Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın», sayfa 3

Yazı tipi:

1923-1938 boyunca 15 yıllık süreçte, en önemli olaylardan bir tanesi Atatürk’ün yurt içi gezileridir. Bu, Anadolu’nun devreye girişidir, devletin bir açılımıdır ama tamamlanamamıştır, İsmet Paşa önünü kesmiştir. En son şunu anlatarak bu konuyu kapatayım: 1933 yazında Atatürk oturuyor, yanında da “çocuk” dediği Falih Rıfkı da var. O sırada İsmet Paşa’ya Schacht’ı örnek gösterir. Schacht, “Sihirbaz Maliyeci” denilen, Hitler’in ünlü maliye bakanıdır. 1933’te başbakan olunca Hitler, otoyol yapımına girişmiş ve Almanya’da işsizliği hızla kırarak, altyapı hizmetleri ile işe başlamıştır. Schacht da hakikaten mucizevi bir şekilde kaynak bulmuştur. “Bak, Schacht’ın Hitler’e nasıl para bulduğu anlatılıyor.” denilince İsmet Paşa gayet umursamazca, “O şekilde giderse enflasyon olur.” diyerek kestirip atmıştır. İsmet Paşa kıpırdayan yapraktan dahi tehdit algılayan bir yapıya sahiptir. “Yatırım yaparsan enflasyon olur”, “Hatay’ı almaya kalkışırsan yabancı güçler Türkiye’yi bir kez daha istila ederler.”, “Biraz demokrasi dersen, biraz manevi inanç dersen arkasından irtica gelir, devrimler elden gider.” gibi düşüncelere kapılmıştır Atatürk yaradılış olarak tutucu bir kişilik değildir ama İsmet Paşa tam anlamıyla bir tutucudur, statükocudur.

Gerici midir?

Evet, mizaç olarak hiçbir şey yapmama ve yaptırmama taraftarıdır. Ben biraz önce Türkiye’nin durumunu anlattım. Ankara’nın elektriğinin iki üç tane dizel motordan üretildiği ve halkın fakir olduğunu söyledim. Demokrat Parti iktidara gelinceye kadar İsmet Paşa’nın, CHP’nin değişen Türkiye ve dünya ile ilgili hiçbir hazırlığının olmadığı da kesindir. Benim bu söylediklerimin bir kısmı somut vakalara, delillere dayanıyor olmakla birlikte, bir kısmı da elbette yorumdur. Ama tarihin kendisi zaten yorumdur. Tarih bizim dışımızda var olan bir şey değil, bizim inşa ettiğimiz bir şeydir. Onun için rahatlıkla söylüyorum. Bayar’ın tercih edilmesi, yeni bir ekonomi, yeni gündem ve yeni sanayileşme dönemi açmak içindi. Ama Atatürk’ün ömrü bunu tamamlamaya vefa etmedi. Ömrü vefa etseydi Türkiye bir vites değişikliği yaşayacaktı. Zaten 1939’da harp başlayacak ve araya başka olaylar girecekti. İsmet İnönü’ye kıyasla Atatürk’ün laiklik gibi konularda aydın bir tavır sergilediğini ve özellikle ekonomik meselelere, dış politikaya kesinlikle çok daha yenilikçi, ilerici baktığını biliyoruz. İsmet İnönü, Atatürk’ü bir taraftan âdeta putlaştırırken, bir taraftan da onu öldürmüş, o ruhu öldürmüş ve dış politikadan ekonomiye kadar Atatürk’ün geçici olarak doğru bulduklarını, Türkiye için ebedî ve siyasi bir hayat tarzına dönüştürmüştür. Aralarında önemli bir mizaç farklılığı, sizin ifadenizle psikolojik uyumsuzluklar olduğunu da teyit etmemiz ve açıkça belirtmemiz gerekiyor.

İlkokul döneminizi, o dönemdeki serüveninizi konuşuyorduk. Hâlihazırda ilkokul arkadaşlarınızdan görüştüğünüz, zaman zaman bir araya geldiğiniz, sohbet ettiğiniz isimler var mı?

Evet bir kişi var. Bir gün Japonya’da bulunan bir ilkokul arkadaşımdan e-posta aldım. “Beni hatırladın mı?” diyordu. Bir ara dört kişilik sıralarda oturuyorduk. Onu hatırlattı, “Beraberdik.” dedi. En son 1979’da Bulvar Palas’ta görüşmüştük. Japonya’ya gideceğini söylüyordu, uzun zaman ondan haber alamamıştım. Çok sevindim. Sınıfın en çalışkanlarındandı. Orta Doğu Teknik Üniversitesinde elektronik mühendisliği eğitimi almıştı. Bir süre Türkiye’de görev yaptıktan sonra Japonya’ya gidip orada evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Sohbet ettik uzun uzadıya telefonla. Daha sonra e-posta ve telefonla görüşmeye devam ettik, Türkiye’ye geleceğini yazıyordu. Geldi, burada da görüştük. Ayrıca Çankaya İlkokulu civarında oturan öğrenciler vardı. Onların bir kısmı yerlerini değiştirmediler. Görüştüklerim var fakat onlarla aynı sınıfta değildik, aynı dönemde okuduk, bir sınıf aşağı, bir sınıf yukarı idik. Onlarla ilişkilerim var, devam ediyor.

İlkokul hatıralarınızı yâd ederken; sanki okul hayatını hiç sevmemişsiniz, daha çok siyasi bir iklimin neşet ettiği evde büyümeniz sebebiyle, siyaset mektebi sizin için çocukluktan itibaren okulun önüne geçmiş gibi bir izlenim uyandırıyor?

Şöyle söyleyeyim. Okulu hem sevdim hem sevmedim. Sevdim; arkadaşlar, arkadaşlıklar güzel bir şeydir. Hayatı paylaşmak güzel bir şeydir. Bu yönüyle okul güzeldi. Fakat okullara beni uzak kılan iki sebep var. Bunların da üzerinde durmak isterim hatta birisi üzerinde biraz daha uzun durmak istiyorum. Bu, İstanbul’daki okulun yatılı olmasıydı. Yatılı okulu sevmedim.

Yatılı okumak sizde yalnızlık duygusuna mı yol açtı?

Öyle de denilebilir. Bir de yatılı okul, kendi kurallarına göre sadece yemek yiyeceğiniz, ders çalışacağınız, yatacağınız vakti belirleyerek hürriyetlerinizi elinizden almakla kalmaz, ne yapacağınıza da karar verir. O gün genel geçer konular neyse boş zamanda o konuşulur, o aktiviteler gösterilir, o sporlar yapılır.

İstanbul’daki yatılı okul gayet uyumlu anılarla geçmiş olmasına rağmen egemen siyasi düşünce o gün için muhalefetti. Rock’n Roll, Elvis Presley, arkasından twist, diskotek, bu tür şeyler beni hiç açmamıştır. Ben farklı şeyleri merak ediyordum. Farklı şeyler öğrenmek istiyordum.

Bu dönemde kitaplarla tanıştınız mı?

Kitaplarla tanıştım. Şimdi asıl o konuya girmek istiyorum. Benimle okul arasına giren bir boşluğu burada anlatmam mümkün olacak. Ben daha okula gitmiyordum. 1951’de, daha doğrusu 1952 başında büyük ağabeyim Türkiye’den ayrıldı. Hukuk fakültesinden mezun olup, ikinci bir üniversiteyi bitirmek üzere İsviçre’ye gitmişti. Dört yaşındaydım. Ağabeyim İsviçre’ye gitmeden önce beni karşısına alıp; insan organları ne küçük dolaşım ne, büyük dolaşım ne, karıncık, kulakçık, kalp, karaciğer ne yapar; sindirim nasıl olur; beyin nedir; bir taraftan bunları anlatır, diğer taraftan da bana tarihten örnekler verirdi. Ortanca ağabeyim de aşağı yukarı bunları bana tekrarlardı. Ben dört beş yaşındayken “Kutadgu Bilig”i, Bilge Kağan’ı, Alparslan’ı öğrenmiştim. III. Mehmet’ten I. Ahmet’e, IV. Murat’a kadar tüm Osmanlı padişahları; arkasından Millî Mücadele, İstiklal Savaşı, bunları öğrenmiştim. Rahmetli anneannem vardı. O, İzmir’deydi, edibeydi, yazardı. Servet-i Fünun’da dahi yazısının çıktığı söylenir. Özellikle iki büyük ağabeyim için edebiyat, tarih derslerinde canlı bir ansiklopedi ve sözlük gibiydi. Ondan da birçok şey öğrenirdim. Mesela birçok Osmanlıca kelimeyi daha küçük yaşta öğrendim. Ortaokulda, Türkçe derslerinde kelimelerin manasını sorarlardı Bu bilgileri evde edindikleri için ağabeylerim hiç çalışma lüzumu hissetmezdi. Sadece bu tarihî şahsiyetleri değil, Fuzuli, Nabi gibi şairlerin isimlerini, özelliklerini de o evin içinde var olan havada öğrenirdik. Osmanlı tarihinin devamı, duraklama, gerileme, sonra Karlofça, onlar benim o çocuk yüreğime gelir, yutamadığım ham elma gibi boğazıma takılırdı. Ve işte babam vesilesiyle siyasete yeni yeni uyanan ilgi… O gün evdeki, Türkiye’deki heyecan, sanki bir yeni dirilişin Türkiye’de yaşanmaya başladığı gibi bir duygu verirdi bana. Sadece bunlardan da ibaret değildi. O vakit okuma yazma bilmiyorum ama bazı şeyleri okutacak birileri de bulunuyordu bir şekilde. Mesela 1950’de çıkan “Pekos Bill”, ilk kovboy-kızılderili dergisiydi. Pekos Bill kement atardı, silahı yoktu. Perşembe veya cuma günleri çıkardı. Derginin iki sayfası siyah beyaz, iki sayfası renkliydi. Pekos Bill’in sevgilisi Calamity Jane vardı. David Crockett, takunya gibi bir şey giyerdi ayağına, elinde tüfeği olan, omzunda tavası asılı bulunan, şişman bir tipti. Tabii çok ileriki yıllarda bunların o dönemde yaşamış şöhretli Amerikalı kovboyları olduğunu öğrendik. O işe de merakım vardı. Diğer taraftan Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Kolsuz Kahraman”, “Kızıl Tüy” gibi romanlarını da kendim okuyamadığımdan okuturdum. Şahit olduğum konuşmaları hemen hafızama alırdım. Buna teşvik de görüyordum.

Size okunan o kitapları babanıza da okutur muydunuz?

Ağabeylerimin ve annemin öğrettiklerini babama anlatırdım, çok hoşuna giderdi. Eve çalışmaya gelen misafirler olurdu. Ara verdikleri vakit beni çağırırlar, onlar da anlattırırlardı. Ben anlatırken, “Soru da sorabilirsiniz, anlattıklarından yetinmemiz gerekmiyor.” diye de eklerdi rahmetli babam. Bundan çok büyük bir keyif alırdım, bildiklerimi iddialı bir şekilde anlatırdım. Onun için hayatta hiç konuşmakta, bölüşmekte ve insanlarla bu manada ilişki kurmakta sıkıntım olmadı. Şimdi düşününce tatlı bir mahcubiyet duyarım. Çünkü benim o tarih bilgimle anlattıklarımı dinleyenler arasında rahmetli Fuat Köprülü de vardı. İlkokula gitmeyen bir çocuğun, Fuat Köprülü gibi hâlâ Türk tarihçiliğinde yeri dolmamış bir âlimin yanında bunları anlatmış olması, benim için hâlâ bir tatlı mahcubiyettir. Onlar da beni teşvik ederlerdi. Oradan oraya taşına taşına, o dergileri muhafaza edemedim. Okuma yazma öğrendiğim dönemde de bu şekilde devam etti. Ali Naci Karacan, rahmetli babamın büyük ilgisi ve yardımı ile Milliyet’i çıkarabilir hâle gelmişti. Bana imzasıyla, yanılmıyorsam Claude Cohen’in bir kitabını hediye etmişti. Buna benzer daha ilginç bir olay ise rahmetli anneannem ile Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın ileri bir hukukları olmasıydı. Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, rahmetli anneannemin küçük kız kardeşinin kocası, yani eniştesiydi. Ağırlıklı olarak İstanbul’daydı ama Ankara’ya geldiği vakit bize uğrardı. Rahmetli anneannem ile konuşur, annem rahmetli de “Enişte, enişte!” diye kendisini çok severdi. Gayet entelektüel bir kişiliği vardı. Doğal olarak rahmetli babamla da görüşürlerdi. Ben daha okula gitmiyordum ama haritanın ne olduğunu, hangi şehrin, hangi memleketin nerede olduğunu bana rahmetli anneannem gösteriyordu. Bana öğlen yemekte bir soru sordu Tevfik Rüştü Aras, dedi ki: “Dünyanın en küçük denizi hangisidir?” Ben, “Marmara Denizi.” dedim. O da “Yok, Azak Denizi’dir.” dedi. Ben o anda fark edemedim tabii. “Yok, hayır, Marmara çok daha küçük, ben biliyorum.” dedim. “Peki.” dedi, “Ama yine de bak, Azak Denizi! Gel seninle bir iddiaya girelim. Şimdi benim senden bir şey istemem yersiz olur ama sen haklı çıkarsan ben sana bir tane dünya maketi hediye edeceğim. Değilse sen bundan sonra daha dikkat edersin.” diye devam etti. Tabii ben yüzde bir milyon eminim. Yemek odası aşağı kattaydı. Yukarıdan, yazıhane odasından büyük atlas, Larousse vs. geldi, görüldü, gerçek çıktı ortaya. Tabii daha sonra anladım ki bu bir mizansen. Yoksa okula gitmeyen bir çocukla ne diye iddiaya girsin. Erken yaşta onun hayatına bir iddia, böyle bir hediye sokarak, bir çocuğun o alandaki merakını iyice kökleştirmek istemiş.

Yıl 1960, 27 Mayıs İhtilali oldu. Benim kendime göre okuma ve öğrenme merakım devam etti. O zaman bazı arkadaşlarımızla bunu paylaşırdık. Lisede sosyal bilgiler diye okutulan dersler, Türk edebiyatı dâhil, bana basit geliyordu. Tabii şimdi hocaların bilgisiyle kendi bilgimizi kıyaslamak gibi bir münasebetsizliğin içine girmek istemem ama en azından o gün okutulanlardan o günkü müfredattan çok daha ileri düzeyde bilgi sahibiydim. Özellikle edebiyat, sosyal bilimler gibi konularda okul bizden geri bir duruma düşmüş oluyordu. “Okul bir an önce bitse de başladığımız şu kitabı bitirsek ve birtakım arkadaşlarla bunu konuşsak.” diye düşünüyordum.

Hayat, ders kitaplarının içinde değil de okuduğunuz diğer kitaplarda mı karşınıza çıkıyordu?

Hem teorik hem pratik kitaplarda diyelim. Hayat orada karşımıza çıkıyordu. Ben 1961-63 arası dönemde Çehov’u, Dostoyevski’yi, Steinbeck’i okuyordum. Kant’a kadar, Batı felsefesi hakkında bilgi, kültür sahibiydim. Lise yıllarında ve sonrasında da Auguste Comte gibi yazarları okuyorduk.

Genelde Batı ağırlıklı eserler mi okuyordunuz?

Aynı zamanda da divan edebiyatını, Fuzuli, Bâki, Nesimi, Nabi, Nedim, Taşlıcalı Yahya’ya kadar okuduğumu söyleyebilirim. Daha yenilere gelince Ahmet Haşim, özellikle de Yahya Kemal… Yahya Kemal’in birçok şiiri ve birçok nesri bana hâlâ bir şeyler öğretir. Onu hem en büyük tarihçilerimizden hem de en büyük mütefekkirlerimizden sayarım. Yahya Kemal bugün dahi -çok iddialı söylüyorum- tam anlaşılamamış, büyük bir şahsiyettir. Elini öpmek de nasip oldu. Aynı katta, Park Otelde kalıyorduk. Yahya Kemal ile münasebetim veya hoca-öğrenci ilişkilerimiz hâlâ kitapları üzerinden de devam ediyor. XIX. ve XX. yüzyıl şairleri, düşünür arasında -sağcı, solcu ayırmadan söylüyorum- en büyük yakınlığı ona duyarım. Benim bir merakım da Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşı, İstiklal Savaşı ile Cumhuriyet’in ilk dönemleridir. Bunları; hem okuyarak, yazarak ve yaşayarak bilenlerden hem de o dönemi yaşamış şoför, esnaf, halk kesiminden veya onlara aktaran daha yaşlı kişilerden, aslına uygun olarak öğrendim. Aydın’da ayakta kalan zeybeklerden, efelerden; Çanakkale’ye, Kut’ül Ammare’ye, Galiçya’ya gitmiş, İstiklal Savaşı’na katılmış, madalya kazanmış insanlardan o anıları dinlemek, benim resmî ideoloji, resmî tarih karşıtı olma yönümün önemli bir kaynağıdır. Bu dinlediklerim, bir bakıma halkın yakın tarih yorumudur. Feridun Kandemirlerden tutun, Kemal Tahirlere kadar hatta bugüne kadar gelen eleştiriler, yazılar, diziler, hepsi de benim için önemlidir.

Siz o günlerde resmî tarihin gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymadığının da farkındasınız tabii…

Elbette! Şimdi bir de şöyle bir duygu yaşıyorduk. XX. yüzyılın başında yaşamış, İtalyanların meşhur bir roman ve tiyatro yazarı vardır, Luigi Pirandello. Onun bir kitabının adı “Size Nasıl Geliyorsa Öyledir” idi. Ben şahsen kendi hayatımda gerçeğin ne kadar namert, indi ve hatta doğrudan doğruya bir düzmece, yalan olduğunu yaşadım. Çok küçük yaşlarda benim kafama şu düşünce yerleşti: Mutlak bilgi, bizim bu dünyaya ait bilgilerimiz değildi. Sadece vahiy yoluyla bize bildirilmiş ve gayba ait bilgiler kesindi. Onların doğruluk ve yanlışlığını akla başvurarak çözmek mümkün değildi. Din, vahiy yoluyla bildirilen bilgi, gayb, inancın üzerine, imanın üzerine oturuyordu. O, akla tabi olamazdı. Ancak akıl ona tabi olabilirdi. Böylece gayba inanmada, kitaba, sünnete inanmada, kendi payıma bir itikat ve iman içindeyken, bu dünyaya ait olan bilgilerimizin ne kadar değişken olabileceğini, akılla mantığın insanlar arasında güçlü ihtilafları çözecek ortak bir dil olmayacağını kabul eden, böyle bir felsefi, eskatolojik bir düşünce gelişti bende. Bunun günlük hayata dokunan bir tabanı, bir karşılığı da var. Muhalefetin 1950-60 arasında söyledikleriyle, 1960’tan sonra gazetelerin yazdıklarıyla hatta o zaman okul kitaplarına girenlerle, en az iki Demokrat Parti, en az iki Adnan Menderes profili çizildi. Her inançta olanlar kendi inançlarında kavidir. Hiçbir akli delil, o batılı, o yanlış düşünceyi ortadan kaldırmıyor. İnsanın düşünceleri ve fikirleri, bir taraftan onun mizaç özelliklerine, bir taraftan da -Marks’ın dediği gibi-mensup olduğu sınıfa, birtakım toplumsal nedenlere bağlı olarak gelişiyordu. O zamanlar, tarihin, gerçek dediğimizin tek bir doğrudan ibaret olmadığını, bu bakımdan modernizme de aydınlanmaya da kuşkulu yaklaşmak gerektiğini, mesafeli olmak gerektiğini düşünüyordum. O günlerde yaşadıklarım ve o yaşadıklarımla paralel giden kendi okumalarım, beni böyle bir anlayışın içine yerleştirmişti.

Bugün okuduğunuz gazetelerin birinci sayfalarına ve manşetlerine, oluşturulan gündemlere de kuşkulu mu bakıyorsunuz?

Evet. Hatta ben diyorum ki bizim gördüklerimiz, olanlar değildir, bize gösterilenlerdir.

Bir nevi tiyatro diye nitelendiriyorsunuz?

Tiyatro olabilir, senaryo olabilir. Maksat budur. Tek merkezliymiş veya çok merkezliymiş; ben çözemem, kimse de çözemiyor. Ama bir kuşatılmışlık içinde olduğumuzu, etkilendiğimizi ve de giderek bunun çok daha arttığını, bugünkü entelektüel hayat söylüyor. Ama ben bunu, dediğim gibi 1960’lı yıllarda gördüm, yaşadım. Bunun birçok faydası oldu. Bana hayatta en haz aldığım şeyin ne olduğu sorulursa “Öğrenmektir.” derim. Merak ve öğrenmek… İşin güzel tarafı, öğrendiğinizin de yanlış çıktığını görebilmek veya “Bildim, biliyorum.” dediğinizin de yanlış çıktığını görüyor olabilmek… Anlatacağım şu kısa anekdot beni hoşgörülü olmaya itti. Yıllar sonra Kâtip Çelebi’nin “Nizamü’l-Hakk Fi-ihtiyari’l-Ahakk” adlı kitabını okudum. Ben, Türkiye’deki liberallerin, liberalistlerin, liberalizm yanlılarının bunu okuduklarını hiç zannetmiyorum. Hâlbuki bu eser 1650 yılına ait bir hoşgörü abidesidir. Orada, “Halkın inandıklarıyla uğraşmayın, değiştiremezsiniz.” der. O kitapta tütünün haramlığına helalliğine, kabir ziyaretlerine kadar birçok konu ele alınıyor. Bunları hâlâ biz tartışma programlarında yeni bir şeymiş gibi konuşmaya devam ediyoruz. Bu, bir bakıma bazı konuların da ne kadar öğretici olduğunu gösterir.

Bir vesileyle yazmıştım ama sırası geldi anlatmak da istiyorum. Malum İmam Birgivi, taassup ehlinin temsilcisi diyeceğimiz bir kişi. Şeyh-ül İslam Ebu Suud Efendi’ye bile karşı çıkmış bir zat. Balıkesir’de doğmuş, Ödemiş Birgi’de -Aydınoğulları’nın kurulduğu ilk yerde- bulunmuştur. Bu din âlimi derdi ki, “Kabirlere gitmeyin, türbe olarak onların üstünü örtmeyin, orada kurban kesmeyin, çaput bağlamayın, bunları yapmayın, zinhar dinden çıkarsınız.” Böyle bir yönü vardı. Türk siyasetini inceleyenlerin hatta Türk toplumunu inceleyenlerin mutlaka bir prototip olarak çok iyi bilmeleri gereken bir kişi idi. Otuz sene önce ilk defa gittim Birgi’ye. Önce Aydınoğlu Camisi’ne, Aydınoğlu’nun türbesine, oradan da İmam Birgivi’nin mezarına. Birgi şimdi bir belde, Ödemiş’in bir beldesi, mezar da orada. Orada ne göreyim, bir iki kilometreden başlamışlar, yol boyunca çaput bağlamışlar ve orada kurban kesiyorlar. Ege Bölgesi’nde, Orta Anadolu gibi, Güneydoğu Anadolu gibi, Doğu Anadolu gibi çok fazla yatır, evliya, türbe geleneği olduğunu da söyleyemem. Ama hemen hemen bütün Batı Anadolu halkı yüzyıllar içerisinde İmam Birgivi’yi yeniden bir evliya, bir ermiş olarak üretmiş, böyle inşa etmiş. Kâtip Çelebi’yi de yeni okumuştum o vakit. Millî Eğitim veya Kültür Bakanlığından çıkmış bir eserdi. En çok tavsiye ettiğim kitaplardan birisi olmuştur eşe dosta. Sonra bir yirmi küsur sene geçti. Yine Ödemiş’e yolumuz düştü ve yine İmam Birgivi’nin, muhterem zatın mezarına bir uğrayalım, Fatiha’mızı okuyalım diye gittim. Çaput bağlama kalkmış fakat Belediye Başkanı oraya çok güzel, aynı anda bir iki büyük veya küçükbaş hayvanın kesilebileceği, üstü kapalı, küçük, modern bir mezbaha yapmış. Dedi ki, “Aydın Bey buraya insanlar geliyor, ortalıkta güzel gözükmüyordu, onun için yaptık.” Biraz ileride de İmam Birgivi’nin mezarı var. Mezarın üzerine büyük, lahit gibi bir granit taş koymuşlar ama türbe gibi üstü kapalı değil. Rahmetlinin bir tek o isteği yerine gelmiş. Belediye başkanı, “Nasıl, iyi olmuş mu?” diye sordu. Şöyle bir başımı çevirdim, ne de olsa İmam Birgivi Hazretleri’nin manevi makamındayız. Şimdi bunu düşünsem, demem gerekecek ki, “Bu zatın ruhu burada kesilen her hayvanla birlikte ızdırap çekecek. Keşke bunun aksini savunmuş, aksini istemiş olsaydınız, keşke bunu yapmasaydınız…” Ama o belediye başkanı bunu büyük bir ihlasla yapmış, halk için yapmış, millet için yapmış. Belediye başkanı kendi kendine herhangi birisini ermiş, evliya tayin edebilecek durumda değil. O da halk ve tarih böyle addettiği için yapmış. Ben de ortadan sözlerle, asla onun gönlünü kırmayacak şekilde düşüncelerimi ifade ettim. Oradan o şekilde ayrıldık.

Tabii iki yüz sene, üç yüz sene sonra ne olur, yirmi otuz sene sonra ne olur onu da bilemeyiz. Şu noktaya varmak istiyorum. Bu düşünceler, insanın, ister istemez olaylara biraz daha tepeden, kuşbakışı ve daha hoşgörülü bakabilmesini de sağlıyor. 1960’lı yılların başından 1965’e kadar toplum daha tam açılmamıştı. Bu konularla ilgilenenler ise daha çok din nedir, var mı, yok mu, Tanrı var mı, yok mu, Darwin’in teorileri nedir, kaba manada determinizm nedir, bunları sorguluyorlar. Ama bunlar da bazı gerçekleri irdelemek için değil, onları kaldırıp kendilerini hâkim kılmak için yapıyorlar. Hatta ruh var mı yok mu diye tartışılırdı. Çok ilginçtir, 1950’li yılların ortalarında böyle “Ruh ve Madde” diye dergiler çıkıyor, ruh çağırma, spiritizma seansları yapılıyordu. O zaman bunlar millî maneviyatçılık ve mukaddesatçılık sayılıyordu. Ruhun varlığını, onu maddeleştirerek ispata kalkmak gibi gariplikler oluyordu. Böyle bir hoşgörünün, böyle bir eleştirel yaklaşımın, zaman içerisinde sadece Kâtip Çelebi ile sınırlı kalmadığını, Ahmet Cevdet Paşa gibi kişilerin de benzer bir hoşgörüsü, düşüncesi, meselelere daha geniş ufukla bakma tavrı olduğunu gördük.

1960’lı yıllarda, o günkü 27 Mayıs İhtilali’nin resmî ideoloji için yapılmış olduğu iddiası, bunlarla birlikte, aramıza daha büyük bir mesafe koyuyordu. Söz gelimi, o zaman herkes, “Atam izindeyiz.” diyordu. Biz de genciz o vakit. Lise talebesi üç beş arkadaş, ne olur ne olmaz, sesimizi de fazla yükseltmeden kendi aramızda böyle bir nümayiş yaptık. O zaman böyle eylemler çok oluyordu Kızılay’da. Biz de “Abdülhamit’in izindeyiz.” dedik. Abdülhamit’i yeni yeni öğrenmeye başlıyorduk. Sonra Kızıl Sultan, Gök Sultan veya Yeşil Sultan olarak karşımıza çıkmaya başladı. “Kızıl Sultan” ifadesi kesinlikle doğru değil. Ne yazık ki Ermeni ağzı ile kendi padişahımızı kötülemek, ona karşı çıkmak gibi ağır, vahim bir hata yapılıyordu. Benim bahsettiğim bu mesafe, öyle noktalara taşınıyordu ki söz gelimi hâlâ Abdülhamit’e karşıyım dediği için Bayar’a karşı benim içim burkuluyordu. Hâlbuki Demokrat Partinin genel başkanıydı. Araya uçurumlar giriyordu. “Kayıtsız şartsız Lozan bir zaferdir.” diyenlere karşı tepki duyuyorduk. Kendi payıma en fazla da “En hakiki mürşit ilimdir.” sözüne tepki duyuyordum. Yanlış anlaşılmasın, sözün içeriğine değil, bilimsel gerçeğin tek gerçek olduğunu söyleyen pozitivizme tepki duyuyordum. Bu bir fikir akımıdır, buna hiç inanmadım, karşı oldum -felsefeyi bir kenara koyalım- o fikir akımı bize her yerde lazım değil. Bu zamanda alternatif tıp bile tıbbın iyi ettiği hastalıklarla uğraşmıyor da iyi edemedikleriyle uğraşıyor, demek ki bilime müracaat etmek iyi bir şeydir. Hele hele eğer vahye, nasa itibar etmeyip de dünyevi bir düşünceye, görüşe itibar etme düşüncesindeyseniz, bunun bilimsel bir esasa dayanması her zaman uygundur. Çünkü bilim değişiyordu. Görüyorduk ki Newton ile sınırlı kalmamış, kuantum çıkmış, Heisenberg çıkmış, modern fiziğin klasik bilimsel söylemini tekrarlamayan birçok isim ve düşünce çıkmış. Epey yıl önce İstanbul’da, Perşembe Pazarı’nın arka tarafında, Haliç’e yakın bir camide bir Mayıs günü -İstanbul’un kurtuluş günü de olabilir- dinlediğim hutbe beni sonsuz derecede doyurmuştu. İmamın o gün işlediği tema şuydu: “Düşünmek put kırmaktır. Çünkü düşündükçe her an bir başka şey öğrenir, yeni bir doğruya varırsınız. Böylece de sürekli düşünerek çok put kırarsınız.”

Böylelikle çok az puta sahip olursunuz.

Evet çok az puta sahip olursunuz. Tabii daha sonraki yıllarda halkın daha çağdaş yorumuyla birlikte, yeni açılımlarla da karşılaşarak, o hoca efendinin genç yaşına rağmen çok hikmetli sözler söylediğine daha fazla inandım. Sabit kalan bir düşünce yoktu ama Cumhuriyet, resmî ideoloji, mutlağın peşindeydi, bilimin değil. Bilim orada bir meşrulaştırma aracıydı. Onun dediklerine karşı çıkarsanız, bilime karşı çıkarsınız insanın iyiliğine, insanın sağlığına karşı çıkarsınız. Bu tamamen bir kurguydu. Ama kendi kabullerini bilimsel eleştiriye sunmuyorlardı. Bilim eğer büyük tetkikçi ise bir müfettiş ise bir tahkikçi, bir muhakkik ise o, dinle uğraşabilirdi, benzer ideolojilerle uğraşabilirdi ama iş resmî ideolojiye gelince bütün işi gücü onu tasdik etmek oluyordu. Bu da genç yaşta, insanların hassas olduğu dönemlerde daha büyük bir haksızlık olarak görülüyordu. Demokrat Parti ile ilgili söylenenlerle tarih oluşturuluyordu. Bunların birçoğu ak ve kara kadar birbirinden uzaktı. İnsanların öyle meziyetleri veya öyle kusurları söz konusu olabilir ki elbette bunlar üzerinden münakaşa edilebilir. Ama münakaşa edilemeyecek yönleri de vardır o insanların. Gerçeğin bu kadar değişmemesi iktiza eder. Gerçek fiilen değiştiriliyorsa, o zaman, bir arkeoloğun yaptığı gibi elimize gerekli alet edevatı alıp tarihî olayların üzerindeki katmanları kaldırmamız gerekir. Mesela nasıl doğal olaylar, zelzeleler, depremler, seller, daha önceki medeniyetlerin üstünü örtmüş, onları kaybetmişse bu dönem için de aynısı yapılmak isteniyordu. Bizim de bu tarih dediğimiz hadisenin üzerini açmamız gerekiyor. Güya dünün gerçeğini bulma gayreti -zaman zaman buna yaramış olmasına rağmen- bazen de iktidarın bir baskı aracı olarak gerçekleri değiştirmiştir. Bunun için tarihe, resmî ideolojiye karşı ileri derecede mesafeli durmak icap eder. Ama ona karşı bu mesafeli duruşu da hiç değişmez bir ak ve kara hâline getirmemek gerekir. Yakın tarihte bir şey mi düşünüyorum, inanıyorum, bak bu bugünlüktür. Yarın bir başka kanaat, başka bir gerçek çıkar, daha iyi bir yorum çıkar veya sen kendin öyle bir noktaya gelirsin ki, bugünkünden farklı düşünebilir, inanabilirsin. Mümkün olduğu kadar adaletin terazisini elden kaçırmamaya gayret etmeliyiz. Bu inancım hâlâ devam ediyor. Tarih, bu ülkeyi idare etmiş pek çok insanı haksız yere bühtan altında tutmuş, zan altında bırakmıştır. Bu yanlıştır, bunu da içinde yaşadık, birebir yaşadık.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
250 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6865-27-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre