Kitabı oku: «Kefensiz Gömülenler», sayfa 3
GÖZLERİ BAĞLI ADAM
Adam öldürmekten, hırsızlık etmekten dolayı veya herhangi başka bir suç işleyip de tutuklanan birinin hâlini tasavvur etmek mümkündür. Fakat hiçbir şeyden haberi olmayan ve tamamen masum olan bir adamı evinden ellerine kelepçe vurarak götürüp hapsetmek, kuru bir iftira kimin aklına gelir ve bunun hangi kitapta yeri var?!
1951 yılında yayınevinde yazar olarak çalışıyordum. Hiç tanımadığım bir adam, işten çıkmak üzereyken telefon ederek, sizin hayranlarınızdan biriyim, sizinle görüşmek istiyorum, dedi. Vaktin geç olduğunu ve şimdilik buna imkânım olmadığını söyleyip yazarlık mesleği hakkında başka bir zaman da görüşmenin mümkün olabileceğini belirtmeme rağmen nihayet beş dakikacık vaktinizi alacağım, yakın yerdeyim, yerinizdeyseniz hemen gelirim, dedi ve benim cevabımı dinlemeden telefonu kapattı. Aradan çok geçmeden yayınevi memurlarından birisi, dışarıda yabancı bir adamın beni beklediğini ve gelmemi rica ettiğini söyledi. Çıktım.
Yabancı adam sırıtarak selâm verdi. Etrafı kaçamak gözlerle süzerek beni kenara çekti.
– Ben askerlik şubesinden geliyorum, askerlik belgeniz yanınızda ise görmek istiyorum, dedi.
Barış zamanında böyle bir sözün insanı şaşırtması tabiîdir, elbette bu söz beni de hayrete düşürdü.
Gerekmediği zamanlarda bu belgeyi yanımda taşımadığımı söyledim. Fakat adam ısrar ederek evinizde de olsa görmem lâzım, dedi. Bu, o yıllardaki “avcı”ların âdetiydi.
Aşağı indik. Sokakta gazlı araba bekliyor. Arabada uzun boylu bir de Rus vardı. O sırada ellerime kelepçe vuruldu mu, vurulmadı mı, pek hatırlamıyorum, eve geldik. Askerlik belgemi görmek istediler. Evde kimin olup olmadığını tespit ettikten sonra, hiç kimsenin hiçbir yere kıpırdamaması gerektiğini belirttiler. Benden de evde silâh ve yasak siyasî kitaplar olup olmadığını sorduktan sonra arama yapacaklarını söylediler. Ben ne diyebilirdim ki! Eğer birisi yasak kitaplar bulundurduğuma dair bir bilgi verdiyse, böyle şeylerin bende bulunmadığından emin olmak için bakarlarsa baksınlar diye içimden geçirdim. Acaba halk düşmanı olarak tutuklanıp hapsedilen Ekmel İkramov, Feyzullah Hocayev, Abdullah Kâdirî, Çolpan39 ve Osman Nâsırların kitapları, hatta onların adlarının geçtiği gazete ve dergiler çıkar mı ümidiyle inceden inceye aradılar. Hatta babamın ve akrabalarımın 1920-30’lu yıllarda Avrupaî kıyafetle çekilmiş fotoğraflarına kadar her şeyi topladılar. Daha sonra öğrendim ki, bütün bunları Ceditçilerle alâka kurmak düşüncesiyle almışlar. Hatta benimle birlikte orta ve yüksek okullarda okuyan dostlarımın, mahalle arkadaşlarımın ve bütün tanıdıklarımın savaştan gönderdikleri fotoğraflarını bile aldılar. Evdeki bütün eşyaları her tarafa saçıp savurarak arama yapıyorlardı. Hiçbir şeyden haberi bulunmayan dört yaşındaki küçük oğlum ise o sırada onlara benim yazdığım “Kremlin Yıldızları” adlı şiirimi okuyordu.
