bütün gün o çivit tarlasını çapalayan yaşlı adam çok yorgun olmasına rağmen kendisini zorlayarak yerinden kalkıp gözlüklerini ve kitabını taş bankın üzerine bıraktıktan sonra, bahçede bulunan kuyuya doğru giderek biraz su almaya niyetlendi. Kovanın halatını tutuyordu ama onu yerinden oynatıp aşağıya indirecek kadar gücü dahi kalmamıştı, biraz güç toparlayabilmek için o sırada başını yıldızlı gökyüzüne kaldırdı. Gece de gündüz gibi kurak geçeceğe benziyordu. İhtiyar adam kederle kendi kendine aklından şunları geçirdi: “Tanrı’m; her taraf yıldız dolu, tek bir bulut dahi yok, bir gözyaşı damlası kadar bile su yok.” Başını bir kez daha kuyuya indirip sonrasında tekrar gökyüzüne bakarak: “En azından bir çiy damlası bile yeter! Merhamet, ey yüce Tanrı’m!” diye hayıflandı. Kovayı çıkarmak için tekrar atıldı ama yapamadı. Tam o sırada birinin şöyle seslendiğini işitti: “Mabeuf Baba, bahçenizi sulayabilirim isterseniz!”
Sonra yapraklar arasında yabani bir hayvanın geçişine benzeyen bir ses duyuldu ve yaşlı adam çalıların arkasında, gözlerini doğrudan ona dikmiş duran zayıf bir kız olduğunu gördü. O bir kızdan çok, gün batımındaki gölge gibiydi aslında. Mabeuf Baba, neye uğradığını bilemeden ve kıza karşılık veremeden, kız kovayı kancadan indirmiş ve kuyuya daldırmıştı. Hemen sonra eski püskü kıyafetler içerisindeki bu hayalet gibi kız, çiçekleri sulayıp çevresine hayal saçmaya başladı. Kovanın yapraklarda çıkardığı o su sesi ihtiyara derin bir mutluluk veriyordu, sanki dökülen her bir su damlasında kendisi de serinliyordu. Artık ortancasının da mutlu olduğuna emindi. Kız ilk kovadan sonra bir kova su daha çekti, sonra bir üçüncü kovayla bütün bahçeyi hızlıca suladı.
Çiçekler arasında kara bir hayalet gibi oradan oraya koşturan bu kız, üzerindeki peleriniyle âdeta bir yarasaya benziyordu. Kız çiçekleri sulama işini bitirmiş, Mabeuf Baba’nın gözleri mutluluk yaşlarıyla dolmuştu; kızın saçlarını okşadıktan sonra, elini alnına koyup ona şöyle söyledi: “Tanrı seni korusun. Çiçekleri sevdiğine göre, sen bir melek olmalısın.”
“Hayır.” diye yanıtladı kız. “Ben şeytanım ama benim için hepsi aynı.”
Yaşlı adam onun cevabını beklemeden veya duymadan haykırdı:
“Bu kadar mutsuz ve fakir olmam, senin için hiçbir şey yapamamam ne yazık!”
“Bir şeyler yapabilirsin.” dedi kız.
“Ne?”
“Bana Mösyö Marius’ün nerede yaşadığını söyle.”
Yaşlı adam anlamadı. “Ne Mösyö Marius’ü?” dedi, cam gibi gözlerini kaldırdı. Kaybolmuş bir şeyi arıyor gibiydi.
“Eskiden buraya gelen genç bir adam.”
Bu arada, Mösyö Mabeuf hafızasını canlandırmaya çalışıyordu. “Ah! Evet!” diye haykırdı. “Ne demek istediğinizi anlıyorum. Bekleyin! Mösyö Marius, Baron Marius Pontmercy! Şeyde yaşıyor, daha doğrusu artık yaşamıyor… Ah, pekâlâ, bilmiyorum.” Konuşurken bir orman gülünün dalını koparmak için eğilmişti ve devam etti: “Bekle, hatırladım. Sık sık bulvardan geçer ve Glaciére, Croulebarbe Sokağı yönünde gider. Tarla Kuşu Çayırı’na. Oraya git. Onu kesinlikle orada bulursun.”
Mösyö Mabeuf doğrulduğunda artık kimse yoktu, kız ortadan kaybolmuştu. Kesinlikle çok korkmuştu.
“Gerçekten.” diye düşündü. “Bahçem sulanmasaydı, onun bir ruh olduğunu düşünürdüm.”
Bir saat sonra yatağındayken aklına geldi ve uykuya dalarken düşündüğü o karışık anda, denizi geçmek için balığa dönüşen o masalsı kuş gibi yavaş yavaş hayal kurmaya başladı. Derin uykuya dalmak üzereyken şaşkın bir şekilde kendi kendine şöyle dedi: “Aslında bu, Rubaudière’in cinler hakkında anlattıklarına çok benziyor. Bir cin olabilir miydi?”
IV
Marius İçin Bir Hayal
Mabeuf Baba’nın o hayaleti gördüğü günden birkaç gün sonra, bir pazartesi sabahı, Marius o günlerde Courfeyrac’tan yirmi frank borç almış, cebine bu parayı koymuş ve cezaevine gitmeden önce, her zamanki gibi Tarla Kuşu Çayırı’ndan geçmek için yolunu uzatmıştı. O, gezintinin kendisine çalışma isteği vereceğini düşünüyordu. Aslında artık sürekli böyle oluyordu. Yataktan çıkar çıkmaz genç adam kalemine sarılıyor ve kitabıyla bir beyaz kâğıdın önüne oturarak kendisini çeviri yapmaya hazırlıyordu. Çünkü o sıralarda kendisine gerçek anlamda önemli bir iş verilmişti. Fransızcaya çevirmesi için Alman savaşındaki bir çekişmenin, Gans ve Savigny’nin tartışmasını çevirmesini istemişlerdi. Eline Savigny’yi alıyor, bırakıyor; Gans’ı alıyor, birkaç satır okuduktan ve onu da bir kenara atmadan önce birkaç satır yazmak istiyor ama kâğıtla kendisi arasında bir yıldız görüyordu. Sonra kitabı bir kenara bırakıp yerinden kalkıyor: “Gidip biraz hava alayım, açık hava iyi gelir, dönünce çalışırım.” diyerek çalışmasını yarıda bırakıp doğrudan Tarla Kuşu Çayırı’na gidiyordu. Orada yıldızları görüyor ve geç saatlere kadar oyalanıyordu. Odaya geri geldiğinde yine kitaplarının başına dönüyor ancak tek bir satır dahi yazamıyordu. Beyninde kopan o iplikleri birbirine bağlaması mümkün değildi. Sürekli olarak kendi kendine, “Yarın bir daha çıkmayacağım, kesinlikle çalışmam engelleniyor.” diye söyleniyor ancak ertesi sabah kendisine hâkim olamayarak yine dışarı çıkıyordu. Aslında Courfeyrac’ın evinden çok Tarla Kuşu Çayırı’nda yaşıyordu. Gerçek adresi buydu: Santé Bulvarı, Croulebarbe Sokağı’nı geçince yedinci ağaç. O sabah yedinci ağaçtan inmiş ve Gobelins Çayı’nın korkuluklarına oturmuştu. Neşeli bir güneş ışığı, yeni açılmış ve parlak yapraklara nüfuz ediyordu. “Onun” hayalini kuruyordu. Ve düşünceleri bir siteme dönüşerek kendi üzerine düştü; aylaklığını, üzerine çökmekte olan ruh felcini ve artık güneşi bile göremeyecek kadar önünde her an daha da yoğunlaşan o geceyi hüzünle düşündü. Yine de bir monolog bile olmayan belirsiz fikirlerin bu acı verici kurtuluşunun karşısında, eylem onda çok zayıflamıştı ve artık umutsuzluğa kapılma gücü kalmamıştı. Bu melankolik emilme karşısında, dışarıdan gelen duyumlar ona ulaşıyordu. Arkasında, altında, ırmağın iki kıyısında çamaşırlarını döven Gobelinsli çamaşırcı kadınları ve başının üstündeki karaağaçlarda kuşların cıvıltısını ve şarkısını duyabiliyordu. Bir yanda özgürlüğün sesi, kanatları olan boş zamanın umursamaz mutluluğu; diğer yanda ise çalışmanın sesi kulaklarında çınlıyordu. Derin bir şekilde düşündüğü ve içinde sürekli tekrarladığı şey, iki neşeli sesti. Bir anda karamsarlığının ortasında, tanıdık bir sesin şöyle dediğini duydu:
“Şuraya bak! İşte burada!”
Gözlerini kaldırdı ve bir sabah kendisine gelen o sefil çocuğu, Thénardier kızlarının en büyüğü olan Éponine’i tanıdı; artık adını biliyordu. Söylemesi garipti ancak kız gitgide daha da fakirleşip güzelleşmişti. Çıplak ayaklı ve paçavralar içinde, odasına kararlı bir şekilde girdiği günkü gibiydi. Şimdi sadece paçavraları iki ay daha fazla eskimiş, üzerlerindeki delikler daha da büyümüş ve daha iğrenç bir hâle gelmişti: aynı sert ses, bronzlukla solmuş ve kırışmış aynı kaş; aynı özgür, vahşi ve kararsız bakışlar… Ayrıca yüzünde eskisinden daha fazla, tarif edilemez bir şekilde dehşete düşüren ve içler acısı bir şey vardı. Bu da onun görüntüsüne çok daha fazla sefillik katıyordu. Saçında çer çöp ve saman parçaları vardı, Ophelia gibi Hamlet’in çılgınlığının bulaşmasından delirdiği için değil; bir ahırın çatı katında uyuduğu için bu kadar darmadağın hâldeydi. Ve her şeye rağmen yine de çok güzeldi. Sen nasıl bir yıldızsın, ey gençlik! Bu arada, solgun yüzünde bir neşe izi ve gülümsemeyi andıran bir şeyle Marius’ün önünde durmuştu. Birkaç dakika konuşamayacakmış gibi bekledi.
“Yani sonunda seninle karşılaşabildim!” dedi uzun uzun. “Mabeuf Baba haklıymış, buradasın! Seni arayıp duruyordum! Sadece nerede olduğunu bilmek için sürekli seni aradım. Biliyor musunuz, bir ıslahevinde kaldım. On beş gün! Beni dışarı çıkardılar! Bana karşı hiçbir kanıt olmadığını ve dahası, tutuklanacak yaşta olmadığımı görünce bıraktılar beni. İki ay ortalarda yoktum ama ah, seni bulmak için sürekli oralarda dolandım! Demek artık orada yaşamıyorsun?”
“Hayır.” dedi Marius.
“Ah! Anlıyorum. O olaylar yüzünden. Hiç hoş olaylar değildi. Ama artık her yer temiz. Geri dönebilirsin! Neden böyle eski şapkalar takıyorsun? Senin gibi genç bir adamın güzel kıyafetleri olmalı. Biliyor musunuz Mösyö Marius, Mabeuf Baba sana Baron Marius diyor. Baron olduğun doğru, değil mi? Ama baronlar yaşlı adamlardır sanıyordum. Lüksemburg’a, güneşin en çok olduğu yer olan şatonun önüne giderler ve para karşılığı Quotidienne okurlar. Bir keresinde bu türden bir barona mektup taşımıştım. Yüz yaşından büyüktü. Söyle, şimdi nerede yaşıyorsun?”
Marius cevap vermedi.
“Ah!” diyerek devam etti kız konuşmasına. “Gömleğinde bir delik var. Senin için dikebilirim.”
Yavaş yavaş bulutlanan bir ifadeyle devam etti:
“Beni gördüğüne sevinmemiş gibisin.”
Marius sakinliğini korudu. Éponine bir an sessiz kaldı, sonra haykırdı:
“Ama yine de ben seni mutlu edebilirim!”
“Ne?” dedi Marius. “Ne demek istiyorsunuz?”
“Ah! Bana sen derdin.” diye karşılık verdi kız.
“Peki o zaman, ne demek istiyorsun?”
Dudaklarını ısırdı, sanki bir tür içsel çatışmanın kurbanıymışçasına tereddüt ediyor gibiydi. Sonunda bir karara varmış gibi görünüyordu.
“Tamam! O kadar hüzünlü görünüyorsunuz ki dayanamayıp söyleyeceğim, sizi mutlu görmek isterim. Ama söylediklerime güleceğinize ve mutlu olacağınıza söz verin. Ah, mutsuz Mösyö Marius, bana her istediğimi vereceğinizi söylemiştiniz!”
“Evet, sadece konuş!”
Genç kız gözlerini onun gözlerine çevirip:
“Adresi buldum.”dedi.
Marius sapsarı oldu, bütün kanı çekilmiş gibiydi: “Ne adresi?” dedi.
“Benden istediğiniz adresi!” Kız, kendisini konuşmaya zorlar gibi ekledi: “Adres. Ne olduğunu biliyorsunuz.”
“Evet.” diye kekeledi Marius.
“Şu genç bayanın.”
Bu kelime ağzından çıktı, derin bir iç çekti. Marius oturduğu korkuluktan fırladı ve dikkati dağılmış bir şekilde onun elini tuttu.
“Ah! Pekâlâ! Beni oraya götür! Söyle bana! Ne istersen sor! Nerede o?”
“Benimle gel.” diye karşılık verdi. “Sokağı ya da numarayı çok iyi bilmiyorum, buradan oldukça uzak ama evi iyi biliyorum, seni oraya götüreceğim.”
Elini geri çekti, bir gözlemcinin kalbini kırabilecek ama sarhoş ve kendinden geçmiş hâlde Marius’ü bile umursamayan bir tonda devam etti:
“Ah! Ne kadar da mutlusun!”
Marius’ün alnından bir bulut geçti. Éponine’i kolundan yakaladı:
“Bana bir şey için yemin et!”
“Yemin etmek!” dedi. “Bu ne anlama geliyor? Ne için! Yemin etmemi mi istiyorsun?”
Ve güldü.
“Baban! Söz ver bana Éponine! Bu adresi babana vermeyeceğine dair bana yemin et!”
Şaşkın bir havayla ona döndü.
“Éponine! Adımın Éponine olduğunu nereden biliyorsun?”
“Sana söylediğim gibi söz ver!”
Ama kız onu duymuyor gibiydi.
“Bu güzel! Bana Éponine dediniz!”
Marius aynı anda iki kolunu da kavradı.
“Ama Tanrı adına bana cevap ver! Sana söylediklerime dikkat et, bildiğin bu adresi babana söylemeyeceğine yemin et!”
“Babam!” dedi o. “Ah, evet babacığım! İçiniz rahat olsun. O tecritte. Ayrıca babamın umurunda bile değilim!”
“Ama bana söz vermiyorsun!” diye haykırdı Marius.
“Bırak beni!” dedi bir kahkaha patlatarak. “Beni nasıl sarsıyorsun! Evet! Evet! Buna söz veriyorum! Sana yemin ederim! Bu beni ilgilendirmiyor zaten! Babama adresi söylemeyeceğim. Orası! Bu doğru mu? Bu mu?”
“Hiç kimseye de söylemeyeceksin!” dedi Marius.
“Hiç kimseye.”
“Şimdi.” diye devam etti Marius. “Beni oraya götür.”
“Hemen mi?”
“Hemen.”
“Gelin. Ah! Ne kadar memnun olmuş!” dedi kız tekrar.
Birkaç adım sonra durdu.
“Beni çok yakından takip ediyorsunuz Mösyö Marius. İzin verin, devam edeyim ve öyleymiş gibi görünmeden beni takip edin. Sizin gibi hoş bir genç adam benim gibi bir kadınla görülmemeli.”
Hiçbir dil, o çocuk tarafından böyle telaffuz edilen o kelimede yatan şeyleri ifade edemez: bir kadın… Birkaç adım ilerledi ve sonra bir kez daha durdu, Marius da ona katıldı. Ona yan yan seslendi ve ona dönmeden:
“Bu arada bana bir söz vermiştin, biliyorsun?”
Marius cebini karıştırdı. Dünyada sahip olduğu tek şey, Thénardier’ye tahsis edilen beş franktı. Onları aldı ve Éponine’in eline verdi. Kız parmaklarını açtı, madenî paranın yere düşmesine izin verdi ve ona üzgün bir şekilde baktı.
“Senin paranı istemiyorum.” dedi.
Üçüncü Kitap
Plumet Sokağı’ndaki Ev
I
Sırrı Olan Ev
Geçen asrın ortalarına doğru, Paris Parlamentosunda bir daire başkanı, metresini herkesten gizlemek için yaptırmıştı burayı ve o çağlarda aristokratlar, büyük soylular metreslerini göz önünde tutmaktan çekinmezken şehirliler sevdiklerini gizlerlerdi. Bugünlerde Plumet Sokağı olarak anılan Saint-Germain Mahallesi’nde, eski Blomet Sokağı’nda yükseliyordu burası ve ayrıca konum olarak o zamanlar hayvan dövüşlerinin yapıldığı alana da çok yakındı.
Bu ev iki katlı bir köşkten oluşuyordu; zemin katta iki oda, birinci katta iki oda, merdivenlerden aşağıda bir mutfak, merdivenlerden yukarıda bir yatak odası, çatı altında bir çatı katı, caddeye açılan büyük bir kapısı ve önünde bahçesi olan bir binaydı. Bu bahçe yaklaşık bir buçuk dönüm büyüklüğündeydi. Yoldan geçenlerin görebildiği tek şey buydu ama köşkün arkasında dar bir avlu ve avlunun sonunda iki oda ve bir mahzenden oluşan alçak bir yapı, ihtiyaç hâlinde bir çocuk ve sütanneyi gizlemek için yapılmış bir tür müştemilat vardı. Bu bina arkadan, gizli bir yay tarafından açılan; uzun, dar, taş döşeli, dolambaçlı, iki yüksek duvarla çevrili, harika bir ustalıkla gizlenmiş ve kaybolan maskeli bir kapıyla bağlantılıydı. Bahçe çitleri ve ekili arazi arasındaydı, tüm köşeleri ve dolambaçları takip ettiği başka bir kapıyla sona eriyordu; yine bir çeyrek fersah ötede, neredeyse başka bir mahallede, Babylone Sokağı’nın ıssız ucuna açılan gizli bir kilitli kapısı vardı. Bu sayede Başyargıç içeri girerdi. Böylece onu gözetleyenler ve izleyenler bile adaletin her gün gizemli bir şekilde bir yerlere saptığını gözlemleyecek, Babylone’a gitmenin aslında Blomet Sokağı’na gitmek olduğundan asla şüphe etmeyeceklerdi. Akıllı arazi alıcıları sayesinde Yargıç, kendi mülkü üzerinde ve dolayısıyla müdahale olmaksızın gizli, lağım benzeri bir geçit yapabilmişti. Daha sonra bahçeler ve pazar bahçeleri için küçük parseller hâlinde, koridora bitişik arsalar satmıştı ve bu arsaların her iki taraftaki sahipleri, gözlerinin önünde bir parti duvarı olduğunu düşündüler; çiçek tarhları ve meyve bahçeleri içinde, iki duvar arasına döşeli şerit sarmal gizli geçitten hiç şüphelenmediler bile. Bu gizli yolu sadece kuşlar biliyordu. Geçen yüzyılın tarihçilerinin Başyargıç hakkında çok fazla dedikodu yapması muhtemeldir. Mansard taşından inşa edilmiş, Watteau tarzında lambri kaplı, içi modern, dışı eski moda, üçlü bir çiçek çitiyle çevrili köşk; aşk ve hâkimiyet kaprislerine yakışır bir şekilde ihtiyatlı, cilveli ve ciddi bir havaya sahipti.
Bu köşk ve bu gizli dehliz, bugün yoktur ancak on beş yıl öncesine kadar hâlâ dimdik ayakta durmayı başarmıştı. 1793’te, bir bakırcı burayı yıktırmak için satın almış fakat köşkün parasını tam ödeyemediğinden iflas etmişti. O günden bu yana evde kimse oturmuyordu. İlgisizlik sonucu giderek virane hâline gelmeye başladı; insanların hayat katamadıkları bütün o boş evlerin sonu, bu köşkün de makûs kaderi oldu. Köşk hâlâ o eski eşyalarıyla kiralanmayı ya da satılmayı bekliyor. Şu tenha Plumet Sokağı’ndan geçen on veya on beş kişi, paslı demir kapıda asılı bir ilandan bunu okurlardı. “Satılık ve Kiralık” levhası, 1810 yılından beri duruyordu.
Restorasyon’un bitimine doğru, yine oradan geçenler artık ilanın olmadığını gördüler ve köşkün ilk katındaki panjurların açık olduğunu fark ettiler. Evde artık birileri vardı. Pencerelerde hoş tül perdeler takılıydı, bu da evde bir kadının yaşadığını belli ediyordu. 1829 yılının Ekim ayında orta yaşı geçkin birisi, evi olduğu gibi kiralamıştı. Köşk derken o bahçeyi ve gizli dehlizden ulaşılan o iki odalı ekleri de bu mülkün içerisinde dâhil ediyoruz elbette. Dehlizin kapılarının kilitleri onarılmış, bazı tamiratlar yapılmış, avlunun aşınmış taşlarının yerine yenileri konulmuştu. Daha önce belirttiğimiz üzere köşk, eski yargıcın eşyalarıyla döşeliydi. Yeni kiracı, bu eski eşyaların da bir kısmını onartmış ve nihayet buraya yerleşmeye karar vermişti. Kimsenin dikkatini çekmeyecek biçimde, sanki kendi eski evine dönen birisi gibi ihtiyar bir adam, yanında genç bir kız ve yaşlı bir hizmetçi ile eve taşınmıştı. Komşulardan hiç ses çıkmadı çünkü komşuları yoktu. Bu kiracı, dostumuz Jean Valjean; genç kız ise Cosette idi. Hizmetçi kadın ise Jean Valjean’ın hastanede bulduğu ve yoksulluktan kurtardığı hastalıklı, kız kurusu, yaşlı bir kadındı. Bu üç özelliği, Jean Valjean’ın onu yanına almasını sağlamıştı. O evi Mösyö Fauchelevent ismiyle kiralamıştı. Tüm bu anlattıklarımızdan sonra herhâlde okurlarımız Jean Valjean’ı, Thénardier’den çok daha hızlı hatırlamıştır. Jean Valjean, Petit Picpus Manastırı’ndan niye ayrılmıştı? Neler olmuştu? Hiçbir şey olmamıştı aslında. Jean Valjean manastırda mutluydu, aslında o kadar mutluydu ki günün birinde vicdanı bu yüzden rahatsızlanmaya başladı. Her gün Cosette’i görüyor, ruhu her geçen gün bu çocuğu daha fazla benimsediğinden babalık sevgisinin içinde giderek geliştiğini hissediyordu. Kendi kendine Cosette’in kendisine ait olduğunu ve kimsenin onu alamayacağını söylüyordu. Günün birinde, Cosette’in rahibe olacağına ve bundan böyle o manastırın kendisi için olduğu gibi Cosette için de sürekli bir yuva olacağına inanmak istiyordu. Kendisi orada kalan günlerini geçirecek, Cosette orada büyüyecek, sonra Cosette orada ihtiyarlayacak ve Jean Valjean orada ölecekti; kısacası birbirlerinden asla ayrılmayacaklardı. Ancak bir süre sonra bu düşünceler onun aklını karıştırmış, vicdanen kendisini sorgulamaya başlamış ve bu şekilde dayatma bir yaşamla, farkında olmadan belki de kızının mutluluğunu çalmış olacağına inanmaya başlayınca başka çözüm yolları aramaya koyulmuştu. Kızının da kendi adına bir yaşam hakkı vardı ve ölmeden önce bunu kesinlikle bilmesi gerekiyordu. Ona sormadan böyle bir karara varmakla, belki onu hayatın acılarından korumuş oluyor ama belki de onu birçok mutluluktan da mahrum bırakıyordu. Onun saf duygularını böylesine kendince farklı bir hayata uyarlayarak, onun kaderiyle oynayarak böylece Tanrı’yı gücendireceğini düşünüyordu. Belki de Cosette hiç istemediği hâlde gönülsüzce rahibe olacak, günün birinde vazgeçtiği mutlulukları düşündüğünde kendisinden nefret edecekti! Bu son düşünce, onu diğer düşüncelerinden çok daha fazla altüst etti çünkü Cosette’in kendisini sevmekten vazgeçmesine kesinlikle katlanamazdı. Manastırdan ayrılmaya karar verdi.
Kararlıydı, kendi kendine üzülerek de olsa bunun zorunlu olduğunu söyledi. Buna karşı koyacak hiçbir şey bulamadı. Bu manastırda insanlardan uzak, gizli saklı geçirmiş olduğu beş yılın ardından, artık kimse tarafından tanınmayacağına ya da birilerinin onu yakalama girişiminde bulunmayacağına inanıyordu. Artık rahat rahat diğer insanların arasına çıkabilirdi. Bütün bu yıllar içinde çok yaşlanmıştı, onu bu hâliyle artık kim tanıyabilirdi ki? En kötüsünü dahi aklına getirip plan yapsa da her şeyin sadece kendi başına geleceğini biliyordu çünkü Cosette artık yeterince büyümüş ve kendisini kurtarmıştı, kimse ona karışamazdı. O bir zamanlar bir kürek mahkûmuysa kızın da manastırda kapalı kalarak yargılanmaya hakkı yoktu. Hem görevin karşısında, tehlikenin ne önemi vardı ki? Fakat yine de tedbiri elden bırakmayacak, ilgi çekmemek için önlemler almaktan elbette ki geri kalmayacaktı. Cosette’in eğitimine gelince neredeyse bitmiş sayılırdı. Jean Valjean bir kez karar verdikten sonra, bunu uygulamak için uygun bir fırsat kolladı ve beklediği fırsat da Fauchelevent Baba’nın ölmesiyle çok geçmeden ayağına geldi. Jean Valjean, Başrahibe’yle bir görüşme talebinde bulundu ve kardeşinin ölümünden sonra ona kalan önemsiz bir mirastan dolayı artık çalışmak istemediğini bildirdi. Manastırdan ayrılacak ve kızını da götürecekti ama Cosette kararlaştırdıkları gibi rahibe olmayacağı ve karşılıksız eğitilmiş olduğundan, manastıra yapacağı beş yılın karşılığı olan beş bin franklık bir bağışın kabul edilmesini rica etti. İşte böylece Jean Valjean oradan ayrıldı. Manastırdan ayrılırken hiç kimseye emanet edemediği o küçük bavulu da kolunun altında tutuyordu. Anahtarını üzerinde taşıyordu. Cosette onun içindekileri çok merak ediyor, bavuldan yayılan o naftalin kokusu kızın çok hoşuna gidiyordu. Bu noktada kısa bir bilgi daha vermek isteriz, Jean Valjean o valizinden ölünceye kadar hiç ayrılmadı ve nereye giderse gitsin her zaman odasının bir köşesinde muhafaza etti. Taşındığında yanında götürdüğü tek şey bu oldu. Cosette onunla bu konuda şakalaşır ve bu bavula “vazgeçilmeyen” ismini vererek “Baba, onu gerçekten çok kıskanıyorum.” derdi. Elbette Jean Valjean ilk dışarı çıktığı anda çok endişelendi; Plumet Sokağı’ndaki evi, Ultime Fauchelevent adıyla tutarak hemen buraya taşındı ama önlem amacıyla Paris’te farklı yerlerde iki daire daha kiraladı. Böylece uzun zaman aynı yerde kalmasına gerek kalmıyor, gerekli gördüğü zamanlarda yer değişikliği yapabiliyordu. Yıllar önce Javert’in elinden mucizevi biçimde kurtulduğu o geceki gibi dikkatsiz davranmak istemedi, her zaman o kadar talihli olamazdı. Bu birbirlerinden oldukça uzak iki ayrı mahallede bulunan iki daire aslında çok sade ve yoksul döşenmiş evlerdi. Biri Ouest Sokağı’nda, diğeri daha da sefil görünümlü olan l’Homme-Armé Sokağı’ndaydı. Buralarda bir ya da bir buçuk ay kalır, Cosette’i yanında götürür, hizmetçi kadını yanına almazdı. Orada işlerini kapıcılara gördürür, kendisine bir emekli havası verirdi. İşte bu sayede, iyi yürekli bu yaşlı adamın polisten kaçmak için Paris’te üç ayrı evi vardı.