Kitabı oku: «Rus masalları», sayfa 3
Kötü Hanım
Bir zamanlar çok kötü bir kadın yaşardı, kocasına hayatı zindan ederdi. Adamcağızın söylediklerine hiç kulak asmazdı. Kocası erken kalkmasını istediyse, o üç gün yataktan çıkmaz; uyumasını istediyse, kadını uyku tutmazdı. Kocası, gözleme yapmasını istese kadın şöyle derdi: “Pis hırsız seni, sen gözleme yemeyi hak etmiyorsun!”
Adam, “Peki, hanım. Hak etmiyorsam, gözleme yapma,” dese, kadın iki tencere dolusu gözleme yapıp “Haydi, tıkanana kadar ye,” diye bağırırdı.
“Tamam, hanım,” derdi kocası. “Üzülüyorum hâline. Bütün gün çalışıp durma, saman kesmeye de gitme.”
“Sus be hırsız herif! Sana inat olsun diye gideceğim ve sen de peşimden geleceksin!” diye cevap verirdi.
Günün birinde yine karısıyla kavga edip üzülen adam, kederini dağıtmak için biraz çilek toplamak üzere ormana gitti. Kuşüzümlerinin bulunduğu bir çalılık gördü. Çalılığın tam ortasında ise dipsiz bir kuyu vardı. Bir süre kuyuya bakıp kendi kendine düşündü: “Ne diye kötü karımın işkencelerine katlanıyorum? Onu bu kuyuya atıp iyi bir ders veremez miyim?”
Bunun üzerine eve gidip karısına dedi ki:
“Hanım, sakın çilek toplamaya ormana gitme.”
“Seni hödük herif, bal gibi de gideceğim ormana.”
“Orada çalılıklar içinde kuşüzümleri buldum, onları elleme sakın.”
“Bak gör nasıl koparacağım bütün üzümleri. Sana da tek bir tane vermeyeceğim!”
Adam dışarı çıktı, kadın da ardından gitti. Çalılıklara geldiklerinde kadın otların içine atlayıp avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Sakın buraya geleyim deme, hırsız herif, yoksa öldürürüm seni!”
Çalılığın ortasına doğru gidince birden dipsiz kuyuya düşüverdi.
Kocası neşe içinde eve döndü ve üç gün bekledi. Dördüncü gün, neler olduğunu görmek istedi. Eline uzun bir ip alıp kuyuya saldı. İpi yukarı çektiğinde küçük bir ifritle karşılaştı. Korkudan dili tutulan adam, ifriti hemen geri salacaktı ki, canavar bağırıp içtenlikle yalvardı:
“Beni kuyuya geri gönderme, ey mujik! Ne olur, bırak da dışarı çıkayım! Kötü bir kadın geldi. Hepimizi yedi bitirdi. Derman bırakmadı hiçbirimizde. Bana yardım edersen, güzel bir iyilik yaparım sana.”
Bunun üzerine adam onu serbest bıraktı. Artık kutsal Rusya’da dilediği yere gidebilirdi. Sonra İfrit dedi ki:
“Bak, beyim. İstersen benimle beraber Vologda kasabasına gel. Zalim insanlara götüreyim seni, sen de onları iyileştirirsin.”
İfrit, tüccar karıları ve kızlarının olduğu bir yere götürdü köylü adamı. İfritin etkisiyle çarpılınca hastalanıp kafayı üşüttüler. İşte tam bu noktada mujik devreye giriyordu. O içeri girdiği an İfrit ortadan kayboluyor ve eve huzur doluyordu. İşte bu sebeple herkes adamın sahiden doktor olduğuna inanıp ona para veriyor, pastalar ikram ediyordu. Bu sayede adam epey para biriktirdi. Sonunda İfrit dedi ki:
“Artık çok paran var. Mutlu değil misin? Şimdi gidip Boyar’ın kızını çarpacağım. Sakın onu da iyileştireyim deme. Yoksa yerim seni.”