Arama sırasında şahitlik etmek için çağırılan komşu kadın, babasının âkıbeti meçhûl olduğu için mi, yoksa bana acıdığı için mi, küçük çocuğu bağrına basarak hüngür hüngür ağladı.
Ben ise evimde yasaklanmış herhangi bir şey bulunmayacağından emin olarak rahattım. Fakat bu rahatlık uzun sürmedi. Arama bitince, beni götüreceklerini söylediler. Nereye, niye, açık bir cevap vermediler. İsterseniz, ihtiyaten yorgan, yastık ve giyecek eşyası alabilirsiniz, dediler.
Hanım, çoluk çocuk ve evde bulunan komşuların feryat figanları arasında onlarla beraber gittim.
Başıma gelen felâketler, yıllarca sürecek ayrılık ve kara günler, işte o an başladı. Fakat önümdeki yol, benim için tıpkı gözü bağlı bir insanın önündeki yol gibi karanlıktı.
KGB hapishanesinin tek kişilik hücresine atılışımın üstünden günler geçti. Hapsedilişimin ertesi günü saçımı kestiler. Bu da uğursuz bir haberin, yani bu kodesten kısa zamanda çıkmak ümidinin sona erdiğinin bir işaretiydi. Nitekim bunu doğrularcasına adımın yazılı olduğu küçük bir tahta plâkayı göğsüme asarak fotoğrafımı çektiler. Kendi kendimi asıp boğmayayım düşüncesiyle kemerimi, hatta damarlarımı kesmeyeyim diye pantolonumdaki ve bütün elbiselerimdeki düğmeleri koparıp aldılar.
Tutuklanışımın kaçıncı günüydü, hatırlamıyorum, nöbetçi, kaldığım hücrenin demir kapısındaki delikten adımı seslenerek hazırlanmamı emretti.
Hazırlanıp bekledim. Kapı açılıp da çıkmamla birlikte nöbetçi tepeden tırnağa – güya ben bir şey saklıyormuşum gibi – her tarafımı aradıktan sonra:
– Ellerini arkaya uzat, yolda konuşma, yürü dediğim zaman yürüyeceksin, dur dediğim zaman da duracaksın, deyip buradaki usûlü anlatarak beni bir yere götürdü. Bu tehdidin altında, bugünden itibaren bütün insanlık haklarından mahrumsun, kimliğini şimdilik unut, mânası yatıyordu.
Peki, beni nereye götürecek? Yine başıma neler gelecek? Bunları sadece Allah biliyordu.
Nöbetçi, beni sorgu memuru Suhanov’un odasına soktu. Suhanov, sahte bir yakınlık gösterip, – Durumun nasıl, diye sordu sırıtarak. Bu “yakınlığı” açık bir alay mânasında anlamak lâzımdı.
Bugünkü sorgulama, âdeta doğduğum günden bugüne kadar bütün yaptıklarımı hatırlatmak istercesine hayat hikâyemden başladı. Doğduğum yıldan başlayarak anne ve babamın kimler oldukları, ne zaman doğup ne zaman öldükleri, akrabalarımın kimler oldukları, tutuklanıp tutuklanmadıkları, başka ülkelerde bulunup bulunmadıklarına varıncaya kadar her soruya cevap verdim. O da uzun uzun bir şeyler yazdı. Nihayet yazdıklarını okuyarak imzalamamı istedi. İmza atmadan önce okudum ve hayretten dona kaldım. Doğduğum yıldan başka hemen hemen bütün ifadeler bozulmuş, benim söylemediğim şeyler ilâve edilmişti.
Baban kim, sorusuna babam da, sülâlem de hekimlikle meşgul, diye verdiğim cevabım, babam dindar, dinî mektep muallimi, ben kendim Sovyet karşıtı propaganda ile meşgulüm, şeklinde yazılmıştı. Acaba benim hayat hikâyemi bozarak yeniden yazmalarının sebebi ne olabilirdi? Bundan gözetilen yegâne maksat, bütün sülâlesi ile Sovyet düşmanı yaftasını boynuma asmaktan ibaretti. O sıralarda, bilhassa, dindar mı tamamdır, Sovyet düşmanıdır, şeklinde anlaşılıyordu.
Ben imza atmaktan kaçındım. İşte o günden itibaren akı kara ve işlemediğim suçları işledi diye göstermek, tehdit, hakaret ve yalanlar başladı.
Bu hakaret ve işkencelerden kurtulmanın tek bir yolu vardı, o da saçımın telinden tırnağıma kadar Sovyet devletine düşmanım, milliyetçiyim, diye yazıp vermekti. Bu da kendi kendimi ölüme mahkûm etmekle aynı şeydi.
Buna kim razı olur?! Ya razı olmazsan? Hücreye atarlar. Hücre nasıl olur, biliyor musun? Yattığın yer beton. Her gün yediğin bir kepçe yavan darı aşı veya sulu lâpadan da mahrum edilerek iki yüz gram ekmek ve su ile gün geçirirsin. Aylarca uyutmayabilirler. Evinden getirilen yiyecek-içecekten de, mektup ve haberden de mahrum edilirsin. İstedikleri kadar hakaret ve işkence etmeleri mümkündür. Bunların hepsine tahammülün yeter mi? Yaşamaktan ümidin var mı? Nasıl dayanırsın? Ne yapmak gerek? Yalanları doğru kabul etmek, bu da kendi kendini düşman ilân etmek sayılmaz mı? Kaldı ki, böyle yapsan bile, eksik olma, diyerek seni hiç zindandan âzat edip gönderirler mi?
Düzmece suçlamaları imzalamayı reddettikten sonra sorgu memuru:
– Niçin tutuklandığını biliyor musun, diye sordu.
Bununla, sen imzalıyor musun, imzalamıyor musun, seni düşman olarak tutukladık mı, buna mecbur ederiz, demek ister. Elbette, benim hayret etmekten ve hayır, demekten başka cevabım olamazdı. Sorgu memuru benden hayır cevabını duyunca, oturduğu yerden öfkeyle fırlayarak:
– Sahtekâr!.. Sahtekâr! Düşman sahtekâr olur! Sovyet karşıtı faaliyetlerin, pantürkist va panislamist fikirlerin hakkında bir şey bilmediğimizi mi zannediyorsun? Zorlayıp işkence etmeden ve hiçbir şeyi gizlemeden kendin anlatırsan, bu durum suçunu hafifletir. Maksim Gorki ne diyor? Şairsin, biliyor olmalısın! “Düşman kendi teslim olmazsa, onu paramparça ederler”, öyle mi, diye gürledi.
– Olmayan bir şeyin nesini gizleyeyim? Suçumu biliyorsan, söyle! Benim Sovyet devletine hiçbir düşmanlığım da, hafifletecek veya ağırlaştıracak herhangi bir suçum da yoktur.
Benim bu cevabımı hakaret sayarak masayı öfkeyle yumrukladı:
– Düşmanlığını gizleyerek bizi kandırmak mı istiyorsun, iftiracı! Sana merhamet gösterilmeyeceğini düşün, diyerek vurmak üzere gelip tepeme dikildi.
Papağan gibi durmadan aynı şeyi tekrar ediyordu:
– Sovyet devletine karşı nasıl ve kimlerle beraber mücadele ediyorsun? Biz mecbur etmeden kendin söyle!
Her ne kadar tehdit ve hakaret ettiyse de benim cevabım hep aynı oldu:
– Ben düşman değilim ki, neyi düşünüp neyi söyleyeyim?!
– Senin şiddetli düşmanlığının bir alâmeti de şu ki, hatta sen Sovyet çekistlerini40 bile yalancılıkla suçluyorsun, onlara da inanmıyorsun.
– Hayır!.. Ben çekistleri en fedayi, devlet ve vatan menfaatinden başka bir şey düşünmeyen en dürüst insanlar olarak görüyorum.
Fakat ben sorgu memuruna nasıl cevap verirsem vereyim, o her sözümün aksini söyleyerek beni düşman durumuna düşürmeye gayret ediyordu.
– Milliyetçi olduğunu kendin güzellikle itiraf etmezsen, delil ve şahitlerle düşmanlığını biz ispat ederiz. Bize güvenerek suçunu itiraf edersen, tekrar söylüyorum, suçun hafifler, sorgulamanın çabucak sona ermesine sebep olur… Düşün!
– Suçum olsa, delilsiz şahitsiz itiraf ederim. Olmayan suçun nesini düşüneyim! Suçum varsa, sen söyle!
– Milliyetçilik faaliyetini inkâr mı ediyorsun?
– İftira!
– Peki, tutuklanan milliyetçi, halk düşmanı yazarlarla alâkan?
– Hiçbir milliyetçi ile hiçbir alâkam yok. Varsa söyle, kabul ediyorum!
– Biz hepsini biliyoruz. Düşman sahtekâr olur, hemen kabul etmez.
Benim cevaplarımdan kanı beynine sıçrayan sorgu memuru, benden önce tutuklanan Hamid Süleyman, Mirzakalan İsmailî41, Şühret42, ağabey-kardeş Alimuhammedovlar ve Mahmud Muradovlarla tanışıklığımız, bunlarla olan alâkam, nerelerde buluştuğumuz ve Sovyetlere karşı nasıl bir ideolojik kundakçılık işleri tertiplediğimiz hakkındaki sorulara cevap vermemi istemeye başladı.
Buna imdat demekten başka çare yok. Nereye kaçarsın? Neyi düşünüp, neyi itiraf edeceğim?
– Biz hiç kimseyi suçsuz yere tutuklamıyoruz. Suçsuz insanlar buraya gelmiyor.
Sorgu memuru bana ters ters baktıktan sonra nöbetçiyi telefonla çağırarak beni alıp götürmesini emretti.
İşte, kaç gündür tek kişilik hücredeyim. Sorgu memuru beni unuttu. Belki de suçlarını iyice düşünsün, diye çağırmıyordur. Eğer öyleyse, hangi suçumu düşüneyim?! Kendi kendime sorular soruyorum, işlediğim bir suç var mı diye arıyorum. Belki de unutmuşumdur…
Eğer birisi bana bütün bunların herhangi bir zamanda annemin, babamın kalplerini kırdığım için başıma geldiğini söyleyecek olsaydı, onların ayaklarına kapanarak özür dilemeye, hatta her türlü cezaya da razı olurdum. Fakat kendi vatanıma, kendi halkıma asla ihanet etmedim! Eğer böyle olsaydı ölmeye razıydım.
Kaderimi vicdanıma havale ederek kendi kendime sorular soruyorum. Acaba hayattan, siyasetten memnun olmadığım zamanlarım olmadı mı? Oldu mu? Belki de bunun için tutuklamışlardır?
Tutuklayıp hapse attıklarından beri kış geçti, bahar geldi. Bu arada kırlarda çimenler yeşerip gelincikler açtı mı, ağaçlar tomurcuklanıp çiçeklendi mi, bilmiyorum; bunları görmek imkânından tamamen mahrumum. Kuşların sesi de benim için yabancı. Benim yattığım hapishaneye baharın ne rüzgârı, ne de nefesi giriyor. İşlediğim hangi suçlarıma karşı Tanrı bu huzur verici nimetlerinden beni mahrum kıldı!?
Haydi, sorgu memurunun dediği gibi başımdan geçenleri düşünüp bir görelim… Kâmil-i mutlak olan yaratıcının bu gazabı hangi günahlarım sebebiyle başıma geldi ki? Babam hâfız ise, bunun suçlusu ben miyim? Abdullah Kâdirî veya Osman Nâsır’ın eserlerini okumak suç mu? Bundan Sovyet devletine nasıl bir düşmanlık hâsıl olabilir? Benim ne suçum var?
