Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Türkistan'da Dil Politikası», sayfa 3

Yazı tipi:

ULUS VE ULUS DEVLET KAVRAMLARI

Ulus kavramı, 19. ve 20. yüzyılda dünyanın kaderini değiştiren gelişmelerin önünü açması bakımından son derece önemlidir. Bu kavramların ortaya çıkışı büyük ve çok etnili imparatorlukların dağılmasından tutun da çıkar ve toprak paylaşımlarına kadar, insanlık tarihinde derin etkiler bırakmıştır. Bir ulus olmayı başaran toplumlar, bir arada kalabilmek için milliyetçi söylemler de geliştirmiş ve üstünlük yarışı kimi zaman insanlığı dünya savaşlarına sürüklemiştir. Bunun yanında ulus olmayı başaran toplumlar doğada hazır olarak buldukları düzene eklemeler yapmak suretiyle modern kültürün oluşmasına da katkıda bulunmuşlardır. Ulus bilinci gelişen toplumlar aynı zamanda kendi gelenek ve tecrübelerini dünya mirasına tanıtma fırsatını da bulmuşlardır. Denilebilir ki ulus, insanlık tarihinin son birkaç yüzyılında önemli izler bırakan bir sosyal mühendislik gerçeğidir.

Ulus

Dünya tarihinin son iki yüzyılı en meşru yönetim yapısı olarak ulusun ön plana çıktığı bir dönemi yaşamıştır. Bu dönemde özellikle milliyetçilik ilgi ile karşılanmıştır. Bu durum da ulus sayesinde milliyetçiliği en etkili siyasi ilke haline getirmiştir (Heywood, 2014, s. 119).

Uluslar ayrıca dünya tarih sahnesine burjuva devrimleri ve kapitalist sistemin şartları sayesinde çıkmışlardır. Buna göre kapitalist sistemin öncesinde insanlık tarihinde ulusallaşmış bir devletin olduğunu söylemeye imkân yoktur (Yusufoğlu, 2010, s. 75). Çünkü kapitalist sistem bir bakıma toplumsal hareket alanını genişletmesi açısından yeni ve bütünleştiren bir fikrin önünü açmıştır. Kapitalist ekonomi düzeni ile insanlar ortak çıkarlarının farkına vararak benzer çıkarları korumanın peşine düşmüşler ve ulus bilinci ile bunu tamamlamışlardır. Aynı çıkar doğrultusunda hareket etmenin yolu birbirine benzeyen insanların bir araya gelmesinden geçmiştir.

İnsanlık tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz ulus düşüncesi ilk olarak 1689 yılında İngiltere4’de vatandaşlık hakkının kabul edilmesi ile ve anayasal monarşinin ulusal egemenliğe temel oluşturması sayesinde ortaya çıkmıştır (Leca, 1998, s. 22). Amerikan ve Fransız devrimleri ile birlikte ulus düşüncesi evrensel bir görünüme bürünmüştür. Buna ek olarak Birinci Dünya Savaşı’na kadar ulus fikri insanların daha özgür yaşama, bağımsızlık talepleri, demokratik yönetime duyulan özlem ve ihtiyaç ve özgürlüğe ulaşma amaçlarıyla aynı anlamda kullanılmıştır. Bu dönemde ulus fikri devlet içerisinde bulunan tüm unsurların yönetime katılması şeklinde vücut bulmuştur. Hatta ulus fikrinin erken dönemlerinde azınlıkların dahi yönetime katılmaları düşüncesi ulusçuluğun bir gereği olarak kabul edilmiş ve bu fikirden ayrı tutulmamıştır (Schnapper, 1995, s. 17).

Ulus kavramını “ülke” ve “devlet” ile de karıştırmamak gerekir. Ulus kendine ait özellikleri bulunan ve ortak bir kültür mirası ile birbirine bağlanmış olan insanlar topluluğu ifade eden kültürel bir oluşumdur. Hatta ulusların illa bir toprak parçasına sahip olmaları dahi şart değildir. Aynı kültürel miras ile birbirlerine bağlı olmaları ulus olarak kabul edilmeleri için yeterlidir. Örneğin 20. yüzyılın başlarında Afrika’da toprak parçasından yoksun olan birçok ulus bulunmaktaydı. Bu ulusların ortak özelliği ise yabancı sömürgesi ve idaresi altında bulunmalarıdır. 1991 yılına kadar Orta Asya’da bulunan Sovyetler Birliği idaresindeki birçok devlet ve Büyük Britanya’nın sömürgeleri de örnek olarak gösterilebilir. Hatta Yahudilerin 1948 yılında İsrail’i kurmalarına kadar topraksız bir ulus olmaları konuyu daha iyi anlamak açısından yararlı olacaktır (Heywood, 2014, s. 120).

Ulusun belirleyici birtakım özellikleri şöyle sıralanabilir (Yusufoğlu, 2010, s. 77-79):

1. Dil Birliği: Dil birliği ulusun belirleyici özelliklerinden birisi olmasına rağmen tek başına yeterli değildir. Örneğin dünyada İngilizce konuşan İngilizler, Amerikalılar ve Kanadalılar sırf bu dil nedeniyle aynı ulus olarak sayılmazlar. Günümüzde Orta Asya cumhuriyetleri ve Türkiye de aynı kökten gelen dile sahip olmalarına rağmen bu ülkelerin vatandaşları kendilerini aynı ulus içerisinde değerlendirmezler. Bu değerlendirmenin yapılabilmesi dil birliğinin yanında farklı birtakım etmenlerin de bir araya gelmesini gerektirir.

2. Kültür Birliği: Bu etmen dil birliği ile birlikte ulusun belirleyici diğer bir unsurunu oluşturmaktadır. Kültür birliğinden anlaşılması gereken ise ortak bir geçmiş ve hatıra birliğidir. Dil ve kültür kavramları bir araya geldiğinde ulus olgusunun temellerini oluşturmaktadırlar.

3. Toprak Birliği: Her ne kadar toprak birliği bir ulusun oluşması konusunda kurucu unsur olmasa da ulus bilincinin gelişmesine zemin hazırlaması açısından gerekli bir etmendir. Toprak birliği sayesinde ortak bilinçle bir araya gelen topluluklar gerekli gelişim şartlarını elde edebilirler.

4. İktisadi Birlik: Bir arada yaşama arzusunda olan ve ortak geçmişi ile ortak kültür zemininde buluşan topluluklar aynı çıkarların etrafında örgütlenerek bir bakıma iktisadi bir ortaklık meydana getirirler. Bu ortaklık toplumu ulus bilinci ile donatması açısından kurucu bir unsurdur. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ikiye bölünen Almanya, aynı kökten gelen ve aynı dili konuşan milletlerden oluşmasına rağmen aynı iktisadi birlikteliği taşımadıkları için o dönem bir ulus olarak görülmemekteydiler.

Buna göre ulusu kendine has özellikleri olan siyasal bir birim olarak kabul edebiliriz. Schnapper (1995, s. 33)’e göre her siyasal sistemde olduğu gibi ulus da içte halklarını kapsamak ve dışta ise dünya düzeninde kendini tarihsel bir gerçek olarak kabul ettirebilmek için egemen olmayı amaç edinen bir yapıdır.

Dolayısıyla bu amaç bir topluluğun ulus oluşturmasında ve ulus devlet idealine yolculuğunda izlenecek yol haritasını simgelemektedir. Buna göre ulusu kavramsallaştıran iki husustan söz etmek mümkündür (Bilgin, 2007, s. 257):

1. Bir toplumun farklı olanı kavrayış biçimi o toplumun siyasal örgütlenmelerine de yansır. Buna göre farklı olanı tamamen farklı ve kendimizden ayrı görmek belirli bir siyasal tutum gösterdiğimizi yansıtır ve bu da toplum olarak farklılaşmış bir siyasal örgütlenme yapısını doğurur.

2. Farklılıklar içerisinde bütünleşmek ve farklılıklar ile birlikte yaşamak da ulusun kavramsallaştırılması açısından önemlidir. Birbirinden farklı olan komşuların ve etnik unsurların bir arada yaşamaları da kavramsallaştırma açısından önemlidir.

