Kitabı oku: «Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt», sayfa 2
“Bu taş zamanının çoğunu Mor Bulutlar Sarayı’nın batısında, Kutsal Nehir kıyısında dolaşarak geçirirdi. Bir gün Üç Doğum Taşı’nın yanında Kırmızı İnci Çiçeği’ni görüp ona hayranlık duyunca, günbegün köklerini tatlı çiyle sulayarak hayat hediyesi sunmaya başladı. Aylar ve yıllar geçtikçe Kırmızı İnci Çiçeği gökyüzünün ve yeryüzünün özünü içine çekti ve tatlı çiyin nemini ve besinini aldı, zaman içinde çiçek hâlinden çıkıp insan şekline büründü ve bir kız olarak tamamlandı.”
“Bu güzel kız bütün gün Ayrılık Acısı Diyarı’nın ötesinde dolaşır, açlığını Gizli Tutku meyvesi yiyerek, susuzluğunu da Hüzün Denizi’nden su içerek giderirdi. O ana kadar cömertçe kendisine sunulan besinler için taşa olan minnetini göstermediğinden, içi içini yedi ve sonunda bu bir takıntı hâlini aldı.”
“ ‘O bana bolca tatlı çiyinden verdi.’ derdi Kırmızı İnci, kendi kendine. ‘Ama onun iyiliğine karşılık verecek suyum yok benim! Eğer o, insan şeklinde dünyaya inecek olursa, ben de ona eşlik ederim ve belki de bir ömür boyu dökeceğim gözyaşlarıyla borcumu ödeme imkânı bulurum.’ ”
“Bu tuhaf durum sonucunda, Uyarıcı Görüntü Perisi günahlarının cezasını çekmemiş olan pek çok zevk düşkünüyle beraber Kırmızı İnci’yi de müthiş insan hayatı illüzyonunda rol almaları için dünyaya göndermeye karar verdi. Bugün bu taşın da kaderinde dünyaya inmek yazılı olduğundan, onu kaydettirmek ve diğer tutku düşkünleriyle birlikte dünyaya göndermek için Uyarıcı Görüntü Perisi’ne götürüyorum.”
“Bu gerçekten çok saçma.” diye araya girdi Taocu. “Gözyaşıyla geri ödeme yapıldığını daha önce hiç duymadım! Bu hikâyenin bildik basit hikâyelerden çok daha ince ayrıntıları olacağını düşünüyorum.”
“Eski aşk hikâyeleri, bir dizi şiir eşliğinde, karakterlerinin hayatlarını ana hatlarıyla anlatırlar.” dedi Budist keşiş. “Samimi aile hayatları ya da günlük yemeklerinin ayrıntıları anlatılmaz bize. Ayrıca bu tür hikâyeler, gizli buluşmalar ve kaçamaklarla ilgilenirler; genç bir erkekle bir kız arasındaki gerçek aşkı dile getirmezler. Bu ruhlar dünyaya inince, eski aşk hikâyelerindekilere hiç benzemeyen âşıklar ve çapkınlar, saygıdeğer insanlar, ahmaklar ve alçaklar göreceğimizden eminim.”
“Neden biz ikimiz de bu fırsattan yararlanıp aynı şekilde dünyaya inmiyoruz? Birkaçının kurtarılmasını sağlayabilirsek, bu, övgüye değer ve erdemli bir iş olmaz mı?”
“Ben de aynen öyle düşünmüştüm.” dedi Budist. “Ama önce şu işe yaramaz şeyi Uyarıcı Görüntü Perisi’nin sarayına götürüp bu işi halledelim! Zevk düşkünü ruhlar takımı insanoğlunun dünyasına inince biz de onları izleriz. Şu ana kadar sadece yarısı indi, tamamı henüz toplanamadı.”
“Tamam o hâlde, nereye gidersen peşinden gelmeye hazırım.” diye kabullendi Taocu.
Zhen Shiyin bu sözlerin hepsini duydu ama “şu işe yaramaz şey” ile ne demek istendiğini anlayamadı. Yanlarına gidip selam vermeden edemedi.
“Selamımı kabul buyurun, ölümsüz efendilerim.” dedi gülümseyerek.
Budist ve Taocu hiç zaman geçirmeden selamına karşılık verince, sözlerine devam etti. “Şimdi duyduğum bu neden-sonuç üzerine sohbetinizi dinlemek çok az ölümlüye nasip olan, nadir bulunan bir fırsattır gerçekten. Ama ben anlayışı kıt bir kardeşiniz olduğumdan, tam olarak manasını kavrayamadım. Eğer lütfeder de beni daha fazla aydınlatırsanız, kulaklarını açıp dikkatle dinleyecek olan kardeşinizin zihni açılır, belki de cehennem acılarından kurtulmanın bir yolunu bulur.”
“Bizim sohbetimiz, doğru zamanı gelmeden ifşa edemeyeceğimiz gizemli şeylere dair; vakti gelince bizi hatırla, o zaman kızgın çukurdan kaçabilirsin.” dediler gülerek.
Bunun üzerine artık Shiyin onlara baskı yapmanın bir faydası olmayacağını anladı.
“Hiç şüphesiz gizemli bir şeyi soruşturmamam gerekir.” dedi gülümseyerek. “Bari biraz önce sözünü ettiğiniz işe yaramaz şeyin ne olduğunu söyleyin. Onu benim de görmeme izin verir misiniz?”
“Sorduğun şeyle karşılaşmanın, kaderinde olduğunu söyleyebilirim.” diye cevap verdi Budist keşiş.
Bu sözleri söylerken çok güzel, yarı saydam bir taş çıkarıp Shiyin’e verdi. Shiyin alıp dikkatle inceleyince, onun çok güzel bir taş olduğunu gördü, öyle parlak ve öyle temizdi ki yüzeyindeki yazılar net bir şekilde okunabiliyordu. Değerli Manevi İdrak Taşı yazıyordu. Tam arka yüzündeki küçücük harflerle yazılmış birkaç sütunu dikkatle incelerken, Budist hemen itiraz etti.
“Hayalî Diyar’a geldik bile.” dedi. Sert bir şekilde taşı elinden çekip aldı ve Taocuyla beraber, üzerinde “Büyük Boşluk Hayalî Diyarı” yazan kocaman, taş bir kemerin altından geçti. Kenarlardaki iki sütunun üzerinde şunlar yazıyordu:
Yalan gerçeğin yerine geçtiğinde, gerçek de yalan olur;
Hiçlik bir varlığa dönüşürse, varlık da hiçlik olur.
Shiyin de onların peşinden öteki tarafa geçecekti ama tam bir adım atmak üzereyken, birden korkunç bir gümbürtü duydu, sanki dağlar yerle bir olmuş, yeryüzü parçalanmıştı. Bir çığlıkla uyanıp etrafına bakındı. Tek görebildiği, başlarını eğmiş muz yapraklarını kavurucu ışınlarıyla parlatan kızgın güneşti. Gördüğü rüyadaki olayların yarısı hafızasından silinip gitmişti bile.
Bu arada sütannenin, kucağında Yinglian’le kendisine doğru geldiğini fark etti. Kızı Shiyin’in gözüne çok daha güzel göründü, parlak bir mücevher gibi değerli ve sevimliydi. Kollarını uzatıp onu aldı ve tatlı sözler söyleyerek bir süre kucağında onunla oynadı. Sonra dinî bir geçit töreninin neden olduğu hareketliliği seyretmek için onu sokağa çıkardı. Tam tekrar içeri girmek üzereyken, karşı taraftan biri Budist, diğeri Taocu iki keşişin de deli gibi konuşup gülüşerek yaklaştıklarını gördü. Ayakları çıplak olan Budist’in kafası kabuk kaplıydı; saçları karmakarışık olan Taocunun da tek ayağı aksıyordu. Shiyin’in kapısına geldiklerinde, kucağında Yinglian’le onu görünce Budist keşiş feryat figan etmeye başladı.
“Bu talihsiz yaratığı neden kucağında taşıyorsun?” diye sordu. “Ana-babasına dertten başka bir şey getirmeyecek.”
Shiyin bu sözleri duydu ama deli saçması olduklarını düşünerek rahibe hiç kulak asmadı.
“Onu kucağından indirip bana ver!” diye devam etti Budist.
Sabrı taşan Shiyin kızına daha sıkı sarılıp içeri girmeye yeltenince, keşiş eliyle onu işaret ederek bir kahkaha kopardı. Sonra da şu sözleri söyledi:
Narin kızını besler büyütür aşkla,
Eriyen karda ışıldar ayna!
Fener Festivali 5 bitince kendini kolla,
O zaman ateş sönecek, yok olacak duman da.
Bu sözleri net bir şekilde duyan Shiyin anlamını merak etti. Bu muammalı sözlerin altında neyin gizli olduğunu tam soracakken, Taocunun Budist keşişe, “Burada yollarımız ayrılıyor. Artık her birimiz kendi işimize bakalım. Üç çağ sonra Beimang Dağı’nda seni bekleyeceğim; yeniden buluştuğumuzda beraber Hayalî Diyar’a gider, bu olayı kayıtlardan sileriz.” dediğini duydu.
“Harika!” diye bağırdı Budist keşiş.
Bu sözler üzerine iki adam birbirlerinden ayrılıp kendi yollarına gittiler ve bir daha izlerini gören olmadı.
“Bu iki adam pek çok tecrübe yaşamış olmalı.” diye düşündü Shiyin. “Onlara daha çok şey sorsaydım keşke ama artık pişmanlık duymak için çok geç.”
Shiyin kapısının önünde durmuş bunları düşünürken, bitişiğindeki Su Kabağı Tapınağı’nda yaşayan, beş parasız âlimin geldiğini fark etti. Adı Jia Hua, stil adı Shifei, takma adı Yucun’dı. Jia Yucun aslen Huzhouluydu, âlimler ve bürokratlar soyunun son nesliydi; anne ve baba tarafından bütün ataları mal varlıklarını tamamen tüketmiş ve ölüp giderek onu bu dünyada yapayalnız bırakmışlardı. Doğduğu yerde kalmakla bir şey elde edemeyeceğini görünce bir mevki edinip, aile servetini yeniden iyileştirmek umuduyla başkente gitmek üzere yola koyulmuştu. Ama iki yıl önce buraya gelene kadar parası suyunu çekmiş, çok zor şartlarda yaşamıştı. Geçici olarak tapınağa yerleşmişti ve arzuhâlcilik yaparak kıt kanaat geçiniyordu. Bu yüzden Shiyin onu sık sık görüyordu.
Yucun, Shiyin’i görür görmez samimi bir gülümsemeyle selam verip, “Kapında durmuş neye bakıyorsun öyle, beyim? Sokaklarda kayda değer bir haber var mı?” diye sordu.
“Yok bir şey.” diye cevap verdi Shiyin, gülümsemesine karşılık vererek. “Biraz önce küçük kızım ağlıyordu, onu oyalamak için dışarı çıkardım. Yapacak bir şey bulamayıp o kadar sıkılmıştım ki gelmek için bundan daha iyi bir zaman bulamazdın, sevgili kardeşim Jia. Fakirhaneme gel de bu uzun yaz gününü beraber geçirelim.”
Böyle dedikten sonra bir hizmetkâra kızını içeri almasını söyledi ve Yucun’ın elinden tutup çalışma odasına götürdü, genç bir çocuk onlara çay servisi yaptı. Daha birkaç kelime ancak etmişlerdi ki bir hizmetkâr aceleyle içeri dalıp Bay Yan’in ziyarete geldiğini haber verdi.
Shiyin hemen ayağa fırladı.
“Kabalığımı bağışla lütfen.” dedi özür dilercesine. “Birkaç dakika burada bekler misin? Hemen yanına geleceğim, sen keyfine bak.”
“Dert etme, beyim.” dedi Yucun, ayağa kalkarak. “Ben her zaman misafirin oluyorum zaten, biraz beklemekten ne çıkar?”
Bu sözler söylenirken Shiyin misafir odasına gitmek üzere çıkmıştı bile. Onun yokluğunda Yucun can sıkıntısını gidermek için bazı şiir kitaplarına göz gezdirmeye başladı, sonra birden dışarıda bir kadının öksürdüğünü duydu. Hemen pencereye gidip dışarı baktı. Çiçek toplayan genç bir hizmetçiydi. Sıra dışı bir yüzü, parlak gözleri ve düzgün kaşları vardı. Çok güzel değilse de duyguları uyandıracak bir çekiciliğe sahipti. Yucun büyülenmiş bir şekilde ona bakakaldı. Zhen ailesinin hizmetçisi çiçekleri toplama işini bitirip içeri girmek üzereyken, birden başını kaldırıp bakınca pencerede birisinin olduğunu gördü. Yucun’ın şapkası lime lime, kıyafeti eski püsküydü. Ama fakirliğine rağmen güçlü bir yapısı, geniş bir yüzü, dolgun dudakları vardı; ayrıca kaşları kılıç, gözleri yıldız gibiydi, burnu düzgün, yanakları yuvarlaktı.
Kız aceleyle geri dönüp oradan kaçtı. Bir yandan da “Eski püskü kılığına rağmen ne kadar da güçlü kuvvetli bir adam.” diyordu içinden. “Arada sırada efendimin sözünü ettiği ve bir fırsatını bulursa, memnuniyetle yardım etmek istediği genç bu, adı Jia Yucun’dı galiba. Evet, o olduğundan eminim, bizim ailemizin ondan başka fakir bir arkadaşı yok ki. Efendim, kesinlikle onun bu fakirliğinin çok uzun sürmeyeceğini de söylüyor.”
Bu düşünceler içindeyken kendini tutamayıp bir-iki kere dönüp baktı.
Yucun onun baktığını fark edince, bunu kızın kendisinden hoşlandığı şeklinde yorumlayarak, bastırılamaz bir sevinçle deliye döndü.
“Hiç şüphesiz, bu kızın sezgileri çok kuvvetli. Bu dünyada paçavraların altındaki cevheri gören çok az kişiden biri o.” diye düşündü.
Kısa bir süre sonra genç hizmetkâr tekrar odaya gelince, Yucun ön odadaki misafirin yemeğe kalacağını öğrendi. Bu durumda daha fazla beklemesi gereksiz olduğundan, bir koridordan geçip arka kapıdan dışarıya çıktı. Bay Yan gittikten sonra, Yucun’ın çoktan oradan ayrıldığını öğrenen Shiyin tekrar onu davet etmeye yeltenmedi.
Ay Festivali6 gelip de aile yemeği yendikten sonra, Shiyin çalışma odasında bir masa daha kurdurdu ve Yucun’ı davet etmek için ay ışığında tapınağa doğru yürüdü.
Zhen ailesinin hizmetçisinin iki kere dönüp baktığı günden beri Yucun, kızın kendisine karşı arkadaşça eğilimi olduğundan emin bir şekilde sürekli onu düşünüyordu. Ay Festivali’nin olduğu o gün de dolunaya bakarken keyifle onu hatırlamadan edemedi. O anda şu dizeler döküldü dudaklarından:
Acaba kaderimde beni bekleyen ne?
Acı üstüne acı gelir üstüme,
Kaşlarım çatılır umutsuzca, kalbimde hüzün,
Döndü baktı bana giderken,
Rüzgârdaki gölgemdir tek gördüğüm,
Ay ışığında bana arkadaşlık eder mi?
Bu parlak ışınlar arzumu bilseydi,
Önce o güzelin odasına değerdi.
Yucun bunları söyledikten sonra, tutkularını gerçekleştirmekten ne kadar da uzak olduğunu düşünerek alnını ovuşturdu, gözlerini gökyüzüne çevirip birkaç kez derin derin iç geçirdi ve yüksek sesle şu dizeleri okudu:
Kutudaki mücevher yüksek bir bedel bekler,
Kılıfındaki iğne yükseklere uçmayı diler.
Şans eseri tam o anda yaklaşmakta olan Shiyin bu dizeleri duyup gülümsedi.
“Sevgili kardeşim Yucun, pek de sıradan tutkuların olmadığını görüyorum!” dedi.
Biraz mahcup olan Yucun gülümseyerek cevap verdi hemen.
“Yok canım, hiç de değil. Sadece eski bir şairin dizelerini söylüyordum. O kadar yükseklere göz dikmiyorum. Bu ziyaretinizi neye borçluyum, sevgili beyim?”
“Bu akşam Ay Festivali.” dedi Shiyin. “Genellikle Kavuşma Festivali olarak da bilinir. Bu Budist tapınağında bir yabancı gibi yaşadığın için yalnızlık çekeceğini düşündüm, sevgili kardeşim. Bu yüzden küçük bir hazırlık yaptım, acaba fakirhaneme gelip bir kadeh şarap içmek ister misin? Bu naçizane davetimi kabul eder misin?”
Teklifi duyan Yucun ısrara ihtiyaç duymadan memnuniyetle kabul etti.
“Böyle bir inceliğin karşısında, bu cömert davetini nasıl geri çevirebilirim?”
Bu sözlerden sonra Shiyin’in eşliğinde çalışma odasının önündeki bahçeye doğru yürüdü. Kısa süre içinde çaylarını bitirdiler. Kadehler ve tabaklar önceden hazırlanmıştı; tabii ki şarabın lezzetli, yiyeceklerin muhteşem olduğunu söylemeye gerek yok. İki arkadaş masada yerlerini aldı. Önce hiç acele etmeden doldurdular kadehlerini ve sakince şaraplarını yudumladılar ama sohbet hararetlenince, yavaş yavaş keyifleri arttı ve daha bilinçsizce içmeye başladılar.
O anda çevredeki her evden flüt ve lavta sesleri geliyor; her yerde şarkılar söyleniyordu. Başlarının üzerinde parlak ay her yeri kuşatan bir görkemle ışıldıyordu. Keyifleri iyice artan iki arkadaş kadeh üstüne kadeh deviriyordu.
Zilzurna sarhoş olan Yucun coşkusuna hâkim olamıyordu. Aya bakarken düşündüklerinden ilham alarak, görünüşte ay için ama aslında o ana kadar saklamaya çalıştığı tutkularına ilişkin bir dörtlük dile getirdi:
Dolunaydır ay, on beşinde,
Saf ışığıyla yıkar parmaklıkları!
Parlak küre süzülürken gökte,
Onu izler insanlar yeryüzünde.
“Şahane!” diye bağırdı, bu dizeleri duyan Shiyin. “Hep senin daha büyük bir şeyler için biçilmiş kaftan olduğunu söyleyip duruyorum. İşte bu dizeler hızlı bir gelişmenin habercisidir. Çok geçmeden bulutların üstüne çıkacağın gayet aşikâr! Seni tebrik etmem lazım! Sana kendi ellerimle şarap doldurayım.”
Yucun kadehi kafasına dikip bitirdi.
“Söyleyeceklerim, şarabın etkisindeki bir adamın sarhoş saçmalamaları değil.” diye açıklama yaptı, birden iç geçirerek. “Eğer şu anda mesele bazı niteliklere sahip olmak olsaydı, eminim ki ben de muhtemelen listeye girip Başkent İmtihanı için başvururdum ama kalacak yer ve seyahat masraflarını karşılayacak durumum yok. Başkent de çok uzak. Oraya gitmek için arzuhâlcilikten kazandığım paraya bel bağlayamam…”
Shiyin lafını tamamlamasını bekleyemedi.
“Neden bunu daha önce söylemedin?” diye araya girdi aceleyle. “Uzun zamandır şüpheleniyordum zaten ama sen bana hiçbir şey demediğinden ben de konuyu açmadım, işgüzarlık etmek istemedim. Eğer durum buysa, edebî niteliklerim olmasa da arkadaşlık ve para meselelerinde tecrübeliyim. Şansa bak ki üç yılda bir olan Başkent İmtihanı önümüzdeki yıl yapılacak. Bir an önce başkente doğru yola koyulup bahardaki imtihanda bilgini kanıtlamalısın. Ödülü alınca övünebileceğin yeteneğinin hakkını verirsin. Seyahat masrafları ve diğer meselelere gelince, onları karşılamak benimle olan arkadaşlığının değeri yanında önemsiz kalır.”
Hemen elli tael7 gümüş ve iki kışlık takım getirmesi için hizmetkârını gönderdi.
“On dokuzuncu gün seyahat için en hayırlısı.” diye devam etti. “Hiç zaman kaybetmeden bir tekne tutup batıya doğru yola çıkarsın. Gelecek kış, üstün yeteneklerinle baş döndürücü yüksekliklere çıktığında, tekrar buluşmamız ne büyük mutluluk olacak!”
Yucun parayı ve kıyafeti formalite icabı bir teşekkürle kabul etti, sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi, bu konuda başka bir söz söylemeden şarabını içip, sohbete devam etti.
Gecenin üçüne kadar beraberdiler. Shiyin, Yucun’ı geçirdikten sonra odasına çekilip, güneş tepeye tırmanana kadar deliksiz bir uyku çekti. Sonra, önceki gece olanları hatırlayınca, bazı yetkililerin Yucun’a kalacak yer bulmaları için, başkente giderken yanında götürsün diye iki tavsiye mektubu yazmaya karar verdi. Bunun üzerine Yucun’ı çağırması için bir hizmetkâr gönderdi.
“Rahip, Bay Jia’nın bu sabah saat beşte başkente gitmek üzere yola çıktığını söyledi. Rahipten, edebiyat adamlarının hayırlı ya da hayırsız günler konusunda batıl inançları olmadığını, mantık çerçevesinde hareket etmeyi sevdiklerini ve vedalaşmak için bizzat gelmeye vakti olmadığını size iletmesini istemiş.” dedi geri gelen adam.
Bu mesajı duyan Shiyin’in konuyu unutmaktan başka seçeneği yoktu.
Sakin günler hızla geçer. Fener Festivali çabucak geldi ve Shiyin hizmetkârı Huo Qi’ye, yakılan ateşleri ve fenerleri görmesi için Yinglian’i dışarı çıkarmasını söyledi. Gece yarısına doğru Huo Qi sıkıştı ve küçük kızı bir evin eşiğine bırakıp tuvaletini yapmaya gitti. İşini bitirip geri geldiğinde Yinglian yoktu. Bütün gece boyunca deli gibi arayıp durdu ama şafak sökerken bile kızdan en ufak bir iz bulamadı. Efendisinin yüzüne bakacak cesareti bulamayan Huo Qi köyüne kaçtı.
Kızlarının bütün gece eve gelmediğini gören Shiyin ve karısı, hâliyle başına kötü bir şey geldiği sonucuna vardılar. Hemen onu aramaları için birkaç hizmetkâr gönderdiler ama hepsi geri dönünce kızdan hiçbir iz ya da haber olmadığını bildirdi. Yinglian, orta yaşlı çiftin tek çocuğuydu, onun aniden ortadan kaybolması onları öylesine üzdü ki gece gündüz kendi canlarını hiçe sayacak derecede yas tuttular. Bir ay çarçabuk geçip gitti. Önce Shiyin hasta düştü, sonra da karısı kızının acısıyla yıkıldı kaldı. Her gün doktorlar çağrıldı ve kâhinlere başvuruldu.
Üçüncü ayın on beşinci gününde, Su Kabağı Tapınağı’nda adak sunumu hazırlıkları yapılırken, rahibin dikkatsizliği sonucunda yağ tavası tutuştu ve kısa süre içinde pencerelerdeki kâğıtlar alev aldı.
Civardaki çoğu evin bambu çitleri ve ahşap bölmeleri olduğundan bunlar kaderin emrettiği felakete kaynak teşkil ediyorlardı. Alevler hızla evden eve sıçradı, ta ki bütün sokak bir ateş topuna dönene kadar. Askerler ve sivil halk derhâl yardıma koşsalar da ciddi bir boyuta ulaşan yangının söndürülmesi onların gücünü aşmıştı. Bütün gece gazabını sürdürüp, sönmeden önce kim bilir kaç evi yakıp kavurdu. Tapınağın hemen bitişiğinde olan Zhenlerin evi daha akşamın erken saatlerinde bir moloz yığınına dönmüştü. Karı-koca ve birkaç hizmetkârı ancak canlarını kurtaracak kadar şanslıydılar. Çaresizlik içindeki zavallı Shiyin ayaklarını yere vurup, derin derin iç çekmekten başka bir şey yapamadı.
Karısıyla konuşmalarının ardından gidip çiftliklerinde yaşamaya karar verdiler. Ama son yıllarda mahsul kâh selden kâh kuraklıktan mahvolmuş, eşkıya ve hırsızlar arılar gibi türeyip insanların huzurunu kaçırmışlardı. Yönetim güçleri onları yakalamak için kararlılık gösterse de çiftlikte sükûnet içinde oturmak güçleşmişti. Shiyin’in, bütün mülkünü zararına da olsa paraya çevirip, karısını ve iki hizmetçisini de yanına alarak kayınpederi Feng Su’nun yanına sığınmaktan başka bir çaresi yoktu.
Feng Su, bir Daruzhou yerlisiydi. Yalnızca bir çiftçi olsa da hâli vakti yerindeydi. Kızının ve damadının böyle bir durumda onun evine sığınmalarından pek hoşlanmadı. Neyse ki Shiyin’in mülkünün satışından elde ettiği parası vardı ve bunu kayınpederine verip gelecek günlerde yaşamlarını idame ettirmek üzere, bir fırsatı çıktığında kendi adına bir ev ve araziye yatırım yapmasını istedi. Kayınpederi onu oyuna getirerek paranın yarısıyla verimsiz bir arazi ve harap bir ev alıp diğer yarısını cebine attı.
Okumuş bir adam olan ve bu tür tarım işlerinde hiç tecrübesi olmayan Shiyin, elinden geleni yapıp ancak bir-iki yıl kadar ayakta kalmayı başardıktan sonra iyice fakirleşti. Feng Su onun yüzüne karşı aldatıcı sözler söylerken, arkasından başkalarına, savurgan yaşam tarzı, beceriksizliği ve tembelliğinden dem vurarak sızlanıyordu.
Kayınpederiyle anlaşamadığının farkında olan Shiyin, içten içe pişmanlık ve acı duymaya başladı. Buna ilaveten, önceki yıllarda geçirdiği korku ve üzüntü, katlanmak zorunda kaldığı keder ve çile bünyesini harap etmişti; yaşı ilerlemiş bir adam olarak fakirlik ve hastalığa da maruz kalınca bir ayağı çukurda bir ihtiyar oluverdi.
Biraz dertlerinden zihnini uzaklaştırmak için bir gayret bastonuna dayanıp sokakta yürüyüşe çıktığında, şans eseri, hasır sandaletleri ve hırpani kılığıyla deliye benzer Taocu bir rahibin aksayarak kendisine doğru geldiğini gördü. Kendi kendine şöyle mırıldanıyordu:
Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,
Ama zenginlik ve mevkiye heves ederler!
Hani o eskilerin büyük adamları neredeler?
Çimen bürümüş mezarlarında serililer.
Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,
Ama gümüş ve altına itibar ederler!
Hayat boyu para için didinirler,
Yeterince edinince ölüm gözlerini mühürler.
Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,
Ama karılarını, genç kızları çok severler!
Her kim ki ömür boyu kocasını sevmeye yemin eder,
O ölür ölmez başkasının peşine düşer.
Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,
Ama evlatsız, torunsuz edemezler!
Oysa ne kadar çoktur sevgi dolu ebeveynler,
Hani nerede değerbilir evlatları görenler?
Bu sözleri duyan Shiyin aceleyle rahibe doğru yaklaştı.
“Sen neler söylüyordun öyle?” diye sordu. “Sanki her şeyin boş olduğundan söz ediyor gibiydin.”
“Eğer bu sonucu çıkardıysan, biraz anlayışın var demektir.” dedi Taocu gülümseyerek. “Şu kadarını bilmelisin ki bu dünyadaki bütün iyi şeylerin bir sonu olmalıdır; sonu olan her şey iyidir ama sona ermeyen hiçbir şey iyi değildir. İyi olmak için sona ermesi gerekir. Benim şarkımın adı Bütün İyi Şeyler Sona Ermelidir.”
Shiyin bu sözleri duyunca doğal bir anlayışla manasını kavrayıverdi.
“Dur bir dakika!” dedi gülümseyerek. “Şarkını yorumlamama izin verir misin?”
“Elbette yapabilirsin.” dedi Taocu. Bunun üzerine Shiyin şöyle devam etti:
Sefil odalar, boş salonlar,
Bir zamanlar kodamanlar uğrardılar;
Susuz kalan otlar, kurumuş ağaçlar,
Hani bir zamanlar şarkılarla dans edilen salonlar!
Örümcek ağları bürünmüş oymalı sütunlar,
Artık hasır pencerelerde yeşil bürümcük!
Peki, ya tazelik ve mis gibi pudra kokusu?
Neden şakaklardaki saçlara kırağı yağmış?
Dün sarı toprak beyaz kemikleri içine almış,
Bugün kırmızı fenerler aşk kuşlarının yuvasını aydınlatır!
Sandıklar dolusu altın ve gümüşü olanlar,
Hor görülen dilencilere dönerler!
Başkasının hayatı kısa diye esef edenler,
Ölüme yaklaştıklarından habersizler!
Oğullarını güçlük içinde yetiştirenler,
Bir gün belki de hayta olacaklarını bilmezler!
Lüks içinde büyütülen şımartılmış kızlar,
Kim bilir belki de kaldırıma düşerler!
Şapkası başına küçük gelen hâkimler,
Gün gelir suçlu prangasını giyerler.
Dün paçavralar içinde titreyenler,
Bugün mor urbaya burun bükerler!
Dünya tiyatrosunda karmaşa hüküm sürer,
Biri çıkarken sahneye biri iner.
Boşuna dolaşıp dururuz bizler,
Sonunda yabancı toprakları yuva bilirler.
Nihayetinde harcanan bütün emekler,
Başkaları giysin diye dikilmektedir giysiler!
Tuhaf, aksak Taocu ellerini çırptı.
“Tam üstüne bastın!” dedi içten bir gülüşle.
“Gidelim.” diye cevap verdi kısaca Shiyin ve Taocunun omuzundaki torbayı alıp kendi omuzuna astı; sonra evine bile uğramadan bu tuhaf rahiple beraber yürüyüp gitti.
Onun ortadan yok olma haberi hemen ağızdan ağza tüm çevreye yayılıp bir velvele yarattı. Shiyin’in karısı Dame Feng haberleri duyunca öyle bir ağlama nöbetine tutuldu ki ölümün eşiğine geldi. Ama tek seçeneği babasına danışmak ve araştırsınlar diye dört bir yana hizmetkârlar göndermekti. Kocasından hiçbir haber çıkmadı. Çaresiz geri dönüp, hayatını idame ettirmek için anne babasına bel bağlamak zorunda kaldı. Neyse ki iki hizmetçisi hâlâ yanındaydı. Üçü beraber gece gündüz dikiş dikerek, babasının günlük masraflarına destek oldular. Babası Feng Su’nun, her gün kötü talihine söylense de kaçınılmaz olana boyun eğmekten başka çaresi yoktu.
Bir gün hizmetçilerin daha büyük olanı, kapının önünde ip satın alırken birden birtakım adamların sokağın boşaltılması için bağırdıklarını duydu. İnsanlar, yeni bir üst düzey memurun göreve başlamak üzere geldiğinden söz ediyorlardı. Kız kapı aralığına saklanıp seyretmeye başladı. Önce askerler ve muhafızlar ikişerli sıralar hâlinde geçtiler, sonra siyah şapkası ve kırmızı ceketiyle büyükçe bir tahtırevanda oturan bu yüksek memuru taşıdılar. Kız afallayıp kaldı.
“Bu yetkilinin yüzü oldukça tanıdık geliyor.” diye düşündü. “Sanki onu daha önce bir yerde gördüm.”
Kısa süre sonra eve girdi ve bu olayı hemen unutup, bir daha düşünmedi. Gece tam yatmaya giderlerken kapının vurulduğunu duydu. Bir grup adam gelmişti.
“Biz yüce efendimizin gönderdiği habercileriz, içinizden birini sorgu için almaya geldik.” dediler.
Bunları duyan Feng Su öyle bir dehşete kapıldı ki ağzı bir karış açık hâlde bakakaldı.
Nasıl bir tehlikenin beklediğini öğrenmek için, sevgili okur, sonraki bölümü okuman gerekiyor.