Bana isnat edilen asıl suçlardan birisi de Sovyet hâkimiyetine düşman oluşum, sovyet hayat tarzından ve siyasetinden memnun olmayışım, bundan şikâyetim imiş! Düşmanlık var, rızasızlık var!.. 1930’lu yıllarda insanlar açlıktan şişip öldü. Bundan kim razı olur? 1937 yılında masum insanlar tutuklanıp yok edildiler. Kim buna rıza gösterir? Kendimi bildim bileli, ilk gençlik yıllarımdan itibaren daima bir korku ve daima bir endişe ile, daima can korkusuyla yaşadığım, bundan memnun olmadığım doğru, bunu saklamıyorum. Eğer bu da bir düşmanlık sayılıyorsa!..
Beş-altı yaşlarımda şahit olduğum adaletsizlikler, zorbalıklar hâlâ aklımda.
Mahallemizin Mamanbey adlı bir encümen üyesi vardı. Son derecede sahtekâr bir adamdı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında haddinden fazla erzak karnesi alıp satmaktan dolayı tutuklanıp hapishanede öldü. Mahalle halkının çoğu buna üzülmedi bile. Hatta insanlar arasında, “kendi etti kendi buldu, kimsenin hakkı kimsede kalmaz, bir kötü eksildi”, diyenler bile oldu. Mamanbey hiç kimsenin hakkına, hukukuna aldırış etmeyen ve nice nice mahalle sakininin 1928-30 yıllarında haksız yere kulak43 sayılmasına ve tutuklanmasına sebep olanlardan birisiydi.
Hiç aklımdan çıkmıyor. 1926-27 yıllarında her gün olmasa da haftada bir, on günde bir, babam “damle”, yani dinî mektep muallimi olmadığı hâlde kapımızın önünden “Hâfız muallim” diye bağıra-çağıra geçip giderdi. Mamanbey’in “damle” sözünü üzerine basa basa telâffuz etmesinin sebebi, beni kandıramazsınız, dindar, damle diyerek kulak saydırıp sürgüne göndertmek de elimden gelir, mânasında ikaz ve tehdit etmekti. Onun bu niyetini bilen babam da “damle” olmadığını ispat etmek için Çar Rusyası devrinden beri hekim olduğunu belirten şehâdetnameden başlayarak Sovyet devrinde hangi kaza, hangi şehir, hangi cumhuriyette ne zaman ve ne kadar insanı tedavi ettiğine dair belgelerini çıkarıp gösterirdi. Ancak okuyup yazabilen Mamanbey bu belgeleri okuyabilir miydi, okuyamaz mıydı bilmiyorum, filân yere gösterin, der ve başka hiçbir şey söylemeden dönüp giderdi.
Fakat haftası geçmeden yine bir bahaneyle mahallenin işgüzarlarından birini yanına alarak bağıra-çağıra kapıda peyda olurdu:
– İkinci katı çıkıp görmek istiyoruz, oraya adam yerleştireceğiz.
– Orası insanın oturabileceği bir yer değil ki, ne kapısı, ne penceresi var, odun, kuru yaprak koymaktan başka işe yaramaz…
Annemin bir kenardan yüzünü başörtüsüne saklayarak verdiği bu cevabına, – Buraya girecek olan adam kendisi için gerekli olan şeyi yapar. İçindeki öteberiyi indirin, diye tehditkâr cevap verirdi.
Annemin, – Hâfız ağabeyiniz bu defa uzağa, Kazakistan tarafına işe gittiler, gelsinler, ondan sonra bir çaresi bulunur, feryadına rağmen “Yarın adam girecek”, der demez arkasına bakmadan çıkıp giderdi.
Üstümüze kim gelecek? Bizim üstümüzde kim yaşayacak? Bu zorbalık ve endişelerden dolayı sadece annemde değil, küçük bir çocuk olan bende de rahat, huzur olmazdı. İçimde daima “kulak” edilirsek veya “damle” diyerek babamı tutuklarlarsa ne yaparız endişesi, korkusu yatıyordu. Annem ise kapı tık edecek olsa, Mamanbey üstümüze kimi göçürüp geliyor, korkusuyla ömür tüketiyordu.
Babam bu sıkıntıdan kurtulmak için ancak küçük bir çocuğun çıkabileceği tahta merdiveni birisine vererek yerine tutunmadan çıkılamayacak ağaç bir merdiven bulup koydu. Güya bununla üstümüzdeki tavan arasına aile göçürülmesi endişesinden kurtulmuş olduk.
Hayır, teyzemin oğlu Ubeydullahan’ın keramet gösterip söylediği gibi, bununla da Mamanbey’in kapıyı çalıp gelişinden kurtulamadık, onun söyledikleri gerçek oldu.
Babam, 1925-1926 yıllarında benim sünnet düğünüm dolayısıyla hiçbir art niyeti olmaksızın, sırf heves ederek yeni bir ev yaptırmıştı. O sırada avlumuza gelen Ubeydullahan’a övünerek:
– Ubeydullahan, evimiz henüz yarım, tavanlarını boyatıp duvarlarına alçı çektireceğim, o zaman gelip görünüz deyince, Ubeydullah ağabeyim:
– Değil alçı çektirip tavanlarını boyatmak, mümkünse bozarak teneke yerine toprak dam yaptırın, zaman bunu gerektiriyor; yoksa iki katlı evin var, zenginsin, diyerek elinden alırlar. Sizi kulak saymasalar bile üstünüze başka adam getirirler, bugünkü siyaset böyle, demişti.
Bu nasıl bir zamandır, kendi meşru işinden kazandığın para ile canının istediği gibi yaşayamıyorsun, bu nasıl bir hayat?! Bundan büyük zorbalık olur mu?
Ubeydullahan, Rusya’nın şehirlerinden birinde, 1905 yılında hukuk mektebini bitirerek avukat olmuş, çok bilgili, zamanın siyasetinden haberdar bir adamdı. Lev Tolstoylar ile mektuplaşıyordu. 1917 yılında Hokand muhtariyetinin önde gelenlerinden biri olmuştu. (Elbette Ubeydullah Hocayev ağabeyimin Hokand muhtariyetinin önde gelenlerinden olduğu bir yana, hatta akrabam olduğunu bunlara söyleyecek olursam, bunu bütün suçları birleştirerek beni hapsetmek için en önemli bir sebep sayarlardı.) Aradan henüz bir-iki yıl geçmeden onun keramet göstererek söylediği bütün her şey doğru çıktı.
Mamanbey’in kapıyı çalarak çeşitli bahanelerle çıkıp gelmesinden kurtulmak bir türlü mümkün olmadı: Bazen önemsiz bir bekçi parası, bazen de emlâk vergisinin ödenip ödenmediğini kontrol bahanesiyle ortaya çıkıverirdi. Ödeme tarihi bir gün geçecek olsa, evi arattırarak sandık sepet, tavan arası, ahır, her yerin ve her şeyin altını üstüne getirip filân müddete kadar ödenmezse devletin hepsine el koyacağını belirtir, korku salıp giderdi. Günlerimiz korku içinde geçiyordu.
O günlerde sandıktan üç-dört elbiselik kumaş çıkacak olsa, kulak sayılmak için bahane oluverirdi. Annemin en büyük endişesi, evimizdeki kitaplar, bilhassa Kur’ân’ı oradan alıp buraya, kimsenin gözünün ilişmeyeceği bir yere gizlemekti. Çünkü o sırada biraz malûmat sahibi olanlar, hatta camiye gidenler bile kulak sayılmaktaydı. Evimizde Nevâî’den, Bîdil44’den Sofi Allahyar45’ın divanlarına kadar, Emir Ömerhan46 devrindeki “Mecmuatü’ş-Şuarâ”ya kadar hepsi vardı. Bir gün Mamanbey’in gözüne ilişip de başımıza belâ olmaması için bu kitapların hepsini avlunun bir köşesine çukur kazıp gömdüğümüzü hâlâ hatırlarım. 1960 yılında, gömdüğümüz yeri ümitle kazdım, toprağın içinde kitap yerine avuç avuç kepekle karşılaşınca ağladım.
O yıllar, öyle bir devirdi ki, bütün hukuk, Mamanbey gibi kitaptan habersiz okuma yazma bilmeyen cahillerin eline bırakılmıştı. Hatta o yıllarda, “aşağıdan yukarıya çıkarıp yükseltme” siyaseti uygulanmak suretiyle basit işçiler, bekçiler, idarî işlerin başına getirilmişlerdi. Hatta mektebin gece bekçisi Kâsım ağabey denilen okuması yazması olmayan bir adam, 1920’lerin sonlarında, benim de okuduğum “Şeyh Sâdî” mektebine müdür tayin edilmiş, birçok dil ve ilimleri bilen Cemil Efendi, Yahya Efendi gibileri ise sürgüne gönderilmiş, bazılarını da tutuklamışlardı. Mamanbey gibilerinin dediklerinin kanun sayıldığı zamanlardı.
İlim irfan sahipleri hakarete uğrarken ömrünü kahvehane köşelerinde geçiren, mektepten, terbiyeden habersiz, hatta imza atmasını dahi bilmeyen adamlar izzet ikram görürse, aklı başında olanlar bu nasıl siyaset diye sormazlar mı?
Sorgu memurunun bana, Sovyet düzeninden duyduğun memnuniyetsizlikten ve düşmanlık faaliyetinden bahset, demesi üzerine ilk gençlik yıllarımdan beri şahit olduğum ve hepsi de birbirinden çirkin yukarıdaki gibi adaletsizce olaylar gözümün önünden geçmeye başladı. Yoksa bu haksızlıklar insanda memnuniyetsizlik uyandırır mı, uyandırmaz mı? Babam asalak, hırsız veya tüccar değildi. Kaldı ki, tüccarlık da suç değildi, nihayet o da bir işti. Halkın çocuklarını salgın hastalıktan korumak için aşı yaparak kazandığı helâl para ile iki katlı bir ev yaptırdı. Peki, şimdi onun yaptırdığı bu eve yabancı bir adamın bedavadan yerleşmesi mi gerek? Bu zorbalık deği mi? Böyle bir adaletsizliğe kim rıza gösterir? Böyle adaletsizliklerden nefret etmek, ne çare ki Sovyet düzeninden memnuniyetsizlik sayılmakta ve suç olarak değerlendirilmekte!
Dün sorgu memuru, babamın mesleğini hekim yerine, kendince her nasılsa düşünüp “damle”, yani dinî mektep muallimi yazdı. Bu bir yalan!
Kaldı ki, babam hekim yerine dinî mektep muallimi olsaydı, ne olurdu? Onun kime ne zararı var? Dindar adam fena, dinden dönen ise iyi, böylesi hükûmete sadık olunur mu? Ayrıca imansızlığa nazaran bir şeye inanmak, iman edip yaşamak daha makbul değil mi?! Lev Tolstoy Tanrı’ya inanan, dindar birisi; ona zararlı adam denilebilir mi? Kaldı ki, dindarların Sovyet insanını bozduğunu kabul edecek olsak bile, insanlar da bazılarının düşündüğü gibi hemen her şeye inanıverecek derecede saf olmasalar gerek! İnsanlar, bu altın değil, meğer demirmiş diyerek inancından hemen vaz geçmez. Bana göre itikatla değil, itikadını kaybeden, nefsi için, menfaati için her yola girenlerle mücadele etmek daha makbul sayılmaz mı, deyip kendi kendime düşünüyordum.
Hapishanenin bir hücresinde kendi kendimle savaşırken aklıma gelen bu fikirleri sorgu memuruna söylemek doğru olur muydu? Beni dindar olmakla itham etmez miydi?
Sadece 1920-1937 yıllarında değil, yakın zamanlarda da dinî inancı için, eski kafalı sayıldıkları için feodalizm artığı olmakla suçlanarak binlerce değil, milyonlarca insanın tutuklanıp sürgün edildiklerini herkes biliyor. Bu insanlar, hükûmetin siyasetinden hoşnut mu? İnancı için insanı düşman saymak olur mu?
Kendi doğduğu topraklarından kulak sayılarak mahrum edilen ve Sibirya’ya, Ukrayna’ya sürülen zavallılar, bu adaletsizlikten şikâyet etmiyorlar mı? Dilleriyle açıkça ifade etmeseler bile onların bu siyasetten, bu hayattan hoşnut oldukları söylenebilir mi? Kendi gayreti ve emeği ile zengin olmak suç mu? Eğer kendi emeğiyle zengin olacak olursa, hiç düşman sayılabilir mi?
Hakikati söylememek ihanettir. Fakat ya söylenecek olursa!.. Hayal seni bin yere sürüklüyor. Bazen ne kadar tahammüllü ve mert olsan bile adaletsizlik elemi, geride gözü yaşlı kalan çocukların, ailen gözünün önünden geçer, bu aşağılanma sebebiyle gözlerine yaş dolar. Hapishanede biricik yoldaşın hayaldir, sadece hayal!..
İnsanın böyle birbirinin peşisıra gelen hayallerini, sadece gardiyanın kendini astı mı, yoksa duvarı delerek kaçmayı mı plânlıyor, diyerek ara sıra demir kapının üzerindeki düğme kadar delikten fırlattığı bakışları bozar, böylece mahkûma daima hapishanede bulunduğunu hatırlatır. Gardiyan benim ne ile meşgul olduğumu biraz gözetledikten sonra kapının küçük deliğini açıp adımı soyadımı sorup eşyalarımla çıkmak üzere hazırlanmam gerektiğini bildirdi.
Hayırdır inşallah, beni eşyalarımla birlikte nereye götürmek istiyorlar! Evimden alıp getirirlerken bazı şeyler sorulacak, eğer suçun yoksa yarın, öbürgün serbest bırakabilirler, biz bir şey diyemeyiz, demişlerdi. Yoksa, dedikleri gibi eve mi gönderecekler?! Ey, Tanrım!
Fakat sorgu memurunun, buraya suçu olmayan insanlar gelmez, sözünü hatırlayınca bütün ümitlerim söndü. Öyleyse şimdi beni nereye götürecekler? Evden getirdiğim yorganımı yastığımı ve diğer eşyalarımı toplarken birdenbire içim dolarak gözlerimden yaş boşandı: Zavallı karımın altı yaşından beri tıpkı benim gibi yatak yorgan taşıdığı gözümün önüne geliverdi. Kaderimizin zavallılığına ağladım. Onun tren tren, nehir nehir gezip sürgünde karşılaştığı sıkıntıları, talihsizlikleri aklıma geldi ve kendime değil, zavallı masum karımın kaderine ağladım. Gözümün önünden onun talihsizliklerle dolu geçmişi değil, facialarla dolu bugünü ve geleceği geçmeye başladı. Maalesef geleceği de, geçmişi gibi kara olacak!
Karımla evlenmeden önce tanışıp da güzel bir düğün dernek, çoluk çocuk, analık-babalık söz konusu olunca, gözlerinde acıklı yaşlarla nice yıldan beri anne ve babasının sağ mı, ölü mü olduklarına dair bir haber alamamış olmasını, altı yaşından beri uğradığı haksızlıkları, garipliklerini, müthiş sıkıntılarını anlatırken, onu dinleyen insaf sahibi birisi hiç bu hayattan memnun olur mu? Devamlı oradan oraya göçmek mecburiyeti… Gariplik… Yeni mezar…