Tüm bunlar göz önüne alındığında ulus kavramı için Bilgin (2007, s. 265) Costa-Lascoux’dan şunu aktarmaktadır:

1. Farklı kültürlere sahip toplulukların bir yere yerleşerek aralarında bir etkileşim kurmayı tercih etmedikleri durumlar olabilir,

2. Baskın bir kültürün içerisinde yaşayan topluluklar o baskın kültür içerisinde asimile olabilirler,

3. Son olarak bir araya gelen topluluklar birbirleriyle bütünleşmeyi tercih ederler.

İlk adımda toplulukların başka bir topluluk ile entegrasyonu ve bütünleşmesi söz konusu değildir. İkinci adımda ise baskın topluluk ile karşılaşılması durumu söz konusudur ki bu kendini ulus olarak tanımlayan daha alt düzeydeki topluluğun yok olmasına kadar varacak bir süreci temsil eder. Üçüncü adım ise toplulukların birleşerek aynı potada erittikleri kültürleri sayesinde birebirlerinin kültürüne eklemeler yaparak ortak bir noktada buluşmalarını ifade eder. İşte ortak çıkarlar etrafında buluşan toplumların meydana getirdiği siyasal birime ulus devlet adı verilmektedir. Aşağıda ulus devlet kavramına değinilecektir.

Ulus Devlet

Ulus devlet özelliği itibariyle yoğun bir şekilde milliyetçilik ideolojinse atıfta bulunur. Bu devlet şeklinde millet ve devlet kavramları iç içe geçmiştir ve devlet milletiyle âdeta bütünleşmiştir. Ulus devletin milliyetçilik ideolojisine bu denli bağlı olmasının nedeni ise sosyal grupları bir arada tutma ihtiyacıdır. Burada eski dönemlerde kavmiyet olarak algılanan fikir yerini milliyetçiliğe ve alt kültür kavramı da yerini üst kültür anlayışına bırakmıştır. Dolayısıyla ulus devlet sosyal entegrasyonu milliyetçilik fikriyle başarmayı amaç edinen siyasal birime verilen addır (Aydın, 2018, s. 233).

Batı dünyasında 15. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yenilik hareketleri sosyal yapının dönüşmesine de ihtiyaç duyulduğunu göstermiştir. Bu döneme özellikle etki eden ise ekonomik modelde yaşanan değişimdir. Hayat şartları değişen ve hayat şartlarının değişmesi isteyen insanların soyluların elindeki güç odağı olan ekonomiye olan müdahaleleri sistemin değişmesini sağlamıştır (Çam, 2005, s. 193-195).

Ayrıca milliyetçiler ulus devletin tek ve en yüksek seviyeli meşru devlet yönetimi olduğu fikrini ileri sürmüşlerdir. Hatta bu ilke dünya çapında öyle bir kabul görmüştür ki 1789 yılından sonra küresel çapta ulus devlet fikri siyasal yönetim şekillerine yeni bir düzen vermiştir. Örneğin 2003 yılında Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınan 191 devletten sadece 15’i, 1810 yılında da mevcuttur (Heywood, 2014, s. 130).

Ulus devlet fikrinin bu denli yaygın kabul görmesi, toplumlara hem kültürel hem de siyasi bir kimlik sunması yüzündendir. Bu nedenle milliyetçilik fikrini benimseyenler ulus devlet düşüncesini ortaya çıkaran güçlerin doğal ve asla karşı konulamaz olduklarına inanırlar. Bu tarz bir inanışa sahip olmalarının nedeni ise başka hiçbir sosyal grubun anlamlı bir siyasi topluluk kuramayacağına inanmalarıdır (Heywood, 2014, s. 131). Bu görüş bir anlamda ulus devlet anlayışını daha ayrıcalıklı bir kurum hâline dönüştürmüştür.

Ulus devletin oluşmasıyla ilgili yaklaşımlardan bazıları şunlardır:

1. Ekonomik Temelli Yaklaşım: Bu yaklaşıma göre ulus devletin oluşması için gerekli ve kurucu unsur sermaye ve devletin buluşmasıdır (Karatani, 2017, s. 32). Ekonomik temelli yaklaşımın esas çıkış noktası milliyetçilik, egemen devletin kendi uyruğundakiler arasındaki dayanışmayı sağlamlaştırıcı ve artırıcı ideolojik bir yöntemdir. Bu yaklaşımda ulus, hiyerarşik dünya düzeninin bir gereği ve onun ürünüdür (Leca, 1998, s. 55-56).

