Kitabı oku: «Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt», sayfa 6
Yollarda geçirdiği kim bilir kaç günden sonra, başkente yaklaşırlarken, dayısı Wang Ziteng’ın dokuz vilayetin genel valisi olarak terfi ettiği ve İmparatorluk talimatıyla başkentten ayrılıp sınırları teftişe gideceği haberini aldı; içten içe çok sevindi.
“Ben de başkentte beni dizginleyecek bir dayım olmasının ne kadar sıkıcı olduğunu düşünüyordum kara kara. Şimdi terfi edip gittiğine göre, gönlümce gezip tozabilirim. Kader benden yana.” diye düşündü.
“Başkentte birkaç tane evimiz var ama on yılı aşkın zamandır hiçbirimiz uğramadığımız için bakıcılar onları gizlice kiraya vermiş olabilirler. Önceden hizmetçileri gönderip iyice temizletelim.” diye öneride bulundu annesine.
“Zahmete girmeye ne gerek var?” dedi annesi. “Buraya asıl geliş amacımız akrabalarımızı ve dostlarımızı ziyaret etmekti. Ya büyük dayının ya da kız kardeşimin kocasının evinde kalabiliriz. Her iki ev de oldukça büyük. Geçici olarak orada kalıp yavaş yavaş evleri temizletmek için hizmetkârları gönderebiliriz. Böylesi bizi büyük zahmetten kurtarmaz mı?”
“Ama dayım yeni terfi etti ve dış vilayetlere gidiyor.” dedi Xue Pan. “Evinde her şey karman çorman olmuştur. Biz de arı sürüsü gibi doluşursak düşüncesizlik etmiş olmaz mıyız?”
“Doğru, dayın gidiyor olabilir ama kız kardeşimin evi var. Yıllardır bizi başkente davet edip duruyorlar. Şimdi burada olduğumuza göre, dayın gitmeye hazırlanıyorsa, Jia teyzen kesinlikle orada kalmamız için ısrar edecektir. Ayrıca, bir telaş içinde kendi evlerimizi temizletmemizi hoş karşılamazlar. Senin neyin peşinde olduğunu gayet iyi biliyorum. Dayında ya da teyzende kalacak olursak, baskı altında olacağın için kaçıp gidemeyeceğinden korkuyorsun. Kendi evimizde kalıp kafana göre davranmayı tercih ediyorsun! O zaman git, kendine kalacak bir yer bul. Ben yıllardır kardeşimden ve yeğenlerimden ayrıyım, beraber biraz zaman geçiririz. Biz kardeşinle teyzene gidiyoruz. Buna bir itirazın var mı?”
Xue Pan, böyle kesin konuşan annesini kararından döndüremeyeceğini gayet iyi bildiğinden, çaresizce hizmetkârlara doğru Rong Konağı’na gitme talimatı verdi.
Bu arada Wang Hanım, Xue Pan aleyhine açılan davanın Yucun sayesinde kapatıldığını öğrenip rahat bir nefes almış ama ağabeyinin sınıra göreve gideceğini duyunca, ziyaret edecek kimsesi kalmadığından kendisini çok yalnız hissedeceğini düşünerek çok üzülmüştü. Ama birkaç gün sonra hizmetçisi aniden gelip, kız kardeşinin, oğlu, kızı ve bütün ev halkıyla beraber başkente geldiğini ve kapının önünde arabadan indiklerini haber verdi.
Wang Hanım o kadar sevindi ki hemen birkaç hizmetçiyle beraber giriş salonunda onları karşılayıp içeri almaya gitti. İki kardeşin, ömürlerinin sonbaharında, nasıl hüzün ve sevinç karışımı duygularla tekrar buluştuklarını anlatmaya gerek yok.
Birbirlerinden ayrılmalarının ardından neler olduğuna dair biraz konuştuktan sonra Wang Hanım saygılarını sunmak üzere onları Büyük Hanımefendi Jia’nın yanına götürdü. Getirdikleri hediyeleri verdiler. Herkes birbiriyle tanıştıktan sonra konuklara bir hoş geldin ziyafeti hazırlandı. Xue Pan Jia Zheng’a saygılarını sundu ve ardından Jia Lian onu Jia She ve Jia Zhen’i görmeye götürdü.
Jia Zheng, karısı Wang Hanım’a bir mesaj gönderdi.
“Kardeşin pek yaşlanmış, yeğenimiz genç ve tecrübesiz. Eğer dışarıda yaşayacak olurlarsa, yine başı belaya girer. Bizim arazinin kuzey tarafındaki Armut Ağacı Avlusu’nun on odası bomboş duruyor. İyice temizletip kardeşine ve çocuklarına oraya taşınmalarını teklif edelim. Bu çok akıllıca bir şey olur.” dedi.
Wang Hanım da zaten kardeşinin yanında kalmasını istiyordu. Bu arada Büyük Hanımefendi Jia da birisini gönderip, “Kardeşine bizimle kalmasını teklif et, böylece birbirimize daha yakın oluruz.” mesajını iletti.
Xue teyze öteden beri akrabalarıyla bir arada yaşamaya can atıyordu, böylelikle oğlu kontrol altında tutulabilecekti; eğer dışarıda, ayrı bir evde oturacak olurlarsa, oğlunun doğal alışkanlıklarının azacağı ve başına bir felaketin geleceğinden korkuyordu. Hemen minnettarlığını dile getirip teklifi kabul etti. Ayrıca yanlarında kimse yokken Wang Hanım’a, kendi masraflarını kendilerinin karşılamasına izin verilmesi şartıyla, uzun süreli kalmayı düşünebileceğini bildirdi. Wang Hanım para konusunun Xue ailesi için sorun olmadığını bildiğinden bunu kabul etti. Böylece Xue teyze ve çocukları Armut Ağacı Avlusu’na taşındılar.
Armut Ağacı Avlusu’nu bir zamanlar Rongguo Dükü’nün ileri yaşlarında sessiz bir dinlenme yeri olarak kullandığını söylemeliyiz. Küçük olmasına rağmen çok güzeldi. Öndeki giriş salonu, bildik yatak odaları ve arkadaki çalışma odaları da dâhil, hepsi mükemmel tarzda onu aşkın odası vardı. Sokağa açılan kendine ait kapısını Xue ailesi giriş çıkış için kullanıyordu. Güneybatı tarafındaki yan kapı Wang Hanım’ın esas konutunun doğu avlusuna giden dar yola açılıyordu. Xue teyze her gün öğle yemeğinden sonra ya da akşam Büyük Hanımefendi Jia ile sohbet etmek veya kardeşi Wang Hanım ile eski günleri anmak için bu yoldan yürüyüp giderdi.
Baochai her gün Daiyu, Yingchun ve diğer kızlarla okuyarak, satranç oynayarak ya da dikiş nakış işleri yaparak hoşça zaman geçiriyordu.
Önce yalnızca Xue Pan bu düzenlemeden hiç memnun olmadı; eniştesinin kendisi üzerinde uygulayacağı sıkı disiplinden dolayı başına buyruk davranamayacağından korkuyordu. Ama annesi orada kalmayı o kadar kesin bir şekilde kafasına koymuştu ve Jia ailesi de bu konuda o kadar ısrarlı davranmıştı ki şimdilik boyun eğmekten başka bir seçeneği yoktu. Yine de daha sonra taşınmaya karar verdiğinde hazır olsun diye kendi evlerini temizletmek için hizmetkârları göndermişti.
Ama ne mutlu ki oraya taşınalı daha bir ay bile olmadan, Jia ailesinin genç erkekleriyle yakın arkadaş oldu ve yarısının kendisi gibi aylak ve müsrif alışkanlıklara sahip olduğunu keşfederek onlara takılmaktan büyük bir keyif almaya başladı. Bir gün bir araya gelip şarap içiyor, bir başka gün çiçeklere bakıyorlar; kâh kumar oynuyorlar kâh geneleve gidiyorlardı. Onların da ahlaksız zevklerinin bir sınırı olmadığından, zaten yoldan çıkmış olan Xue Pan kısa süre içinde eskisinden on kat daha beter biri olup çıktı.
Jia Zheng çocuklarının eğitimi ve ev halkının disiplini konusunda çok sistemli biri olarak tanınıyor olsa da aile o kadar genişlemişti ki herkese birden göz kulak olamıyordu. Üstelik o dönemde ailenin reisi kendisi değil, Ningguo Dükü’nün en büyük torunu olarak unvanı miras alan, dolayısıyla aileyle ilgili tüm meselelerin sorumluluğunu üstlenen kuzeni Jia Zheng’dı. Ayrıca kendisinin çok sayıdaki karmaşık, özel ve genel işleriyle meşgul olan Jia Zheng, ihmalkâr olan mizacıyla sıradan meseleleri fazla ciddiye almıyor, bütün boş zamanını kitaplara ve satranca adamayı tercih ediyordu.
Dahası, Jia Zheng’ın evinden iki avlu uzakta olan Armut Ağacı Avlusu’nun sokağa açılan ayrı bir kapısı olduğundan, Xue Pan ve kafadar genç arkadaşları istedikleri gibi girip çıkıyor, kimse karışmadan gönüllerince sefa sürüyorlardı.
Bu hoş şartlar altında Xue Pan taşınma düşüncesinden yavaş yavaş vazgeçmeye başladı.
Sonraki günlerde neler olduğu gelecek bölümde.
5. BÖLÜM
Jia Baoyu Hayalî Diyar’ı ziyaret eder.
İyi kalpli Uyarıcı Görüntü Perisi gizlice aşk üstüne açıklamalar yapar.
İlkbaharda, nakışlı yorgan altında, mahmur,
Bir periden büyülenip dünyadan ayrılır.
Şu ziyaret eden kimdir Rüyalar Diyarı’nı?
Zamanın başından beri en günahkâr sevdalı.
Dördüncü Bölüm’de belli bir ölçüde Xue ailesinin anne ve çocuklarının Rong Konağı’na taşınma sürecini ve diğer olayları anlattıktan sonra, şimdi Lin Daiyu’ye dönelim.
Rong Konağı’na geldiği andan itibaren Büyük Hanımefendi Jia ona karşı büyük bir anlayış ve sevgi gösterdi; uykusu, yeme içmesi, kaldığı yer gibi her konuda onu Baoyu’den hiç ayrı tutmadı; öyle ki diğer üç torunu, Yingchun, Tanchun ve Xichun geri planda kaldılar. Aslında, Baoyu ile Daiyu arasında filizlenen yakın arkadaşlık ve sevgi de diğerlerininkiyle karşılaştırıldığında çok farklı bir boyuttaydı. Gündüzleri beraber dolaşıyor ya da beraber oturuyorlardı. Geceleriyse aynı dairede uyuyorlardı. Her konuda tam bir uyum içindeydiler.
Tam böyle bir anda Baochai sahnede belirdi. Yaşça diğerlerinden biraz büyük olsa da o kadar düzgün ve o kadar güzel bir genç hanımdı ki Daiyu’nün onunla boy ölçüşemeyeceğine dair genel bir kanı vardı. İnsanların gözünde herkesin bazı özellikleri vardır elbette. Daiyu ile Baochai’in örneğinde, biri bir çiçek kadar güzel, diğeri bir söğüt kadar zarifti ama her biri kendi farklı mizacı açısından, kendince çekiciydi.
Ayrıca, Baochai yüce gönüllü, ince düşünceli ve iyiliksever tarzıyla, mağrur, güvenli ve kendisinden aşağıda olanlara karşı mesafeli olan Daiyu’den öyle farklıydı ki kısa süre içinde bütün hizmetkârların gönlünü kazandı. Neredeyse hepsi onunla sohbet edip oyun oynamaya bayılırdı. Bu yüzden Daiyu onu içten içe kıskanıyordu ama Baochai bunun farkında bile değildi.
Baoyu henüz bir çocuktu ve mizacı göz önünde bulundurulduğunda her bakımdan uyumsuz ve aksiydi. Yakın ya da uzak ilişki derecelerine hiç aldırmadan kız ya da erkek bütün kuzenlerine aynı davranırdı. Şimdi Büyük Hanımefendi Jia’nın dairesinde Daiyu ile aynı çatı altında kaldığı için doğal olarak onunla diğer kuzenlerine oranla daha çok yakınlaşmış, bu yakınlık daha fazla samimiyet getirmişti ve bu samimiyet de zaman zaman umulmadık bahanelerle kırgınlıklara ve yanlış anlamalara neden oluyordu.
Bugün ikisi bilinmeyen bir nedenle bozuşunca, Daiyu kendi odasında yapayalnız gözyaşı dökmeye başladı. Kaba sözleri yüzünden içten içe çok üzülen Baoyu onunla barışmak için yanına sokuldu ve yavaş yavaş onu yatıştırmayı başardı.
Ning Konağı’nın bahçesinin doğu tarafındaki erik ağaçları çiçek açtığından, Jia Zhen’in karısı You Shi, Büyük Hanımefendi Jia, Xing Hanım, Wang Hanım ve ailenin diğer üyelerini çiçeklerin keyfini çıkarmak için çağırmak niyetiyle hazırlık yaptı. Oğlu Jia Rong ve onun genç karısını da yanına alıp misafirlerini bizzat davet etti.
Büyük Hanımefendi Jia ve diğerleri kahvaltıdan hemen sonra geldiler. Yoğun Koku Bahçesi’nde biraz gezindiler ve önce çay, sonra şarap servisi yapıldı. Ama bu, Ning ve Rong Konaklarının kadınlarını bir araya getiren basit bir yeme içme partisi olduğundan kayda geçirmeye değer ilginç bir şey olmadı.
Kısa bir süre sonra yorgun düşen Baoyu şekerleme yapmak istedi. Büyük Hanımefendi Jia hizmetçilerine, onunla beraber eve dönmelerini ve iyice dinlenip kalkana kadar yanında kalmalarını, sonra beraber geri gelmelerini emretti. Bunun üzerine Jia Rong’un karısı Qin Keqing gülerek, “Biz Baoyu için burada bir oda hazırladık. Saygıdeğer hanımefendi siz hiç merak etmeyin, onu güvenle bana emanet edebilirsiniz.” dedi. Baoyu’nün dadılarına ve hizmetçilerine genç efendileriyle birlikte kendisini takip etmelerini söyledi.
Büyük Hanımefendi Jia bu sevgi dolu, narin Qin Keqing’i her bakımdan çok güvenilir bulur, zarif ve cana yakın tavırlarıyla Rong ve Ning ailelerindeki tüm torunlarının eşleri arasında en çok onu severdi. Bu yüzden de Baoyu’nün kesinlikle emin ellerde olacağını düşünüyordu.
Keqing grubu iç odaya götürdü. Baoyu başını kaldırınca karşı duvarda asılı bir tablo gördü. Meşale Işığında Çalışan Âlim tablosu bir insan figürünü mükemmel bir şekilde sergiliyordu. Tablodan hiç hoşlanmadı, sonra kenarında yazan dizeleri okudu:
Dünyevi meselelerin kavranması gerçek bilgiden gelir,
İnsan doğasının algılanması ise gerçek kültürden.
Bu iki satırı okuyunca, odanın bütün şatafatına ve güzelliğine rağmen orada kalmak istemedi ve “Hemen buradan çıkalım, hemen!” dedi.
Onun bu itirazlarını duyan Keqing, “Burayı bile beğenmiyorsan, seni nereye götürebiliriz?” dedi gülerek. “Peki, benim odama gel o zaman.”
Baoyu sırıtarak başını salladı ama dadılarından biri itiraz etti.
“Bir amcanın, yeğeninin karısının odasında uyuması duyulmuş şey midir?”
“Hayret doğrusu!” diyerek güldü Keqing. “Kızmasına hiç aldırmadan söylüyorum, o daha bir çocuk. Böyle tabular bu yaşta geçerli değildir. Geçen ay buraya gelen erkek kardeşimi görmediniz mi? O da Baoyu amcayla aynı yaşta; hatta yan yana dursalar eminim çok daha uzundur.”
“Ben neden onu hiç görmedim?” diye sordu Baoyu. “Buraya getir de bir göreyim.”
Kadınlar bir kahkaha kopardılar.
“Kilometrelerce uzağa gitti, nasıl getireyim? Bir gün nasıl olsa görürsün.”
Genç kadının odasına geldiklerinde, daha eşikte tatlı bir parfüm kokusu burunlarını doldurdu. Gözleri buğulanan Baoyu’nün kemikleri yumuşadı.
“Ne güzel bir koku!” diye bağırdı birkaç kez, arka arkaya.
İçeri girince, duvarda Tang Yin’in İlkbahar Uykusu adlı tablosunu gördü. İlkbaharda henüz tomurcukları açmamış yaban elması ağaçlarının altında bir kadın uzanmış yatıyordu. İki kenarında, Song Hanedanlığı döneminden şair Qin Guan’ın dizeleri yazılıydı:
Bahar soğuğu hüzünlü bir uykudaki tomurcukları sarmalar;
Erkeklerin burnuna dolan koku şarabın parfümüdür!
Masanın üzerinde, bir zamanlar Wu Zetian’in18 Aynalı Salonu’nu süsleyen eski bir ayna duruyordu. Yanında duran ve eskiden Uçan Kırlangıç Zhao Feiyan’in19 üzerinde dans ettiği altın tepside, hain An Luşhan’ın20 şaka olsun diye güzeller güzeli Yang Guifei’ye21 fırlatıp dolgun, beyaz göğsünü morarttığı ayva vardı. Odanın bir ucunda Hanzhang Sarayı’nda Prenses Shouyang’ın uyuduğu, taşlarla süslü bir sedir duruyor, üzerinden Prenses Tongchang tarafından inci iplerden yaptırılmış bir perde sarkıyordu.
“Burası çok güzel!” diye bağırdı Baoyu, birkaç kez, memnuniyet içinde.
“Benim odam, tanrıçalara layıktır!” dedi Keqing gururla gülümseyerek.
Bu sözlerden sonra efsanevi Xi Shi tarafından yıkanan bürümcük bir örtüyü kendi elleriyle yaydı ve Hongniang’ın22 tutkulu hanımı için taşıdığı gelin yastığını düzeltti. Sonra dadılar ve hizmetçiler Baoyu’yü yatırdılar ve yanında sadece dört hizmetçi, Xiren, Meiren, Qingwen ve Sheyue’yi bırakıp çıktılar. Keqing onlara, dışarıda verandada bekleyip kedilerin birbirleriyle dalaşmalarına izin vermemelerini söyledi.
Baoyu gözlerini kapatır kapatmaz uykuya daldı. Rüyasında Keqing önünde süzülüp gidiyordu. Kendisi de uyuşuk ve kararsız adımlarla onu izliyordu; uzun bir yoldan sonra yeşil ağaçların ve berrak derelerin arasında, kırmızı tırabzanları olan mermer bir taraçaya geldiler. Burası o kadar temiz ve pürüzsüz bir yerdi ki sanki hiç ayak basılmamış, rüzgârda sürüklenen toz zerresi bile düşmemişti.
Rüyasında hâlinden çok hoşnuttu.
“Burası ne kadar güzel!” diye düşündü. “Keşke bütün hayatımı burada geçirebilsem! Evimden uzak kalmam gerekse de bu fedakârlığa razıyım; burada olmak babamın, annemin ve öğretmenimin baskıları altında yaşamaktan çok daha iyi.”
Bu düşünceler içindeyken birden birisinin, bir tepenin arkasında şarkı söylediğini duydu.
Bahar rüyası bulutlarla uçup gitti;
Çiçekler derelerde sürüklendi;
Genç âşıklar beni dinleyin,
Boşuna aşk acısı çekmeyin.
Baoyu bunun bir kız sesi olduğunu anladı ve daha şarkı bitmeden çok güzel bir kızın, sesin geldiği taraftan süzülür gibi yaklaştığını gördü. Sıradan bir ölümlüye hiç benzemiyordu. Onu gayet güzel anlatan bir şiir vardır:
Söğüt evinden çıkıp çiçeklerin içinden geçiyor;
Gelişiyle bahçedeki ağaçlara tüneyen kuşları ürkütüyor;
Verandaya değen gölgesi yakınlarda olduğunu haber veriyor!
İşte peri kıyafeti rüzgârda çırpınıyor!
Misk ve orkide kokan parfümü havada süzülüyor;
Lotusa benzer elbisenin her hışırtısıyla yeşim küpeleri çınlıyor;
Gamzeli gülüşü sanki baharda açan şeftali çiçeği;
Mavi siyah saçları bulut kümesine benziyor.
Aralık dudakları âdeta kiraz gibi,
Nar tanesi dişleri tatlı soluğunu gizliyor.
Bakılası güzelim ince beli
Rüzgârda sürüklenen kara benziyor.
İnci ve zümrüt saç süslemeleri,
Altın rengi alnını gölgede bırakıyor.
Çiçeklerin arasından bir görünüp bir kayboluyor,
Kâh sinirli kâh neşe saçıyor,
Sanki kanatlı gibi gölün üzerinde süzülüyor.
Hilale benzer çatılı kaşları gülüşünü saklıyor;
Konuşuyor ama sanki hiç ses çıkarmıyor;
Lotusa benzer ayakları süzülüyor;
Duruyor ama sanki uçmaya hazırlanıyor.
Yeşim gibi lekesiz teni âdeta buzla rekabet ediyor;
İhtişam içindeki görkemli kıyafeti ışıltılar saçıyor.
Tatlı yüzü kokulu bir maddeden sanki,
Ya da değerli bir taştan oyulmuş gibi.
Havalanan bir Anka kuşuna mı yoksa dragona mı benziyor?
Ya iffeti? Karın içinden görünüveren erik çiçeği gibi,
Ya saflığı? Tıpkı sonbahar orkidesi, çiylerle bezeli.
Issız bir vadideki çam ağacına benziyor sükûneti.
Peki güzelliği? Durgun suya yansıyan bulut, kızıl kahverengi.
Hele zarafeti, bir derede kıpır kıpır dragon gibi;
Nezaketi serin bir nehre düşen ay ışığı sanki.
Xi Shi’yi utandırır, Wang Qiang’ın kızarır yüzü;
Nerede doğmuş, hangi soydan gelir bu güzeller güzeli?
Kuşkusuz periler diyarında yok eşi benzeri,
Cennetin mor bahçelerinde var mı bir dengi?
Kim olabilir bu güzel sahi?
Bu perinin ortaya çıkmasına çok sevinen Baoyu, onu selamlamaya gitti büyük bir hevesle.
“Söylesene sevgili peri, nereden gelip nereye gidiyorsun?” dedi gülerek. “Ben yolumu kaybettim. Rica etsem bana rehberlik eder misin?”
“Benim evim Hüzün Denizi’ndeki Ayrılık Acısı Diyarı’nda.” diye cevap verdi peri, gülümseyerek. “Büyük Boşluk Hayalî Diyarı’ndaki İlkbahar Uyanışı Dağı’nda bulunan Yayılan Koku Mağarası’ndan Uyarıcı Görüntü Perisi’yim. Tozlu dünyadaki aşk maceraları, karşılıksız sevgiler, kızların kalp kırıklıkları ve erkeklerin arzuları üzerinde çalışıyorum. Son zamanlarda buralarda eski devir âşıklarının yeniden canlandıklarını duydum, onlardan aşk ve özlem alıp uygun yüreklere dağıtma fırsatı bulabilirim belki diye geldim. Seninle burada karşılaşmamız tesadüf değil! Benim evim çok uzak sayılmaz. Bir fincan kendi ellerimle topladığım narin tomurcuk çayı ve bir testi kendi yaptığım lezzetli şaraptan, birkaç yetenekli şarkıcı ve dansçıdan, Kızıl Odanın Rüyası adında on iki yepyeni peri şarkısından başka sana verebileceğim hiçbir şey yok. Benimle gezintiye gelmez misin?”
Bu teklife çok sevinen Baoyu, Keqing’i unutup perinin peşine düştü. Büyük bir taş kemere geldiler. Üzerinde büyük harflerle “Büyük Boşluk Hayalî Diyarı” yazıyordu. Kenarlardaki iki sütunun üzerinde şu sözler vardı:
Yalan gerçeğin yerine geçtiğinde, gerçek de yalan olur;
Hiçlik bir varlığa dönüşürse, varlık da hiçlik olur.
Bu kemerin ilerisinde bir saray girişi vardı, üzerinde büyük harflerle “Hüzün Denizi ve Sevgi Cenneti” yazıyordu. Yine kapının iki yanında şu dizeler vardı:
Yeryüzü kadar sağlam, gökyüzü kadar azametli tutku,
Ezelden ebede kadar sürüp gider;
Yazık! Şehvet düşkünü gençler ve hüzünlü kızlar,
Aşkın karşılığını vermekte zorlanırlar!
Baoyu biraz düşündükten sonra kendi kendine, “Öyle mi, gerçekten? Acaba ‘ezelden ebede kadar’ ve ‘aşkın karşılığı’ ne anlama geliyor? Bundan sonra bunları anlamak için çaba göstermeliyim.” dedi.
Baoyu bu şekilde düşünerek kötü ruhları yüreğine davet ettiğinin farkında bile değildi.
Hızlı adımlarla perinin peşinden, ikinci kapıdan geçip her iki tarafta bir dizi salon gördü. Hepsinde levhalar ve dizeler asılıydı. Tümünü okuyacak zamanı yoktu ama bazılarının isimleri dikkatini çekti: Tutkulu Sevda Salonu, Kıskançlık Salonu, Sabah Gözyaşları Salonu, Gece Hıçkırıkları Salonu, İlkbahar Ateşi Salonu, Sonbahar Hüznü Salonu.
Okuduklarıyla ilgisi uyanan Baoyu periye dönüp, “Acaba zahmet olmazsa bu salonların içlerini bana gösterir misin, sevgili peri?” dedi.
“Bu salonların içinde, dünyanın her yerinden, hem ölüp gitmiş hem de henüz doğmamış kadınların kayıtları var.” diye açıklama yaptı peri. “İnsan gözlerin ve fâni bedeninle olacakları önceden görmene izin verilemez.”
Ama Baoyu hayır cevabını kabul eder miydi hiç? İzin vermesi için tekrar tekrar ısrar edince peri sonunda pes etti.
“Peki o zaman!” dedi, önünde durdukları salonun tabelasına baktı. “Bu salona girip bakabilirsin.”
Baoyu anlatılmaz derecede sevindi ve başını kaldırıp bakınca “Talihsiz Hayatlar Salonu” yazısını gördü. Her iki yanında da şu dizeler vardı:
Baharın kederini, sonbaharın hüznünü başlarına kendileri açıyor.
Çiçek gibi, ay gibi güzellikleri boşa harcanıyor.
Bu dizelerin anlamını kavrayan Baoyu tuhaf bir şekilde ürperdi. Kapıdan geçip içeriye girince, üzerlerindeki etiketlerde farklı vilayetlerin isimlerinin yazılı olduğu on kadar büyük dolap gördü. Diğerlerini bir tarafa bırakıp kendi vilayetini bulmaya çalıştı ve kısa süre içinde Jinling’in On İki Genç Kızı’nın İlk Kaydı yazılı dolap gözüne ilişti.
Bunun ne demek olduğunu sorunca peri, “Senin şerefli vilayetindeki en mükemmel ve seçkin on iki güzel kızın kaydı bu. Onun için adı İlk Kayıt.” dedi.
“Jinling’in çok büyük bir yer olduğunu söylerler.” dedi Baoyu. “Nasıl sadece on iki kız olabilir? Sadece bizim ailede bile, hizmetçileri de sayacak olursak, yüzlerce genç kız var.”
“Doğru!” dedi peri, hafifçe gülümseyerek. “Şerefli vilayetinde kızların sayısı çok ama bu kayıtlar için sadece en önemliler seçildi. Sonraki iki dolapta ikinci ve üçüncü derecedekilerin kayıtları var. Geri kalanların hayatları ise kaydedilmeye değmeyecek kadar vasat olduğundan burada yok.”
Baoyu sonraki iki dolaba bakınca, Jinling’in On İki Genç Kızı’nın İkinci Kaydı ve Jinling’in On İki Genç Kızı’nın Üçüncü Kaydı etiketlerini gördü. Sonuncu dolabın kapağını açtı, bir kaydı çıkarıp ilk sayfasını çevirdi. İncelediğinde, herhangi bir insan ya da manzara resmi değil, sadece mürekkep lekesi olduğunu gördü. Bütün sayfa sadece kara bulutlar ve karartılarla doluydu. Arkasındaki sayfada şu satırlar yazıyordu:
Bulutsuz bir gökyüzünde,
Berrak aya nadiren rastlanır,
Soylu ve arzulu bir zihin,
Soysuz bir bedene hapsedilir.
Cazibesi ve zekâsı kıskançlık yaratır,
İftiracılar zamansız ölümünü getirir.
Ve seven erkeğinin kederi boşunadır!
Sonraki sayfada bir demet çiçek ve lime lime bir minder resmi gördü. Ayrıca şu dizeler yazılıydı:
Neye yarar ki kibarlığı ve uyumu,
Yasemin ve orkideyle yarışır kokusu;
Ama gönül talihten iltimaslı aktörü seçer,
Şans soylu efendisinin yanından geçer.
Bu sözlere bir anlam veremeyen Baoyu kayıt defterini yerine koydu ve İkinci Kayıt dolabına gidip bir defter çıkardı. Onu incelediğinde, ilk sayfadaki resimde, bir gölde bir dal osmantus vardı. Göldeki su tamamen kurumuş, dibindeki çamur bile çatlamıştı. Üzerinde, solup boynunu bükmüş bir lotus duruyordu. Arkasında şu satırlar yazıyordu:
Açmış bir lotus gibi tatlı,
Ah yazık ki acılarla geçti hayatı;
İki dünya yetiştirdiğinde tek bir ağacı,
Uçacak kendi memleketine tatlı ruhu!
Yine okuduklarından bir şey anlamayan Baoyu bu defteri yerine bırakıp İlk Kayıt’ı aldı. İlk sayfasında iki kurumuş ağaç resmi vardı. Bu ağaçların üzerinde yeşim taşından bir kemer asılıydı. Altın bir saç tokası bir kar yığınının içine gömülüydü. Dört dizelik bir şiir yazılıydı:
Birinde bir erdem kadınca,
Birinde diğerlerini geride bırakan zekâ.
Yeşimden bir kemer asılı ormanda,
Ah! Altın bir toka gömülü kara!
Okuduğu bu satırlar yine Baoyu’ye çok esrarengiz geldi. Periye soracaktı ama onun, ölümsüz dünyasının sırlarını ifşa etmek istemeyeceğini biliyordu. Defteri elinden bırakmak niyetinde olsa da bunu yapamadı. Sonraki sayfaları okumaya devam ederken, ucunda bir ağaç kavunu asılı olan bir yay resmi gördü. Şu şiir yazılıydı:
Hayatın zorlu okulunda yirmi yıl doldu mu,
Nar zamanı saray salonlarına yerleşecek!
Hiç üç bahar senin ilk baharınla bir olur mu?
Ne zaman ki kaplan tavşanla karşılaşacak,
Bu büyük ömür rüyası sonlanacak.
Bir sonraki sayfada uçurtma uçuran iki kişinin resmi vardı; deniz üzerindeki büyük bir teknede de bir kız oturuyor, ellerini yüzüne kapatmış ağlıyordu. Onun yanında da şu satırlar yazıyordu:
Zekâ ve asil bir yürekle kutsandı,
Ama şansı yakalamak için çok geç kaldı.
Parlak bir günde gözünde yaşlarla,
Akıp giden nehri seyre daldı.
Bin rüzgâr esse de doğuda,
Evi rüyasında bile çok uzakta.
Arkasından sürüklenen bulutların ve akan suların resmiyle şu dizeler geliyordu:
Zenginlik ve rütbenin var mı önemi?
Kundaktaki bir yetim yapayalnız değil mi?
Erken batan güneşe yas tutar, gün gelir.
Xiang Nehri kurur, Chu bulutları sürüklenir!
Bir sonraki resimde çok güzel bir yeşim taşı çamura düşmüştü. Şu dizeler vardı:
İffettir dileği,
İnzivadır isteği;
Yazık! Olsa da altın ve yeşim gibi,
Sonunda yeridir çamurun dibi.
Sonra güzel bir kızı parçalamak üzere kovalayan vahşi bir kurt resmi vardı. Dizeler şöyleydi:
Bir fabldaki gibi gaddar kurtla evlenir,
Onun arzusu acımasızca kızı yemektir.
Belki altın çardaktaki narin bir çiçektir,
Ama haşin bir uyanış onu beklemektedir.
Bunun hemen altında, eski bir tapınakta yalnız başına oturmuş Buda’nın vecizelerini okuyan bir kız resmi vardı. Şunlar yazıyordu:
Baharın geçiciliğini fark ettiğinde,
Bürünür simsiyah rahibe kılığına.
Yazık, bu zengin evin soylu kızına,
Yapayalnız uyur mabedin loş ışığında!
Ardından bir buzdağının üzerine tünemiş dişi bir Zümrüdüanka kuşu geldi, altında da şu yazıyordu:
Kötü günlerde bu Anka belirir,
Yetenek ve hünerini herkes beğenir;
Önce boyun eğer, emreder sonra ve azledilir,
Gözyaşlarıyla Jinling’e gönderilir.
Bundan sonra ıssız bir köydeki kasvetli bir kulübede, ip eğiren güzel bir kız resmi vardı. Yazısı şöyleydi:
Talih kaşlarını çatınca asaletin anlamı olmaz;
Bir ev yıkılmaya görsün akrabalık da kalmaz.
Gülünce şans Liu nineye,
Gelir kurtuluş dertli ömrüne.
Bu satırların arkasından, bir orkide saksısının yanında şık kıyafetler içinde güzel bir kız resmi geliyordu. Bu resme şu dizeler eklenmişti:
Erik meyvesini sonra verir diğerlerinden,
Kim daha güzel açar bir saksı orkideden?
Kıskanılır tabii, saflığı suyla yarışırken,
Boşuna uğraşır dedikoduya gayret eden!
Daha sonraki resimde, yüksek bir binanın üst katında güzel bir kız, kendisini kirişe asmış intihar ediyordu. Dizeler şöyle diyordu:
Deniz gibi, gök gibi sınırsız aşk hayaldir,
Âşığın âşığa kavuşması ahlaksızlık getirir.
Bütün kötülükler Rong Konağı’ndan mı gelir?
Asıl felaketin kaynağı Ning ailesidir.
Baoyu okumaya devam edecekti ama peri onun ne kadar akıllı ve keskin zekâlı olduğunu bildiğinden, semavi sırların sızdırılması konusunda sorumlu tutulmaktan korkarak elindeki defteri çekip aldı ve gülerek, “Bu aptal bilmecelerle kafanı karıştırmak yerine neden benimle gelip muhteşem manzaranın tadını çıkarmıyorsun?” dedi.
Baoyu sersemlemiş bir hâlde kayıtları bir yana bıraktı, perinin peşine takılıp arka taraflara doğru ilerledi. İnci kapı örtüleri, işlemeli perdeler, boyalı sütunlar ve oymalı kirişlerden geçtiler. Görkemle ışıldayan bu kırmızı odaları, altın süslemeli zeminleri, kar gibi parlak pencereleri, değerli taşlardan yapılmış sarayları ifade etmeye kelimeler yetersiz kalırdı; hele o nefis peri diyarı çiçekleri, nadir bitkiler ve güzel kokulu otlar. Gerçekten cennet gibi bir yerdi.
Baoyu bu muhteşem şeylere doya doya bakarken peri, “Hemen buraya gelip onur konuğumuzu selamlayın!” diye bağırdı, gülerek.
Bu sözler üzerine, lotusa benzer kolları yanlarından sarkan, tüylü giysileri uçuşan, bahar çiçekleri gibi güzel, sonbahar mehtabı gibi büyüleyici periler çıkageldiler. Baoyu’yü görür görmez hepsi bir ağızdan Uyarıcı Görüntü Perisi’ne çıkıştılar.
“Demek onur konuğumuz bu! Neden onu selamlamak için acele edelim ki? Sen bize bugün, tam bu saatte sevgili Kırmızı İnci’nin ruhunun tekrar bizi ziyarete geleceğini söylemiştin. Onca zamandır bunu bekliyorduk. Neden onun yerine tertemiz ve lekesiz kızların diyarını kirletsin diye bu pis yaratığı getirdin?”
Baoyu bu sözler karşısında afalladı ve kendisini pis ve iğrenç hissederek yerin dibine girmek istedi. Uyarıcı Görüntü Perisi hemen onun elinden tutup, gülümseyerek genç kardeşlerine döndü.
“Size neden planda değişiklik yaptığımı açıklayayım.” dedi. “Bugün Kırmızı İnci’yi almak için Rong Konağı’na gitmek üzere yola koyuldum ama Ning Konağı’nın yanından geçerken Ningguo ve Rongguo düklerinin ruhlarına rastladım. ‘Bu hanedanlığın kuruluşundan beri, ailemiz yıllarca süren liyakat ve şöhrete nail oluyor, zenginlik ve şeref kuşaktan kuşağa naklediliyor. Ama yüzyıl aradan sonra bu cömert şansımız, bir daha geri getirilemeyecek şekilde sona erdi. Ne kadar çok oğlumuz ve torunumuz olsa da içlerinde aile varlığımızı sürdürebilecek tek bir kişi var, o da torunumuzun çocuğu Baoyu. Dikbaşlı ve huysuz bir mizaca sahip olsa da akıllı ve zeki olduğundan umutlarımızı ona bağladık. Ama ne yazık ki ailemizin iyi şansı tamamen bittiğinden, ona doğru yolu gösterecek kimsemiz yok! Hiç beklenmedik bir anda karşılaşmamız ne büyük bir şans! Onu aşırı arzulara ve şehvet duygularına aptalca kapılmaması konusunda uyarmanı diliyoruz, belki böylelikle tatlı sözleriyle onu cezbedecek kızların tuzaklarından kaçınıp doğru yola girebilir. O zaman biz iki kardeş çok mutlu olacağız.’ dediler bana.”
“Merhamet duygularımı kabartan bu ricalarını anlayışla karşıladım ve onu buraya getirdim. Öncelikle kendi sülalesinden, üç sınıfa ait kızların kayıtlarını dikkatle okumasını istedim ama bunların anlamını kavrayamadığından, yeme içme, şarkı ve dans gibi dünyevi zevklerin imgelerini tatsın diye onu alıp buraya geldim, böylelikle belki ileride gerçeğin farkına varır.”
Bu sözlerden sonra Baoyu’yü elinden tutup içeri götürdü. Havada hafif bir koku vardı ama ne kokusu olduğunu anlayamayıp periye sordu.
“Bu koku senin dünyanda bulunmaz, onun için tanıyamadın.” dedi peri, alaycı bir gülüşle. “Ünlü dağlarda ve muhteşem kırlarda bulunan çok nadir bitkilerin ilk filizlerinden yapılıyor ve cennetin mücevherli koruluklarında yetişen, inci dolu ağaçların reçinesiyle karıştırılıyor. Adı da Birçok Kokunun Özü.”
Baoyu duydukları karşısında hayretler içinde kaldı. Bütün grup yerlerine oturdu ve genç kızlar mis kokulu, enfes lezzette ve ferahlatıcı bir çay ikram ettiler.
“Bu çayın adı ne?” diye sordu Baoyu.
“Bu çay, İlkbahar Uyanışı Dağı’nda bulunan Yayılan Koku Mağarası’nda yetişiyor.” diye cevap verdi peri. “Peri çiçekleri ve ulvi yaprakların çiyiyle demleniyor, adı da Bir Mağaradaki Bin Kırmızı Çiçek.”
Baoyu başını sallayarak çaya övgüler yağdırdı. Odada etrafına bakınırken, gövdeleri yeşimden lavtalar, nadir bulunan mücevher kakmalı bronz dingler, eski tablolar, yeni şiir kitapları gördü. Ama onu en çok memnun eden pencere pervazında gördüğü, bir kadın makyajından kalan ruj lekeli pamuk parçaları ve pudra kalıntılarıydı. Duvarda asılı olan panoda şu dizeler yazılıydı:
Bir geri çekilmedir manevi ve münzevi,
Tatlı bir özlem dünyasıdır semavi.
İncelemeleri tamamlayıp gördüğü her şeye hayranlık duyan Baoyu perilerin isimlerini sordu. Birisinin adı Şehvetli Rüyalar Perisi, bir diğerininki Tutkunun Yüce Hâkimi, bir başkasınınki Hüzün Getiren Altın Kız ve dördüncününki de Bulaşıcı Nefret Azizesi’ydi. Ötekilerin isimleri de aynı şekilde tuhaftı.