Kitabı oku: «Kefensiz Gömülenler», sayfa 4
KARIMIN HİKÂYESİ
1931 yılı, yaz mevsimi. Ben altı yaşımda bir kızcağızdım. Bizi kulak saydılar. Aramalardan sonra ev-bark, mal-mülk, ne varsa müsadere edip babamları bir yerlere götürdüler.
Aradan yirmi gün kadar geçince, erkeklerin Ukrayna’ya gönderileceklerini, kadınların ise eğer kocalarıyla birlikte gitmeyip de çocuklarıyla kalmak isterlerse, kalabileceklerini ilân ettiler. O zaman halkın arasından imdat sesleri, feryatlar yükseldi. Annem, ben çocuklarımı babaları sağken yetim bırakmam, kocamı nereye gönderirseniz ben de çocuklarımla birlikte giderim, ne kadar azap ve işkence dolu olursa olsun, beraber katlanırım, diyerek yalvardılar. Bazı aileler parçalandı.
Bizi niye kulak saydılar, hepimiz hayretler içersindeydik. Birazcık toprak, bir sığır, bir at, bizimle beraber yaşayan yanaşmamız Hoşvakt ağabey ve onun yaşlı karısından başka hiçbir şeyimiz yoktu.
Bizim gidişimizden önce annem Hoşvakt ağabeye, bizim evde kalın, müsadere edilen mallarımızı ihtimâl size verirler, dediği zaman Hoşvakt ağabey, ben sizden hiçbir kötülük görmedim, sadece çapamı alır sizler nereye giderseniz, ben de beraber giderim, cevabını verdi. Böylece bizimle beraber Hoşvakt ağabey ile yaşlı karısı da kulak sayıldılar. Beraber gittik.
Ağustos. Hava sıcak. Bütün kulak sayılan aileleri Koylık’taki toplama merkezine yığdılar. Hısım-akraba gelmişler. Vedalaşma. Birisi feryat etmekten dolayı kendinden geçmiş. Birisi ağlamaktan perişan hâlde. Biz ise babamızla birlikte gidiyor olmaktan dolayı memnunduk.
Taşkent istasyonuna gelip kızıl renkli yük vagonlarına yerleşildi. Her bir vagona iki-üç aile yerleşmiş. Her ailede en az üç-dört çocuk var. Vagonda sadece bir pencere, o da çok küçük. Kapı kapandı. Kapının dibine iki de nöbetçi konuldu. Ve tren hareket etti. Tren hareket etti ve âdeta herkesin yüreğini birden yerinden koparır gibi oldu. O sırada feryat-figanın haddi hesabı yoktu.
Vagonun içi sıcak, havası pis, insanın midesi bulanıyor. Tren, sadece büyük istasyonlarda duruyordu. O zaman nöbetçilerle birlikte sıcak su almak mümkündü. Tuvalet yok, lâzımlık kullanılıyor. Vagonun sıcağına dayanmak mümkün değildi. Lâzımlık, tren hareket hâlindeyken pencereden veya kapıdan dökülüyordu. Su da kâfi değildi. Onu da temizlemek gerek. Bu vaziyette on üç gün yol aldık. Yanımıza aldığımız erzak, ne kadar idareli olunsa da yetişmiyordu. Her gün öğle vakti balık çorbası veriliyordu. Bu çorbayı da bilhassa çocuklar içmek istemiyor, itiraz ediyorlardı. Bu işkence altında Odesa şehrine geldiğimiz bildirildi. Daha ne kadar gideceğimiz meçhûldü.
Bizi Odesa’da “Penay” gemisine aktardılar. O sırada göz ve iç hastalıkları arttı. Hemen hemen bütün çocuklar gözlerinden hastaydı. Gözlerimiz şişiyor, kapanıyordu. Benim üç yaşındaki küçük kardeşim Abdülaziz’in akciğerleri iltihaplandı. Ateşi yükseldi, epilepsi oldu. Annem babam uyumayıp sıra ile kucaklarında taşıdılar.
Yirmi dört saat sonra Herson şehrinde gemiden indik. Yüz kadar at arabasıyla köylere dağıtıldık. Burada kulaklar dört millete ayrıldı: Kazak, Türkmen, Özbek, Kırgız. Her milleti ayrı köylere götürdüler. Babamı, Taşkent’ten kulak olarak gönderilenlerin başına idareci tayin ettiler. Babam Rus dilini güzel konuşur, okuma yazma bilirdi. Bize “Yastreb” köyünü verdiler. Yirmi aile Yastreb köyüne gittik. Hoşvakt ağabey ve yaşlı karısı da bizimle birlikteydiler.
Bizim gittiğimiz köydeki Ukraynalılar, Sibirya’ya sürgün edilmişler, mal mülkleri, evleri bizimki gibi müsadere edilmişti. Evler bomboş, etrafını otlar sarmış. Hatta pencereler bile zor görünüyordu. Her aileye bir oda ve dehliz hâlinde küçük bir giriş ayrıldı. Hoşvakt ağabey, yaşlı karısıyla bizim yanımıza yerleşti.
Hoşvakt ağabeyin bizimle beraber gelmesi, babam için büyük sıkıntıydı. Çünkü bir çapasından başka hiçbir şeyi yoktu. Ona bir keçe, bir yorgan, bir yastık ve bir yatak ayırdı. Ev ve mutfak eşyası olarak bize pek az bir şey verilmişti. Hatta tencere bile bir taneydi. O da ortaca bir şeydi. Yol için alınan erzak daha trende iken tükenmişti. Babam iki-üç erkekle birlikte Ptahovka köyüne erzak aramaya gitti.
Küçük kardeşimin vaziyeti ağırlaşmaya başladı. Annem sabah akşam kardeşimle perişan. Doktor yok. Yabancı ülke. Nihayet babam üçüncü gün Ptahovka’dan bir doktor bulup getirdi. İlâç verdi. Fakat faydası olmadı. Sonunda kardeşim altıncı günün gecesi vefat etti. Bütün köy ahalisi toplandı. Ertesi sabah defnedildi. Ona bir avuç vatan toprağı bile kısmet olmadı. Böylece birinci mezar ortaya çıktı. Buraya muhacirler mezarlığı denildi. Muhacirler mezarlığına ilk önce küçük kardeşim Abdülaziz defnedildi. Bu bizim için çok ağır bir gün oldu. Ne mezar kazacak kimse, ne de yıkayacak kimse vardı. Kardeşimin mezarını Hoşvakt ağabey kendisi kazıp elleriyle defnetti. Bizim muhacir şehrindeki ağır hayatımız böylece başladı.
Aradan altı ay kadar geçince, Hoşvakt ağabeyin yaşlı karısı Sevri teyzeyi de kardeşimin yanına koydular. O günden sonra Hoşvakt ağabey mezarlıktan çıkmaz oldu.
Bizimle gidenler arasında Emirsaidovlar ailesi de vardı. (Onlar bugün de var.) Onlardan Emrullahan ile Hamidhan ağabeyler üç-dört dil bilen okumuş kimselerdi. Kısa zaman içinde harekete geçerek mektep açtılar, kendileri de bu mektepte öğretmen olarak çalıştılar. Emrullahan ağabey Alman, Fransız ve Rus dili dersleri, Hamidhan ağabey ise (bugün seksen beş yaşında) ana dili ve edebiyat dersleri vermeye başladılar. Kulak sayılarak sürgün edilen üç bin hane güney Ukrayna bölgesinde pamuk tarımına seferber edildiler.
Bizim sürgün yaşadığımız yerde yazlar serin, kış mevsimi ise şiddetli olurmuş. Kar fırtınası, rüzgârlar. Orta Asya şartlarında yaşayıp da ince giyinmeye alışmış olan halkın arasında, şiddetli soğuk sebebiyle yüz felci geçirenler, elleri ayakları donanlar çoktu. Yakacak bulmak zor, evi ısıtmak işkence. (Sobalarda ekin sapları veya dikenli otlar yakılır, onlar da devamlı yakılmazsa hemen soğurdu.) Bu sıkıntılı yıllarda hastalıklar, bilhassa akciğer iltihaplanmaları artarak birçoklarını alıp götürdü. Muhacirler mezarlığındaki kabirlerin sayısı gittikçe çoğalıyordu.
1933 yılı baharı ağır geldi. Açlık başladı, perişan vaziyetteki halk, baharda açlıktan kırılmaya başladı.
Babam bu sebeple tavlada çalışmaya başladı. Orada atlara bakmak için verilen kepekle bir hâl çaresi bulup ölmeden yaza çıkabildik. Fakat bilhassa Kazak ve Türkmenler için çok zor oldu. Onlarda ne bir eşya, ne altın, ne gümüş vardı. Yabanî otları kaynatıp yiyince şişerek birden kırılmaya başladılar. Köyün nüfüsu iyice azaldı. Günde on kadar cenaze kaldırılıyordu. Bu ağır günlerden birinde bize yol arkadaşı olan Hoşvakt ağabey de tifo hastalığından vefat etti. Babam onu defnetti, bütün merasimleri yerine getirdiler.
Açlık, pahalılık, yavaş yavaş kıtlık hâlini aldı. Para ile de bir şey bulmak güçleşti. Bu sıralarda Torgsin mağazası açıldı. Orada altın ve gümüş karşılığında şeker ve un veriliyordu. Annemin gelin olurken aldığı küpe ile yüzüğü, o günlerde canımızı kurtardı. Onları Torgsin’e vererek un ve şeker aldılar. Bu da ne kadar yetebilirdi ki! Annemin çehizi de böylece bitti.
Bizim yanımızda babamın Artıkov Koşak ağabey adlı yakın bir arkadaşı vardı. Onun da hanımı, üç oğlu ve bir kızı vardı. O zor günlerde önce hanımı, sonra kızı vefat etti. Koşak ağabey üç oğlu ile kalakaldı. Bunlar Artıkov Abdurrahman, (hâlen Taşkent Devlet Politeknik Enstitüsü’nün profesörü, felsefe ilimleri doktoru), Artıkov Abdürrahim (Tarım Enstitüsü doçenti, iktisadî bilimler asistanı) ve Artıkov Abdullah idi.
Koşak ağabey, çocuklarının açlıktan feryat etmelerine dayanamayarak arpa tarlasından çaldığı yarım kilo kadar arpayı getirirken bekçi yakalar. Yargılanıp on yıl hapis cezasına çarptırılır. Tam on yıla! Kendisi on yıl hapis cezasına değil, ama acaba bu açlığa dayanabilir mi, bundan sağ kurtulabilir mi, kurtulamaz mı, Tanrı bilir. Bundan başka, açlıktan şişme derecesine gelen bu üç çocuk, babalarından sonra sokakta kaldılar. Babam Özbekler arasında Rusça konuşma ve yazma bilen birisi olduğu için muhtelif yerlere yazılar yazdı, Koşak ağabeyin cezasını affettiler.
(Bir ailenin başından geçen bu müthiş hadiseleri hapishanede düşünürken bunca aşağılanmalara, bunca açlıklara maruz kalan bu nesil, ileri yaşlarında hayattan hiç memnun olur mu? Açlık sebebiyle vakitsiz ölen anneler babalar, henüz bebekken dünyaya gözlerini yuman ciğerparelerinin elemini unuturlar mı, diye düşünüyordum.)
Karım, 1935-1936 yıllarında doyunca ekmek yenilebilen zaman oldu, diyerek hikâyesini devam ettirdi.
Kıtlıkların geride kalıp da ağzımızın yemek gördüğü sevinçli günler de uzun sürmedi. 1937 yılında korkunç söylentiler yayılmaya başladı. Bu korkunç dedikodular, kısa zamanda gerçeğe dönüştü; kulak sayılanlar arasından şimdi de halk düşmanı aranmaya başlandı. Kulaklar ailesindeki bilgili, marifetli kişiler, bizim iyi öğretmenlerimizden olan Emrullahan ağabey ile onun küçük kardeşi Hamidhan ağabeyi halk düşmanı olarak bir gecede alıp götürdüler. Nereye, niçin götürüldüklerine dair hiçbir haber alınamadı. Emrullahan ağabeyin küçük yaşlarda beş çocuğu vardı. Karısı yarı canlı, iş göremez vaziyette. Yetmiş yaşındaki annesi vefat etti.
Babam da her zaman korku içinde yaşıyordu. Geceleri siyah bir araba köyde ortaya çıkıyor ve yine birini alıp gidiyordu. Tutuklamalar 1940’lı yıllara kadar devam etti.
1941 yılında başlayan savaş, bilhassa bizim için çok ağır oldu. Savaşın başlamasıyla birlikte kulak sayılan bütün erkekleri, bu arada babamı da Akmolinsk’teki işçi taburuna götürdüler. Bu sırada ağabeyimle ben Taşkent’eydik. Ukrayna’da doğan kızkardeşim, annemle beraber Alman kuşatmasında kaldılar. Birkaç yıl babamdan haber alınamadı.
1944 yılında Dinyeper Almanlardan geri alınınca, annem ve kız kardeşim tahliye edilerek güz mevsiminde Taşkent’e geldiler. İki ay boyunca ağır şartlarda yol yürümek zorunda kalmışlar. Ayakları soğuğa maruz kalan annem hastalanarak vefat etti. Babam ise Koşak Artıkov ağabeyle birlikte Akmolinsk’te açlıktan ve işlerin ağırlığından dolayı vefat etmiş!
Bu zavallıların suçları neydi?
Karım, talihsizliklerin ortasında, doğduğu günden beri başına gelen felâketler yetmezmiş gibi şimdi de benden ayrılmanın ıztırabı ve iki çocuğu büyütmek meşakkatiyle karşı karşıya mı kalacaktı? Bu korkunç düşüncelerimi, hapishane gardiyanının, “eşyalarını sırtlan, haydi çık”, buyruğu bozdu.
Sorgu memurunun, sen hayatımızdan şikâyet ediyorsun, kaygı dolu şiirler benim hoşuma gidiyor diyorsun, şeklindeki suçlamalarına cevap olarak bu sözlerimin doğru mu, yoksa bir iftira mı olduğunu benden değil, yirmili yılların sonlarında suçsuz yere kulak sayılarak kendi yurtlarından ayrılan ve hazan yaprağı gibi savrularak 1932-1933 yıllarında açlıktan sokaklarda şişip ölenlerden sorun! Hayır, sadece bunlardan değil, 1937 yılında katledilen milyonların feryat eden ruhlarından, yetim kalan çocuklarından sorun, onlar acaba memnun mu, diyesim geliyordu. Fakat bunları söylemek mümkün müydü?
Eğer bu sözlerime inanmıyorsanız, böylesi işkence ve haksızlıklara bizzat maruz kalan karımdan sorun, diyecek olsam, o gün karımı da halk düşmanı olarak yanıma getirecekleri muhakkaktı.
Buna benzer sözleri söylemek demek, sorgu memurunun aklından geçeni yapmak olurdu. O güne kadar iddia ettiğimiz bütün suçları kendisi itiraf etti, diyerek sorgulamayı bitiriverir. Mahkemeye gönderir. O da bu sorgulamayı vaktinden önce tamamlamak maharetini gösterdiği için daha yüksek bir dereceye terfi eder.
Eşyamı sırtlanarak hapishane avlusunda bekleyen “Çernıy voron” (= Karakarga) arabasına bindim. Şimdi nereye götürecekler? Araba, daha ben ne olduğunu anlayamadan iki-üç dakikalık bir yol almıştı ki, durdu; yine meçhûl bir demir nizamiye kapısının gürültü ile açılıp kapanan sesi duyuldu.
Eşyam sırtımda, arabadan indim. Silâhlı nöbetçinin ellerini arkaya uzat, dur, etrafa bakma, bu tarafa yürü, emirleri altında zindana düştüm. Bu zindan, iki tarafı demir kapılardan ibaret çok uzun bir hapishaneydi. Beni bir koğuşa attılar.
Tövbe, insan tabiatı o kadar tuhaf ki, koğuşa girip de orada bulunan birkaç mahkûma gözüm ilişince, hapishane sıkıntılarını bir an unutarak içimde birden mânasını anlayamadığım bir ışık peyda oldu. Bunun sebebi, acaba tek kişilik hücreden çıkıp da başka insanlar görmek miydi, yoksa karanlık dar bir hücreden sonra daha geniş bir koğuşa geçmiş olmak mıydı, bilmiyorum. O sırada aklıma dışarıdayken duyduğum gülünç bir rivayet geldi:
RİVAYET
Ailesi kalabalık, çoluk çocuğu çok olan fukara, biçare bir çiftçi, evinin darlığından daima şikâyet edermiş. Onun feryadını duyanlardan biri, evim genişlesin diyorsan, çaresi kolay: Bu akşam çoluk çocuğunla yattığın odanın bir kenarına sığırını ve buzağını bağlayıp Tanrı’ya yalvaracaksın. Sabah bakacaksın ki, geniş bir evin sahibi olmuşsun, der. Çiftçi söyleneni yapar, fakat hiçbir şey fark etmez.
Çiftçinin evini genişletmek isteyen adam bunu işitince, şimdi sığırının yanına keçi ile koyununu da bağlayıp Tanrı’ya yalvaracaksın, işte o zaman muradına ereceksin, der. Çiftçi bunu da yapar. Fakat yine hiçbir şey fark etmez.
Çiftçiye vaatte bulunan adam bunu duyunca, şimdi avludaki tavukları da evinin bir köşesine alarak yat, der. Çiftçi, ümitle sığır, buzağı, koyun ve keçinin üstüne tavukları da alarak sabah ezanına kadar bu yer sıkıntısından ne zaman kurtulacağım, diye feryat eder. Fakat sabah olur, gün aydınlanır, yine hiçbir değişiklik olmaz.
Bundan öfkeye kapılan zavallı çiftçi, kendisine akıl veren adamı bularak olanları anlatır. Adam:
– Şimdi bugünden başlayarak birer birer sığır ile buzağıyı, ertesi gün keçi ile koyunu, nihayet tavukları da çıkarıp Tanrı’ya yalvaracaksın. Ondan sonra göreceksin ki, eski dar evinin yerinde büyük bir saray peyda olmuş, der. Çiftçi, onun söylediklerini yaparak birinci gün sığır ile buzağıyı, ertesi gün koyun ile keçisini, ondan sonra da tavuklarını çıkarıp bir bakar ki, evinde on kişinin yaşayabileceği bir yer kalmış. Bunu gören çiftçi, hayvanlarla yatmaktan kurtulduğuna şükretmiş, başka ev gerekmez, bu ev de yeter, artık şikâyet etmiyorum demiş.
Tıpkı bunun gibi ben de eni bir gez47lik tek kişilik hücreden kurtulup da birkaç kişinin kaldığı hücreye girince, burası benim gözüme geniş bir avlu gibi göründü.
Koğuştaki mahkûmlardan birisi 70-80 yaşlarında uzun sakallı Yahudi bir din adamı, diğeri 1937 yılında halk düşmanı olarak on yıllık hapis ve beş yıllık sürgün cezasını Kolima’da çekip dönen ve sonra yeniden tutuklanan 40-50 yaşlarındaki Raim adlı eski bir parti görevlisiymiş. Bunların kimler olduklarını öğrenince, önce ben kendimi tamamen masum, onları ise düşman sayıp güvenmeyerek uzak durmaya başladım. Çünkü her kim halk düşmanı olarak tutuklanacak olursa, onu hiç soruşturmadan düşman saymak, bizim kanımıza işlemişti. Fakat sohbet sırasında onlar kendilerini Sovyet devletine düşman saymıyorlardı. Benim gibi onlar da kendilerini tamamen masum görüyorlardı.
Onların benim kim olduğuma ve ne zaman hapse atıldığıma dair sorularına cevap vermeme fırsat kalmadan kapı açılarak son derecede uzun boylu bir mahkûm içeri girdi. Bu, savaş sırasında Hitler ordusuna esir düşen Loran adlı bir Sovyet Almanıydı. İçeri giren Loran, demir somyasına oturdu ve hiç konuşmadan telâşla cebinden çıkardığı birkaç kesme şekeri alüminyum maşrapasında eriterek kuruyup taş hâline gelmiş ekmekle yemeye başladı. Öğrendiğimize göre, suçlarını itiraf etmediği için hücreye atılmış, haftalarca uyuyamamış, aç kalmış, şimdi de çıkıp buraya gelmiş. Biraz yedikten sonra, bir aydan fazla bir zamandan beri açlık ve susuzluğa dayanıp, kuru bir tahta üstünde yattığı için şikâyet etmek yerine biraz uyudu. Kendine geldikten sonra memnun bir ifadeyle anlatmaya başladı. Anlattığına göre, yirmi gün boyunca hiç uyutmamışlar. İki görevli, akşam başladıkları sorgulamayı hiç ara vermeden sabaha kadar sırayla devam ettirmişler. Gün doğumundan önce, uyanma vaktine yarım saat kala cevap vermiş, gözünü biraz kırpmasına fırsat bulamadan yine gün boyunca uyumadan oturmaya mecbur etmişler. Akşam uyku saatinde başını yastığa koyup da uyumaya başlamasıyla birlikte sinirlerine işkence etmek maksadıyla tekrar sorguya götürmüşler. Bu durum, haftalarca, aylarca devam etmiş. Loran bir şey söylemek istemişti. O sırada hapishane çevresinde mütebessim tavrıyla tanınan, mahkûmları insan yerine koyan, evden gönderilen eşyayı sahiplerine dağıtan, belli miktardaki para ile sorgu memurunun izniyle tütün, ekmek, kolbasa48 alıp gelen Maşanov, kapıyı açıp ne istediğimizi sordu. Loran, ona bir kilo et satın almaya yetecek kadar parasının bulunduğunu söyleyerek çiğ et ısmarladı. Etrafındakilerin bunu tuhaf karşıladığını görünce:
– Ben esaretten kurtulup döndükten sonra Çırçık şehrine gönderildim. Fabrikada işe girdim. Bir Rus kadınla evlendim. Kadının büyükçe bir evi varmış. Tavuk besledim, domuz baktım. Domuzu keserken kanını ziyan etmeyip içiyordum. Kan insanı güçlendirir. Bilhassa hapishane şartlarında çiğ et, pişmiş etten daha faydalıdır, dedi.
Onun bu anlattıklarından içim ürperdi.
Ben, Yahudi’ye kendisini daha önce nerede gördüğümü, nereli olduğunu ve kimleri tanıdığını sormak istedim, fakat cevap vermek istemedi. Burada tanıdığı kimselerin isimlerini söylemek de tehlikeliymiş. Çünkü ismi söylenen kişiyi de halk düşmanı ile alâkası olmakla suçlayıp tutuklamalarına imkân veriyorduk. Veya tam tersi, senin tanıdıklarından herhangi biri daha önce veya bu günlerde tutuklanmış ise, bunun da senin için bir suç teşkil edeceği tabiîdir. Bundan başka hapishanede mahkûmlar birbirlerine güvenmiyorlardı. Çünkü bilgi toplamak için tutuklular arasından seçilen satılık adamlar koğuşlara sokuluyordu.
Kendimi tamamen suçsuz saydığım için bir Sovyet şairi olarak Alman askeriyle bir tutulup aynı hücreye konulmuş olmam, beni ümitsizliğe düşürüyor, moralimi bozuyordu. Suçum bu kadar ciddî mi, diye düşünüyordum. Alman askeri ile aynı koğuşta, aynı tabaktan yemek yemeyi tasavvur edemiyordum. Fakat maalesef ben de işte şu Alman askeri, 1937 yılında halk düşmanı sayılıp hapsedilen Raim ağabey veya Yahudi din adamı derecesinde suçlu sayılıyordum. Derdini kime anlatırsın! Maalesef kaderim bunlarınki ile aynı imiş!
O gece Loran’ın uyumasına izin verdiler mi, bilmiyorum; çünkü yatmadan önce beni sorguya götürdüler.
BEKLENMEYEN ÖLÜM
Devlet Savunma Komitesinin hapishanesine atılalı aylar oldu. Âkıbetim meçhûl, hiçbir şey belli değil. Bu hususta ben de, bu hapishanede yatan diğer mahkûmlar da hiçbir şey söyleyemiyoruz. Bu dergâhta her şey sır. Dünyada neler oluyor, hiç kimse hiçbir şey bilmiyor. Ne radyo, ne gazete!.. Yan koğuşta kim var, kim mahkûm, onu da bilmiyorsun. Fakat bütün mahkûmlar bir tek şeyi biliyorlardı: Kendisinin suçsuz olduğunu. Benimle aynı koğuşta kalanların hiçbiri, hakikaten bilip bilmeden şu suçu işledim, ben de suç işledim, deyip pişmanlığını dile getirmiyordu. Buna rağmen herkes kendi bildiğini, kendi duyduğunu söylüyordu.
– Buraya hapsedilenlerden hiç sağ çıkan oldu mu?
– Düşmanlar da var mı?
– Sen düşman mısın? Düşman olarak ne yaptın?
– Buraya bir getirdiler mi, suçunun olması şart değil. Kurşuna dizmeyip yirmi beş yıl vermeseler bile en azından beş-on yıl yatırmadan çıkarmazlar. Meselâ ben, on yıl çalışma kampında, beş yıl da sürgünde bulundum, niye, düşman mıydım? Asla! Buranın kuralı bu, bir defa getirdiler mi, artık tamamdır.
Masumiyetimden emin olarak eğer dünyada adalet varsa mutlaka çıkar giderim ümidiyle yaşadığım için bu sözleri duymak, beni dehşete düşürüyordu. Fakat on yıllarca kamp kamp, hapishane hapishane, sürgünlerde ömür tüketen bu adamın sözü ne kadar korkunç olursa olsun, hakikate yakındı. Haksız yere hapsedilen binlerce insanla yıllarca beraber yaşadığı için onların sonunun ne olduğunu ve kime hangi suçtan dolayı ne kadar ceza verileceğini de öğrenmişti. Fakat buna rağmen herkes kendi bildiklerini, kendi duyduklarını ümitle dile getiriyordu.
Birisi, normal mahkeme yerine “Osoboe sovetşanie” (= Gizli duruşma) olması daha iyidir, çünkü gizli duruşmada on yıldan fazla ceza verilmiyor, diyordu. Normal mahkemenin ise beş yıl vermesi de, yirmi beş yıl vermesi de, hatta kurşuna mahkûm etmesi bile mümkündür; herhâlde ne olursa olsun gizli duruşma işini doğru yapar, demesine mukabil başka birisi de normal mahkemenin yirmi beş yılı, gizli duruşmanın değil on yılından, hatta beş yılından bile daha iyidir. Çünkü normal mahkemenin tayin ettiği ceza müddeti bitince çıkıp gidersin; fakat gizli duruşma tarafından mahkûm edilecek olursan, ömrünün hapishanede geçmesi işten bile değildir. Cezan sona erse dahi bir sebeple dava dosyanı tekrar değerlendirip yeniden mahkûm ediverirler, diyordu.
Böyle sözleri ben ilk defa duyuyorum. Kendi kendime, nihayet kanun, adalet adına haklıyı haklı, haksızı da haksız olarak değerlendirecek kimse yok mu, diyesim geliyordu. Fakat bazılarının bunu da hükûmetin siyasetinden memnun olmamak şeklinde değerlendirip suçlamasından çekinip sesimi çıkaramıyordum. Hemen hemen her gün bu konu. Hapiste yatanların bundan başka ne derdi olabilir ki?!
Hepsi korkunç sözler.
Ya bana da yirmi beş yıl verirlerse!.. Beni bir korku sarmıştı.
Fakat Rayim ağabey böyle sözleri duyduğu hâlde bütün vücudu uyuşup hissetme kabiliyetini kaybettiği için midir nedir, hapis, sürgün ona göre sıradan bir şeymiş gibi benim durumuma da aldırmadan, “buraya bir düştün mü, on yıl, on beş yıl ceza almadan çıkıp gitmek olmaz” deyip, sözünün doğruluğuna inandırmak için deliller göstererek konuşmasına devam etti. Benden: – Tâcihan Şâdiyeva adlı hanımı duydunuz mu, diye sordu. Ben, şahsen tanımasam bile 1937’lerde o hanımın halk düşmanı olarak tutuklandığından haberim vardı. Fakat halk düşmanı olan birini tanıdığını söylemek tehlikeli sayıldığı için evet veya hayır cevabını vermeden konuşmanıza devam edin dercesine sadece bakmakla yetindim.
– İşte bu hanım şimdi Kolima’da. On yıllık cezasını tamamladı. Hapisten çıktı. İstediğin yere gidebilirsin, dediler. Ben Taşkent’e sevinerek döndüm, fakat o dönmek istemedi, orada nehir limanında işe girdi, kaldı. Niye? Doğduğu yurdunu özlemediği için mi, yoksa ülkesinden artık vaz geçtiği için mi? Kim doğduğu yurdunu özlemez, kim ondan vaz geçer! Tâcihan, belânın ne olduğunu bilen bir kadındı. Değil kendisi dönmek, hatta bana bile Taşkent’e dönmemeyi tavsiye etmişti. O hükûmetin yüksek idarelerinde çalışmış, siyasetini iyi bilen bir kadındı. Abdürayim, eğer Taşkent’e dönmeyi arzu ediyorsan, şunu bil ki, artık alıştığın buradan da ayrı kalacaksın. Bir defa halk düşmanı damgasını yedin mi, artık nafile, seni bir daha rahat bırakmazlar. Bir bahane bulup yine hapsederler veya başka yerlere sürgün ederler, demişti. İşte, dediği oldu. Ben onun bu sözlerine aldırmayarak çoluk çocuğu bir görebilsem, başka arzum yok, bu kadın peygamber mi, deyip şüphe ile bakıyordum. Meğer o belâyı iyi tanıyormuş. Yine ne dedi, dersiniz: – Ben bunları kendim uydurmuyorum, tarihten ders alarak konuşuyorum. Yirmili yılların başlarında birçok aydın ve devlet adamı halk düşman sayılarak ölüme, bazıları sürgün ve hapislere mahkûm edilmedi mi? Peki, ne oldu? 1930’lu yıllara gelince, sürgün edilenler tekrar hapsedildiler, hapishanelerdekiler ise kurşuna dizildiler. 1930’ların başında hapsedilenler, hapishaneden hiç çıkarılmayıp 1937 yılında tekrar düşman sayılarak kurşuna dizildiler. Seninle bizim kaderimiz de öyle. Adımız halk düşmanı olarak bir defa karalandı, artık hükûmet bize inanmaz. Bundan sonra kurşuna dizmeseler bile her yerden kovarlar! Tâcihan bu sözleriyle meğer keramet göstermiş, doğru çıktı. İşte, hapis cezasını da, sürgün cezasını da tamamladım. Hiçbir suçum yok. Niçin hapsettiler? Taşkent’e gelip gördüğüm rahatlık birkaç ay bile değil; birkaç gün boyunca çoluk çocuğumun yanında bulunup sadece yüzlerini görebildim. Henüz doyamadan işte yine hapsettiler. Âkıbetim şimdi ne olacak?
Konuşmasına devam edemedi, hüngür hüngür ağladı. Zavallının sinirleri iflâs etmişti.
Bende, onun bu hâlini görüp de anlattıklarını dinledikten sonra, bana ne kadar hapis cezası vereceklerini düşünmekten çok bu adaletsizliklere karşı tarifsiz bir nefret ve kadere boyun eğercesine tarifsiz bir cesaret duygusu belirmeye başladı. Onun bu anlattıklarını dinleyen mahkûmlar, gerçi kendilerinin mutlak sûrette masum olduklarına inansalar bile aylarca, hatta yıllarca devam eden sorgulamalardan ve zorla kabul ettirilen suçlamalardan sonra buradan yarın, öbürgün değil ama Tanrı’nın merhametiyle az bir ceza alarak beş yıl, on yıl sonra olsa da bir gün kurtulup aileleriyle ölmeden tekrar görüşebilmeyi hayal ediyorlardı. Kadere razı olmuşlardı.
Fakat ben bu durumu kabul etmiyor, buna bir türlü alışamıyordum. Sorgu görevlileri ne kadar zorlarsa zorlasınlar, asılsız suçları benim üzerime yıkamazlar; on yıl, yirmi beş yıl şöyle dursun, hatta hapishanede bir gün bile yatmam mümkün değil, benim suçum yok, yarın öbür gün beni çağırıp, sen serbestsin demeleri gerek, diye düşünüyordum. Benim suçum ne? Sen dindarsın, propaganda yaparak dini yaymaya çalışıyorsun deyip tutuklamış olsalar, ben Börihov gibi dinî mektep muallimi de değilim ki! Veya koluna iğne ile “SS” yazılmış olan Alman askeri Loran da değilim! Kaldı ki, faşist Almanlara karşı zafer kazanılınca sevinç göz yaşları dökerek zafer için hamd ü senâlar yazan şairlerden biri de bendim! Maalesef şimdi ben, kendisinden nefret edip öz kardeşlerimin katili olarak gördüğüm bir faşist askeri ile eşit sayılarak aynı kaptan yemek yemeye ve aynı koğuşta yaşamaya lâyık görülüyorum. Yoksa suçum bu kadar ağır mı?! Yoksa bu kadar büyük bir düşmanlıkta mı bulundum?!
Bazen bu düşüncelerle feryat ederek sadece hapishane kapılarını vurup parçalamak değil, hatta ölüme bile razı oluyordum. Hatta bazen çektiğim acılardan gözyaşlarımın süzüldüğünü bile hissetmiyordum.
O zaman Loran:
– Ben faşist Almanyasından esir düşmüş bir SS askeriyim. Esir düşmekten başka bir suçum ve herhangi bir zararım bulunmadığı hâlde bir Alman askeri olarak suçlu sayıldığım için hiçbir şey diyemiyorum. Fakat başka bir ülkenin casusu olmadığın hâlde, bir Sovyet şairi olarak Sovyetlere karşı yazılmış eserin de bulunmadığı hâlde niye seni bir düşman olarak hapsettiler? Ayrıca sen gençsin, endişe etme, seni çıkarıp gönderirler, diyerek beni teselli ediyordu.
Rayim ağabey de bir şeyler söylemek istiyordu, fakat koğuşa son derecede öfkeli küfrederek gelen bir ayağı eksik kötürüm Rus genci sözünü böldü. Hiç selâmsız sabahsız, hâl hatır sormadan ağzına gelen hakaret sözleriyle herkesin anasına avradına söğerek tütün sarmaya başladı. Öfkeyle sardığı sigaranın kâğıdı yırtılıp tütünü yere döküldü. Avucunda kalanı da yine aynı öfkeyle yere attı. Sanki beni eskiden beri tanıyormuş gibi hiç teklifsizce içer misin, istediğini al, dedi.
Bir koğuştan başka bir koğuşa aktarılan mahkûm kendi yorganıyla, yastığıyla, küçük de olsa bir bohçasıyla girerdi. Bunda koltuk değneğinden başka hiçbir şey yok, ne bir yiyecek, ne bir giyecek. Ben tütün uzattım.
Burada bir şeyi hatırlatıp geçmek istiyorum. Bu hapishanede adi kalitede tütünden başka ne hazır sigara, ne de kendi özel kâğıdına sarılmış sigara içmek imkânı olmadı; çünkü evden getirilen sigara ve kâğıtlar, içinde mektup, zehirli veya patlayıcı madde olabileceği şüphesiyle küçük parçalar hâline getirilip arandıktan sonra veriliyordu.
Rus, benden aldığı tütünü avucuna yerleştirip teşekkür etmek yerine hiç teklifsizce, sen kimsin, buraya ne zaman düştün, diye soracak oldu. Şair olduğumu ve bir yıldan fazla bir zamandan beri yattığımı söyledim. O tütünü sararken yine küfretmeye başladı:
– Sen şairmişsin, hükûmete düşman olabilirsin. İlim irfan sahibi bir adamsın. Peki ya ben, kancık köpek, lânetli, ananı filân yapsınlar, ben neyim! Ben hırsızın, bozguncunun tekiyim, nasıl oldu da siyasî mahkûm oldum. Ben hırsızım, evet, hırsızın, küfürbazın tekiyim. Hırsız olduğumu saklamıyorum. Bugün hırsızlık yaparım, yerim, içerim. Yarın yakalanacak olursam, KPZ’ye götürürler. Benim KPZ’nin ne olduğunu bilmediğimi hissederek: – Hapse ilk düşüşün olsa gerek, KPZ’nin ne olduğunu da bilmiyorsun. KPZ denilen koğuş, predvoritelnogo zaklyüçeniya (= hapishanede geçici bir süre kalınan koğuş). KPZ, benim için kendi evim gibidir. Tüccar ve zengin çocuklarına evden getirilmiş yağlı yemek, içki varsa, ortak olurum. KPZ, benim için beleş mutfak gibidir. Bir-iki yıl ceza verip çalışma kampına gönderecek olurlarsa, bir ayağım olmadığı için çalışmam; tüccar takımı ve kolhoz reisleri varsa, onlara gelen yiyeceklere ortak olur, bedava yemek yiyip, içki içip, afyon çekip yaşar giderdim. Başkaları gibi arkamda kalan çoluk-çocuğum olmasaydı, çalışma kampı benim için ikinci evdi. Peki, ya burası! Burası hapishane değil, sanki cehennem! Kancık köpek! Burada istediğin zaman istediğin yiyecek paketini alamazsın. İçki içemezsin, şarkı söylemek bir yana, yanındakiyle yüksek sesle bile konuşamazsın, şeş-beş veya iskambil oynayamazsın! Gündüz uyutmazlar. Burada bir ay yatmaktansa kurşuna dizseler, razıyım. Faşistler! Kancık köpek! Tövbe, hatta yastığa yaslanıp uzanamazsın, hemen küçük pencereyi açarak, yan gelip yatma, diye uyarırlar. Beni kurşuna dizseler, razıyım. İki aydan beri mahkemeye de çıkarmadılar, çalışma kampına da göndermediler. Ben siyasî mahkûmmuşum! Kendi kendine gülerek: – Biliyor musun, birader, beni ne ile suçluyorlar? Ben teröristmişim. Sadece gülersin, kancık köpek! Nasıl bir terörist?! Suçum, sarhoşken tramvayda Stalin’e küfretmekmiş! Nasıl küfrettim, ben de bilmiyorum. Bunun için beni siyasî mahkûm saydılar, halk düşmanı ilân ettiler… Reziller! Kancıklar! Haydi birader, söyle bakalım, bana ne kadar verirlermiş?..
Ben ne diyebilirdim?! Kendi düşüncelerimle meşguldüm. Cevap vermeme fırsat tanımadan konuşmasına devam etti:
– Hakiki şair Yesenin49 idi! Halkı da, hırsızı da düşünürdü. Senin gibiler Stalin’i methetmekten başka ne bilirler? Konuşmaya da korkuyor musun? Senin gibilerin topunu içeri atmak lâzım… Üzülme dostum, hepiniz iğdiş edildiniz. Şu koğuşta bir Çıfıt, Yahudi din muallimi ile beraber kalıyorum. Şunu bir korkutayım dedim. Boğup öldüresim geldi. Sinirime dokunuyor, fısır fısır dua okumaktan başka bir şey bilmiyor. Niye sen de bir şey söylemiyorsun? Yesenin gibi şöyle havalı, teselli edici bir şiir okusana!
Ben onun bu konuşmalarını dinlerken bir taraftan da kendi kendime düşünüyordum: Yesenin gibi şiir yazmakmış! Teselli edici şiir okumakmış! Tabiat hakkında yazdığım şiirlerimde suç unsuru arayarak beni ideolojiye aykırı davranmakla suçluyorlar; ben de buna Yesenin tarzında yazdığım şiirlerimden okuyacakmışım! Ben onun konuşmalarını sessizce dinledim. O ise bundan öfkeye kapılarak:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.