Kitabı oku: «Kestaneler Altında», sayfa 3
“İlk deneme olsa da oldukça başarılı olmuş. Devam et. İkinci öykünü hazırladığında gazeteye veya dergiye vermeden önce bana gösterir misin?”
Sustum bir an. Sonra hemen cevap verdim:
“Olur hocam.”
Olumlu cevabım pek yürekten değildi çünkü ona göstereceğim yazı başarısız çıkarsa diye endişeleniyordum. Doçent bir de beğenmezse? Zikrettiği her kusur kafama ağır bir tokmak vuruşu gibi olmaz mı? Ama ne zaman hazır olacağım belli değil ya. Hazır oldum mu düşünür taşınır, öyle hareket ederim.
22.12.1982
Bugüne kadar okul arkadaşlarımdan hiçbirinin öykümü okumadığını anladım ve üzüldüm. Şimdiye kadar sözü açarlar, neyini beğendiklerini neyini beğenmediklerini söylerler diye her gün bekledim. Hatta ciddi ve uzun bir eleştiriye tutarlar beni diye korkuyordum. Filoloji fakültesi öğrencisiyiz en nihayetinde!
İkinci bir öykü üzerinde çalışıyorum üç akşamdır. Gündüzleri okula hazırlık gerek. Akşamları oda arkadaşım başkalarının yanına sohbete gidiyor çoğu defa. Benim de gittiğim var ama ondan daha seyrek.
Oda arkadaşım olmadığı akşamlar öykü üzerinde sakince çalışıyorum.
29.12.1982
Doçentle yine karşılaştık koridorda. “Sözünü unutmadın değil mi?” diye sordu. Yani acele etmem gerekiyor.
31.01.1983
Ders yılının ilk yarısı, sınavların da son günü… Dördünü de aldım ve şimdi tatili sakince geçireceğim.
18.02.1983
Tatilde köydeydim. Hem dinlendim hem de Türk yazarlarından Reşat Nuri ve Yaşar Kemal’den birer roman okudum. Biraz da yeni öykünün üzerinde çalıştım. Artık hemen hemen hazırım.
Ders yılının ikinci yarısı başladı. Yine sohbetler, yine toplanmalar, danslı geceler. Yılsonu sınavları çok uzak. ‘Buradan göğe kadar’ diyor bazı arkadaşlar. Ben şenliklere her akşam katılamıyorum. Bazıları güceniyorlar. Darılanlar da var. Arada sırada alay edenler bile çıkıyor. Hele cebinde parası bol olanlar. Lakin ben her akşam onlarla beraber olamam ki. Bazen her meteliğin hesabını yapmam gerekiyor.
Doçent bekliyor ama ben acele etmiyorum. Temize çıkarmış da olsam bir zaman sonra bir daha gözden geçirmek istiyorum.
28.02.1983
Tatilden dönerken babam elime biraz para sıkıştırmıştı ama artık tükenmek üzere. Bütün diğer masrafları kıstım. Artık yemeği bile kısıtlamak icap edecek. Mektup yazsam diye geçiyor aklımdan. Ama neden rahatsız edeyim ki. Elinde para olsa gönderirdi.
Geçen gün okul arkadaşlarımdan biri, o da ben gibi köylü çocuğu, tren garında gece yarısına kadar çalıştığını ve bir haftalık yemek parası çıkarabildiğini anlattı. Ben de bu işin bir yolunu arasam diye geçiyor aklımdan. Yemek yiyemeden durmaktansa, uykudan kısmak daha iyi olur.
01.03.1983
Bugün garda çalışan okul arkadaşıma yemekhanede rastladım ve ıkına sıkıla parasız kaldığımı andım.
“Ne duruyorsun?” dedi. “Hemen bu akşam gara gidebiliriz. Orada hemen hemen her akşam dört-beş saatlik iş bulunuyor. Ama işçi elbisesi bulman gerek!”
“Ne konuşuyorsun, benim bu anda yarım ekmek almaya bile param yok, sen iş elbisesi için konuşuyorsun. O kadar çok parayı…”
“Dur bir düşüneyim… Bizim grup dört kişiden ibaret. Onlardan belki gelmeyen olur. Gelmeyenin iş elbiselerini bir akşam için alırız.” dedi.
Öylede oldu. Gitmesiyle gelmesi bir oldu:
“Hazır! Gruptan bir arkadaşın bu akşam başka planı varmış.”
Ona nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Gece yarısına kadar çalıştık. Arkadaşımın yardımıyla beş günlük yemek paramı kazanabildim. O zamana kadar babam da bir şeyler gönderir belki.
06.03.1983
Doçent dün son dersten sonra beni yine kahveye davet etti. İçerken sözü yine yazmak için söz verdiğim ikinci öyküye çevirdi.
“Bayağı uzattın arasını. Öykün daha hazır değil mi?”
“Temize çıkarmak kaldı.”
“Bugün temize çıkar ve yarın getir. Anlaştık değil mi?”
“Evet.”
Kahveden çıkarken bir daha hatırlattı.
“Yarın sabah bekliyorum.”
Onun için akşam geç vakte kadar çalıştım ve bu sabah öyküyü Doçent’ e teslim ettim. Aldı ve kâğıt ları çantasına soktu. Hiç bakmadı bile uzun mu kısa mı diye. Başlığına bile göz atmadı. İstemiş olduğuna, ver göreyim dediğine pişman mı oldu yoksa diye geçti aklımdan.
07.03.1983
Babamdan hala haber yok. Ama o da ne satsın da parasını bana yollasın ki… İstihsal ettikleri tütünü daha yeni yıldan önce teslim ettiler ama bekledikleri paraları daha alamamışlardır. Tekel’in zoru yok ki acele etsin.
15.03.1983
Doçent bu sabah ders arasında koridorda kıstırdı beni.
“Cebinde çok mu paran var?”
Sustum. Neden öyle konuşuyor ve ne cevap vermem lazım geldiğini bir türlü anlayamadım.
“Bakıyorum, arkadaşlarının şenliklerine seyrek katılıyorsun.
Kahveye oturman ayda bir, yılda iki. Tıraş olman bile haftada bir?”
“Evet, öyle. Parasızlık kolay değil…”
“Evet? Ya gazeteye neden gitmedin?”
“Ne yapayım orada?” diye sorar gibi baktım gözlerine. “Aralık ayında çıkan öykünün parasını aldın mı?”
“Ne parası?”
“Gazetede çıkan her öykü, makale, her yazı için ücret ödendiğini bilmiyor musun?”
“Hayır…”
“Hemen bugün gazeteye git, veznedarı bul ve benden selam söyle!” dedi ve hızlı adımlarla iş odasına toplandı.
Koridorda dikilip kaldım. Aldığım haberin verdiği sevinçle gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Benim de bir yerden alacak param olmuştu en nihayet! Hep veren mi olacağım?
Veznedarı kolay buldum. Doçentin adını söyleyince:
“Haa, Siz misiniz?” diye sordu. “Ne zamandan beri bekliyorum! Diğerleri paralarını çoktan alıp harcadılar. Bazı yazı sahipleri gazete çıkıncaya kadar bile bekleyemiyorlar. Siz ise üç buçuk aydır… Bir sizin yüzünüzden hesapları kapayamıyorum. Adres falan da bırakmamışsınız.”
“Af edersiniz,” dedim. Gazetede çıkan yazılar için herhangi bir ücret ödendiğini bilmiyordum. Doçent bugün söyledi de…”
“Ha, bir yaşıma daha girdim!” dedi veznedar ve şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra dudak büktü: “Hiç de o kadar acemi bir çocuğa benzemiyorsun. Yazanların yüzde doksan dokuzu sadece para için yazıyorlar. Nasıl olmuş da sen o yüzde birin içinde kalmışsın? Başkaları getirdikleri yazılara neden gazetede yer verilmiyor diye kavgaya bile kalkıyorlar. Yazdıkları çıkınca da günde beş defa arıyorlar beni. Sen ise… İmzala şuraya!”
İmzaladım.
“Al şu parayı!”
Baktım, elimdeki para bir aylık burstan daha fazla! Veznedar azarlayıcı sesiyle devam etti:
“Hem öbür gün yine bekletme beni!”
“Neden?”
“Nasıl neden? Yarınki sayıda yazın var ya!”
“………….”
“Öbür gün çok bekletme beni dedim. O kadar!”
“Hoşça kal,” dedim ve kapıya doğru yürüdüm.
“Nereye kaçıyorsun? Böyle olmaz! Birinci öykü için bir kahve bari ısmarlaman gerekiyor! Yarınki sayıda çıkacak olan öykü için ise ben sana rakı ısmarlayacağım. Çok güzel anlattığın için. Yalnız bir dakika bekle, kasayı kilitleyeyim.”
Koluma girdi ve gazete binasının alt katındaki kahveye doğru sürükledi beni.
“Gazeteye her geldiğinde buraya da uğra. Senin gibi yazanlarla ve gazetedeki diğer çalışanlarla burada daha kolay tanışır, görüşürsün.”
Veznedar durmadan konuşuyordu ama benim aklım başka şeyle meşguldü. Gazeteye ikinci bir hikaye bırakmamıştım. Onda bir yanlışlık olmasın? Öbür gün başkasının hakkını vermesin bana? Çok konuşkanlığı ile az sonra ayan etti meseleyi:
“Doçent, geçen hafta senin öyküyü getirdiği gün onun en iyi öğrencisi olduğunu anlattı. Baş muharrirle çok iyi anlaşıyorlar. Senin yazıya en yakın zamanda yer verilmesi teklifinde bulundu. Adını duyunca, benim yanımda alacağın vardığını hemen hatırladım ve ona söyledim. Seni yanıma derhal göndereceğini vaat etti. O da sen de işimi kolaylaştırdınız. Bu parayı daha uzun bir zaman önce aranmayan haklar hesabına geçebilirdim ama belki öğrencisin ve bu paraya çok ihtiyacın olabilir diye düşündüm. Öyle de çıktı....”
Veznedara hem teşekkür ettim hem de ondan af diledim. Doçent’e de. Onların yardımıyla yakam biraz olsun genişledi.
29.03.1983
Bu ay içinde diğer arkadaşlarımla birlikte tren garında altı akşam çalıştım. Her defasında onlardan herhangi biri çeşitli sebeplerle işe gelmiyordu. Ben ise hep işten kalmamaya çalışıyordum. Aldığım para sayesinde açlık çekmez oldum. Dün babamın postaladığı para da geldi. Bugün de mektubunu aldım. Tütün paralarını daha ödememişler. Pazara gidip on beş kilo bal satmış ve nihayet birkaç leva gönderebilmiş. Bir aya kadar yine göndermeye çalışacakmış. Annem iyiymiş. Köyde her şey normal gidiyormuş. Kardeşimi kışlaya almışlar. Babam arılara ilkbahar muayenesi yapmış. Durumları iyiymiş. Tütün ocaklarını ekmişler. Yani yeni rekolte için hazırlıklar başlamış. Onların işi de kolay değil. Geçen yılın ürünü daha ödenmedi, onlar yenisine çaba harcamaya başladılar. Hem de yapayalnız ablam uzaklarda, ben burada öğrenci, kardeşim kışlada…
06.04.1983
Son dersten çıkarken Doçent’i koridorda dikilirken gördüm. “Öğle yemeğinden sonra odama kadar gel, konuşalım.” dedi. Gittim. Masasının yanı başından bir ısıtıcı ve iki kahve fincanı çıkardı.
“Birer kahve içeriz, değil mi? İşimin yoğun olduğu günlerde iş yerine işte böyle ısıtıcıyla kahve getiriyorum. Büfeye gidip gelinceye kadar saatler geçiyor. Hele bir de konuşkan birine rastlarsam. Ciddi ve uzun zaman gerektiren herhangi bir yazı üzerinde çalışırken sık sık kahve içmeyi alışkanlık edindim anlamadan. Bazı kimseler senfoni müziği dinlerken daha başarılı yazıyormuş, bir başkaları opera dinlerken, ben ise kahve içerken yazıyorum. Hatta derin bir sessizliğe ihtiyaç duyuyorum.”
Birinci fincanı ağzına kadar doldurarak bana uzattı, ikinciye daha az koydu ve kendi önüne bıraktı:
“Çok geçmez gene içmem icap eder.”
Termosu dikkatle kapadı ve büronun yanı başına bıraktı. Şekerini kattı ve yavaş yavaş karıştırmaya başladı. Acele etmeyen bir tutumu vardı. ‘
“Buyur, iç,” dedi ve kahveden büyük bir yudum aldıktan sonra devam etti:
“Şimdi seni davet etmemin sebeplerine geleyim. Yılsonu imtihanlarına daha bir hayli zaman var. Geçen gün gazeteye uğradığımda bir makaleye ihtiyaçları olduğunu söyledi Baş Muharrir. Konu çocukların, insaniyet ve vatanseverlik terbiyesinde anadilinin rolü. Benim imkânım yok. Bu sıralarda işlerim çok yoğun. Kısa zamanda başka bir konuyu işlemem gerek. Sonra, gelecek ayın ortalarında Bakü’de bir milletlerarası sempozyuma iştirak edeceğim, hazırlanmam lazım. Aklıma sen geldin. Bu konuda sen iyi bir makale hazırlayabilirsin diye düşünüyorum. Ne diyeceksin?”
“Hocam, şimdiye kadar aklımdan böyle bir şey geçmemişti.”
“Düşün birkaç gün. Beş sayfadan fazla olmasın. İlkin değineceğin noktaları kaydedersin, yani makalenin iskeletini hazırlarsın. Sonra konuyu işlemeye başlarsın. Bir hafta on gün sonra yine görüşürüz. Tamam mı?”
“Bir deneyeyim…”
“Üniversite kütüphanesine git ve işte şu kitapları ve yazıları ara. Sana Yardımcıolurlar.”
Hemencecik elime bir liste tutuşturdu.
Önümde karmakarışık bir bulmaca varmış gibi düşünerek çıktım Doçent’ in odasından. Yatakhaneye geldiğimde Bedri yüzüme baktı, baktı da:
“Nen var senin?” diye sordu oldukça ciddi bir sesle. “Hiç.”
“Bayağı düşünceli görünüyorsun. Kötü bir haber mi aldın?”
“Yok.”
“Kimseyle kavga mı ettin?”
“Yok canım. Kiminle ve ne için kavga edeyim?”
“Ama yine de düşüncelisin. Parasız pulsuz mu kaldın?”
Cevap vermeyince uzanmış olduğu yataktan kalktı, elindeki kitabı kapadı ve karşıma dikildi.
“Neden düşünceli olduğunu bana söylemeyecek misin?” Gülümsedim.
“Telaşlanacak bir şey yok yahu! Doçent üzerime bir vazife yükledi. Nasıl hallederim hiç aklım ermiyor.”
“Neymiş o?” Anlattım.
“Biraz uğraşman gerekecek… Yazamazsan yahut gene yazmazsan ne olur? Güvenini hak etmediğin için kızar mı sana? Bunu sınavda burnundan çıkarabilir mi?”
“İmtihandan değil, güvenini kaybetmekten korkuyorum.”
“Makalenin hazır olması için gün söyledi mi?”
“On gün.”
“Bir ipucu vermiştir sanıyorum?”
“Evet.”
“Başla. Derhal. Bugün Çarşamba. Unutma ki, pazar günü Vitoşa dağına çıkacağız bütün sınıf.”
“Ben ise tam pazar günü makale ile uğraşmak isterdim.”
“Yok öyle şey! Olmaz! Sınıftan ayrılmıyorsun! Toplandık mı ve gelmedin mi kızlar ille de seni sormadan duramıyorlar.”
“Tamam, tamam. Pazara kadar daha çok vakit var.”
Derhal kütüphaneye gittim ve orada kapılar kapanıncaya kadar çalıştım.
16.04.1983
On gün hep makale ile uğraştım. Dersleri biraz geride bıraktım. Bu defteri açmak bile gelmedi aklıma bu on gün içinde.
Baştan daha kaydetmek lazım ki, Vitoşa’ da güzel bir gün geçirdik. Yolculuk esnasında aklım hep makaledeydi. Bu geziye neden katıldım diye hayıflandım durdum. Ama oyunlar şakalar başlayınca günün nasıl geçtiğini anlayamadım. Diğer fakültelerden de gelenler vardı. Biyoloji fakültesinden pir kızla tanıştım. Adı Semra. Ruse taraflarındanmış.
Yatakhaneye toplandığımızda artık akşam oluyordu. Bugün epey yorulmuşum ve şimdi o yorgunluk üzerimden sıyrılmış gibi hissediyordum kendimi.
Ertesi gün yine Doçent’in verdiği vazifenin ardından koşmaya devam ettim. Hazırlık beklediğimden daha fazla sürdü. Çok kitaplar gözden geçirdim, çok notlar kaydettim. Yazmaya başlamam daha da güç oldu. Üç defa, dört defa başladım yırttım, başladım çizdim. En nihayet bir taraftan bir şeyler tutturdum ve kısa bir zaman sonra bir şekle girdi. Dün akşam gece yarısına doğru temize çıkarmayı da bitirdim ve bugün Doçent’e götürdüm. Bakalım ne diyecek?
18.04.1983
Yemekhanede Semra ile karşılaştık. O sağdan, ben soldan ikimiz de aynı anda giriş kapısına dayanıverdik. Az kala göğüs göğüse vuracaktık. Son saniyede tanıdım onu. Gülümsedi ve bana yol vermek ister gibi geri çekildi.
“Buyur, dedim, kadınlara hürmetimiz daha tükenmedi.”
“Ama siz üçüncü sınıftasınız. Ben sizden bir yıl geriyim.”
“Olsun. Kadın olmanız çok daha önemli.”
“Nerede kaldınız? Dağ gezisinden sonra sizi hiç görmedim.” diye sordu yemeklerimizi alıp masaya oturduğumuzda.
“Buradaydım. Okumaya biraz vakit ayırmam gerekiyordu. Seminerimiz vardı da…”
Öğle yemeğinden sonra kahveye davet ettim.
“Ben de seminere gidiyorum, dedi. Ama yarın öğle yemeğinden sonra kahveyi beraber içebiliriz.”
Çok sakin ve mütevazi bir tutumu var.
20.04.1983
Doçent’i bu defa ben aradım. İki gündür ses çıkarmıyor. Öykü gibi makaleyi de gözden geçirmeden gazeteye götürmesin diye kurt düşmüştü içime.
Dün iş yerinde yoktu. Yardımcısına sordum.
“Yakında çıktı, bir gazeteye uğrayacakmış. Bugün artık gelmeyecek. Probleminizi ben halledebilir miyim?” diye sordu.
“Acele değil. Bir şeyler soracaktım…”
“O zaman yarın yine uğrayın.”
“Acele değil” dedim ama yardımcının cevabı telaşımı daha da arttırdı. Madem gazeteye uğrayacak… Makalede ise değişmesi gereken yerler olmasın olmaz…
Bugün dersten çıkar çıkmaz yine dayandım kapısına. “Okudum.” dedi beni görür görmez. “Bir şeyler ilave etmek, bazı yerlerini de kısaltmak gerekiyor. Biliyorsun gazetede hacim meselesi çok mühim. Notlarım kara kalemle işaretli. Gerekeni yap ve temize çıkar. Yarın akşama kadar hazır etmeye bak.”
“Baş üstüne öğretmenim! dediğiniz gibi olacak!”
Sevindim yazıyı henüz gazeteye teslim etmemiş diye. Teslim etmiş olsaydı muharrir mutlaka beğenmeyecekti. Ben rezil olacaktım ama Doçent’ i de utandıracaktım.
O sevinçle yemekhaneye girdim. Semra oradaydı ve beni bekliyordu.
“Seni burada bulamayınca geç kaldım diye düşündüm. Hayri herhalde beni bekledi bekledi ve gitti dedim içimden.”
Öyle candan konuşuyordu ki, ‘düşündüm’ değil, ‘üzüldüm’ demek istiyordu sanki.
“Sen değil, ben azıcık geç kaldım. Filoloji öğretmeninin yanına gitmek icabetti.”
“Herhangi bir problem mi var?”
“Hayır… Yakında olacak olan seminer ile ilgili.”
‘Bir makale ile ilgili’ diyecektim az kaldı. Demedim. Övünüyormuşum gibi düşünürdü belki.
Yaz tatilinde onların fakültesi, Deliorman’ da bir ziraat kooperatifinde çalışacaklarmış. Geçen yıl gittikleri yerde tatili çok iyi geçirmişler. Onun için bu yıl da orasını seçmişler. Kooperatif yönetmenleri olsun, köy halkı olsun, çok iyi karşılamışlar onları. Yaşam, yatak, yemek şartları çok iyiymiş. Her akşam sinema, dans yahut kamp ateşi başında şarkılar… Unutulmayacak gibi bir yaz tatili geçirmişler. Bu yıl da çok iyi geçer diye umut ediyor. Yaz tatilinde bizim nerede çalışacağımızı sordu.
“Köyde, bizimkilerin yanında olacağım,” dedim. “Her yıl yedisekiz dekar tütün ekiyorlar. Tam yaz aylarında iş eli lazım. Ben eve toplanıncaya kadar ekim ve kazım işleri bitecek, sıra toplamaya gelmiş olacak. Hakiki zorluk o zaman başlıyor. Sabahın erken saatlerinden başlayarak sıcak çıkıncaya kadar toplamak, sonra dizmek, kuruntuluğa asmak, kuruyanları harmanlamak… Bu her gün böyle, bütün yaz boyunca devam ediyor.”
Tütün üretimi hakkında konuştuk uzun uzun. Onların bölgesinde bu bitkiye pek zaman ayrılmıyormuş. Bu hususta bütün bilgileri gazeteden okuduklarından ve başkalarından işittiklerinden ibaret. Benim anlattıklarım ona çok ilginç geldi.
“Bütün bu söylediklerini kendi gözümle görmeye çok meraklıyım,” dedi.
“Buyur, bizim tarafa misafir gel.”
“Gelirim, neden gelmeyeyim. Deliorman kooperatifinde iş bittikten sonra gelirim. Yalnız tütün istihsalini değil, Rodopları da görmüş olurum.” diye cevap verdi.
“Söz mü?”
“Söz!”
Semra bakalım sözünde duracak mı?
07.05.1983
Makale bugün gazete sayfalarında belirdi. Okul arkadaşlarım münderecatını bakalım nasıl karşılayacaklar.
11.05.1983
Düne kadar oda arkadaşımdan başka makale için beni tebrik eden olmadı. Aralarında gazeteyi okumayan yoktur. Kısa değil, hemen hemen yarım gazete sayfası. Yoksa müellifi başka bir kimse diye mi düşünüyorlar yine? Aralarında kıskananlar olabilir ama hepsi mi? Bu düşüncelerimi akşam Bedri’yle paylaştım.
“Öyle mi?” diye şaştı kaldı. Arkasını getirmedi.
Bu sabah birinci ders için odaya girdiğimde herkes yerine oturmuş, öğretmenin gelmesini bekliyordu. Kapıdan girdiğimde oda arkadaşım Bedri hemen yerinden fırladı:
“Hey, tebrik ederim! Çok güzel yazmışsın! Başarılı bir yazı olmuş. Ama bu iş ıslatmadan olmaz. İleride daha iyi başarılar elde edebilmen için bir şeyler ısmarlaman gerekiyor. Arkadaşlar, Hayri’nin adına bu akşam hepinizi bizim odaya davet ediyorum!”
Bizim Bedri öyle candan, öyle yürekten konuştu ki, makaleyi ilk kez bu sabah görmüş gibi beni bile inandırdı. Şaşkın şaşkın, ne konuştuğunu anlamamış gibi bakan diğerlerine döndü sonra:
“Kalkın be! Kalkın ve Hayri arkadaşımızı tebrik edin! Çok iyi makalesi var “Şafak” gazetesinin son sayısında!”
Ta o zaman bütün sınıf arkadaşlarım, yani on yedisi de, birer birer gelip beni tebrik ettiler. Bedri’nin konuşması o kadar ateşliydi ki, utanmaya başlamıştım artık. Ama o durmadı, konuşmaya devam etti:
“Hayri,” dedi yerine oturduğunda, “devam et kardeşim! Bir gün gelir belki hepimiz seninle övünürüz. Gazetede adını her gördüğümüzde biz onunla beraber okuduk başkentte, diye anlatırız başkalarına!”
O öyle konuşurken kapıdan Doçent girdi. Bedri gitti, ona da ‘müjdeledi’ makaleyi. O da umumi havaya uyarak elimi sıktı, ilerisi için de başarılar diledi. Makalenin yazılmasında ve gazetede çıkmasında tabii ki Doçent’in payı çok büyüktü. Bunu belirtmem gerekiyordu. Ama sustum kaldım. Neden, ben de bilmiyorum.
30.06.1983
Yılsonu sınavları geldi çattı. Hepimiz kitapların üzerine düştük. Ara sıra yemekhanede görüşüyoruz birbirimizle. Sade gündüzleri değil, geceleri de okuyoruz harıl harıl. Şenlikler, danslar, Pazar gezileri, hepsi bitti desem yeri var.
Bugün çalışırken aklıma Semra geldi. Bir haftadan fazla oldu onu görmeyeli. Tabii o da sınav hazırlığı ile meşgul. Öğle yemeğinde görürüm dedim içimden ve yine sarıldım kitaba. Fakat yemeğe gelmedi. Akşamüstü yine geldi aklıma; “Ne oluyor Hayri,” diye sordum kendi kendime, “sevdalanıyor musun yoksa?”
“Ne oluyor sana?” diye sordu oda arkadaşım. “Niye gülüyorsun öyle? Hem, kendi kendine konuştun gibime geldi.”
“Okuduğum mısralardan hiçbir şey anlamadım da…”
Semra’yı akşam yemeğinde de göremedim. İsteksiz isteksiz yurda döndüm, yine sarıldım kitaplara. Zaten hava da yağmurlu idi. Damlacıklar camlara sık sık vuruyor ve uykumu getirmeye çalışıyordu.
12.07.1983
Son! Bu sınavlar da sona erdi! İyi bir yaz tatili geliyor ve ondan sonra son yıla başlıyorum! Son! Son! Çok iyi bir sözmüş bu ‘son’ sözü. Üçüncü yıl da ardımda kaldı. Önümde sadece son ders yılı ve devlet sınavları.
İki haftadan beri sessizlik içinde duran öğrenci yurdu iki günden beri usul usul canlanmaya başladı. Sınavları başarıyla alanlar, mutlu, odaları daha gürültülü. Alamayanlar başka bir heyecan içinde. Kimi öğretmenine kızgın imtihanı vermedi diye, kimi bu işin yazı varsa güzü de var diyerek mutlu görünmeye çalışıyor. İmtihanın birini güze bıraktım diyen de var, profesör vermedi diyen de. Bazıları acele acele çantayı kavrayıp memleketin yolunu tutuyor, diğerleri ne acelesi var diyerek cebindeki son paraları da harcayıp eğlenmeye bakıyor.
Dördüncü imtihanı da aldıktan sonra ne yapacağımı bilemeyerek okul önünde dikildim kaldım. Şimdi nereye? Okunacak ders yok, acele gidecek yer yok. Oda arkadaşım Bedri daha dün “Hoşça kal” diyerek köyün yolunu tuttu.
Büfeye gidip bir kahve aldım ve oturdum. Yola çıkmadan önce yapmam gereken işleri bir plana koymaya çalıştım. Öncelikle, Doçent’ e hoşça kal demem lazım. Habersizce kaybolmak olmaz. İkinci, gazeteye uğrayarak veznedardan başka, Başmuharrir yardımcısını de görmem gerek. Bir defa tütün istihsalinde çalışan gençlerin hayatına dair bir makaleye ihtiyaç duyduğunu anmıştı. Teferruatları belli etmek zamanı geldi artık. Üçüncü, Semra…
Öğleden sonra Doçent’ i de gördüm, veznedarı da, muharriri de. Bir Semra kaldı. Onu akşamüstü yemekhanede arayacaktım. Bayağı beklemem gerekti. İki kahve içtim yaptım ve yanıma aldığım gazeteyi baştan başa üç defa okudum. Yemekhaneyi kapatmak zamanı geliyordu artık. Şimdiye kadar hangi öğrenci yurdunda, hangi katta, kaçıncı odada yaşadığını hiç sormamıştım. Amma da mütevazılık ediyorum ha, diye kendi kendime çekiştim durdum. Dört aydan beri tanışıyoruz, haftada en az iki defa karşılaşıp hal hatır soruyoruz ama tam adresini bilmiyorum.
Geldi en nihayet. Yemekhane kapıları kapanmaya yakındı artık. Görür görmez önüne çıktım ve yemekhaneye beraber girdik. Hem yedik, hem son iki günün nasıl geçtiğini anlattık birbirimize. Son imtihanı da başarıyla geçtiğime sevindi.
“Benim son sınavım yarın.” dedi. “Öğleye kadar çıkacağım. Saat on ikide okulun giriş kapısı önünde buluşuruz.”
Düşünceli gibi geldi bana. Sormak geldi aklıma, bir üzüntüsü mü var diye. Vazgeçtim. Sınavlar zamanı kim yorulmuyor ki?
13.07.1983
Ne güzel bir yaz sabahı! Başka zamanlar çok gürültüden uyanırdım, bu sabah öğrenci yurdunun sessizliği uyandırdı beni. Suyu kesilmiş değirmene dönmüştü bütün bina. Burada benden başka kimse mi kalmamıştı ne? En nihayet bütün gece doya doya uyumuş, sınav öncesi gerginliğini sıyırıp atmıştım üzerimden.
Tren akşama. Bavulum hazır. Okunacak ders yok, sınav yok önümde!
15.07.1983
Evdeyim nihayet. Sınavlar, başkent sokaklarındaki gürültü, öğrenci yurdundaki o değişik hayat, bir taraftan her sınavın yarattığı gerginlik, diğer taraftan her başarılı geçen sınavın doğurduğu sevinç, şenlikler, spor oyunları, seminerlerdeki kavgalar, tartışmalar, hepsi geride kaldı. Hiç olmazsa iki aylık bir zaman için…
Son sınavdan çıktıktan sonra karşılaştığımızda Semra yine düşünceli gibi göründü bana. Soru dolu bakışlarıma ‘Bu sınavı da aldım,’ dedi sakince ve yakındaki kahvehaneye oturduk. Oturur oturmaz da dayanamadım ve bana birkaç günden beri düşünceli göründüğünü söyledim.
“Yok bir şey, sana öyle gelmiştir. Sınavların yarattığı gerginlik ve yorgunluğun tesiridir herhalde.” diye cevap verdi.
“Köye toplandığında iyi bir dinlenirsin.”
“Dinlenirim …”
“Köyümüzü görmeye geleceğini söz verdin. Unutma.”
“Evet.”
Bu defa cevabı biraz daha canlıydı.
“Ne zaman bekleyeyim?”
“Öğrenci kampı sona erdiğinde. Zaten karar değişti. Sizin bölgeye yakın olacağız bu yaz.”
“Nerede?”
“Eski Zağara’ nın köylerinde. Her ihtimale karşı ağustos ayının ortasında sona erdireceğiz oradaki işi.”
“Bekleyeceğim.”
“Önceden mektup yazarım veyahut telgraf salarım.”
Bir saat sonra trene kadar uğurladım onu. Ondan üç saat sonra da benimki geldi. Şimdi köyde, ondan bu kadar uzakta oturmuş, günlük defterimi karalıyorum.
Başka daha neler yazsam? Evet. Köyde beklediğim gibi tütünün dikimi ve kazımı çoktan bitmiş, toplama zamanı gelip çatmıştı. Bütün komşular şimdi bu işle meşgul. Her gün geçtikçe hız artıyor. Yalnız bu konuşuluyor insanlar arasında. Kadın, erkek, genç, yaşlı, çoluk çocuk… İki kişi bir araya geldi mi sözün başı da tütün, sonu da. Kazılması bitti mi, toplamaya başladınız mı, günde ne kadar topluyorsunuz, kaç dizi kaldırıyorsunuz, kuruması nasıl…
Bu sabah uyandığımda evde yalnızdım. Annem ve babam erkenden tütün tarlasına gitmişlerdi. Herhalde yorgunum diye düşünmüşler ve beni kaldırmamışlar. Hemen tarlanın yolunu tuttum. Ama onlar sıcak çıktı diye toplamayı bırakmışlar ve eve doğru yola çıkmışlardı. Yarı yoldan döndüm. Yol boyunca annem sordu durdu nasıl uyumuşum, yorgun değil miyim, kahvaltı ettim mi, ne yemem lazımsa masaya bırakmışlar, görmedim mi, sınavlar beni bayağı yormuş herhalde ki iyice zayıflamışım, biraz dinlenmem gerekiyormuş… Tütün daha iyice olmamış, yanma tehlikesi yokmuş. Onlar toplamayı da dizmeyi de bensiz yetiştireceklermiş… Ana yüreği işte, ne desem boş.
Evin önündeki asmanın altına oturduk ve bu sabah topladıkları tütünü beraberce dizdik. Artık akşam oluyordu. Biraz sonra köy içine çıkıp konu komşuyla görüşmeye niyetim var.
16.08.1983
Bir aydan beri köydeyim. Bu zaman zarfında not defterini ne açmak geldi aklıma ne de yine açmamı gerektiren bir hadise oldu. Günler öyle sakin, öyle sakin geçti ki! Her gün yapılacak olan iş belli. Her sabah tan ağarırken tütün tarlasına gitmek, sıcak basınca eve, asmanın serin gölgesine oturmak var. Toplanan tütünü akşama kadar dizmek. Dizerken ya havadan sudan konuşuyoruz ya da susuyoruz. İyi ki, radyo bari susmuyor. Onun vasıtasıyla hem saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum hem de memlekette ve dünyada olup bitenleri öğreniyorum. Diğer zamanlarımı elbette ki bir şeyler okumakla geçiriyorum.
Bir hafta öncesi çok iyi yağmur yağdı. İki gün tarlaya giremedik. Oturdum ve birkaç zamandan beri kafamda dönüp duran öykünün karalamasını hazırladım. Temize çıkarmaya şimdilik vakit yok.
Sıcaklar gene aldı yürüdü. Tütün yaprakları çabuk sararıyor, bir gün toplamasak hemen yanma korkusu beliriyor. Babamın ise kovanlıkta işinin bittiği yok. Tütüne, toplamaktan başka yardım edemiyor. O da her gün değil. Sık sık evde kalıp kurumuş olan dizileri iskeleden indirip ambarlaması lazım. Bazı akşamlar lokantaya uğrayıp bir kahve içimi kadar oturduğum oluyor ama bu sıralarda orası da tenhalık. Tütün kimsenin aylak durmasına müsaade etmiyor.
21.08.1983
Bugünlerde misafirlerim vardı!
Evvelki gün tütün dizilerini astıktan sonra elime aldığım not defterini tam kapamıştım ki, Semra bir okul arkadaşıyla birlikte kapıya dayanıverdi. Telgraf yahut mektup salarım diye söylemişti ama vazgeçmiş, sürpriz yapmak istemiş. En yakın arkadaşıyla birlikte almışlar kendilerini, kente gelen otobüse atlamışlar. Oradan da haydi bizim köye. Benim için hakikaten de büyük bir sürprizdi. Annem için ise gayet büyük bir yaşantı oldu. Her ev gibi bizimkinin kapısını tanıdık tanımadık misafirlerin açtığı oluyordu. Erkek arkadaşlarımdan gelenler de ama kız arkadaşım bize misafir geldiği yoktu şimdiye kadar. Hem de iki tanesi birden. Ansızın gelmeleri annemi iyice şaşırttı. Misafir geleceğini biliyormuşum ama ona sürpriz olsun diye söylememişim düşüncesiyle kaldı hep. Yani sürprizi benden bildi.
Asma altındaki masaya oturduk ve hem kahvelerimizi içtik, hem tatlı tatlı konuştuk. İkisi de eğlendiler. Yardıma gittikleri ziraat kooperatifini, çalışmalarını, oranın insanlarını ballandıra ballandıra anlattılar. Akşamüstü köyü gösterdim onlara. Burası okul, burası muhtarlık, burası lokanta, burası postane. Sonra köy dışına çıktık. Tütün tarlalarını görmekmiş arzuları. Bu isteklerini de yerine getirdim. Tütün tarlamız neredeymiş, onu da öğrendiler.
“Köyde günün hangi saatini nerede geçirdiğini biliyorum artık,” dedi Semra ve gözlerimin içine baktı.
Akşam yemeğine oturduğumuzda tekrarlayıp durdular: Yarın sabah tütün toplamaya onlar da iştirak edeceklermiş. Annem onları bu fikirden bir türlü vazgeçiremedi. Nihayet onlar için de iş elbisesi hazırladı ve emretti:
“Haydi o zaman yatın, uyuyun! Zira tütün tarlasına erken gitmek var. Tan yeri ağarırken herkes toplamaya başlıyor. Geçe kalırsak hem gün çabucak kızdırmaya başlar ve bir şey toplayamayız, hem de komşular günlerce alay edip dururlar.”
Annemin tutumu dikkat çekici. Siz misafirsiniz, tarlaya gelmeseniz de olur diye birkaç defa tekrarlamış olsa da, tütün toplayabilecekler mi, böyle iş yaptıkları var mı, becerebilecekler mi diye merak ediyordu. Diğer taraftan ise birkaç dizi daha fazla toplansa yine bir fayda, bir yardım olacaktı. Tütünü yakmaya çalışan ağustos sıcağından bir gün daha ileri olmamız elbette ki daha iyiydi. Kızım, kızım diye hitap ediyordu her ikisine de ve her ikisini de kaş altından süzüp duruyordu tarlada da, evde de. Hele Semra’nın sofra hazırlıklarına katılması çok hoşuna gitti. Bunlardan biri bize gelin olabilir ama hangisi, diye soruyordu kendi kendine herhalde. Dedim ya, ana yüreği işte.
Misafirler gideli artık üç gün oluyor ama annem durup durup Semra’dan ve arkadaşından söz ediyor. Çalışkanmışlar, güzelmişler, konuşkanmışlar, elleri her işe yakışıyormuş, hele de Semra. Tütün dizmeye bile yarım saat içinde alışıvermişler. Sofrayı koymaya da, kaldırmaya da yardım etmişler. Yemek de seçmiyorlarmış. Evde ne bulunduysa, sofraya ne konduysa onu yemişler. Hele de Semra. Babamın taze çıkardığı gömeçli balı çok beğenmişler. İkisi de çok güzelmiş, hele de Semra…
Dünden beri annemi gören komşu kadınları hep misafirlerimizle ilgilenip duruyorlarmış. Neredenmişler, niçin gelmişler, annemin mi hısımlarıymış, yoksa babamın mı… Hatta aşağıdaki mahalleden Hafize nine bile sormuş. İki elinde iki değnek, beli dört kat bükülmüş, kulakları güya hiç işitmiyor ama o bile ne zaman, nerede görmüş, kimden işitmiş misafirimizin geldiğini, annemi sokak ortasında durdurmuş ve pek güzel kız, herhalde bizim Hayri evlenmiş, annesine gelin getirmiş diye geçirdim aklımdan, demiş.
Misafirler üçüncü gün akşam otobüsüne bindiler. Bizimle birlikte durağa kadar annem de geldi. Yerlerine oturdular ve otobüs tam kalkıyordu ki, Semra açık duran kapıya geldi ve kimsenin duymayacağı şekilde kulağıma fısıldadı:
“Yazdıklarını kimseye gösterme. Ama kimseye!”
Yüzünde bayağı bir ciddilik vardı. Hemen sonra otobüs çekildi ve arkasından bakakaldım. Ne demek istiyordu? Neden böyle ciddi bir tavırla tembihliyordu beni? Bu tembihin manasını bir türlü anlayamamıştım… Otobüsün ardından hayli bir zaman bakmış olacağım ki, yanı başımdan bir ses geldi: