Kitabı oku: «Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt», sayfa 4
3. BÖLÜM
Lin Ruhai kayınbiraderi Jia Zheng’a, kızına öğretmenlik yapması için Yucun’ı tavsiye eder.
Dul Büyük Hanımefendi Jia annesi olmayan torununu yanına getirtir.
Hikâyemize devam edelim.
Yucun hızla arkasını dönünce konuşanın, kendisi gibi suçlanarak işten atılan eski meslektaşı, oranın yerlisi Zhang Rugui olduğunu gördü; kovulduktan sonra Yangzhou’daki evine dönmüştü. Geçenlerde, kovulan eski memurların tekrar işlerine geri alınacaklarına dair başkentten haber gelince, hemen fırlayıp bir torpil bulmak için elinden geleni yapmaya başlamış, o sırada hiç beklenmedik bir şekilde Yucun’a rastlayınca tebrik etmek için hiç zaman kaybetmemişti. İki arkadaşın geleneksel selamlaşmasından sonra, Zhang Rugui Yucun’a iyi haberi verdi. Tabii Yucun buna çok sevindi, alelacele bir iki laf ettikten sonra herkes kendi yoluna gitti.
Her şeyi duyan Leng Zixing, Yucun’a, başkentteki kayınbiraderi Jia Zheng’dan yardım istemesi için efendisi Lin Ruhai’e başvurmasını önerdi. Onun bu önerisini kabul eden Yucun hemen arkadaşından ayrılıp kaldığı yere döndü ve haberin doğru olup olmadığını teyit etmek için Metropolitan gazetesini buldu. Doğruluğundan emin olunca ertesi gün Lin Ruhai’e konuyu açtı.
“Tesadüfe bak ki sana yardım etme şansı doğdu!” dedi Ruhai. “Karımın ölümünden sonra, başkentte oturan kayınvalidem kızımın bakacak kimsesi olmadığı için çok endişelendi ve onu aldırmak için kadın ve erkek hizmetkârlarıyla beraber iki tekne gönderdi. O sıralar kızım hasta olduğundan gidişini ertelemiştim. Ben de şimdilerde onu başkente göndermeyi düşünüyordum. Tam da ona yaptığın öğretmenliğin karşılığını nasıl ödeyeceğimi bilemezken, minnetimi gösterme fırsatı çıkmış oldu. Hiç merak etme. Ben zaten bu ihtimali önceden görüp, konuyla ilgilenerek kayınbiraderime sana olan borcumun küçük bir karşılığı olarak, senin için her şeyi yoluna koysun diye bir tavsiye mektubu yazmıştım. Çıkabilecek masraflar için de endişelenme, mektupta bu konudan da söz ettim.”
Yucun nazikçe başını eğerek duyduğu minneti dile getirdi.
“Acaba saygıdeğer kayınbiraderinizin nerede oturduğunu sorabilir miyim? Görevi nedir? Benim durumumdaki birinin ona kendini kabul ettirmeye kalkışması can sıkıcı olmaz mı?”
Ruhai güldü.
“Benim kayınbiraderim de senin saygıdeğer sülalenden. Rongguo Dükü’nün torunu. Stil adı Enhou olan büyük kayınbiraderim Jia She birinci derece memur unvanının vârisi oldu. Stil adı Cunzhou olan ikinci kayınbiraderim Jia Zheng, Çalışma Bakanlığında müsteşar. Mütevazı ve iyi kalpli bir adamdır, büyükbabasına çekmiş. Bu yüzden ona yazıp senin için ricada bulundum. Sana yardım edeceğine güvenmesem, ona başvurup senin onurunu riske atmaz ve hemen ona mektup yazmaya kalkışmazdım, kardeşim.”
Önceki gün Zixing’in söylediklerini doğrulayan bu sözleri duyan Yucun, Lin Ruhai’e minnet duygusunu ifade etmekte gecikmedi.
“Kızımı başkente göndermek için gelecek ayın ikinci gününü seçtim.” diye devam etti Ruhai. “Sen de onunla gidersen, iki taraf için de daha uygun olmaz mı?”
Yucun içten içe çok sevinerek bu teklifi kabul etti. Her şeyin gayet memnun edici bir hâl aldığını düşündü. Ruhai bulduğu ilk fırsatta başkente göndereceği hediyeleri ve seyahat için gereken her şeyi hazırlayıp Yucun’a verdi.
Hastalığı yeni atlatan küçük öğrencisi Daiyu, önce babasından ayrılma fikrini kabullenemedi ama büyükannesinin ısrarlarına boyun eğmek zorunda kaldı.
“Ben artık elli yaşıma geldim ve tekrar evlenmeye de hiç niyetim yok.” diye kendi gerekçelerini ekledi Ruhai. “Sen daha çok küçük ve narinsin; ne sana bakacak bir annen var başında ne de seni kollayıp gözetecek bir kardeşin. Eğer gidip büyükannen, dayıların ve kızlarıyla yaşarsan zihnimden büyük bir yük kalkacak. Öyleyse neden gitmeyesin?”
Bunun üzerine gözünde yaşlarla babasından ayrılan Daiyu, dadısı ve Rong Konağı’ndan kendisini almaya gelen birkaç hizmetçiyle beraber tekneye binip yola koyuldu. Yucun da iki delikanlıyla diğer tekneye atlayıp, Daiyu’nün peşinden gitti.
Günü gelince başkente vardılar. Yucun kendisine çekidüzen verip iki delikanlının eşliğinde Rong Konağı’nın kapısına gitti ve akrabalığını belirten kartviziti içeri gönderdi.
Jia Zheng eniştesinin gönderdiği mektubu çoktan almıştı, onu hemen içeri çağırttı. Karşılaştıklarında Yucun’ın etkileyici görünümü ve kültürlü konuşması Jia Zheng üzerinde mükemmel bir izlenim bıraktı. Jia Zheng eğitimli insanlara karşı nazik ve yeteneklilere karşı çok saygılıydı; büyükbabası gibi ihtiyaç içinde olan insanlara yardım eli uzatmaya ve sıkıntıda olanların imdadına koşmaya hazırdı. Hele de eniştesi rica edince, Yucun’a olağanüstü iyi davrandı ve ona yardımcı olmak için bütün gücünü kullandı.
Yüce makama başvurusunun yapıldığı aynı gün Yucun eski görevine geri getirildi ve atanmayı beklemesi söylendi. İki aydan kısa bir süre içinde, boş olan Yingtian yamen makamını doldurmak için Jinling’e gönderildi. Jia Zheng’la vedalaştıktan sonra en hayırlı günü seçip, yeni görevi için yola koyuldu. Şimdilik onu burada bırakalım.
Daiyu’ye dönecek olursak, o gün tekneden ayağını yere bastığında, Rong Konağı’ndan gönderilen bir tahtırevan ve bavulları için arabalar hazır bekliyordu. Büyükannesinin başkalarınınkine hiç benzemeyen, çok muhteşem bir evi olduğunu annesinden çok dinlemişti. Son birkaç gündür ona eşlik eden ve evdeki hiyerarşide nispeten daha düşük pozisyonda olan hizmetkârların bile kıyafetlerinin, yemeklerinin ve davranışlarının ne kadar sıra dışı olduğunu kendi gözleriyle görünce onları çalıştıran efendileri kim bilir nasıldır diye düşündü. Kimseye kendisini güldürmemek için yeni evinde adımlarına dikkat etmesi, her an tetikte olması ve ölçülü konuşması gerektiğine karar verdi.
Koltuğa oturup da şehir duvarlarından içeri girdiği andan itibaren, tüllü pencereden sokaklardaki telaşa ve insan kalabalığına bakınca, her şeyin daha önce gördüklerinden çok başka olduğunu fark etti.
Uzunca bir yol katettikten sonra geldikleri caddenin kuzey ucunda, çömelmiş kocaman iki mermer aslan ve tokmakları hayvan kafası olan, üç büyük kapı gördü. Bu kapıların önünde renkli şapkaları ve şık üniformalarıyla yaklaşık on adam oturuyordu. Ana kapı açık değildi. İnsanlar sadece doğudaki ve batıdaki yan kapılardan girip çıkıyorlardı. Ana kapının üzerindeki levhada kocaman harflerle: NİNGGUO KONAĞI İmparator’un emriyle yapılmıştır, yazıyordu.
Daiyu bunun anneannesinin büyük oğlunun evi olabileceğini düşündü. Caddeden aşağıya doğru biraz daha ilerlediklerinde, yüksekçe üç kapı daha gördü. Bu da Rongguo Konağı’ydı. Ana kapıdan değil de batıdaki daha küçük olan kapıdan içeri girdiler. Omuzlarında tahtırevan olan taşıyıcılar bir ok atımı mesafe katettikten sonra bir dönemeçte onu yere bırakıp çekildiler. Daiyu’nün arkasındaki hizmetçiler birer birer inip yürümeye başladılar. On yedi on sekiz yaşlarında, şık kıyafetli dört genç, tahtırevanı çiçek oymalı ahşap bir kapıya doğru taşımaya başladı, hizmetçiler de arkalarından geliyordu.
Kapıya geldiklerinde tahtırevan yere indirildi ve dört genç geri çekildi. Hizmetçiler gelip perdeyi kaldırdılar, Daiyu’nün inmesine yardım ettiler. Elini bir hizmetçinin elinin üzerine koyup oymalı kapıdan geçti.
İçeride, her iki taraftaki verandalar, açılmış kollar gibi bir giriş salonuna doğru uzanıyordu. Salonun tam ortasında kırmızı sandal ağacından çerçevesi olan mermer bir pano duruyordu. Panonun diğer tarafında üç küçük salon daha vardı. Bunların arkasından ana binaya ait genişçe bir avluya geçiliyordu. Ön tarafta kirişleri oymalı, sütunları süslü, beş oda vardı. Avlunun her iki tarafında üzeri kapalı geçitler uzanıyor; saçaklarından, içlerinde her renk papağan, ardıç kuşu ve türlü türlü kuşların bulunduğu kafesler sarkıyordu.
Ana binanın merdivenlerinde oturan kırmızı ve yeşil giysili birkaç hizmetçi onları görünce hemen yerlerinden fırlayıp gülümseyerek karşılamaya geldi.
“Hanımefendi de şimdi sizden söz ediyordu, tesadüfe bakın ki işte buradasınız.”
Üç dört tanesi kapının perdesini kaldırmak için birbirleriyle yarıştı ve aynı anda bir başkasının anonsu duyuldu: “Bayan Lin geldi.”
Daiyu içeri girer girmez, iki hizmetçinin destek olduğu, gümüş saçlı, yaşlı bir hanımefendinin kendisini karşılamaya geldiğini gördü. Bu kadının büyükannesi olduğundan emin bir şekilde dizlerine kapanıp saygılarını sunmak üzereyken, yaşlı kadın kollarını uzatıp onu sarmalayarak göğsüne bastırdı.
“Ah canım benim! Zavallı kuzucuğum!” diye bağırıp hıçkırıklara boğuldu.
Orada bulunan herkes elleriyle yüzlerini kapatıp ağlamaya başladı. Daiyu ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Sonunda ötekiler kadıncağızı yatıştırmayı başarınca, Daiyu büyükannesine saygılarını sundu. Bu kadın, Leng Zixing’in sözünü ettiği, Shi ailesinin dul hanımefendisi, Jia She ve Jia Zheng’ın annesiydi. Hanımefendi tek tek herkesi tanıttı.
“Bu büyük dayının karısı Xing yengen; bu dayın Zheng’ın karısı Wang yengen ve bu da müteveffa kuzenin Zhu’nun karısı Li Wan.”
Daiyu başını eğerek hepsini tek tek selamladı.
“Hanımları çağırın!” diye devam etti Büyük Hanımefendi Shi. “Uzaklardan misafirimizin ilk kez geldiğini söyleyin; onun şerefine bugünlük derslerinden muaf olabilirler.”
İki hizmetçi onun emirlerini yerine getirmek için hızla çıktı. Kısa süre içinde üç dadı ve beş altı hizmetçinin eşlik ettiği üç genç hanım içeri girdi. Bir tanesi orta boylu ve tombuldu; yanakları yeni olgunlaşmış kiraza benziyordu; burnu da kaz yağından yapılmış sabun gibi parlaktı. Nazik, mahcup ve şirindi, cana yakın görünüyordu.
İkincinin omuzları eğik, beli inceydi. Uzun boylu ve zayıftı, kaz yumurtası gibi oval bir yüzü vardı. Kavisli kaşlarının altındaki güzel gözleri büyüleyici bir pırıltıyla bakıyordu. Zarif ve hoş tavırlarını görmek bütün kabalıkları unutturuyordu.
Daha gelişimini tamamlamamış gibi ufak tefek olan üçüncüsünün çocuksu bir yüzü vardı.
Başlarındaki süsler, mücevherler ve elbiseleriyle üçünün de dış görünüşü aynıydı.
Daiyu hemen kalkıp onları selamladı ve karşılıklı tanışmalardan sonra hepsi oturunca hizmetçiler çay servisi yaptı. Sohbetlerinin konusu Daiyu’nün annesiydi. Nasıl hastalanmıştı? Doktorlar ne ilaçlar vermişlerdi? Cenaze ve yas törenleri nasıl yapılmıştı? Hâliyle en çok etkilenen Büyük Hanımefendi Shi oldu.
“Bütün kızlarımın içinde en çok anneni severdim. Göz açıp kapayıncaya kadar göçüp gitti, hem de benden önce. Yüzünü yeterince göremedim bile. Nasıl yüreğim parçalanmasın?” dedi.
Yine duygulanarak Daiyu’nün ellerini tutup ağladı. Ailenin diğer üyeleri tatlı sözlerle onu zor yatıştırdılar.
Daiyu herkesin ilgi odağıydı. Genç yaşına ve görüntüsüne rağmen bir hanımefendi gibi ince tavırlı ve terbiyeli olduğunu fark ettiler. Sanki elbisesinin ağırlığını bile taşıyamayacakmış gibi kırılgan bir yapısı olduğu hâlde çekici bir havası vardı. Zayıf bir bünyenin belirtilerini görünce ne tür ilaçlar aldığını ve neden bir türlü iyileşemediğini sordular.
“Ben doğduğumdan beri böyleyim.” diye açıklama yaptı Daiyu. “Sütten kesildiğim andan itibaren ilaç alıyorum ve pek çok ünlü doktor tedavimle ilgilendi ama hiçbir faydasını görmedim. Üç yaşına girdiğim yıl, başı kabuk içinde bir rahibin evimize geldiğini ve rahibe yapmak üzere beni götürmek istediğini hatırlıyorum ama babam ve annem hiçbir şekilde razı olmadılar. ‘Eğer ondan ayrılmaya dayanamazsanız, hayatı boyunca iyileşemeyecek. İyi olduğunu görmek istiyorsanız, şu andan itibaren ağlama sesi duymasına ve anne babası hariç, hiçbir akrabasını görmesine izin vermemek tek çare. Ancak o zaman sakin ve huzurlu bir hayat sürebilir.’ dedi. O deli rahibin saçma sapan sözlerine kimse aldırmadı ama işte ben hâlâ ginseng hapları almaya devam ediyorum.”
“Ne güzel bir tesadüf!” diye araya girdi Büyük Hanımefendi Shi. “Biz de burada hap yapıyoruz, biraz daha fazla yapmalarını söylerim.”
Tam o sırada arka avludan bir kahkaha sesi geldi.
“Uzaktan gelen misafirimizi karşılamak için geç kaldım!” dedi bir ses.
“Buradaki herkes ne kadar da sessiz ve ağırbaşlı, sanki soluklarını bile tutuyor gibiler. Peki, bu gürültücü ve arsız da kim?” diye düşündü Daiyu.
O böyle merak içindeyken, arka kapıdan bir grup hizmetçi ve genç kızla beraber çok güzel, genç bir kadının girdiğini gördü. Kıyafeti diğer kızlarınkine hiç benzemiyordu. Bütün ihtişamı ve parıltısıyla bir periyi andırıyordu. Başında, üzerine mücevherler ve inciler işlenmiş, altından bir taç vardı. Saç tokaları, yüzünü güneşe dönmüş beş Zümrüdüanka kuşu şeklindeydi ve gagalarından inciler sarkıyordu. Boynuna taktığı kırmızı altından kolye taşlarla süslenmiş, uçları püsküllü, helezon şeklindeki bir dragona benziyordu. Koyu kırmızı satenden, üzerine sımsıkı oturan, altın kelebekler ve çiçekler işlenmiş bir ceket giymişti. Rengârenk ipekten pelerininin etekleri turkuaz sincaplarla çevrelenmişti. Mavi ithal bürümcükten iç eteği sırma çiçeklerle süslüydü.
Zümrüdüanka kuşu gibi badem şeklinde gözleri, şakaklarına doğru meyleden, söğüt yapraklarına benzer kaşları vardı. Bedeni zayıf, tavırları zarifti. İlkbahar cazibesi taşıyan pudralanmış yüzü gizli gök gürlemelerini hiç belli etmiyordu. Daha kırmızı dudakları aralanmadan kahkahası çınlıyordu.
Daiyu onu selamlamak için ayağa kalktı.
“Henüz onunla tanışmadın.” dedi Büyük Hanımefendi Shi gülümseyerek. “O bu evin haşarısıdır. Nanking’de ona Acı Biber derlerdi. Sen Huysuz Anka diyebilirsin.”
Daiyu ona nasıl hitap edeceğini düşünürken, kuzenleri imdadına yetişip onun Kuzen Lian’in karısı olduğunu söylediler. Daiyu daha önce onunla hiç tanışmamıştı ama annesi, büyük dayısı Jia She’nın oğlu Jia Lian’in, öteki dayısının karısı Wang Hanım’ın yeğeniyle evlendiğini anlatmıştı. Küçüklüğünden itibaren özellikle bir oğlan çocuğu gibi yetiştirilmiş ve okulda ona Wang Xifeng adı takılmıştı.
Daiyu gülümseyerek onu bir kuzen olarak selamlamakta gecikmedi. Xifeng onun elini tuttu ve kızı tepeden tırnağa dikkatle inceledi, sonra büyükannesinin yanındaki yerine geri gönderdi.
“Bu ne güzellik! Bugün onu görmeseydim dünyada böyle bir güzelliğin var olacağına inanmazdım!” dedi gülerek. “Ne kadar farklı bir havası var! Baba tarafına hiç benzemiyor, daha ziyade bir Jia gibi. Son zamanlarda onu dilinden düşürmediğine hiç şaşmamak lazım. Talihsiz küçük kuzen, genç yaşında annesini kaybetmiş, çok yazık!” Bunları söylerken mendiliyle hafifçe gözlerini kuruladı.
“Benim gözümün yaşı yeni dindi.” dedi Büyük Hanımefendi Shi, gülümseyerek. “Yeniden başlamamı mı istiyorsun? Kuzenin uzak yoldan daha yeni geldi, çok kırılgan. Neşesini güçlükle yerine getirdik. Tekrar aynı konuları açma!”
Xifeng bu sözler üzerine hemen hüznünü neşeye çevirdi.
“Tabii.” diye bağırdı. “Kuzenimi görünce yüreğim hem hüzne hem sevince büründü; saygıdeğer hanımefendinin varlığını unutuverdim. İyi bir dayağı hak ediyorum gerçekten!”
“Kaç yaşındasın, kuzen?” diye sordu, Daiyu’nün elini tutarak. “Okula gidiyor musun? Hangi ilaçları alıyorsun? Burada kaldığın süre boyunca sıla hasreti çekme sakın. Yemek ya da oynamak istediğin herhangi bir şey olursa, bana söylemekten çekinme. Dadılar ve hizmetçiler görevlerini yerine getirmezlerse, bana haber vermeyi unutma!”
Sonra hizmetçilere döndü.
“Bayan Lin’in bavulları ve eşyaları içeri alındı mı? Beraberinde kaç hizmetkâr getirmiş? Alt kattaki iki odayı temizleyin de girip dinlensinler.”
Bu arada yiyecek-içecek getirildi. Servisini Xifeng bizzat kendisi yaptı.
“Bu ayın maaşları ödendi mi?” diye sordu Wang Hanım.
“Para işleri tamamlandı ama biraz önce, birkaç hizmetkârla tavan arasına saten kumaş bakmaya çıkmıştım; uzunca bir süre aramamıza rağmen bize dün tarif ettiğin şeyi bulamadık; hafızan sana bir oyun oynamış olabilir mi?” dedi Xifeng.
“Özel bir kumaş olmasa da olur.” dedi Wang Hanım. “İlk eline gelen kumaştan iki boy alıp küçük kuzenine elbise diktirebilirsin. Bu akşam unutma da birisini gönderip aldır.”
“Gönderdim bile.” dedi Xifeng. “Kuzenimin bugünlerde geleceğini bildiğimden, her şeyi hazırladım. Malzemeler odanda onayını bekliyorlar. Uygun bulursan gönderilecekler, hanımefendi.”
Wang Hanım gülümseyip başıyla onayladı ama herhangi bir cevap vermedi.
Yiyecek-içecek servisi kaldırılmıştı, Büyük Hanımefendi Shi iki dadıdan Daiyu’yü dayılarını görmeye götürmelerini istedi. Bunun üzerine Jia She’nın karısı Xing Hanım ayağa kalktı.
“Yeğenimi ben götürürüm, bu daha uygun olur!” dedi gülümseyerek.
“Çok güzel.” diye kabullendi Büyük Hanımefendi Shi. “Sonra tekrar buraya gelmene gerek yok, eve gidebilirsin.”
Xing Hanım bunu onaylayıp Daiyu’ye Wang Hanım ile vedalaşmasını söyledi. Sonra hep birlikte onları giriş salonuna kadar geçirdiler. Birkaç hizmetkâr süslü kapının önüne yalıçapkını mavisi perdeli, açık mavi cilalı bir araba getirmişti. Xing Hanım Daiyu’yü elinden tutup arabaya bindirdi. Hizmetçiler perdeleri indirdiler ve taşıyıcılara arabayı kaldırmalarını söylediler. Genç taşıyıcılar arabayı kaldırıp açıklık alana götürdüler ve iki katır bağladılar. Batıdaki yan kapıdan çıkıp, doğuya doğru ilerleyerek Rong Konağı’nın ana girişini geçtiler, siyah boyalı büyük bir kapıdan girip merasim kapısına geldiler. Orada hizmetkârlar perdeleri kaldırdılar ve arabadan inen Xing Hanım Daiyu’yü elinden tutup avluya doğru yönlendirdi.
Daiyu bu binaların ve toprakların aslında bir zamanlar Rong Konağı’nın bahçesinin bir parçası olduğunu düşündü çünkü üç merasim kapısından geçtikten sonra, biraz küçük olsa da sanatsal ve eşsiz güzelliğe sahip salonları, verandaları ve üstü kapalı geçitleriyle ana binayı görmüştü. Bunlar geldikleri konağın azametli, etkileyici ve lüks mimarisine sahip olmasa da dekoratif ağaçlar, bitkiler ve taşlı yollar müthiş bir zevki yansıtıyordu.
Ana salona girdiklerinde ağır makyajlı ve zengin kıyafetli bir hizmetçi kalabalığı tarafından karşılandılar. Xing Hanım bir uşağı kocası Jia She’yı çağırmak için kütüphaneye gönderirken Daiyu’yü de oturttu.
Uşak kısa bir süre sonra geri geldi.
“Efendim, birkaç gündür kendisini iyi hissetmediğini, küçük hanımla karşılaşmalarının her ikisini de rahatsız edeceğini, şu anda buna hazır olmadığını, Bayan Lin’in üzülmemesini ve burada sıla hasreti çekmemesini, büyükannesi ve yengeleriyle kendisini evinde hissetmesini, kuzenleri pek zeki olmasalar da bir araya gelince onu oyalayabileceklerini, ona nazik davranmayan biri olursa hemen bildirmesini, kendilerini yabancı gibi görmemesini söyledi.” dedi.
Daiyu saygıyla ayağa kalkıp kendisine iletilen mesajı dinledikten sonra yine yerine oturdu. Kısa bir süre sonra da gitmek üzere tekrar kalktı. Xing Hanım, yemeğe kalsın diye onu ikna etmek için her yolu denedi.
“Normal şartlar altında sizin bu nazik davetinizi reddetmezdim, yengeciğim ama Zheng dayıma saygılarımı sunmam gerekiyor, geç kalıp kabalık etmekten korkuyorum. Bir dahaki sefere mutlaka yemeğe kalacağım, umarım beni bağışlarsınız.” dedi gülümseyerek.
“Madem öyle, tamam o zaman.” dedi Xing Hanım. İki hizmetkâra yeğenini aynı arabayla geri götürmelerini söyledi, bunun üzerine Daiyu oradan ayrıldı. Xing Hanım merasim kapısına kadar ona eşlik etti, hizmetkârlara talimatlar verdikten sonra gözden kaybolana kadar arabanın arkasından bakıp geri döndü.
Kısa süre sonra Rong Konağı’na varan Daiyu arabadan indi. Dadılar onu doğuya yönlendirdi, bir köşeyi dönüp giriş salonundan geçti, güneye doğru ilerleyip merasim kapısından büyük bir avluya girdi. Avlunun bir ucunda, geyik boynuzları gibi iki tarafından uzanan kanatlarıyla, beş daireli büyük bir ana bina vardı. Bir tepenin geçitlerine benzeyen yan kapılar bütün çevreyle bağlantıyı sağlıyorlardı. Heybetli, sağlam ve ihtişamlı olan ana bina Büyük Hanımefendi Shi’nin evinden çok daha etkileyiciydi.
Daiyu burasının bütün konağın ana dairesi olduğu sonucuna vardı. Yükseltilmiş, genişçe bir yol doğrudan büyük bir kapıya gidiyordu. Salona girip başını kaldırınca, ilk önce duvarda, üzerinde kırmızı altından dokuz dragon olan büyük, mavi bir pano gördü. Panonun üzerinde kocaman harflerle “Büyük Mutluluk Salonu” yazıyordu.
Sonunda daha küçük harflerle, bu panonun hangi tarihte İmparator tarafından Rongguo Dükü Jia Yuan’e verildiği, gün, ay ve yıl olarak belirtiliyordu ve İmparatorluk mührünü taşıyordu. Panonun yanı sıra İmparator’un imzasını taşıyan sayısız değerli nesne de vardı. Üzerine dragonların oyulduğu, kırmızı sandal ağacından büyük bir masada yaklaşık doksan santim yüksekliğinde, yeşil pasla kaplı, eski bir bronz ding12 duruyordu. Duvarda dalgaların arasından çıkan siyah dragonların resmedildiği büyük bir tablo asılıydı; böylesi ancak Sui Hanedanlığı’nın bekleme salonlarında görülebilirdi. Bunun bir yanında altın kakmalı bronz bir kadeh diğer yanında kristal bir kâse vardı. Duvarların önüne iki sıra hâlinde, sedir ağacından on altı sandalye yerleştirilmişti. Sandalyelerin üst tarafında asılan bir çift abanoz levhada altın kakma harflerle şu dizeler yazılıydı:
Buradaki incilerin parıltısı güneşi ve ayı gölgede bırakır;
Salondaki şeref nişanı parlak gökyüzü gibi ışıldar.
Alt tarafındaki bir grup küçük harfli yazı, bunun ailenin eski bir dostu, taşralı Mu Shi tarafından yazıldığını belirtiyordu. Değerli hizmetlerinden dolayı Dungan Prensi unvanını almıştı.
Oturup dinlenmek için doğu tarafındaki üç yan odayı kullanan Wang Hanım bu salonda pek bulunmadığından, dadılar Daiyu’yü doğu kanadına yönlendirdiler.
Pencerenin yanındaki sobalı sedirin13 üzerine kırmızı bir kaşmir kilim serilmişti. Tam orta yerinde, dragon desenli madalyonları olan kırmızı sırt yastıkları ve aynı şekilde dragon desenli kızıl kahverengi, uzun bir minder vardı. Sedirin her iki ucunda gül şeklinde, küçük, lake sehpalar duruyordu. Soldaki sehpanın üzerinde bir ding, kaşıklar, yemek çubukları ve esans şişeleri, sağdakinin üzerinde güzel kız resimleriyle bezeli, ince belli porselen bir vazo, içinde de mevsim çiçekleri, ayrıca çay fincanları, bir demlik ve benzeri malzemeler vardı. Odanın doğu tarafında üstleri kırmızı çiçeklerle süslü bir kumaşla kaplanmış dört sandalye diziliydi, bu sandalyelerin ayaklarında dört tabure vardı. Bunların da her iki tarafında bir çift yüksek sehpa duruyordu, üstlerine çay fincanları ve vazolar konmuştu. Diğer detaylara girmeye gerek yok.
Yaşlı dadı, Daiyu’nün sedire oturması için ısrar etti ama sedirin kenarlarında karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki işlemeli yastığı gören kız, buranın dayısıyla yengesinin yeri olduğunu düşünerek sedire değil, odanın doğu tarafındaki sandalyeye oturdu. Hizmetçiler çay servisi yaptılar. Daiyu çayını içerken onları inceledi. Makyajları, kıyafetleri ve tavırları diğer evlerde gördüklerinden çok farklıydı. Daha çayını bitirmeden, kırmızı ipek bir elbise ve kenarları fistolu, kolsuz, mavi, saten bir ceket giyen bir hizmetçi içeri girdi.
“Hanımım, Bayan Lin’in içeri gelip yanında oturmasını istiyor.” dedi gülümseyerek.
Bunu duyan yaşlı dadılar hemen Daiyu’yü bu daireden çıkarıp, doğu koridorundan geçirerek üç odalı, küçük ana binaya götürdüler.
Pencerenin yanına, odanın başköşesine yerleştirilen sobalı sedirin üzerinde alçak bir masa, onun da üzerinde kitaplar ve çay servisi vardı. Pek yeni olmayan, mavi satenden bir sırt yastığı doğu tarafındaki duvara yaslanmıştı.
Bayan Wang batı tarafındaki alçak yerde, mavi satenden, arkalıklı bir minderin üzerine oturmuştu. Daiyu’nün geldiğini görünce hemen sedirde karşısına oturmasını istedi. Ama bu yerin Jia Zheng’a ait olduğunu tahmin eden Daiyu, sedirin yanına dizilmiş, siyah puanlı kumaşla kaplı, eski görünümlü üç sandalyeyi fark edip onlardan birine oturdu. Bayan Wang sedire oturması için çok ısrar edince, sonunda yengesinin yanında yerini aldı.
“Bugün dayın inzivaya çekildi.” diye açıklama yaptı Wang Hanım. “Başka zaman görürsün onu. Ama sana söylemek istediğim bir şey var. Üç kuzenin de muhteşem kızlardır, sonra dersler, nakış işlemek veya oyun oynamak için bir araya geldiğinizde, onlarla çok iyi anlaşacaksın ama ben asıl başka bir şey için endişeleniyorum. Evde hepimize işkence çektiren, korkunç bir oğlum var, ailenin baş belası. Bugün bir adağını yerine getirmek için tapınağa gitti. Akşam döndüğünde nasıl biri olduğuna kendin karar verirsin. Ona hiç aldırma. Kuzenlerinin hiçbirisi onu kızdırmaya yeltenmez.”
Daiyu, bu yeğeninin ağzında değerli bir taşla doğduğunu, son derece huysuz olduğunu, kitaplara hiç ilgi duymadığını ve en büyük zevkinin kadınların dairelerinde vakit geçirmek olduğunu annesinden dinlemişti. Görünüşe bakılırsa büyükannesi tarafından öyle şımartılmıştı ki kimse ondan hesap soramıyordu. Wang Hanım’ın bu kuzeninden söz ettiğini hemen anladı.
“Ağzında değerli taşla doğan kuzenimi mi söylüyorsunuz, yenge?” diye sordu, gülümseyerek. “Annemin ondan sık sık söz ettiğini hatırlıyorum. Benden bir yaş büyükmüş, adı Baoyu’ymüş, çok huysuzmuş ama kız kuzenlerine çok iyi davranırmış. Şimdi erkekler dışarıdayken ben kızlarla evin ayrı bir yerinde zaman geçireceğime göre onu nasıl kızdırabilirim ki?”
“Buradaki durumları bilmiyorsun sen.” diye cevap verdi Wang Hanım, gülerek. “O öteki çocuklara benzemez. Büyükannen aşırı sevgisiyle onu çok şımarttığından, küçüklüğünden beri kızlarla bir arada. Kızlar ona kulak asmazlarsa, canı sıkılmasına rağmen uysal oluyor; genellikle öfkesini hizmetçilerinden çıkarıyor. Ama kızlar ona biraz cesaret verirlerse, hemen coşup olmadık yaramazlıklar yapıyor. Bu yüzden ona aldırmaman konusunda seni uyardım. Bir an ağzından bal gibi tatlı sözler dökülürken, başka bir an deli gibi sapıtıveriyor. Ne olursa olsun onun dediklerini ciddiye alma.”
Daiyu bunu aklında tutacağına söz verirken, bir hizmetçi gelip Büyük Hanımefendi Jia’nın dairesinde yemeğin hazır olduğunu bildirdi.
Wang Hanım hemen Daiyu’nün elinden tuttu, arka kapıdan çıkıp bir koridor boyunca yürüdükten sonra yan kapıdan geçip kuzeyden güneye uzanan, genişçe bir yola çıktılar. Yolun güney tarafında, üç odası ve sütunlu bir kabul salonu olan bir bina vardı; kuzey tarafında da beyaz boyalı, büyükçe bir duvar yükseliyordu; duvarın arkasındaysa normalin yarısı büyüklüğünde bir kapısı olan çok küçük bir bina vardı.
“Kuzenin Xifeng burada oturuyor.” dedi Wang Hanım, binayı işaret ederek. “Bir dahaki sefere onu nerede bulacağını öğrenmiş oldun. Bir şeye ihtiyacın olursa ona haber verebilirsin.”
Avlunun kapısında onları görünce esas duruşa geçen birkaç genç duruyordu. Wang Hanım Daiyu’yü doğudan batıya uzanan bir koridordan geçirip, Büyük Hanımefendi Shi’nin avlusuna çıkardı. Arka kapıdan girdiklerinde, onları görünce hemen masayı ve sandalyeleri düzene koyan bir hizmetkâr kalabalığıyla karşılaştılar. Jia Zhu’nun dul karısı Li Wan yemekleri servis ederken, Xifeng çubukları yerleştiriyordu, Wang Hanım da çorbayı getirdi.
Büyük Hanımefendi Shi sedirde, masanın baş tarafında yalnız oturuyor, iki tarafında ikişer sandalye boş duruyordu. Xifeng, Daiyu’yü büyükannesinin sol tarafındaki ilk sandalyeye oturtmak istedi ama Daiyu ısrarla reddetti.
“Yengen ve büyük kuzenlerinin eşleri yemeklerini burada bizimle yemeyecekler.” dedi büyükannesi gülümseyerek. “Hem sen bugün misafirsin. Bu yüzden buraya oturman uygun olur.”
Ancak o zaman Daiyu izin isteyerek o sandalyeye oturdu. Büyük Hanımefendi Shi, Wang Hanım’a oturmasını söyledi; sonra Yingchun ve diğer iki kız da oturmak için izin istediler. Yingchun sağdaki ilk sandalyeye, Tanchun soldaki ikinci sandalyeye ve Xichun de sağdaki ikinci sandalyeye oturdu. Hizmetçiler ellerinde bez, ağız çalkalama tası ve peçetelerle hazır beklerlerken, Li Wan ve Xifeng masada oturanların arkalarında durup, yemek servisi yapıyorlardı.
Dışarıda başka bir sürü hizmetkâr ve dadı hazır durumda bekliyorsa da yemek boyunca en ufak bir öksürük sesi bile duyulmadı. Yemek büyük bir sessizlik içinde yendi. Hemen sonrasında küçük taslarda çaylar getirildi. Lin ailesi, kızları Daiyu’ye, ölçülü olmanın faydasını ve yemekten hemen sonra içilen çayın sindirim sistemine zarar vereceğini öğretmişti. Ama buradaki âdetlerin kendi evininkinden farklı olduğunu anlayan Daiyu, belli bir ölçüde onlara ayak uydurmak zorunda kaldı. Çayını aldıktan sonra ağız çalkalama tasları tekrar getirildi; diğerlerinin ağızlarını çalkaladıklarını gören Daiyu çayın bunun için olduğunu anlayıp aynısını yaptı. Hepsi ellerini de yıkadıktan sonra, bu defa içmek için bir kez daha çay servisi yapıldı.
“Siz hepiniz gidebilirsiniz.” dedi Büyük Hanımefendi Shi. “Ben torunumla sohbet etmek istiyorum.”
Bayan Wang hemen ayağa fırladı, bir şeyler söyledikten sonra başı çekerek odadan çıktı; Li Wan ve Xifeng da onun arkasından gittiler. Sonra büyükannesi Daiyu’ye hangi kitapları okuduğunu sordu.
“Dört Kitap’a14 yeni başladım.” dedi Daiyu. Sonra kuzenlerinin hangi kitapları okuduklarını sordu.
“Kitap mı dedin!” diye bağırdı Büyük Hanımefendi Shi. “Onlar ancak birkaç kelime biliyorlar, kitap okumaya yetecek kadar değil.”
Daha sözlerini henüz bitirmişti ki dışarıdan ayak sesleri duyuldu. İçeriye giren bir hizmetçi Baoyu’nün geldiğini haber verdi. Daiyu, Baoyu’nün nasıl bir haylaz ve ahmak olduğunu merak ederken genç delikanlı içeri girdi.
Saçına mücevher kakmalı, altın tel işlemeden bir taç, alnına da bir inci için dövüşen iki dragon şeklinde, altın bir bant takmıştı. Üzerine iki farklı renk altından yüzlerce kelebeğin işlendiği ve çiçeklerin serpiştirildiği kırmızı okçu gömleği, rengârenk ipekten, uzun püsküllü bir kuşakla belinden bağlanmıştı. Bunun üzerine de arduvaz mavisi Japon sateninden, sekiz kabartma çiçek demeti işlenmiş, püsküllü bir ceket giymişti. Ayaklarında beyaz, kalın tabanlı, siyah satenden yarım çizme vardı.
Yüzü sonbahar ortası dolunayı kadar parlak; cildi ilkbahar şafağındaki çiçekler gibi taze; şakaklarındaki saçları bıçakla kesilmiş gibi düz; kaşları mürekkeple çizilmiş gibi kara; yanakları şeftali çiçeği gibi kırmızı; gözleri duru havuzlar gibi parlak ve burnu biçimliydi. Öfkeli olduğunda bile gülüyordu sanki kaşlarını çattığı zaman dahi gözlerinde bir sıcaklık vardı.
Boynuna dragona benzer altın bir kolye ve ucunda çok güzel bir taşın sallandığı beş renk ipekten bir şerit takmıştı.
Daiyu onu görünce afalladı.
“Ne kadar da tuhaf!” diye düşündü. “Sanki onu daha önce bir yerde görmüş gibiyim; yüzü bana çok tanıdık geliyor.”
Baoyu doğru büyükannesinin yanına gidip saygıyla eğildi. Yaşlı kadının, “Önce gidip anneni gör, sonra geri gel.” talimatı üzerine hemen dönüp odadan çıktı.
Döndüğünde kıyafetini değiştirmişti. Başının etrafı kırmızı ipekle bağlanmış küçük örgülerle çevriliydi. Bütün örgüler tepede toplanıp simsiyah ve lake gibi parlak, büyük bir örgü yapılmıştı. Başının tepesinden örgünün ucuna kadar, uçlarında sekiz değerli şeyi15 temsil eden altın sarkıtların olduğu dört büyük inci, aralıklı olarak tutturulmuştu. Parlak kırmızı zemin üzerine çiçek işlemeli olan gömleği yeni gibi görünmüyordu. Boynundaki şerit ve değerli taşın yanına bir de üzerinde Kayıtlı Adı yazılı olan kilit şeklinde bir muska ve nazarlık eklenmişti. Alt tarafta, açık yeşil çiçekli satenden pantolonun bir kısmı, kenarları süslü, siyah puanlı çoraplar ve kalın tabanlı, koyu kırmızı ayakkabılar görünüyordu.