Boyar’ın kızı hastalanıp aklını yitirdi. Öyle ki, insanları yemeye kalktı. Boyar, adamlarına köylü adamı bulmalarını emretti. Onu hekim sanıyorlardı. Mujik gelip eve girdi, Boyar ile bütün kasaba halkından dışarı çıkmalarını, arabacılardan onları arabalarına götürmelerini ve hep birlikte caddenin başında beklemelerini istedi. Ayrıca bütün arabacılara kırbaçlarını vurup avazları çıktığı kadar şöyle bağırmalarını emretti: “Kötü Hanım geldi! Kötü Hanım geldi!” Bunları söyledikten sonra içerideki odaya girdi. Onu gören İfrit, adamın üzerine atıldı: “Bu da ne demek, ey Rus? Ne işin var burada? Ama dur sen, yiyeceğim seni!” dedi.
“Asıl sen ne demek istiyorsun?” dedi köylü adam, “Buraya seni evden çıkarmaya gelmedim ki. Sana acıdığım için Kötü Hanım’ın burada olduğunu söylemeye geldim.”
Bunu duyan İfrit, hemen pencereye koşup etrafı kolaçan etti ve herkesin avazı çıktığı kadar “Kötü Hanım geldi!” diye bağırdığını duydu.
“Köylü,” diye yalvardı İfrit, “söyle, nereye saklanayım?”
“Kuyuya geri dön. Artık oraya gelmeyecektir.”
İfrit, kuyuya ve tabii böylece Kötü Hanım’ın yanına geri döndü.
Hizmetinin karşılığı olarak Boyar, köylüye büyük mükâfatlar bahşetti; onu kızıyla evlendirip malının yarısını ona verdi.
Kötü Hanım’a gelince, hâlâ Tartarus’taki kuyuda beklemektedir.
Kadınları hicveden skazkalara vereceğimiz son örnek, Golovikha adlı hikâye. Rusya’daki toplumsal kurumların işleyişine ışık tutan birkaç halk masalından biri olduğu için çok daha değerli. Golovikha kelimesi, Golova, yani bir Volost’un ya da köy toplulukları birliğinin başkanı (Golova=baş) anlamına geliyor. Ama burada “Kadın Golova” yani “Kadın Başkan” anlamında kullanılmış.
Golovikha
Evvel zaman içinde ziyadesiyle kendini beğenmiş bir kadın yaşardı. Bir gün köy meclisi toplantısından dönen kocasına sordu:
“Hangi konuyu görüştünüz mecliste?”
“Hangi konuyu mu görüştük? Golova seçimini tabii ki.”
“Kimi seçtiniz peki?”
“Daha kimseyi seçmedik.”
“Beni seç,” dedi kadın.
Bu kadın kötü bir karaktere sahipti ve kocası ona iyi bir ders vermek istiyordu. Bu yüzden meclise döner dönmez oradaki yaşlılara karısının söylediklerini anlattı. Onlar da kadını hemen golova seçtiler.
Kadın işe koyuldu, meseleleri halletti, rüşvet aldı ve köylülere verilecek ödeneklerle içkiler içti. Ama sonra herkesten vergi toplama zamanı geldi. Golova bu işi beceremedi, vergiyi vaktinde toplayamadı. Bir Kazak10 gelip Golova’yı görmek istedi; ancak kadın saklanmıştı. Kazak’ın ziyaretini duyar duymaz evine koştu.
“Ah, nerelere saklansam?” diye bağırdı kocasına. “Kocacığım! Beni bir çuvala sarıp mısır çuvallarının yanına koy.”
Dışarıda beş tane mısır çuvalı vardı. Kocası, Golova’yı bağlayıp onların yanına koydu. Sonra Kazak geldi ve dedi ki:
“Ha! Demek Golova saklanıyor.”
Sonra kırbacıyla çuvallara tek tek vurmaya başladı. Kadın acıyla inliyordu:
“Aman, babacığım! Golova olmayacağım ben! Golova falan olmayacağım!”
Kazak sonunda çuvallara vurmayı bırakarak atına binip gitti. Ama kadın Golova olmaya doymuştu. Ondan sonra kocasının sözünden hiç çıkmadı.
Başka bir konuya geçmeden önce iyi ve akıllı bir kadının değerinin kabul edildiği bir hikâyeyi aktarmak doğru olacaktır. Bu amaçla, büyük ihtimalle dünyada “Whittington ve Kedisi” adıyla bilinen hikâyenin de kaynağı olan bir masalın versiyonlarından birini seçtim. Hikâyenin kökeni konusunda hiç şüphe yok, zira tütsü yakmak unsuru doğrudan Budist kaynakları işaret ediyor. Masalın adı Üç Kopek.
Üç Kopek
Bir zamanlar öksüz bir delikanlı yaşardı. Bu genç adam öyle yoksuldu ki, elinde avucunda harcayacak tek kuruşu yoktu. Bu nedenle zengin bir köylünün hizmetine girdi, yılda bir kopek karşılığında çalışmayı kabul etti. Bütün sene çalıştıktan sonra parasını alınca bir kuyuya gidip şöyle diyerek parayı kuyunun içine attı: “Batmazsa parayı saklarım. Efendime sadakatle hizmet ettiğim böylece açıkça gözükür.”
Fakat kuyuya attığı kopek suya battı. Delikanlı, bir yıl daha çalışarak ikinci kez parasını aldı. Yine gidip parayı kuyuya attı ve para yine dibe battı. Üçüncü yıl da çalışmaya devam etti ve yine ödeme zamanı gelmişti. Bu sefer efendisi bir ruble verdi. “Hayır,” dedi öksüz delikanlı, “Paranı istemiyorum, bana hak ettiğim bir kopeki ver.” Parayı alıp kuyuya fırlattı. Bir de ne görsün! Üç kopek su üzerinde yüzüyordu. Genç adam, paraları alıp kasabaya gitti.
Yolda yürürken küçük çocukların bir kedi yavrusuna işkence ettiğini gördü. Kediciğin hâline üzülüp dedi ki:
“Şu kediciği bana verir misiniz çocuklar?”
“Tamam, veririz ama para karşılığında.”
“Ne kadar istiyorsunuz?”
“Üç kopek.”
Öksüz delikanlı kediciği satın alıp bir tüccarın yanına gitti ve adamın dükkânında işe başladı.
Tüccarın işleri çok iyi gitmeye başladı. Malları yetiştiremiyordu. Müşterileri her şeyi göz açıp kapayana dek kapış kapış götürüyordu. Tüccar denize açılmaya hazırlandı, bir gemiye binip delikanlıya dedi ki:
“Kedini bana ver. Belki gemide fare falan yakalar. Hem beni de eğlendirir.”
“Buyur, usta! Yalnız kedimi kaybedersen, sana pahalıya patlar.”
Tüccar, uzaklarda bir ülkeye vardı ve bir hana yerleşti. Han sahibi, tüccarın epey zengin olduğunu görünce ona sıçan ve farelerle dolu bir oda verdi. Kendi kendine dedi ki: “Fareler adamı yerse parası bana kalır.” O ülkede kimsenin kedilerden haberi yoktu. Bu yüzden, sıçanlar ve fareler her yeri sarmıştı. Tüccar, kediyi beraberinde odasına götürüp yatağına yattı. Ertesi sabah hancı odaya girince, tüccarı sağ salim buldu. Kolunun altına aldığı kedisini seviyor, kedi de keyiften mırıldanıp duruyordu. Yerde ölü sıçan ve farelerden oluşan bir yığın vardı!
“Tüccar Efendi, o hayvanı bana satın lütfen,” dedi hancı.
“Pekâlâ,” dedi tüccar.
“Ne kadar istiyorsunuz?”
“Küçük bir meblağ yeterli. Ben hayvanı ön bacaklarından tutarken arka bacakları üzerinde durmasını sağlayacağım ve siz de etrafına onu örtecek kadar altın yığacaksınız. İşte bu kadarı bana yeter!”
Hancı bu pazarlığı kabul etti. Tüccar kediyi verip karşılığında bir çuval dolusu altın aldı ve işlerini halledip hemen ülkesine döndü. Denize açıldığında şöyle düşündü kendi kendine:
“Bunca altını o öksüze neden vereyim ki? Bir kedi için bu kadar para çok fazla! Hayır, para bende kalacak.”
Bu günahı işlemeye karar verdiği an, şiddetli bir fırtına kopuverdi! Geminin batmasına ramak kalmıştı.
“Tanrı beni kahretsin! Bana ait olmayana göz koydum. Tanrım, bu günahkârı bağışla! Tek bir kopek bile almayacağım! Delikanlıya hakkını vereceğim.”
Tüccar dua etmeye başlayınca fırtına dindi, deniz duruldu ve gemi rahatça limana doğru yol aldı.
“Merhaba, usta!” diye seslendi öksüz delikanlı. “Yalnız, kedim nerede?”
“Sattım,” diye cevap verdi tüccar. “İşte paran. Hepsi senin.”
Delikanlı, altın dolu çuvalı alıp gemicilerin olduğu sahile gitti. Altın karşılığında onlardan bir gemi dolusu tütsü alıp sahil boyunca yerleştirdi ve Tanrı’ya şükretmek için yaktı. Tütsülerden çıkan güzel koku bütün ülkeye yayıldı ve birden ihtiyar bir adam çıktı ortaya. Delikanlıya dedi ki:
“Hangisini arzu edersin: Zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi?”
“Bilmiyorum, ihtiyar.”
“Öyleyse, durma yürü. Şu ötede çift süren üç kardeş var. Git onlara danış.”
Bunun üzerinde delikanlı üç kardeşin yanına gidip “Tanrı yardımcınız olsun,” dedi.
“Teşekkürler, delikanlı!” dediler. “Ne istiyorsun?”
“Beni buraya yaşlı bir adam gönderdi ve zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi istemeliyim diye size sormamı söyledi.”
“Ağabeyimize sor. Şu arabada oturuyor.”
Öksüz delikanlı, arabada oturanın üç yaşlarında küçük bir oğlan çocuğu olduğunu gördü.
“Ağabeyleri bu çocuk mu yani?” diye düşündü ama sonunda çocuğa sorusunu sordu:
“Sence hangisini seçmeliyim? Zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi?”
“İyi bir eş.”
Bunun üzerine delikanlı, yaşlı adamın yanına döndü.
“İyi bir eş istememi söylediler,” dedi.
“Pekâlâ!” dedi yaşlı adam ve bir anda gözden kayboldu. Delikanlı şöyle bir etrafına bakındı. Yanı başında çok güzel bir kadın ortaya çıkmıştı.
“Merhaba, delikanlı!” dedi kadın. “Ben senin karınım. Haydi, gidip beraber yaşayabileceğimiz güzel bir yer bulalım.”
Halk Masallarının en ağır dille eleştirdiği günahlardan biri açgözlülüktür. Her ülkenin masalları, cimrilerle alay etmeye, onları nahoş durumlara sokmaya ve ölüm döşeğinde acı çekerek hayattan bezmelerine bayılır. Birçoğu muhtemelen Doğu kökenli olan bu türden hikâyelerin, Rus köylüsü tarafından nasıl ele alındığına örnek olarak şu masalı verebiliriz:
Cimri
Bir zamanlar Marko adında zengin bir tüccar vardı. Gelmiş geçmiş en cimri adamdı! Bir gün biraz yürümek için dışarı çıkmıştı. Yolda yaşlı bir dilenciye rastladı. “Ey Ortodoks dinine iman etmiş kimse! İsa aşkına şu fakire bir sadaka!”
Zengin tüccar Marko, adamın yanından geçip gidiverdi. Onun arkasından ise yoksul bir mujik geliyordu. Dilencinin hâline üzülüp ona bir kopek verdi. Bunu gören zengin Marko biraz utanır gibi oldu ve mujiğe dedi ki:
“Merhaba, komşu. Bana bir kopek borç ver de şu fakire bir şey vereyim. Bozuk para yok üstümde.”
Mujik denileni yaptı ve parasını ne zaman geri alabileceğini sordu. “Yarın gel,” dedi Marko.
Ertesi gün fakir adam, borç verdiği parayı almak için zengin adamın evine gitti. Büyük bahçeye girince sordu:
“Zengin Marko evde mi?”
“Evet. Ne istiyorsun?” diye cevap verdi Marko.
“Bir kopek borç vermiştim, onu almaya geldim.”
“Ah, kardeşim! Bugün git, yarın gel. Gerçekten hiç bozuk param yok.”
Yoksul adam, “O zaman yarın gelirim,” dedikten sonra selam edip uzaklaştı.
Ertesi gün adam yine geldi ama geçen günkü olayın aynısı yaşandı.
“Tek kuruşum yok. Bir banknot bozdurmamı ister misin? Yok mu? O zaman iki hafta sonra yine gel.”
İki haftanın sonunda adamcağız yine geldi ama zengin Marko onu pencereden görünce karısına dönüp dedi ki:
“Bana bak hanım! Çırılçıplak soyunup kutsal resimlerin altına uzanacağım. Üzerimi bir örtüyle örtüp yanıma otur ve ağlamaya başla. Sanki ölüye ağlar gibi yap. Mujik parasını istemeye gelince bu sabah öldüğümü söyle.”
Kadın, kocasının söylediklerini harfiyen yerine getirdi. Gözyaşları içinde oracıkta oturmuş beklerken, mujik içeri girdi.
“Ne istiyorsun?” dedi kadın.
“Zengin Marko’dan alacağım parayı,” diye cevap verdi yoksul adam.
“Ah, mujik! Zengin Marko bize veda etti, az önce öldü.”
“Mekânı cennet olsun! İzin verirseniz hanımefendi, benden borç aldığı kopek karşılığında son görevimi yerine getireyim, ölü bedenini yıkayayım.”
Bu sözlerin ardından bir kap dolusu kaynar suyu Marko’nun üzerine boşalttı. Kaşları çatılan, bacakları birbirine dolaşan Marko, bu eziyete güç bela dayandı.
“İstediğin kadar kıvran,” diye düşündü yoksul adam, “ama benim paramı öde!”
Marko’nun vücudunu yıkadıktan sonra dedi ki:
“Hanımefendi, şimdi bir tabut alıp kocanızı kiliseye götürün. Ben duasını okurum.”
Böylece Marko, tabuta konup kiliseye götürüldü ve duasını mujik okudu. Gün battı, gece oldu. Birden bir pencere açıldı ve bir grup hırsız kiliseye girdi. Mujik mihrabın arkasına saklandı. Haydutlar içeri girer girmez ganimeti bölüşmeye başladılar. Her şeyi paylaştılar; fakat geriye kalan altın kılıçta anlaşamadılar. Her biri o kılıcı istiyordu. O anda yoksul adam ortaya çıktı:
“Böyle tartışmanın anlamı ne? Şu cesedin başını koparan, kılıcı alsın!”
Bunu işiten Marko deli gibi ayağa fırladı. Haydutlar, az kaldı korkudan akıllarını kaçıracaktı. Ganimeti bırakıp oradan sıvıştılar.
“Baksana mujik,” dedi Marko, “haydi parayı bölüşelim.”
Hırsızların bıraktığı parayı paylaştılar. İkisine de büyük bir hisse düştü.
“Peki ya bana borcun olan bir kopek ne olacak?” diye sordu yoksul adam.
“Ah, kardeşim!” dedi Marko, “görüyorsun ya hiç bozuk param yok!”
Böylelikle zengin Marko, borcunu ödemekten yine kurtuldu.
Bütün dünyada çok sevilen safdil kimseler hakkındaki hikâyeler var sırada. Skazkalarda safdillere duràk denir. Çok çeşitli açıklamaları içeren bir kelimedir bu. Bazen “ahmak”, bazense “soytarı” anlamına gelir. Köy hayatına ilişkin hikâyelerde genelde “budala” anlamındadır. Elbette bu durumda kahramanın durachestvo yani aptallık özelliği tamamen öznel bir durumdur. Ailesi ya da komşularının, kahramanın karakterine dair oluşturmuş olduğu yanlış fikirlerde mevcut bir özelliktir. Ama sıradaki hikâyede bahsi geçen duràk hakikaten “ahmak”tır. Hikâye, skazkalarda görülen geleneksel girizgâhla başlar.
“Bir zamanlar bir tsarstvo’da, gosudarstvo’nun birinde…” – fakat “krallık” ya da “devlet” anlamındaki eşanlamlı bu iki kelime, yalnızca kafiyeli oldukları için kullanılmıştır.
Budala ve Huş Ağacı
Bir zamanlar ülkenin birinde üç oğlu olan ihtiyar bir adam yaşardı. Oğullarından ikisinin aklı başındaydı fakat üçüncüsü budalanın tekiydi. Yaşlı adam ölünce oğulları, mallarını paylaşmak için aralarında çöp çektiler. Kurnaz olanlar her türlü güzel şeyi kaparken aptal olanın payına bir öküz düştü. Üstelik kemik torbası bir öküz!
Neyse, zamanı gelince akıllı kardeşler hazırlanıp ticaret yapmak için yola çıkmaya karar verdi. Budala oğlan bunu görüp dedi ki:
“Ben de sizinle geleceğim, ağabeylerim. Öküzümü satacağım.”
Bunun üzerine öküzün boynuna bir ip bağlayıp şehre götürdü. Yolu bir ormana düştü. Bu ormanın ortasında yaşlı bir huş ağacı vardı. Rüzgâr her estiğinde huş ağacı çatırdıyordu.
“Şu ağaç ne diye çatırdayıp duruyor?” diye düşündü Budala. “Öküzüm için pazarlık ediyor olmalı. Pekâlâ, öküzümü almak istiyorsan itirazım yok. Yalnız, fiyatı yirmi ruble. Bundan aşağısını kabul etmem. Haydi, sökül bakalım paraları!” dedi.
Huş ağacı hiç cevap vermeden sallanmaya devam etti. Fakat Budala, ağacın öküzü veresiye almak istediğini sandı. “İyi, tamam,” dedi, “Yarına kadar beklerim ben de!” Öküzünü huş ağacına bağlayıp oradan ayrıldı. Ardından akıllı ağabeyleri gelip sordular:
“Ne oldu, Budala? Sattın mı öküzünü?”
“Sattım.”
“Kaça?”
“Yirmi rubleye.”
“Peki, para nerede?”
“Daha parayı almadım. Yarın gidip alacağım, öyle anlaştık.”
“Senden de bu beklenirdi!” dediler.
Budala sabah erkenden kalkıp giyindi ve parasını almak için huş ağacının yanına gitti. Ağaç oracıkta rüzgârla salınıyordu ama öküz ortalıkta yoktu. Hayvancağız, gece kurtlara yem olmuştu.
“Haydi, komşu!” diye seslendi ağaca. “Paramı öde. Bugün ödeme yapacağına söz vermiştin.”
Rüzgâr esti, ağaç çatırdadı ve Budala bağırdı:
“Yalancının tekiymişsin! Dün ‘Paranı yarın vereceğim,’ diyordun, şimdi yine aynı şeyi söylüyorsun. Öyle olsun. Ama bir günden fazla beklemem. Paramı yarın isterim.”
Eve dönünce ağabeyleri yine sorular sormaya başladı:
“Paranı aldın mı?”
“Hayır. Yine beklemem gerekiyor.”
“Kime sattın ki?”
“Ormandaki solmuş huş ağacına.”
“Ah, geri zekâlı seni!”
Üçüncü gün Budala, baltasını alıp ormana gitti. Parasını istedi ama huş ağacı çatırdamaktan başka şey yapmıyordu. “Yok, komşu, böyle olmaz!” dedi. “Bana vaatte bulunup duracaksan seninle işimiz iş. Ben böyle şakalardan hiç hoşlanmam. Bu yaptığını sana ödeteceğim!”
Bu sözleri söyleyip baltasını savurmaya başladı. Huş ağacının içinde bir oyuk vardı ve haydutlar bu oyuğa bir küp altın saklamışlardı. Balta darbeleriyle ağaç ikiye yarılınca, altınlar ortaya çıktı. Budala, kaftanının eteklerine alabildiği kadar altın doldurup eve koştu. Ağabeylerine altınları gösterdi.
“Bu hazineyi nereden buldun, Budala?” diye sordular.
“Bir komşu öküzüm karşılığında verdi. Ama hepsi bu değil, daha çok var! Haydi, gelin ağabeylerim, geri kalanını da siz alın!”
Hep beraber ormana gidip bütün altınları topladılar ve eve getirdiler.
“Bak şimdi Budala,” dedi işbilir ağabeyleri, “bu kadar çok altınımız olduğunu kimselere söyleme.”
“Korkmayın, kimseciklere tek laf etmem!”
Ansızın bir Diachok11 çıktı karşılarına ve dedi ki:
“Ormandan ne götürüyorsunuz öyle, biraderler?”
Akıllı kardeşler cevap verdi: “Mantar.” Ama Budala onların sözlerini inkâr ederek dedi ki:
“Yalan söylüyorlar! Para götürüyoruz. İşte, bak!”
Diachok derin bir ah çekip altının üzerine atıldı ve ceplerini avuç avuç altınla doldurdu. Bu işe çok öfkelenen Budala, baltasıyla Diachok’u bir hamlede yere serip öldürdü.
“Budala! Sen ne yaptın?” diye bağırıştı kardeşleri. “Sen iflah olmaz bir adamsın. Bizim de felaketimiz olacaksın! Bu cesedi ne yapacağız, ha?”
Uzun süre düşündüler ve sonunda cesedi boş bir kilere götürüp attılar. Fakat biraz zaman geçince en büyük ağabey, ortancaya endişelerini anlattı:
“Bu işin sonu kötü olacak. Diachok’u aramaya başladıklarında, göreceksin bak, Budala içinde hiçbir şeyi tutmadan her şeyi anlatıverecek. Şimdi ben diyorum ki bir keçi öldürüp kilere gömelim ve ölü adamın cesedini başka bir yere saklayalım.”
Her neyse. Kardeşler gece oluncaya dek bekledikten sonra bir keçi öldürüp kilere attı. Planladıkları şekilde Diachok’u da başka bir yere götürüp gömdüler. Birkaç gün geçtikten sonra insanlar her yerde Diachok’u arayıp sordular.
“Ne yapacaksınız Diachok’u?” dedi Budala kendisine sorulduğunda. “Birkaç gün evvel baltamla öldürdüm onu. Ağabeylerim de kilere götürdü.”
İnsanlar Budala’nın yakasına yapışıp bağırdılar: “Hemen bizi ona götür, nerede olduğunu göster.”
Budala, kilere gidip keçinin başını tuttu ve sordu:
“Sizin Diachok siyah saçlı mıydı?”
“Evet.”
“Sakalı var mıydı?”
“Evet, vardı.”
“Peki ya boynuzları?”
“Ne boynuzundan bahsediyorsun sen Budala?”
“Gelin de kendiniz görün,” dedi keçinin başını onlara çevirerek. Kilerdekinin keçi leşi olduğunu görünce Budala’nın yüzüne tükürüp evlerine gittiler.
Bütün dünyada en çok bilinen budala masallarından biri, henüz doğmamış torunlarını bekleyen olası talihsizlikleri hayal ederek kendini üzen ve çocuklarına çok düşkün olan anne babaların öyküsüdür. İskoçya’da bu hikâye biraz farklı bir şekilde anlatılır. Bir zamanlar yaşamış iki yaşlı kadın vardır. Günün birinde hüngür hüngür ağladıkları görülür. Üzüntülerinin sebebini anlatmak zorunda kalırlar. Buna göre iki kadın hayaller kurmuştur: Evli olsalardı, birinin erkek, diğerinin ise kız çocuğu olsaydı, sonra bu çocuklar büyüyüp evlense ve bebekleri olsaydı, bu küçük torun pencereden yuvarlanıp ölseydi, ne korkunç bir şey olurdu. İşte bu korkunç düşünce, kadıncağızları gözyaşlarına boğar. Bu hikâyenin Rusça versiyonlarından birinde ise Lutonya adlı bir çocuğun yaşlı anne babası, hayali bir torunun ölümüne ağlayıp durur. Yaşlı kadının düşürdüğü odun yüzünden küçücük çocuğun ölmesi ne korkunç bir felaket olurdu, diye düşünürler. Lutonya, anne babasının bu üzüntüsünü öyle gereksiz bulur ki, sonunda evden ayrılır ve onlardan daha aptal insanlar bulana dek geri dönmeyeceğini söyler. Dere tepe düz gider ve çoğuna aşina olduğumuz birçok aptallığa şahit olur. Mesela, orada yetişen çimleri yesin diye evin damında bırakılan bir ineğe rastlar, bir başka yerde hamutuna zorla sokmaya çalıştıkları bir at görür, üçüncü bir diyarda ise her defasında kilerinden bir kaşık süt getiren bir kadın çıkar karşısına. Fakat kahramanımız, aradığı üstün aptallığı bulamadan masal sona erer. Buna benzeyen başka bir Rus masalında Lutonya, kurnaz bir üçkâğıtçının oyununa gelen annesinden aptal birini bulmak için evinden ayrılır. Önce kısa bir ipi germeye çalışan marangozlarla karşılaşır ve ipe bir parça ekleyebileceklerini göstererek onların minnettarlığını kazanır. Sonra orak nedir bilmeyenlerin yaşadığı ve insanların darıları ısırarak hasat ettiği bir yere gelir. Onlara orak yapıp bir darı demetinin içine saplar ve orada bırakır. Köylüler, devasa bir solucan sandıkları orağın ucuna bir ip bağlayarak nehre kadar çekiştirerek götürürler. İçlerinden birini bir kütüğe bağlayıp suya bırakırlar, ipin bir ucunu da ona vererek “solucan”ı suya götürmesini isterler. Kütükle beraber köylü adam da ters döner, başı su altında kalır, bacakları ise suyun üstüne çıkar. “Kardeşim!” diye bağırırlar adama nehrin karşısından “Çoraplarını neden bu kadar umursuyorsun? Bırak ıslansın, ne olacak? Sonra ateşte kurutursun.” Ama adamcağız cevap veremez çünkü boğulmuştur. Nihayet Lutonya, içinde bulunduğu gruptakileri sayarken kendini saymayı unuttuğu için güçlük yaşayan İrlandalı’nınkine eşdeğer bir aptallık örneği bulmuştur. Bu olaydan sonra evine döner.
Bu tür mizahın örneklerini çoğaltmak, tüm Rusya’da bilinen halk masallarında bunlara rastlamak kolaydır. Gotham’ın bilge adamlarına, Stout adlı seyyar satıcı tarafından iç eteklikleri kesilen yaşlı kadınlara ya da çocuk kalbimizi hâlâ mest eden Aptallar Diyarı’nın diğer sakinlerine dair hikâyeler ile mübalağa hikâyeleri, Baron Munchhausen’ın şaşırtıcı maceralarının dayandığı Alman Lügenmährchen (Yalan Masallar) bunların benzerleridir. Fakat sözünü ettiğim örneklerle devam etmeyeceğim ve daha önemli bir skazka grubuna geçmeden evvel de Rus masal anlatma sanatını yansıtan bir “hayvan hikâyesi” ve bir “efsane”ye yer vererek bu bölümü sonlandıracağım. İşte birinci hikâye: