Kitabı oku: «Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın», sayfa 2
Bu durumda Çankaya Köşkü, merhum Özal’dan önce halka açılmış oluyor.
Evet, merhum Özal o geleneği ihya etti. 6-7 Eylül Olayları nedeniyle bir dönem sıkıyönetim vardı. O dönemde devam edip etmediğini hatırlamıyorum. 28-29 Nisan 1960 olaylarına kadar cumartesi günü öğleden sonra ve pazar günü Köşk ziyarete açılırdı.
Bir müze gibi…
Oraya insanlar akın akın gelirler, yaz günü gayet güzel kıyafetleriyle gezerler, o Atatürk Müzesini ziyaret ederlerdi. Kapılar açıktı. Hüviyetini falan verme gibi bir durum yoktu. Özellikle yazın, şimdi başbakanın çalışma ofisi olarak kullanılan bir yer var, eski Hariciye Köşkü. Onun altında da şimdi yeni Dışişleri Bakanlığı Köşkü yapıldı, ikametgâh orasıydı; dışişleri bakanı orada otururdu. Orada, şimdi Atakule’ye çıktığımız yol yoktu. Şimdiki Cinnah Caddesi, Nene Hatun Caddesi yoktu. Bunlar 1950-60 arasında Menderes ile Demokrat Partinin açtırdığı yollardır. Bir tek Müdafaa-i Hukuk Caddesi dediğimiz güzergâh vardı. Oranın şimdiki adı Şehit Ersan Caddesi’dir. Pembe Köşk, İsmet Paşa’nın köşkünün bulunduğu yerleri dolanarak, İngiliz Sefareti’nin yanından Çankaya’ya çıkan bir yol, bir de dimdik çıkan Atatürk Bulvarı… Başka bir yol yoktu. Zaten Gazi Osman Paşa Mahallesi’nin adı da 14 Mayıs’tı. Onun da inşaatı 1950’de başlamıştı. Çankaya’ya doğru giden taraflar çayırlıktı, bostanlıktı. O bölge, Camlı Köşk’ün altıyla, şimdi Genelkurmay başkanının, kuvvet komutanlarının oturdukları yerleri kapsıyordu. Rahmetli Fevzi Çakmak’ın oturduğu köşk ile o vakit Hariciye Köşkü dediğimiz, şimdi başbakanın çalışma ofisi olarak kullanılan yerin arasına seyyar dondurmacılar gelirdi; camekânlarda helva, susamlı helva, kâğıt helva satarlardı. Simitçiler, kazanla mısır kaynatanlar oraya gelirdi. O zaman otobüs seferleri vardı, otobüs orada dururdu ve insanlar orada inerdi. İsteyen dondurma, kâğıt helva, mısır yerdi. Oradan yürüyerek gelip köşkü gezer, giderlerdi.
Bu yaşananlar gerçekten büyük bir devrimdir. Devletle halk kaynaşmıştır bir anda. Bu neye benzer derseniz, Berlin Duvarı’nın 1990’da yıkılması gibi bir şey… Ortada cisim olarak duvar yoktur ama zihinlerde vardır. Meşhur Vali Nevzat Tandoğan zamanından 1950’ye kadar yamalı elbiseli, çarıklı insanlar, manzarayı bozarlar diye Ankara sokaklarına sokulmamıştır. Sadece 1946 seçimlerinden sonra meclis açılırken, eski meclisin önünde halk kalabalık bir şekilde meydana gelmiş, buluşmuştur. O vakit Recep Peker ve birtakım insanlar da o kalabalığı “baldırı çıplaklar” diye tanımlamışlardır. “Baldırı çıplak” kelimesi bize Fransızcadan tercümedir. Fransız İhtilali’nde de aristokratlar, Fransızlara, halka aynı şekilde hitap ediyormuş. Bu bir zihniyeti anlatır.
Muhataralı bir dönemden söz ediyorsunuz. Şimdilerde bakıldığı zaman bir tarih anekdotu gibi görünüyor. Sizin bu anlattıklarınızın çoğu yeni jenerasyona bin yıl evvel yaşanmış gibi geliyor.
Hâlbuki 56 yıl öncesinden bahsediyorum.
Çok yakın bir dönem. Siz, Millî Şeflik döneminin -en azından babanızın ve annenizin anlattığı kadarıyla- emarelerine, belirtilerine, uygulamalarına vâkıf olmuşsunuzdur. Bu konu 1950-60 arası dönemde evinizde konuşulmuştur, kıyaslamalar yapılmıştır. Millî Şef dönemine, İsmet İnönü dönemine ait en dramatik olay sizce neydi?
Ben, bizim evde çalışan insanların yanına giderdim. Sonra, 1960’larda Ankara’ya geldik, o zaman inşaat zamanı idi. O inşaatta çalışan işçilerle, amelelerle konuşurdum. Köylülerle sohbet ederdim. O dönemde, ağabeylerimden 1950 öncesine dair bazı şeyler duydum ama bunları bizzat yaşamadım. Yine de tecrübe ettiğim bazı ayrıntıları anlatayım: Dört beş kişi bir paket sigara alır, bölüşerek içerlerdi. Bu 1950 öncesindeki Türkiye… Sigarayı alıp ikiye bölerlerdi, buna “takım” derlerdi, söğüt ağacından ağızlık yaparlardı. O sigaradan içtiniz mi nikotinini çekerdiniz. Ucuza satılırdı. Ben hâlâ o alışkanlığı devam ettiren insanlar gördüm. Yerden izmarit toplanırdı. En revaçta olan İngiliz, Amerikan gazetelerinin ince kâğıdının üzerine o toplanan izmaritler açılacak, sigara tütünü kurutulacak ve bulunursa yine o gazete kâğıtlarına sarılıp içilecek. Sigara, tütün bu kadar büyük bir kıymet… Çiftçi bir kilo buğday satarsa bir kibrit ya alacak ya alamayacak. O günün şartlarında durum böyle. 1950 öncesindeki Türkiye bu. Millet çarık yerine lastik ayakkabı giyebildi. İşte 60’lı yıllara doğru iyi kötü iskarpine geçilmiştir. O lastik bile büyük bir şeydi. Şöyle bir hikâye anlatılır Aydın’da: Çeşme köyü gibi yerler çok fakirdi. Biri beş altı saatte Aydın’a kadar gelmiş. Genellikle çıplak ayakla yürünürdü. Şehirden çıktı mıydı iyi kötü bir pabucu olan ayağına giyerdi. Köylülerden biri pabucunu koltuk altına almış, diğeri ayağına giymiş. Yürürken ayağına çivi batmış. Bu kişi çivinin ayağına batmasına değil, yeni ayakkabısının delinmesine üzülmüş. 1950 öncesi işte böyledir. Sıtma her yerde hâkimdir. Üç dört sene devam etmiş sıtmayla mücadele. Bataklıklar kurutulmuş, araziler açılmış ve sıtmanın kökü kazınmış. Örneğin Hatay’daki Amik Ovası, bataklıkken önemli bir bölümü bu şekilde kurutularak çiftçiye dağıtılmış bir yerdir.
Maltepe Camisi’nin sol tarafı Havagazı Fabrikasıydı. Tabii doğalgaz falan yoktu. Caminin öbür tarafında da Ankara’nın elektriğini 1956-57’ye kadar üreten iki üç adet dizel motor vardı. İkisi çalışır, biri yedekte beklerdi. Türkiye’de bir tane bile hidroelektrik santral yoktu. Termik santral ve yüksek gerilim hattı da yoktu. Elektrik fabrikası denen, dizel motorların çalıştığı yerler vardı şehirlerde. Onlar da en fazla, gece saat 22:00-23:00’e kadar elektrik verirdi. Ondan sonra elektrikler kesilirdi Ankara’da. Bir başka şey anlatayım size: Herhâlde yeni başbakan olduğu sıralarda, rahmetli babamla Güneş Sokak’tayız. Yıl 1950. Fransız Sefaretine varmadan, Güvenevler’in önünden biraz ileriye kadar 200-250 metrelik yerin asfaltlanması bir yaz boyu devam etti. Benim çocukluğumun ilk anılarından birisi de budur. O gün kullanılan araçlar, makineler günümüze göre çok ilginçtir. Yolu asfaltlayan belediyenin silindiriydi. Silindir günümüzde de var fakat o vakit orada çalışan silindir buharla çalışıyordu. Aynı lokomotifler gibi odun, kömür yakıyordu. Bir de kocaman, uzun bacası vardı. O çalışmaya başladığında dört beş yaşındaki çocuklar için bulunmaz bir eğlence hâline gelirdi. Ve gerçekten de o kadarcık yolun, 200-250 metrelik yolun asfaltı bir yaz boyu devam etti. O buharlı silindir hâlâ gözümün önünde canlanır. Hoş bir aletti. Ondan sonra da hiç görmedim.
O dönemde valiler, kaymakamlar, memurlar ile vatandaş arasında büyük bir uçurum vardı. Bakanlar, başbakanlar ulaşılmaz insanlardı. Büyük bir ekonomik yenilik söz konusuydu. Biz 1951 yılında, otomobille, kara yolunu kullanarak İstanbul’a gittik. Benzinimizi beraberimizde götürdük, çünkü yol üzerinde bir tane bile benzinlik yoktu. 1951 yılından bahsediyorum. Tabii Ankara’da, İstanbul’da, çok dar bir alanda kaloriferi yanan, sıcak suyu akan evler de mevcuttu. Ama bunun yanında kış günü bile, bit sebebiyle, karda başı kabak gezen çocuklar da vardı. Bu durumlar 1950’den sonra düzelmiştir. Özellikle köylerde çocuklar yine sıfır numara tıraşlı, yalın ayak gezerdi. Kar bastırınca “Gazete, gazete!” diyerek, Atatürk Orman Çiftliği İstasyonu’na gelip de trenle gidenlerden gazete istediklerini duyardık. Biz de fazlaca gazete alırdık, okusak da okumasak da orada yola çıkan çocuklara veririz diye. Türkiye’nin merkezi Ankara’nın durumu böyleydi. Tabii harp yıllarıydı, ekmek karneyle veriliyordu.
Siz biraz önce Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı olduğu zaman Çankaya Köşkü ile ilgili iki icraatından bahsettiniz: Birincisi köşkü halka açmak, ikincisi de Atatürk’ün heykelini kaidesine yerleştirmek. Resmî tarih bunlarla yüzleşmekten imtina eden bir yerde duruyor. O dönemin bu denli dramatik geçmesi, Mustafa Kemal Atatürk’le İsmet İnönü arasındaki -resmî olmayan kaynaklarda yer alan- rekabetten kaynaklanmış olabilir mi? Çünkü İsmet İnönü’nün, paranın üzerine resmini basmak gibi icraatları da söz konusuydu. Para basmak, biliyorsunuz ki tarihte sikke basmakla kıyaslanan, devlet egemenliğiyle ilgili bir durum. Bu yönden bakıldığında böylesi yıkıcı bir tutumun, Türk milletinin 1950’ye kadarki fukaralığına etkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Şimdi tabii burada önemli bir parantez açmış olduk.
Çünkü biz hâlâ sizin ilkokul yıllarınızdayız ve 1938’den 1960’a kadarki süreci anlama adına; sizin çocukluğunuzdaki, belleğinizdeki izler açısından bu mühim bir geçmişe bakış.
Şimdi bu anlattığınız hususu çok işittik. “İsmet Paşa paradan Atatürk’ün resmini kaldırdı.” diye. Bu bizim evde de söylenirdi. Annemden işitirdim. Ben, Türkiye’de tanıdığım insanlar içerisinde Atatürk’e en kayıtsız şartsız bağlı insan olarak Celal Bayar’ı gördüm. İhlaslı bir Atatürkçü, Kemalist aranacaksa bu Celal Bayar’ın kendisidir. Demokrat Parti, Menderes, Atatürk, Bayar… Bu konulara sohbetin akışı içerisinde tekrar dönebiliriz. Ben şimdi sözü dağıtmak istemiyorum, ancak karşımıza bir söylem çıktı. O da şudur: İsmet Paşa; Atatürk’ün, Atatürkçülüğün 1950’den sonra kayıtsız şartsız temsilcisi hâline geldi. İsmet Paşa, Atatürk ile ilgili ne derse o doğrudur, İsmet Paşa bir şey söylemişse sanki Atatürk hayattaymış, o söylemiş kabilinden değerlendirilirdi. Tabii ortaya böyle bir iddia çıkınca ister istemez bütün insanların dikkatleri 1938 öncesine, 1919’dan 1938’e kadar geçen döneme ve bu dönem içinde Atatürk, İsmet Paşa, Bayar ilişkilerine yöneldi. Bunun üzerinde düşünmeye, kafa yormaya başladılar. Bu günümüzde de zaten devam eden bir husustur. Bu, resmî söylemin, resmî tarihin, resmî ideolojinin irdelenmesidir. Güya karşımıza şöyle bir tarihî olay çıkıyor: Atatürk’ün son başvekili Celal Bayar’dı, İsmet İnönü değildi. İsmet İnönü’yü başbakanlık görevinden Atatürk uzaklaştırmıştı. O günlerde halk arasında -tabii CHP’li olmayanlar tarafından- konuşulan konulardan biri de Atatürk’ün İsmet İnönü’yü öldürteceğiydi. İsmet Paşa’ya kol kanat germek isteyenler, “Atatürk vasiyetinde İsmet Paşa’nın çocuklarına para bıraktı.” derlerdi. Bunlar halkın içinde dolaşan sözlerdi.
Şehir efsaneleri seslendiriliyor halk arasında.
Aynen efsane gibi. Birçok kişi; İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’ye geç katıldığını, önemli bir dönemde Ankara’da olmadığını; Garp Cephesi komutanı olmakla birlikte Millî Mücadele’nin askerî boyutunda önemli bir rol üstlenmediğini hatta Kütahya Altıntaş’ta ordunun bozulmasına İsmet Paşa’nın sebep olduğunu, meclisin buna isyan ettiğini; Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak’ın orduyu hızla Sakarya’nın gerisine çektiklerini, aksi taktirde İsmet Paşa’nın Altıntaş bozgunu ve Eskişehir’in düşmesinden sonra çok büyük bir lojistik probleme sebebiyet vereceğini; Sakarya Savaşı’ndan sonra ise Garp Cephesi’nin önemli bir işlevinin kalmadığını, Mustafa Kemal’in başkomutan olarak ordunun idaresini devraldığını, 26 Ağustos’taki Büyük Taarruz’un hazırlık ve planlarının en ince detaylarına kadar Fevzi Paşa’nın Genelkurmay başkanlığı sırasında hazırlandığını, bunun icracısının da doğrudan doğruya Atatürk’ün kendisinde olduğunu; İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’de bir asker olarak büyük bir faydasının söz konusu olmadığını; Atatürk’ün inkılaplarının zaten onun eşsiz dehasının ürünü olduğunu ve bu konuda İsmet Paşa’ya ayrıca bir hisse çıkarmanın söz konusu olamayacağını söylüyordu. 1937’de Bayar başbakan yapıldı. Çünkü özellikle ülkenin ekonomik durumu ile ilgili Atatürk’ün şikâyetleri söz konusuydu, gidişattan muzdaripti. Bayar’ın böyle bir isyanla iş başına getirildiği düşünülüyordu. İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığına seçilmesinde Bayar çok büyük bir rol oynamıştır.
Olumlu anlamda bir rol mü bu?
Evet, çok olumlu. İsmet İnönü 10 ay sonra Bayar’ı başbakanlıktan aldı. Ayrıca Şükrü Kaya gibi, Tevfik Rüştü gibi Atatürk’e son derece yakın bakanların, Bayar’ın kurduğu kabineye girmesini engelledi. Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya gibi bazı isimlerin, “Bayar bizi almadı, 10 ay sonra da aynı akıbet kendi başına geldi.” dedikleri iddia edilmiştir. Bu şekilde İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur olmaz sadece paradan Atatürk’ün resmini kaldırmakla kalmadı, Atatürk’ün ne kadar yakını varsa bakan seviyesinde olsun, milletvekili seviyesinde olsun, bunlar tam anlamıyla tasfiye etti. İsmet Paşa, “İsmet” isminin masumiyet anlamına geldiğini vurgulamıştır. Önceki dönem masum değilmiş gibi kendi devrini “İsmet Devri” olarak tanımlamıştır.
Halk nezdinde bunun karşılık bulacağını mı düşünüyordu acaba?
Halk, “Geldi İsmet, kesildi kısmet!” diye, özellikle 1960’tan sonra böyle bir mukabelede bulunmuştur. Hâlâ üzerinde tartışılması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Tarihî gerçekler böyleyken nasıl oldu da 1950’li yıllarda Bayar âdeta Atatürk düşmanı, İsmet Paşa ise Atatürkçü, Atatürkçülüğün, Kemalizmin temsilcisi hâline geldi? Bu soru önem taşımaktadır. Burada bir iki cümle ile tamamlayacağım. Tekrar 1938 öncesine dönüş lüzumunu hissediyorum. Esasen Mustafa Kemal Atatürk, İsmet Paşa ilişkileri pürüzsüz değildir. Özellikle aradaki anlaşmazlıklar giderek artmıştır ve Atatürk son yıllarında, devrim demokrasisi ile İsmet Paşa ittifakının arasında bir izolasyon içerisine alınmak istenmiştir. Bunları bu sohbet içerisinde sırası geldiğinde tartışabiliriz. Türkiye de bunları görecek, tartışacaktır. Birincisi budur. İkinci konu da fevkalade önemlidir. Gerçi gerekçelerine ve içeriğine tam olarak katılmamakla birlikte, merhum Attila İlhan’ın son derece önemli bir tespitini de burada ifade ederek bu konuyu şimdilik, hiç olmazsa noktalı virgülle bitirebiliriz. Attila İlhan, bilindiği gibi Kemalizmden hazzetmez. “Kemalizm aslında İnönizmdir ve gerçek Mustafa Kemal’le, gerçek Atatürk’le bir irtibatı yoktur.” demiştir. Bana göre de bu fevkalade doğrudur. Hemen şu hususu buna ekleyelim: Aslında Türkiye’de uzun yıllar İsmet İnönü ile Atatürk’ün bir bütünlük içerisinde görülmüş olmasının sebebi, 1930’lu yılların ortalarında bugünkü devletin zirvesinde, demokrasinin içerisinde ortaya çıkan Atatürksüz Atatürkçülük çerçevesinde “Atatürk’ü çok büyütelim” anlayışıdır.
Muhtevasını boşaltarak tabii…
“Muhtevasını da boşaltalım ve o muhtevayı biz yeniden kendimiz dizayn edelim, kendimiz yazalım.” diye düşünülmüştür. Bu düşünce o dönemin egemen bürokrasisine hâkimdi. Egemen kesimler kendi tercihlerini, kendi ideolojilerini Atatürkçülük kisvesi altında söyleme alışkanlığına sahiptir. İsmet Paşa’nın 1938’deki seçimde çok büyük bir ekseriyetle hemen cumhurbaşkanı olması ve 1950’den sonra da bahsettiğim şekilde Bayar’ın neredeyse Atatürk düşmanı, İsmet Paşa’nın ise Atatürk’ün tek temsilcisi hâline gelişi, bana göre Türkiye’de Atatürkçülüğün devamını değil, Atatürkçülükten kopuşu simgeleyen bir gelişmedir. Bu durum adı Atatürkçülük olarak konan bir sürü askerî müdahaleye gerekçe teşkil etmiştir. Hâlâ da günümüzde devam eden, Mustafa Kemal Atatürk’ü yansıtmayan bir İnönizm söz konusudur. Hâlbuki aralarında ciddi bir ayrılık vardır. Cumhuriyet’in kuruluşu, İstiklal Savaşı, Atatürk’ün 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkışı gibi olayları alalım, bunların hiçbirinde İnönü’nün önemli bir rolü yoktur. Özellikle de Hatay konusundaki ihtilaf, Atatürk ile İsmet İnönü anlaşmazlığını derinleştirmiş ve İnönü’nün başbakanlıktan alınmasına kadar varmıştır. Bu son derece ilgi çekicidir. Mutlaka bunun üzerinde durulması gereklidir. Buna arkeolojik bir çalışma denilebilir. Biz İnönizm kalıntılarını temizleyerek, onu Mustafa Kemal Atatürk’ün üzerinden sıyırarak Atatürk gerçeğine varmak mecburiyetindeyiz. Bu sevilir sevilmez, benimsenir benimsenmez, ayrı bir mesele. Ama sürekli Atatürk diye, Mustafa Kemal diye, Kemalizm diye, Atatürkçülük diye vurgu yapılıyor ama ortada Atatürk yok, sadece İnönizm var. Bu çarpıklığın artık kökünden çözülmesi gerekiyor. Herkes buradan istediği neticeyi çıkartabilir hatta ve hatta “İsmet Paşa, Atatürk’ten daha büyük bir devlet adamıydı.” diye düşünenler vardır. Türkiye’de böyle, dışarı duyurulmamış düşünceler de söz konusudur. Bunlar da gayet rahatlıkla ifade edilebilir. 1967’de İsmet İnönü’nün, Milliyet’ten Abdi İpekçi’ye verdiği ve kitap olarak da basılan bir röportajı vardı. Orada İsmet Paşa’nın, “Özellikle son dönemde Atatürk akşam genellikle içki masasındaydı, gündüz gittiğim vakit bazen küvete girmiş olurdu ve beni o vaziyette kabul ederdi. Âdeta Mustafa Kemal akşam içkili, sarhoş, gündüz de mahmurdu, devleti o dönemde ben idare ettim.” gibi düşünceleri de vardı.
Bir ima söz konusu. İmanın ötesinde de açıkça buna benzer yaklaşımları ortaya koyan sözleri de var. Yeniden ilkokul yıllarına dönmeden önce şunu sormak istiyorum: Mustafa Kemal’in gerek 1923 öncesinde, Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı süreçte ve gerekse 1923’ten sonra Cumhuriyet’in kurulması aşamasında birlikte olduğu insanların büyük bir bölümü, ya Mustafa Kemal tarafından ya da yakın çevresinin politikaları, yaklaşımları, siyaset etme biçimleri sebebiyle tasfiyeye uğruyor. Kurtuluş Savaşı başlarken veya Cumhuriyet kurulurken yanında bulunan aktörler sonrasında Mustafa Kemal’in etrafında durmuyorlar. Mustafa Kemal Atatürk ile İsmet İnönü arasında yine bu süreçten önce ve sonra psikolojik çekişmelerin yoğunluğu çok dikkat çekiyor. Her ne kadar resmî tarih reddetse de bir tarafta 1. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile başlayan bir silsile var, diğer tarafta ise birilerini tasfiye etmekten çekinmeyen bir Atatürk fotoğrafı var. Mustafa Kemal ile İsmet İnönü ilişkisi niye bu kadar mütereddit, çelişkili, çatışmalı, tenakuz hâlinde bir ilişkiye dönüşüyor?
İsmet Bozdağ, İsmet Paşa’nın başbakanlıktan alınışını ve Bayar’ın başbakan oluşunu; Atatürk’ün fedaisi, çok yakını olan Salih Bozok üzerinden anlatmıştır. Atatürk önemli bir devlet adamıdır. Yakınında, ona canını verecek kadar bağlı olan birçok insan vardı. Onlarla beraber olmaktan, onlarla sohbet etmekten, belki geçmiş günleri anmaktan çok mutlu olduğunu biliyoruz. Hatta bu insanların varlığından Latife Hanım’ın rahatsız olduğunu da biliyoruz. Ama bu kesimin büyük bir çoğunluğunu bakan yapmamıştır, önemli devlet görevlerine getirmemiştir. Böyle bir yanlışa düşmemiştir.
Duyarlı davranarak, rakı sofrasındaki dostlarını iktidar erkininin içine sokmamıştır.
Atatürk’ün rakı sofraları son derecede ciddi sohbetlere de zemin olmuştur. Mustafa Kemal, belki rakı sofrası dediğiniz yere gitmeden önce veya onu erken dağıtarak ciddi insanlarla beraber olmuştur diye düşünüyorum. Bu kişileri rakı sofralarına Atatürk’ün davet edip etmediğini de araştırmak gerekir. Ayrıca oraya dönemin şairi, âlimi de geldi hatta orada bir kara tahta bulunurdu. Orada çeşitli konuları tartıştıklarını da biliyoruz.
Bu kadar kolay tasfiye eden veya çevresini dönüştüren bir lider niye İsmet İnönü karşısında bir anlamda edilgin kalmıştır?
Çok doğru, bunun üzerinde durmalıyız. Şimdi bir kere şu kombinasyona burada girmemiz gerekiyor. Baştan beri Mustafa Kemal’in İsmet Paşa tercihi, İsmet Paşa’nın çok üstün vasıflarından kaynaklanmaz. İsmet Paşa’nın bir asker olarak hiçbir önemli başarısını bilmiyoruz. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu fevkalade başarılı komutanlar, paşalar çıkardı. Hatta 1918 yılı itibarıyla savaştaki ünleri Mustafa Kemal’inkinden bile fazla olan paşalar bulunduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İstiklal Savaşı’nda da biz aşağı yukarı bunu gördük. Mustafa Kemal, yaşadığı devrin her alandaki vasıflı insanlarıyla çalışmak istemiştir, vasıflı insanlar seçmiştir. Ama diğer taraftan da bizim bin yıllık merkeziyetçi geleneğimizin bir tezahürü olarak, o dönemin şartları içerisinde belki yadırgamayacağımız bir şekilde, kendi başına şöhreti olan ve kendisine karşı çıktığı takdirde problem yaratabilecek insanları da uzağında tutmaya çalışmış, bunları siyaset dışı bırakmaya gayret etmiştir. Bunu biliyoruz. Kâzım Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ile başlayan süreci de biliyoruz. Ayrıca ikinci bir grubun tasfiyesi de söz konusu. Bunların arasında fevkalade faziletli ve aynı zamanda dirayetli insanlar olduğunu da biliyoruz. Bunlar da bir şekilde tasfiyeye uğradılar. Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’yı tercih etmesi, doğrudan doğruya bu dişli kişilerle kendi arasına bir mesafe koyma, kendi sözünden hiçbir zaman dışarı çıkmayacak olan bir zatı önemli görevlerin başına getirme düşüncesidir. Bu suretle kendi tercihlerini çok daha kolay uygulatmayı, o kişiyi önemli görevlerde tutarken başkalarının o görevleri üstlenme ihtimalini ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. İsmet Paşa’yı, diğerlerini dengelemek, önemli görevlerden uzakta tutmak için tercih etmiştir. Bir bakıma İsmet İnönü’nün mistifikasyonunu başlatan kişinin Mustafa Kemal olduğunu da söylememiz gerekir.
İsmet İnönü, kendi gücü veya kabiliyetinden ziyade, Mustafa Kemal’in hedeflerine ulaşmasını destekleyen bir aktör olarak mı anlaşılmalı?
İsmet Paşa’dan fevkalade farklı bir mizaca, geçmişe, dirayete, beceriye sahip olan Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Genelkurmay başkanlığında tutulmuş olmasının da aynı sebebe bağlı olduğunu söylemekte çok fazla mahsur görmüyorum. Arada önemli farklılıklar olsa bile.
Atatürk açısından bir fark yok ama.
Yok, sebep aynı. Genelkurmay başkanı olacak asker o anda vardı, yoktu tartışmasına girmiyorum ama başvekil olacak insan çok daha farklı olabilirdi. Devrimlerin yapıldığı süreç İsmet İnönü’nün Başvekalette olduğu döneme rastladığı için, İsmet Paşa ile Atatürk arasındaki idari simetri bozulmaya başlamıştır. İsmet Paşa, bir şekilde, Atatürk’e “Ya ben ya diğerleri!” diyebilecek bir konuma kendiliğinden gelmiştir. Böylece İsmet Paşa’ya rakip olabilecek Rauf Orbay’ından Kâzım Paşa’sına kadar birçok kişiyi Atatürk karşısına almıştır. Mustafa Kemal, bazı sivil kökenli devlet adamlarına güvense de onların başbakanlık görevini yürütebileceklerinden şüpheye düşmüştür. İsmet Paşa’yı kullanırken, daha sonra onu dengeleyebileceği kişileri, unsurları da bu süreçte kendi eliyle tasfiye etmiştir. Onlardan birisi de Kâzım Paşa’dır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa ona iade-i itibarda bulunmuştur. Şimdi burada bir Serbest Fırka olayı var. Atatürk’ün, İsmet Paşa’dan kurtulmak için yakın arkadaşı Fethi Okyar’a bu partiyi kurdurduğu düşünülür. Fakat millet bu partiyi çok ciddiye almıştır. Fethi Okyar, İsmet Paşa’ya dönüp, “İstediğiniz tercihi yapabilirsiniz ama benim gitmemle kalmam Nisan’a kadar da uzar, devrimlere kadar da uzar.” diyebilecek bir güce erişmiştir. Ayrıca şöyle bir anekdot anlatılır: Mustafa Kemal, aralarında İsmet İnönü ve Fethi Okyar’ın da olduğu arkadaşlarıyla briç oynamaktadır. O sırada Mustafa Kemal’in bardağının altına yerleştirilmiş şekilde bir telgraf metni gelir. Bu yazı şifreli bir telgrafın çözülmüş şeklidir ve Şeyh Sait İsyanı’nı haber vermektedir. O tarihte, 1924-25 civarında, Fethi Okyar başvekildir. Mustafa Kemal etrafındakilere “Şimdi iki insanın, iki devlet adamının, İsmet İnönü ile Fethi Okyar’ın farkını size göstereceğim.” der. Telgrafı alır, Fethi Bey’e gönderir. Fethi Bey okur, cebine koyar, briç oynamaya devam eder. Hemen bir kopyasını da İsmet Paşa’ya gönderir, İsmet Paşa onu okur, telaşla ayağa kalkar; hemen bir sigara yakar, masanın etrafında dolaşmaya başlar. Ertesi gün Fethi Bey başvekillikten alınır, yerine İsmet Paşa gelir ve böylece Mustafa Kemal’in kaderi İsmet Paşa ile bütünleşmeye başlar. İsmet Paşa da bunu yavaş yavaş Mustafa Kemal’e karşı kullanır. İsmet Bozdağ’ın anlattığına göre Atatürk, 1933’te Yalova’da bir olaydan dolayı İsmet Paşa’yı azarlar. Görevden alınacağı bellidir. İsmet İnönü, odasına çekilirken Salih Bozok’u bulur ve “Aman, sabaha kalırsam bu iş biter, ne yapıp edip beni yanına sok!” der. Böylece Atatürk’ün yanına girer, orada ne olursa olur, ertesi gün görevine devam eder.
1937’ye gelindiği vakit artık İsmet İnönü bürokrasi içerisinde Atatürk’ten güçlüdür. Atatürk misyonunu tamamlamıştır hatta Atatürk ne yapacağı önceden kestirilemeyecek, devleti birtakım maceralara sokabilecek bir insan olarak gözükmeye başlamıştır. “Evet, Türkiye her şeyini Atatürk’e borçludur ama Atatürk’ün eserinin devam etmesi ancak İsmet Paşa ile mümkün olacaktır.” yönünde bir anlayış vardır. Dolayısıyla o tarihlerden itibaren Türkiye’nin İsmet Paşa’ya olan ihtiyacı Atatürk’e olan ihtiyacının önüne geçmiştir. Böyle bir düşünce yavaş yavaş uyanmaya ve benim biraz önce söylediğim bir izolasyon olayı kendisini hissettirmeye başlamıştır. Hem de o ana kadar hiçbir şeye itiraz etmemiş olan İsmet Paşa, Hatay gibi bir konuda Atatürk’e itiraz edince fikir ayrılığı büyür. Bu olay şöyle gelişmiştir: Atatürk’ün sofrasına İsmet Paşa geç gelir, uzakta bir yere oturur; Ulus gazetesini çıkartıp okur. Tamamen aldırmaz bir havadadır. Hatay meselesini Atatürk açınca İsmet Paşa da Atatürk’e dönüp, “Ne vakte kadar memleket meseleleri içki masasında konuşulacak!” diyerek kendisinden hiç beklenilmeyecek bir ifade kullanır. Atatürk önce şaşırır, “Cumhuriyet’i bile işte, hep beraber bu masada ilan etmedik mi önemli kararları hep burada almadık mı?” dese de keyfi kaçar. Bir süre sonra da yemeği dağıtır. Yine İsmet Bozdağ’ın yazdıklarına göre, bu olaydan sonra Atatürk Fevzi Paşa’yı çağırır. Bir soru işareti Atatürk’ün zihnine ve beynine yerleşmiştir: “İsmet Paşa’nın güvendiği bir şey olmasa bana bu şekilde hitap edemez, bu şekilde kafa tutamaz. Ben onu kendimden iyi tanıyorum, her şeyini bildiğim bir adam. Buna rağmen böyle davranıyorsa kendisinin bildiği, benim bilmediğim bir güç var İsmet Paşa’nın arkasında.” İşte böyle tereddütte düşer. Eğer hatırlanacak olursa daha sonra hem Celal Bayar’ı hem İsmet İnönü’yü trene alır, birlikte İstanbul’a giderler. Başbakanlığın değişimini de Atatürk trende yapar. Böylece bu değişiklik esnasında İsmet İnönü’nün başka hiçbir yerde bulunmamasını, orada olmasını sağlar. İsmet Paşa başbakanlık görevi bittikten kısa bir süre sonra maça gider. Maçta da siyasi hayatında ilk defa çok içten, coşkun bir alkışla karşılaşır. Bu, mağdurun yanında yer alan halkın hem tek parti dönemi başlatmış bir insana duyduğu yakınlığın hem de tek parti dönemine karşı gösterdiği tepkinin işaretidir. Ertesi günlerde Salih Bozok, İsmet İnönü’ye karşı çok ağır bir konuşma yapar ve “Sen ne istiyorsun, ne demek istiyorsun, amacın nedir?” diye sorar. Buna karşılık İsmet Paşa da çıkar, “Atatürk benim her şeyimdir, velinimetimdir. Sadece Türkiye’nin varlığı değil, benim varlığımdır. Her şeyimi ona borçluyum, kendisine sadakatten başka ne düşünebilirim.” gibi yatıştırıcı, gayet diplomatik bir konuşma yapar.
1938’de Atatürk’ün rahatsızlığı ilerler. Dolmabahçe’dedir ve hafta sonlarını İstanbul’da geçiren Başvekil Bayar, İsmet Paşa’ya der ki; “Doktorlar, Atatürk’ün ümitsiz, çok ağır hasta olduğunu söylüyorlar, akıbet belli. Bu kadar yakın arkadaşlığınız var, insani bir şeydir, görmek, vedalaşmak istemez misin? Nasıl arzu ediyorsan hükûmet her şeyi hazırlar.” İsmet Paşa tereddüt eder ama sonra Ankara Garı’ndan değil de Atatürk Orman Çiftliği’nden trene binip Atatürk’ü ziyaret etme fikrini kabul eder. O vakit muhtemelen sağlık bakanı olarak görev yapan, İsmet Paşa’nın hâkim olduğu o günkü bürokrasiyi ve aynı zamanda anonim iktidarı temsil eden bir kişi olan Refik Saydam, bu ziyareti öğrenir öğrenmez, telaşla İnönü’nün yanına gider. Kendisine “Bunlar size kötülük yapacaklar, başınıza bir şey gelebilir, suikast olabilir. Ankara’da nispeten emniyet altındasınız. Asla İstanbul’a gidemezsiniz. Buna tek başınıza karar veremezsiniz, eğer gidecek olursanız, lokomotifin önüne yatacağım. Tren çiğnesin de öyle gidin!” der. Refik Saydam’ın bu aşırı baskısı karşısında İsmet Paşa İstanbul’a gitmekten vazgeçer. Zaten birkaç ay içerisinde de Atatürk vefat eder. Bunun üzerine de İsmet Paşa, cumhurbaşkanı seçilir.
O süreci üç evreye ayıralım: Atatürk ile İsmet Paşa ilişkileri çerçevesinde ilk dönemde, birtakım güçlü kişilere karşı Atatürk, İsmet Paşa’yı kullanmıştır. İkinci evrede Atatürk, İsmet Paşa’yı kullanırken ve diğerlerini de tasfiye ederken, giderek çevresinde İsmet Paşa’ya rakip olacak hiç kimseyi bırakmamış, siyasi olarak kendisi de İsmet Paşa’ya bağımlı hâle gelmeye başlamıştır. Serbest Fırka hadisesi bunun bir örneğidir. Üçüncü evrede ise İsmet Paşa elinin yeteri kadar güçlendiğini gördüğü için olacak, Atatürk ile arasının açılmasından ve hatta başvekillikten alınmasından dolayı fazla bir tedirginlik duymamıştır. Belki ilerisi için bunu kendisi istemiş dahi olabilir. Hatay gibi bir konuda Atatürk’e direnmesi önemlidir. Sonuçta Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü’nün bir hayli güçlendiğini ve bu karşı çıkışının mutlaka bir güce istinat etmesi gerektiğini düşünmüş ama onu başbakanlıktan almanın dışında yapacak bir şeyi olmadığını da görmüştü. Bayar’ı başbakanlığa getirmek suretiyle, Türkiye’de hem gündemi değiştirmiş hem halkı rahatlatmak için ekonomiyi ve kalkınmayı ön plana almış, yeni bir sanayileşme planı hazırlatmıştır. Bu sanayileşme planının içerisinde yer alan birtakım tesisler 1950’den sonra Demokrat Parti döneminde açılmıştır. Çok ilginçtir, 1938’de İsmet Paşa gelince, devlet arşivinden bu sanayileşme planını sildirtmiş, bütün hazırlıkları ortadan kaldırtmıştır.
Mustafa Kemal’in Celal Bayar’ı 1937’de başbakan yapması, onda devlet adamlığı vasfını gördüğünü, ayrıca kendisine yakınlığından ve sadakatinden hiç şüphe etmediğini gösterir. Fakat ben diğer bir hususa da çok büyük önem veriyorum. Mustafa Kemal, ömrü olsaydı, Bayar’ın başbakanlığında ekonomiyi ön plana çıkartarak, kalkınma hamlesi başlatarak, bir bakıma İsmet Paşa’nın devlet kademelerindeki, bürokrasi üzerindeki etkisini de kırmak istiyordu. 1937’de Atatürk’ün Bayar’ı başvekil yapmış olması, 1924 İzmir İktisat Kongresi ile başlatılan liberal ekonomi sürecinin, 1930 sonrasında yaşanan Amerika’daki Büyük Bunalım’a bağlı olarak yeniden canlandırılmasıyla da ilgilidir. Bu yöndeki çabalarında devletçiler de Bayar’ı onaylamıştır. Tabii ki Atatürk çok yönlü bir devlet adamıdır. Atatürk’ün bazı özelliklerini, bazı yönlerini, bazı isteklerini, arzularını Bayar çok yakından hissetmiştir, anlamıştır. Bunları yaparken İsmet Paşa’yı Mustafa Kemal’den soğutmayı da asla düşünmemiştir. Belki Bayar’ı sağ Kemalizmin, İsmet İnönü’yü de devletçilik anlamında sol Kemalizmin içinde görebiliriz. Bayar’ı liberalizmin ve demokrasi çizgisinin, halk çizgisinin demokrasiye girişinin içinde görebiliriz. Atatürk de bir halk çocuğuydu, alçak gönüllü bir tabiata sahipti. Hatta Söğütözü’ndeki Atatürk Orman Çiftliği yapılırken Rumeli şivesi ile “Hiç olmazsa şurada, bana da bir kulübe yaparlar.” demişti. Böyle mütevazı, halka yakın bir insan olduğunu da biliyoruz. Ama bu yönünü, devrimleri, Cumhuriyet’i, yeni devleti hayata geçirme sürecinde çok fazla gösterememiş olabilir.