Kitabı oku: «Rus masalları», sayfa 2
Ölü Anne
Köyün birinde mutluluk ve huzur içinde yaşayan bir karı koca vardı. Bütün komşuları onlara imrenirdi. Bu çifti görmek, köyün dürüst halkına zevk veriyordu. Bir zaman sonra, bir erkek çocukları oldu; ama kadın doğumda hayatını kaybetti. Zavallı mujik4 ağlayıp sızladı. Ama adam her şeyden önce yavrusu için çok üzülüyordu. Annesi olmadan bebeği nasıl büyütecekti? En doğrusunu yaparak çocuğa bakması için yaşlı bir kadın tuttu. Bu arada bir de ne olsa beğenirsiniz? Bebek mamasını reddediyor, bütün gün ağlamaktan başka bir şey yapmıyordu! Çocuğu yatıştırmanın yolu yoktu. Fakat çocuk geceleri öylesine sessiz ve huzurlu uyuyordu ki, varlığı hiç hissedilmiyordu. “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu kendi kendine yaşlı kadın. “En iyisi bu gece uyumayıp öğreneyim.”
Gece yarısı olduğunda kadın, birinin sessizce kapıyı açıp beşiğe yaklaştığını duydu. Bunun üzerine bebek, sanki emziriliyormuş gibi ağlamayı bırakarak sakinleşti.
Ertesi gece ve ondan sonraki gece de aynı şey yaşandı. Kadın, bebeğin babasına bu olanları anlattı. Adam akrabalarını çağırıp onlara danıştı. Şu karara vardılar: Bütün gece nöbet tutup bebeği emzirmeye gelenin kim olduğunu öğreneceklerdi. Bunun üzerine akşam olduğunda yere uzanıp saklandılar ve yanlarına toprak bir kabın içine gizledikleri ince bir mum aldılar.
Gece yarısı olunca evin kapısı açıldı. Biri içeri girip beşiğe yöneldi. Çok geçmeden bebek ağlamayı kesti. Tam o anda akrabalardan biri mumu çıkardı. Bir de ne görsünler! Çocuğun ölü annesi, gömüldüğü elbiseleriyle beşiğin yanına diz çökmüş, ölü bedenindeki memesiyle bebeğini emziriyordu.
Köy evi mum ışığıyla aydınlandığı an, kadıncağız ayağa kalkıp üzgün gözlerle yavrusuna baktı ve ardından hiç ses etmeden, kimseye tek kelime söylemeden odadan çıktı. Onu gören herkesin nutku tutulmuştu. Ardından çocuğun ölmüş olduğunu gördüler.
Ölü Cadı
Bir zamanlar korkunç bir cadı yaşardı. Bir kızı ve bir torunu vardı. Kocakarının ölüm vakti yaklaşınca kızını yanına çağırıp şu talimatları verdi: “Dinle kızım! Ben ölünce sakın bedenimi ılık suyla yıkama. Bir kazanı suyla doldur ve iyice kaynat. Sonra o kaynar suyu üzerime boşaltıp beni iyice haşla. Bu söylediklerimi düzenli aralıklarla tekrarla.”
Bu sözlerin ardından cadı kadın, iki üç gün hasta yattı ve sonunda can verdi. Kızı, komşulara gidip annesini yıkamak için yardım etmelerini istedi. Bu sırada cadının küçük torunu evde yapayalnız kalmıştı. İşte o anda küçük kız, orada gördü onları. Ansızın ocağın altından iki ifrit çıkıvermişti. Biri küçük, diğeri büyük bu iki ifrit ölü cadıya saldırdı. Yaşlı olanı kadının ayaklarını kavradı ve tek çekişte derisini çıkarıverdi. Ardından küçük ifrite döndü:
“Eti senin olsun, ocağın altına çek.”
Bunun üzerine küçük ifrit, sarıldığı cesedi ocağın altına çekti. Yaşlı kadından geriye sadece derisi kalmıştı. İşte bu derinin içine yaşlı ifrit girdi. Sonra yaşlı cadının hasta yattığı yere uzandı.
Bu sırada cadının kızı, yanında neredeyse on kadınla döndü. Hep birlikte cadının cesedini yere koydular.
“Anneciğim,” dedi çocuk, “sen yokken büyükannemin derisini soydular.”
“Ne diye böyle yalanlar söylüyorsun?”
“Doğru söylüyorum, anneciğim! Ocağın altından kara bir cin çıkıverdi. Sonra büyükannemin derisini soyup içine girdi.”
“Sus diyorum sana, yaramaz çocuk! Saçmalıyorsun!” diye bağırdı acuzenin kızı. Sonra kocaman bir kazan getirip soğuk suyla doldurdu, kazanı ocağın üzerine koyup fokur fokur kaynayana dek bekletti. Ardından kadınlar hep birlikte yaşlı kadını kaldırıp taş yalağa yatırdı ve kazandaki suyu kadının üzerine döküverdi. Bu acıya katlanamayan ifrit, yalaktan fırlayıp kapıdan dışarı çıktı ve çırılçıplak bir hâlde gözden kayboldu. Kadınlar öylece bakakaldı:
“Bu nasıl bir mucizedir, yüce Tanrım!” diye bağrışıyorlardı. “Ölü kadın daha demin buradaydı ama şimdi yok. Gömecek kimse yok burada. İfritler gözümüzün önünde kaçırdılar kadını!”
Rus köylerindeki cenaze törenlerinde ölünün ardından uzun uzun ağlanır. Bu gelenek, bir ölçüde İrlandalıların “ağıt yakma” törenlerini andırır. Ayrıca Korsikalı “bağırıcılar” veya modern Yunanistan’daki “mersiyeciler”e çok benzeyen kiralık ağıtçılar tarafından seslendirilen zaplaçki, yani ağıtlara masallarda sık sık gönderme yapılır. Mesela, çok iyi bilinen “Jack ve Fasulye Sırığı” öyküsünün bir versiyonu olan “Ağıtçı Tilki” masalında, ihtiyar bir adam karısını bir çuvala koyup fasulye sırığına çıkararak göklere götürmek ister. Yolda yorgun düşünce çuvalı düşürüverir ve yaşlı kadıncağız ölür. Karısının cesedi başında ağlayıp sızladıktan sonra bir ağıtçı aramaya başlar. Yoluna bir ayı çıkar. Adam, hayvana bağırır: “İhtiyar karım için biraz ağıt yak, ey ayı! Bunu yaparsan, sana güzel iki tavuk veririm.” Ayı gürler: “Ah, sevgili nineciğim! Senin için nasıl da üzülüyorum!” “Yok, yok!” der yaşlı adam, “Sen ağıt yakmayı beceremiyorsun.” Biraz daha ilerleyince karşısına çıkan kurttan yardım ister ama kurt da ancak ayı kadar başarılı olur bu işte. Nihayet bir tilki çıkar yaşlı adamın karşısına. Adamın ricası üzerine yüksek sesle “Turu Turu, büyükanne! Büyükbaba öldürdü seni!” diye ulumaya başlar. Bu ağıt, yaşlı adamın öyle hoşuna gider ki tavukları hemen tilkiye verir ve mest olmuş bir hâlde “aynı melodi”yi tekrar rica eder.
Hazine
Uzun zaman önce bir krallıkta, yoksulluk içinde yaşayan ihtiyar bir karı koca vardı. Bir zaman sonra yaşlı kadıncağız öldü. Kış mevsimiydi, şiddetli soğuk ve don vardı. Yaşlı adamcağız, arkadaşları ve komşularına giderek karısına mezar kazmak için yardımlarını istedi. Fakat adamcağızın içinde bulunduğu yoksulluktan haberdar olan yakınları yardım isteğini reddetti. Bunun üzerine ihtiyar adam papaza gitti (ama o köyde son derece acımasız ve vicdansız bir papaz vardı) ve dedi ki:
“Muhterem Peder, lütfen yaşlı bir kadını defnetmeme yardım edin.”
“Peki, cenaze töreni için paran var mı bakalım? Eğer varsa önceden ödemen gerek!”
“Sizden bir şey saklamanın faydası yok. Cebimde tek kopek5 yok. Ama biraz bekleyebilirseniz, bir miktar kazanıp borcumu faiziyle öderim. Sözüm söz!”
Papaz ihtiyarı dinlemedi bile.
“Paran yoksa sakın buraya geleyim deme,” dedi.
Ne yapacağını düşünüp duruyordu yaşlı adam. “Mezarlığa gidip elimden geldiğince güzel bir mezar kazacağım ve yaşlı karımı kendim defnedeceğim.” Bunun üzerine eline bir kazma kürek alıp mezarlığın yolunu tuttu. Var gücüyle kazdı durdu. Sonunda küreği alev gibi parlayan altın paralarla dolu metal bir küpe vurdu. Yaşlı adam çok sevindi. “Ey Tanrım, sana şükürler olsun! Artık karımı âdetlere göre defnedebileceğim, içim rahat edecek.”
Bu sevinçli olaydan sonra mezar kazmayı bırakmıştı. Altın dolu küpü alıp evine götürdü. Eh, paranın nelere kadir olduğunu hepimiz biliyoruz. Her şey tereyağından kıl çeker gibi kolay oldu! Göz açıp kapayıncaya kadar mezarı kazıp tabutu hazırlayacak insanlar bulunuverdi. Yaşlı adam, gelinini alışverişe yollayarak türlü türlü yiyecek ve içecekler almasını istedi. Cenaze yemeğinde kuş sütü bile eksik olmamalıydı. Kendisi ise eline aldığı bir altınla beraber topallayarak Papaz’ın yanına gitti. Kapıya vardığı an Papaz, adamcağızın üzerine atladı.
“Paran yoksa buraya bir daha gelme demedim mi sana, hödük herif? Utanmadan karşıma dikilmişsin yine.”
“Kızmayın, batyuşka6,” dedi yaşlı adam yalvarırcasına. “İşte size bir altın. İhtiyar karımı gömmeme yardım ederseniz, bu iyiliğinizi hiç unutmam.”
Papaz parayı alınca yaşlı adamı nasıl misafir edeceğini, nereye oturtacağını, hangi sözlerle gönlünü alacağını şaşırdı. “Ah, benim eski dostum! Hiç üzülme, ne gerekiyorsa yaparız,” dedi.
Yaşlı adam selam verip eve döndü. Papaz ve karısıysa adamcağız hakkında konuşmaya başladılar. “Ayı herif. Fakirlikten ağzı kokuyor ama bize bir altın veriyor. Çok ölü gömmüşlüğüm var, hepsi de birbirinden cibilliyetsizdi, lakin böylesi bir adama ömrümde rastlamadım.”
Papaz, maiyetiyle beraber işe koyulup yaşlı kadını usulünce defnetti. Cenazeden sonra ihtiyar adam, mevta anısına verdiği yemeğe çağırdı Papaz’ı. Sonra adamın evine girdiler, masaya oturdular. Her türden et ve bol bol yiyecek içecek vardı masada. Papaz sofraya oturur oturmaz üç kişilik yemeği mideye indirdi, ama hâlâ açgözlülükle başkalarının yediğini süzüyordu. Diğer misafirler yemeklerini bitirip evlerine gitmek üzere ayrıldı. Ardından papaz da masadan kalktı. Yaşlı adam papazı yolcu etmek istedi. Bahçeye çıktıklarında yalnız kalmalarından istifade eden papaz, hemen adamı sorguya çekmeye başladı: “Bak, dostum! Bana her şeyi itiraf et de ruhunda tek bir günahın dahi izi kalmasın. Benim huzurumdayken Tanrı’nın huzurunda sayılırsın! Birden böylesi bir refaha nasıl erdin? Yoksul köylünün tekiydin, bir de şimdiki zenginliğine bak! Bütün bu varlık, bu zenginlik nereden geldi? İtiraf et dostum. Kimin canına kıydın? Kimin malını yağmaladın?”
“Neden bahsediyorsunuz, batyuşka? Size doğruyu anlatayım. Ne hırsızlık, ne yağma ne de cinayet. Kendiliğinden bir hazine geçti elime.”
Ardından başına gelenleri eksiksiz anlattı. Papaz, bütün bunları duyduğunda gözleri yuvalarından fırladı. Evine döndü ama gece gündüz aklında şöyle düşünceler vardı: “Şu sefil köylü böyle büyük bir hazineye konsun, ha! Olacak iş değil! Onu aldatıp altın küpünü elinden almanın bir yolu yok mu?” Papaz karısına da bundan bahsetti. Meseleyi konuşup tartıştılar.
“Bana bak hanım. Bizim bir keçimiz var, değil mi?” diye sordu.
“Evet.”
“Pekâlâ, o zaman. Gece oluncaya dek bekleyelim. Sonra da işe koyulalım.”
Gece geç saatlerde Papaz, keçiyi içeri getirip öldürdü. Sonra derisini soydu. Boynuzlarını, sakalını kopardı. Sonra keçinin derisinin içine girip karısına dedi ki:
“İğne iplik getir, hanım. Keçi derisini etrafıma iyice sar ki kayıp çıkmasın.”
Kadın, büyük bir iğneyle kalın bir ip getirip kocasının içine girdiği keçi derisini güzelce kapattı. Gecenin karanlığı iyice çökünce Papaz, yaşlı adamın evine gitti, pencerenin altına gizlendi ve oraya buraya vurmaya başladı. Sesleri duyan yaşlı adam birden yerinden zıpladı:
“Kim var orada?”
“Şeytan.”
“Mübarek yer burası!” diye bağırdı köylü ve haç çıkarıp dualar okumaya başladı.
“Bana bak ihtiyar,” dedi papaz, “istediğin kadar dua et, istavroz çıkar, yine de benden kaçamazsın. En iyisi altın küpünü bana ver, yoksa itaatsizliğinin bedelini fena ödersin. Talihsizliğine acıdım ve bir hazine bulmanı sağladım. Çünkü cenaze için paraya ihtiyacın olduğunu biliyordum. Ama sen ihtiyacın kadarıyla yetinmedin, bütün hazineyi yağmaladın.”
İhtiyar adam pencereden başını çıkarınca, keçinin boynuzlarıyla sakalını gördü. Artık şüphesi kalmamıştı, karşısındaki Şeytan’ın ta kendisiydi.
“Para falan umurumda değil, şu Şeytan’dan kurtulmalıyım,” diye düşündü yaşlı adam. “Daha önce parasız yaşıyordum, bundan sonra da öyle yaşamaya devam ederim.”
Bunun üzerine altın küpünü alıp dışarı çıkardı ve yere fırlattı. Ardından da kapıları çabucak sürgüledi.
Papaz, altın küpünü alıp eve koşturdu. Karısına dedi ki: “Gel, bak. Para artık bizim. Bu küpü gözden ırak bir yere koy. Sonra keskin bir bıçak alıp ipi kes de kimse görmeden evvel keçi derisinden çıkayım.”
Kadın eline bir bıçak alıp iple diktiği yerleri açmaya başladı. Ama karısının açtığı yerlerden kan fışkırıyordu. Papaz acı içinde inledi:
“Ah! Çok acıyor, hanım! Çok fena yandı canım. Dur, kesme, bırak!”
Kadın, deriyi başka bir yerden açmaya çalıştı ama sonuç yine değişmedi. Keçinin derisi, adamın tüm vücuduna yapışmıştı. Ne yaptılarsa çare olmadı. Hatta ihtiyar adama parasını geri götürdüler ama Papaz, başındaki dertten kurtulamadı. Keçi derisi her yerine yapışmıştı. Belli ki Tanrı, açgözlülüğü yüzünden onu böyle cezalandırmayı uygun görmüştü.
Karşı Teminat
Bir zamanlar, nehir kenarındaki bir şehirde iki tüccar yaşardı. Biri Rus, diğeri ise Tatardı. İkisi de zengindi. Ama Rus tüccarın işleri çok kötü gittiği için malı mülkü kalmamıştı. Sahip olduğu her şeye el konmuş, parası çalınmıştı. Rus tüccarın elinde avucunda hiçbir şey kalmamıştı, Hint fakirine dönmüştü. Bu yüzden Tatar arkadaşına gidip biraz borç para istedi.
“Bana teminat vermen gerek,” dedi Tatar.
“İyi ama sana kefil gösterebileceğim kimsem yok ki! Ama dur bir dakika. Kilisedeki haç var, işte onu teminat gösterebilirim sana!”
“Pekâlâ, dostum!” dedi Tatar. “Teminatına güveniyorum. Ha senin dinin, ha benim dinim, ikisi de aynı benim için.” Bu sözlerin ardından Rus tüccara elli bin ruble verdi. Rus, parayı alıp Tatar’a veda ettikten sonra farklı yerlerde ticaret yapmaya devam etti.
İki yılın sonunda, ödünç aldığı elli bin rubleyle tam yüz elli bin ruble kazanmıştı. Günün birinde gemisiyle Tuna Nehri’ne açılmış, mallarını bir yerden diğerine götürmek için ilerlerken birden bir fırtına çıktı. Az daha gemisi batacaktı. Sonra kilise haçını teminat göstererek arkadaşından borç para aldığını ama ödemediğini hatırladı. Hiç şüphesiz fırtınanın sebebi buydu! Böyle düşündükten kısa bir süre sonra fırtına dinmeye başladı. Tüccar bir fıçı aldı. Sonra elli bin ruble sayıp Tatar arkadaşına bir not yazarak parayla birlikte fıçıya koydu. Fıçıyı suya fırlattı ve içinden şöyle geçirdi: “Tatar’a teminat olarak haçı gösterdiğime göre, para mutlaka ona ulaşacaktır.”
Fıçı hemen denizin dibine battı. Herkes gibi siz de paranın kaybolduğunu sandınız, değil mi? Peki gerçekte ne oldu?
Şimdi, bizim Tatar’ın evinde bir Rus hizmetçi kız vardı. Bir gün su almak için nehir kenarına gitmişti. İşte o sırada suyun sürüklediği fıçı, kızın gözüne ilişti. Hizmetçi kız suya girip fıçıyı tutmaya çalıştı. Ama bir türlü başarılı olamadı! Elini her uzattığında fıçı geri çekiliyordu. Kız karaya döndüğünde ise fıçı arkasından geliyordu. Bir süre fıçıyı yakalamaya çalıştı; ama çabaları sonuçsuz kalınca, eve gidip olanları efendisine anlattı. Tatar tüccar, ilk başta kıza inanmadı ama sonunda nehre gidip fıçıyı bizzat kendisi görmek istedi. Suya vardığında kızın anlattıklarının doğruluğunu kendi gözleriyle görmüş oldu. Tatar, giysilerini çıkarıp suya girdi. Daha iki adım atmamıştı ki fıçı kendiliğinden ona yanaştı. Adam fıçıyı kavrayıp evine götürdü. İçini açıp bakınca parayı gördü. Paranın üzerinde ise bir not vardı. Notu çıkarıp okudu. Şunlar yazıyordu:
“Sevgili dostum! Can bahşeden haçı kefil göstererek senden borç aldığım elli bin rubleyi geri ödüyorum.”
Tatar, bu sözleri okuyunca can bahşeden haçın gücüne şaşırıp kaldı. Parayı dikkatlice sayıp eksik var mı diye baktı. Para tamdı.
Bu arada Rus tüccar, beş sene kadar ticaret yaptıktan sonra hatırı sayılır bir hazineyle evine döndü. Fıçının kaybolduğunu düşündüğü için borcunu ödemeyi, ilk görevi olarak görüyordu. Bu nedenle, Tatar tüccarın evine gidip borç aldığı miktarda parayı arkadaşına uzattı. İşte o zaman Tatar ona olanları anlattı, nehir kenarında bir fıçı bulduğunu söyleyip parayla notu gösterdi:
“Bu senin el yazın değil mi?”
“Evet, benim yazım,” diye cevap verdi diğeri.
Bu muhteşem olay herkesi şaşkına çevirmişti. Tatar dedi ki:
“Öyleyse, bana borcundan fazlasını ödedin, kardeşim. O parayı geri al, lütfen.”
Rus tüccar, Tanrı’ya şükranlarını sundu. Ertesi gün Tatar, bütün ev halkıyla birlikte vaftiz oldu. Vaftiz babası Rus tüccar, vaftiz annesi ise hizmetçi kızdı. Bundan sonra mutlu mesut yaşadılar, uzun bir ömür sürüp huzur içinde öldüler.
Skazkalarda 7 Rus köylüsünün karakteristik bir özelliği olan içki tutkusuna sık sık gönderme yapılır. Güçlü bir içki onun için bir dost, bir teselli ve hayatın kötülükleri arasında bir avuntu kaynağıdır. Sarhoşluk, utanılarak anılacak ya da korkulacak kötü bir huydan ziyade, sevinçle beklenen ya da geçmişin mutlu hatıralarına eşlik eden bir neşe kaynağıdır. Rus köylüsü için sarhoşluk, tıpkı uyku gibi kederin ilacıdır ve hizmetine çok daha kolayca başvurulan bir dosttur. Belli durumlarda sarhoş olmak, kiliseye ya da ölülerin anısına bir borç bilinir. Rus köylüsü, kimi zaman belli bir nedeni olmaksızın coşku verici içkilere karşı ani ve karşı konulmaz bir arzuyla dolar ve -koma aralıklarıyla beraber- günler, hatta haftalar süren bir içki nöbetine girer. Ardından günlük hayatına ve her zamanki ayıklığına sanki hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Rus köylüsünün tüm bu fikir ve alışkanlıkları, çoğu zaman hikâyenin geri kalanıyla bağdaşmayan olaylara yol açarak halk masallarında yer bulur. Mesela çok yaygın bir hikâye vardır: bir kahramanın tutsaklıktan kurtardığı üç prensesin hikâyesi. Prensesler, daha sonra bu kahramanın elinden kaçırılırlar ve sıradan işçilerin üretmesi imkânsız bazı giysi ya da ayakkabılar getirilmedikçe evlenmeyi reddederler. İşte bu hikâyede talihsiz bir ayakkabıcıya, (kendisine ölçü verilmediği hâlde tam uyması ve değerli taşlarla süslenmesi istenen) söz konusu ayakkabıları ertesi güne kadar hazırlayamadığı takdirde asılacağı bildirilir. Ayakkabıcı hemen bir traktir, yani tavernaya gider ve acısını içerek unutmak ister. Bir süre sonra yalpalamaya başlar. “En iyisi eve giderken yanıma bir şişe içki alıp doğruca yatağa gireyim. Yarın sabah beni asmaya geldiklerinde şişenin yarısını kafaya dikerim. Böylece beni assalar bile hiç farkında olmam,” diye düşünür.
“Satın Alınan Hanım” adlı hikâyede güzel Prenses Anastasya, fidye ödeyerek onu kurtaran genç İvan’ı şu şekilde cesaretlendirir: Bir süredir işlediği nakışı bitirir ve İvan’dan işlemeyi pazara götürmesini ister. “Fakat biri satın alacak olursa, sakın parasını alma. Bunun yerine seni sarhoş etmeye yetecek kadar içki vermesini iste,” der. İvan, Prenses’in söylediğini yapar. Sonuç şudur: İvan, iyice sarhoş olana kadar içer ve meyhaneden ayrılırken ayağı takılıp çamurlu suya düşer. Etrafına toplanan kalabalık gence bakıp alaycı sözler söyler: “Ah, delikanlı! Artık kiliseye gidip evlenme zamanın gelmiş!”
“Öyle ya da böyle! Dilediğim takdirde güzel Anastasya, beni alnımdan öpecektir.”
“Öyle övünüp durma,” der zengin bir tüccar. “Suratına bile bakmaz o kız senin.” Aksini ispat ettiği takdirde İvan’a malını mülkünü vereceğini söyler, İvan da bu meydan okumayı kabul eder. Prenses, ortaya çıkıp delikanlıyı alnından öper. Sonra üzerini temizleyip onu eve götürür. Delikanlı, hâlâ sarhoş ve meteliksizdir.
Bazen köylülerden başkası da sarhoş olur. Bir kadının zekâsı sayesinde bütün bilmeceleri bilip hileleri tespit ettiği ve güçlükleri yendiği meşhur masalın bir versiyonu olan “Semilétka”da kadın başkahramanın bir voyvoda 8 tarafından eş olarak seçildiği anlatılır. Fakat kadın, voyvodalık meselelerine burnunu soktuğu takdirde babasının evine geri gönderilecek ama en çok değer verdiği eşyalarını yanında götürebilecektir. Nikâh kıyılır fakat günün birinde ödünç alınan kısrağın yavrusuyla ilgili bir dava, Voyvoda’nın önüne gelir. Yavru, kısrağın sahibine mi yoksa yavruladığı esnada yanında bulunduğu ve onu ödünç almış olan kişiye mi aittir? Voyvoda, ödünç alan adamın lehine karar verir ve hikâye şu şekilde sonlanır:
Semilétka bunu duyunca kendini tutamayıp kocasına haksız bir karar verdiğini söyler. Voyvoda sinirden küplere biner ve boşanmak ister. Akşam yemeğinden sonra Semilétka, babasının evine dönmek zorunda kalır.
Ama yemek sırasında Voyvoda’yı sarhoş olana dek içirmiştir. Semilétka, içkinin etkisiyle uyuyakalan kocasını bir arabaya bindirip onunla beraber babasının evine gitmiştir. Oraya vardıklarında Voyvoda uyanıp sorar:
“Kim getirdi beni buraya?”
“Ben getirdim,” der Semilétka. “Yaptığımız anlaşmaya göre en çok değer verdiğim şeyleri yanımda getirebilecektim. İşte ben de seni aldım yanıma!”
Voyvoda, karısının zekâsına hayran kalır ve onunla barışır. Sonra birlikte evlerine döner ve eskisi gibi mutlu mesut yaşarlar.
Ezgilerde olduğu gibi halk masallarında da sarhoşluk çok yumuşak bir dille ele alınsa da, pek çok ahlak dersinin konusunu oluşturur. Stikhi (Kör dilenciler ve kilise önlerinde şarkı söyleyen gezgin ozanlarca söylenen dini içerikli şiirler) ve yarı dini nitelikteki masallar olan “Efsaneler”de son derece şiddetli biçimde verilir bu dersler. Sarhoşlukla ilgili bu türden masalların güzel bir örneğini Korkunç Sarhoş ’ta görebiliriz.
Korkunç Sarhoş
Bir zamanlar ihtiyar bir adam yaşardı. Öyle çok içerdi ki sarhoşluğunu tarife kelimeler yetmezdi. Neyse, bir gün gidip yine şişeleri kafaya dikti ve kör kütük sarhoş bir hâlde evine doğru yol aldı. Bu sırada yoluna bir nehir çıktı. Nehre geldiğinde çok düşünmeden çizmelerini çıkarıp boynuna bağladı ve doğruca suya girdi. Daha yolun yarısını gitmemişti ki bir taşa takılıp suyun içine yuvarlandı. Adamın sonu böyle oldu.
İhtiyar adam, ardında Petruşa adlı bir oğul bırakmıştı. Peter, babasının hiç iz bırakmadan ortadan kaybolmasına çok üzüldü, çok ağladı. Babasının ruhuna dualar okuttu. Artık ailenin reisi kendisiydi. Bir pazar günü, Tanrı’ya dua etmek için kiliseye gitti. Yolda bir kadının sert adımlarla önünden yürüdüğünü gördü. Kadın yürüdü, yürüdü ve sonunda ayağı bir taşa takılınca küfürler savurup “Hangi şeytan itti seni ayağımın altına?” dedi.
Bu sözleri duyan Petruşa sordu:
“İyi günler, teyze! Nereye gidiyorsun?”
“Kiliseye, çocuğum. Tanrı’ya dua etmeye.”
“İyi ama bu davranışın günahkârca değil mi? Tanrı’ya dua etmek için kiliseye giderken Şeytan’ı aklına getiriyorsun. Ayağın takıldı diye suçu Şeytan’a attın!”
Bu sözlerin ardından Peter önce kiliseye gidip dua etti, sonra da evine döndü. Epeyce yürüdükten sonra, nereden çıktığını tanrı bilir, hoş görünümlü bir adam belirdi. Peter’e selam verip konuştu:
“Güzel sözlerin için teşekkürler, Petruşa!”
“Sen de kimsin? Bana neden teşekkür ediyorsun?” diye sordu Petruşa.
“Ben Şeytan’ım. Sana teşekkür ediyorum; çünkü o kadın tökezleyip sebepsiz yere bana sövdüğünde benim için güzel sözler söyledin.” Sonra genç adama yalvardı: “Haydi benimle gel, Petruşa. Seni en güzel şekilde mükâfatlandırırım, şüphen olmasın! Altın ve gümüş veririm sana.”
“Pekâlâ,” dedi Petruşa. “Geleceğim.”
Ona yolu tarif ettikten sonra Şeytan gözden kayboldu ve Petruşa eve döndü.
Ertesi gün Petruşa Şeytan’ı ziyaret etmek için yola çıktı. Az gitti uz gitti, tam üç gün yol teptikten sonra karanlık ve sık bir ormana ulaştı. Ormanın içinden gökyüzünü görmek imkânsızdı! Tam ortada görkemli bir saray duruyordu. Petruşa saraya girince güzel bir kız ilişti gözüne. Bu kız, kötü bir ruh tarafından köyün birinden kaçırılmıştı. Petruşa’yı görünce bağırıp ağlamaya başladı:
“Niçin buraya geldin, delikanlı? Burada Şeytan hüküm sürer. Seni görürse paramparça eder.”
Petruşa, o saraya neden ve nasıl geldiğini anlattı.
“Pekâlâ. Şimdi beni dinle,” dedi güzel kız. “Şeytan sana gümüş ve altın verecek. Hiçbirini kabul etme. Kötü ruhların odun ve su almak için kullandığı sefil atı iste ondan. O at senin baban. Meyhaneden sarhoş hâlde gelip suya düşünce iblisler onu yakalayıp ata çevirdi. Şimdi de su almaya ve odun toplamaya giderken onu kullanıyorlar.”
O anda Petruşa’yı davet eden yiğit ortaya çıkıverdi ve ona türlü türlü yiyecek ve içeceklerle ikramda bulundu. Petruşa’nın eve dönme vakti gelince “Haydi,” dedi Şeytan, “Sana biraz parayla bir de at vereyim ki hızlıca evine varasın.”
“Ben hiçbir şey istemiyorum,” diye cevap verdi Petruşa. “Ama illa ki bana bir armağan vermek istiyorsanız, odun ve su almak için kullandığınız şu düldülü verin bana.”
“O at ne işine yarayacak ki? Hızlıca eve koşmaya kalksan ölüverir!”
“Olsun, yine de izin verin o atı alayım. Başkasını istemiyorum.”
Bunun üzerine Şeytan, o düldülü verdi. Petruşa atı yularından tutup götürdü. Kapılara vardığında güzel kız ortaya çıktı ve sordu:
“Atı aldın mı?”
“Aldım.”
“Öyleyse güzel delikanlı, köyüne yaklaştığında göğsündeki haçı çıkar, bu atın etrafında üç kez dön ve haçı atın boynuna tak.”
Petruşa, kızdan ayrılıp kendi yoluna gitti. Köyüne yaklaşınca kızın dediklerini harfi harfine yaptı. Bakır haç kolyesini çıkarıp atın çevresinde üç kez döndü, sonra haçı atın boynuna astı. Bir anda at ortadan kayboldu. Onun yerine Petruşa’nın babası gelmişti. Baba oğul sarılıp ağlaştılar. Sonra Peter, babasını evine götürdü. Yaşlı adam üç gün boyunca tek kelime etmedi, dilsiz gibiydi. Bundan sonra mutluluk ve refah içinde yaşadılar. İhtiyar adam içkiyi bıraktı ve son nefesine kadar tek damla dahi içki içmedi.
Rus köylüsü, mizah konusunda asla geri kalmaz. Skazkalar bu gerçeği gösteren pek çok kanıt sunmaktadır.
Ama bu mizah anlayışını tam olarak yansıtan hikâyeleri bulmak çok kolay değil. Çok yönlü Rus masallarının konularını oluşturan fıkralar genelde tüm Avrupa’da yaygındır. Birçok ülkenin masalları konusunda da benzer şeyler söylenebilir. Hikâyenin alt katmanlarında bilinmeyen bir fıkra bulmak zordur. Yalnızca bir ülkenin halk masallarını okumuş biri, o ülke sakinlerine aslında hak etmedikleri bir komedi orijinalliği atfedebilir. Bu yüzden kendi ülkesinin masallarını bilen ama diğer ülkelerin masallarını incelememiş bir Rus, skazkaların çok sayıda “komik fıkra”yla dolu olduğunu söyleyebilir. Esasen bunların Rus hikâyelerindeki payı çok azdır. Gerçekte bu fıkralar, Fransa ya da Almanya’daki üzüm bağları arasında ya da Yunanistan dağları, Norveç fiyortları veya Britanya yahut Argyleshire sahillerinde yaşayan zeki köylülerin repertuarındandır. Yüzyıllardır bunlar, Kahire ve İsfahan’da kök salmış, Hindistan’ın kavurucu güneşi altında bütün gün çalışıp didinmiş yorgun köylünün kalbine akşam serinliğinde neşe vermiştir.
Söz konusu fıkra, onlara özgü bir özellikle ilgiliyse, o zaman sadece bu halk arasında biliniyor olması muhtemeldir. Fakat Rus fıkralarının çoğu, tüm dünyada bilinen konular etrafında dönmektedir ve erkeğin iflah olmaz aptallığı, kadının değişmeyen inatçılığı gibi genel konulara değinir. Bu konuları işlerken çok az yeni özellik sunar. Bu tür bir hikâyenin çok uzak diyarlara yayılmasına karşın, çok az değişmesi de oldukça ilginçtir. Mesela, tüm dünyada popüler olan kadın aleyhtarı bazı hikâyeleri düşünelim. Rusya’nın merkezden uzak bölgelerinde, İngiliz mizah külliyatında uzun zamandır var olan iğneleyici sözlerin aynısını bulmak mümkündür. Mesela, bir ipin makasla mı yoksa bıçakla mı kesildiğini tartışan karı kocanın hikâyesi vardır. Hikâye, makas diye direten kadının, bıçakta ısrar eden kocası tarafından nehre atılıp ölmesiyle sonuçlanır. Fakat kadın, ölüm anında dahi parmaklarını su üzerinde oynatarak eliyle makas işareti yapar. Bu hikâyenin Astrahan bölgesinde anlatılan Rus versiyonunda tartışmanın sebebi adamın sakalıdır. Adam, sakalını tıraş ettiğini, kadınsa kestiğini söyler. Sonunda adam, karısını derin bir gölete fırlatıp “tıraş ettin” demesini ister. Kadın, imkânı yok bu sözleri söylemez ama bunun yerine elini su üzerinde kaldırıp iki parmağıyla kesme işareti yapar. Hatta bu hikâye deyimleşmiştir. İnatçı bir kadın söz konusu olduğunda Rus köylüler, “Sen ‘tıraş ettim’ dersin o ‘kestin’ der,” deyimini kullanır.
Aynı şekilde Ruslar arasında yayılmış bir başka hikâyede eski dostumuz dul adam, boğulan karısını ararken -bu kadın çok ters bir mizaca sahiptir- aşağı gideceğine nehrin yukarısına gider. Buna şaşıran arkadaşlarına “Her şeyin tersini yapardı karım. Eminim şimdi de akıntının tersine gitmiştir,” der.
Bu türden bir başka hikâyeyi de zikretmemiz gerek, zira Rusların başka halklardan ayrıldığı bir geleneği gösteriyor.
Adamın biri öyle kaprisli bir kadınla evlidir ki, bu kadınla yaşamanın imkânı yoktur. Her çareyi deneyen zavallı koca sonunda karısına nasıl yetiştirildiğini sorar ve kadının neredeyse tamamen Almanca ve Fransızca eğitim aldığını, hiç Rusça ders almadığını öğrenir. Hatta bebekken kundaklanmamış, liulkada 9 sallanmamıştır. Bunun üzerine kocası, kadının çocukluğundaki bu eksiklikleri gidermeye karar verir. “Kadın kaprislere başladığında, kocası hemen koşup onu kundaklar ve liulkaya yatırıp tıngır mıngır sallar.” Altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra kadın “yumuşacık” olmuştur. Bütün kaprisleri yok olmuştur.
Ama kadınların huysuzlukları gibi bereketli bir konuyu ele alan farklı hikâyelerden bölümler vermek yerine, bunlardan birkaçını tamamen buraya alacağız. Birincisi, uzun bir aile ağacına sahip olan ve dalları dünyanın pek çok ülkesine yayılmış bir hikâyenin Rus versiyonudur. Dr. Benfey, Pançatantra’nın giriş bölümünde bu konuya on altı sayfa ayırmış, hikâyenin Hindistan’daki yuvasından başlayarak Pers ülkesi ve ardından diğer bütün Avrupa ülkelerine giden yolculuğunu izlemiştir.