2. Ülkesellik: Belirlenmiş sınırlar içerisinde yer alan ulus devlet ancak bu şekilde bulunduğu coğrafi alanda egemenlik iddiasında bulunabilir. Buna göre, ulus devlet iktisadi şartları, siyaseti, ülkesel bütünlüğü yurt olarak kabul edilen toprağa bağlı olarak şekillendirme kaygısındadır (Beck, 2000, s. 23).

3. Egemenlik: Egemenlik kavramı ulus devlete varlığını devam ettirmesi için bir takım güçler bahşetmesi bakımından önemlidir. Bu güç sayesinde ulus devlet yasa koyma, yasaları uygulama ve uygulatma ve karşı gelinemeyecek tek irade olma haklarına sahip olur (Ekşi Uğuz ve Saygılı, 2016, s. 134).

4. Merkezilik: Ulus devletin bir diğer önemli anahtar ilkesi ise merkeziliktir. Bu ilkede esas önemli olan devletin merkezilik özelliğini tamamlamış olmasıdır. Bu sayede devlet tek merkezden yönetilir ve bütünlük içerisinde kararların alınması sağlanır.

5. Ulusallık: Belki de ulus devletin en önemli ilkesi ulus devlete isim babalığı da yapan ulusallık kavramıdır. Ulusallık sayesinde o devlet içerisinde yaşayan insanlar kendi kaderlerini tayin etme, dış baskılardan uzak kalma, kendilerini ilgilendiren konularda karar alabilme hakkına ve imkânına sahip olurlar (Ekşi Uğuz ve Saygılı, 2016, s. 135).

Toplumsal birlikteliğini sağlayarak ulus olmayı gerçekleştiren toplumlar, ülkesellik de elde ederek maddileşmeyi de sağlamış olurlar. Akabinde ulus devlet için bir takım düzenlemeler ve sistem oluşturmaları gereklidir. Sistem oluşturucu önemli araçlardan biri dildir.

DİLİN VE DİL PLANLAMASININ ULUSAL KİMLİK İNŞASINDAKİ ROLÜ

Ulus kavramının oluşmasında önemli bir yeri olan dil, ulus devlet yapılanmasının kurulması sürecinde etkin bir role sahiptir (Heywood, 2006, s. 197). Ulus inşasında işlevsel bir rolü olan dil, güçlü bir birleştirici, bir ulusa bağlı olmanın en etkin kurumu olarak ortaya çıkar.

Ulus oluşumu için gerekli bir takım sübjektif ve objektif özellikler vardır. Dil, objektif bir özelliktir ve objektif özellikler içerisinde önde gelmektedir. Bu kapsamda, bir dilin hem sembolik hem de iletişim fonksiyonu olduğundan söz edebiliriz. Buna göre konuşulan farklı dillerin bir etnik grubu diğerinden ayırması sembolik fonksiyonken, dilin iletişim ve bütünleşmeyi kolaylaştırması onun iletişim fonksiyonudur (Kasımoğlu, Ekim 2012-Mart 2013, s. 167). İşte bu noktada toplumların tarihsel varlığının devamı ile ilişkili içerisinde olan dil planlamasının önemi ortaya çıkmaktadır. Toplumu oluşturan grupların birleşmesinde, bütünleşmesinde, aynı sevinç ve üzüntüleri paylaşmalarında ve geleceğe dair alınacak kararlarda bir bütünlük görüntüsü sergilemelerinde ortak bir tarih bilinci ve dil çok önemlidir. Bu doğrultuda, o dil ile ilgili planlamalar da toplumu şekillendirici özelliğe sahiptir.

Birbirinden çok farklı özelliklere sahip olan bireyleri birbirine uyumlu kılmak ve birbirilerine uyumlu olduklarını onlara hissettirmek, onlardan bir ulus inşa etmek, bir kimlik oluşturmak, farklılıkların uyumlaştırılmasını bir uluslaştırmaya yöneltmek dil sayesinde başarılabilmiştir (Özdoğan, 2015, s. 232). Aşağıda, belirli bir kimlik kazanmak, kimliği millî kimlik şeklinde inşa etmek olgusunun açıklanmasıyla dil planlamasının amaçları ilişkilendirilecek; kimlik inşası ve ulusal kimlik kavramlarına değinilecektir.

Kimlik İnşası ve Ulusal Kimlik

Türkçede “kimlik” sözcüğü “kim” sorusunu temel alarak üretilmiştir. Kimlik sözcüğü, bir ve tek olmayı, aynı olmayı, zorunluluk arz eden bir üyeliği ifade edebilmektedir (Aydoğdu, 2004, s. 117). Bu şekilde, çeşitli ortak çıkarlar için bir araya gelen ve sistemli bir örgütlenmeyi devletleşme ile üst noktaya taşıyan insanlar, kendilerini ve kendilerinden olmayanı belirleyerek kimlik inşa ederler. Böylelikle toplumsal bütünlük temeline dayalı bir devlet şuuru da sağlanabilir.

Kimlik İnşası

İnsanların gücü toplu iş birliğine, topluca sergilenen iş birliği de kitlesel anlamdaki kimlik inşasına bağlıdır. Buna göre kimlikler, bilimsel gerçekler ya da ekonomik gereksinimler üzerine kurulmaktan ziyade insanın iç dünyasında kendini bir yere ait hissetme ihtiyacını kurgulayacak manevi yapısı üzerine inşa edilir (Harari, 2018, s. 132). Bu bakımdan kimlik kavramı bir yönü ile insanın aidiyet duygusu ile ilgili bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu bakımdan kimlik kavramı, yüzeysel anlamda bireylerin ve belirli büyüklük/özellikteki toplumsal grupların “kimsiniz?”, “kimlerdensiniz?” sorularına verdikleri cevapları ifade etmektedir (Güvenç, 1993, s.3). Buna göre “ben kimim?” sorusuna verilen cevap, kimliği ve insanın var oluş nedenini belli bir kategori içerisinde somutlaştırması bakımından önemlidir (Wiegert ve Teitge, 1986, s. 31). İşte bu soruyu kendini ait olduğu toplumsal yapının özelliklerini özümsemiş bir şekilde cevaplayan birey o toplum içerisinde bir kimlik kazanmış demektir. Kazanılan bu kimlik toplumun tüm bireylerini bir araya getirmeye yarayan bir genel düzenlemeyi ifade etmektedir.

Kimliğin oluşumunda bireyle toplum arasındaki iletişim ve koordinasyon önemlidir. Bu süreç neticesinde birey toplumu inşa ederken toplumun da bireyi inşa ettiği söylenebilir. Bu etkileşimin ortaya çıkardığı kültürel kimlikler, bireyin psikolojik düzlemde kendisiyle ya da toplumsal etkileşiminde ortaya çıkan boşlukları dolduran bir dolgu malzemesi görevini görür. Peter Berger (1993, s. 29)’a göre, kimlik ancak toplum içinde kazanılır ve sürdürülür. Bu açıdan değerlendirildiğinde, toplum insanın ürünü olduğu gibi insan da toplumun bir ürünüdür.

Bu kapsamda kimlik ve onun inşa edilmesi süreci bir takım itici etkenlerin var olmasıyla hayata geçmektedir. Kimlik sayesinde toplum, tam anlamıyla tarih ve dünya sahnesinde kendine isim konulmuş bir yer edinebilir. Buna göre insanları bir araya getiren ve bu birliktelikten bir kimlik yaratmalarını sağlayan hususlar şu şekilde sıralanabilir (Arık, 1969, s. 8-22):

1. Korku: Korku, tarihte çoğu zaman insan yığınlarını bir araya getirmeyi başarmış ve birbirine benzemeyen kitleleri tek çatı altında toplayabilmiştir. Buna göre kimi zaman, bütün olmayan insanlar bir otoriteden korktukları için ve zulmeden/korkutan otoritenin zoruyla bir araya gelme yoluna gitmişlerdir. Burada bir zorlama ve irade dışı bir etmen söz konusudur. İnsanları bir araya getiren zorlayıcı otorite olduğunda, otoritenin kaybı gerçekleştiğinde insanların çok kısa bir sürede etraflarından dağılıp gittiklerini ve başka çekim merkezlerinin cazibesine kapıldıklarını görmüşlerdir. Çünkü korku kalıcı değil geçici bir birleştirme yöntemidir.

2. Menfaat: Bir sosyal yapının devamlılık ve düzen arz eden bir mecrada hayatını devam ettirmesi menfaat birlikteliği ile mümkün olabilir. En küçük sosyal birimden en büyüğüne kadar tüm insan toplulukları birbirlerine menfaatle kenetlenmiştir. Fakat bu da tek başına yeterli olamaz. Çünkü menfaat de bir yerde bir kesimin menfaatlerinin tam olarak karşılandığı bir yapıyı mümkün kılmamaktadır.

3. Fikir ve His Birliği: İnsanları bir araya getiren her şey sadece maddiyattan ya da korku ve menfaatten kaynaklanmaz. İnsanları asıl olarak bir araya getiren fikir ve his birliğidir. Bu sayede aynı fikir ve hislere sahip insanlar ortak değerler geliştirir ve bütünleşirler. İşte bu birlikteliğin üzerine inşa edilen olguya “kimlik” denir. Kimlik sayesinde korkular, menfaatler ve ortak his/fikir dünyası somut bir anlam kazanmaktadır.

Yukarıda yer alan etkenlerin bir başka boyutunu da dil oluşturmaktadır. Dil ve kimlik arasındaki mevcut ilişki çok farklı boyutlarıyla araştırma ve tartışma konusu olabilmektedir. Buna göre, bireyler dil içerisinde kültürlerini de yaşatırlar. Bunun yanında bireylerin bilgi, beceri, inanç ve tutumlarının sosyal kimliklerini şekillendirmesinde rolü bulunmakta olup, bu tutumlar dil sayesinde birbirine bağlantılı hale gelebilmektedir (Hall, 2002, s. 31-32). Bu bağlamda dil, kimliğin belirlenmesinde ve toplum tarafından gelecek nesillere aktarılmasında önemli motiflerden biri olması nedeniyle önemlidir. Çünkü insan kimliğini en önce kullandığı dil ile ifade eder. Bu nedenle insanlar tarihleri boyunca dillerine yöneltilen saldırıları bizzat kimliklerine yapılmış sayarlar. Bunun yanında dilin korunması kimliğin korunması ile eşdeğer niteliktedir (İnal, 2012, s. 126).

Bununla birlikte dil, o dili konuşan ve ona sahip çıkan biri için toplumsal anlamda bir kimlik yaratır. Dil, bir toplum içerisinde bireyin o topluma ait olmasının bir göstergesi haline gelir. Bu sayede o dili konuşan ve o dil sayesinde iletişim kuran insanlar birbirilerini aynı toplumsal grubun parçası olarak kabul ederler (Jupp vd., 1990, s. 239). Kimlik inşası sürecinde belirleyici olan etmenlerin başında dil gelmektedir. Kimlik inşasında dilin kurucu rolünün olduğu fikrinden hareketle, dilsel bütünlüğün toplumun şekillenmesindeki anahtar konumundan bahsedilebilir. Buna ek olarak, toplumun gelişiminde ve tarih sahnesindeki devamlılığında dil büyük bir önem taşımaktadır (Rüstemova, 2010, s. 90).

Bu açıdan değerlendirildiğinde dil ve kimlik, bireylerin belirleyici unsuru ve niteliğinin belirtisidir. Böylelikle bireyler arasında farklılıklar da meydana çıkabilir (Aşkın, 2007, s. 213). Bu bağlamda dilin düşünceden ayrı olamayacağına da vurgu yapabiliriz. Marx’a göre düşüncelerin, fikirlerin de bir toplumsal karakteri vardır. Bu toplumsal karakter ise dil ile birlikte var olur. Tolumun ve bireylerin düşünceleri dilden ayrı olamaz (Marx, Engels ve Lenin, 1996, s. 69).

Toplumun sadece kişilerden oluşmadığı fikrinden hareketle denilebilir ki; toplum bir kimlik kazanmak ve bu kimliği inşa etmekle yükselebilir ve diliyle kimliksel devamlılığını sağlayabilir. Kimlik inşası, toplumdaki bireylere aidiyet kazandırarak toplumsal kimlik yaratmanın bir başka adıdır ve bu noktada dil önemli bir birleştiricidir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ideolojik ve sınıfsal kökenli tek tipsel kimlik tanımlamasının (aparatçik-apparatchik) yerini kültürel ve etnik farklılıklara dayalı bir kimlik inşası almıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi beraberinde daha çoğulcu ve çeşitli bir kimlik yapılanmasını getirmiştir. Demokrasi, insan hakları, eşitlik vurgusu, sınırları aşan tüketim ve kültür yapıları, tek tipleşmeyi ortadan kaldıran güçler olarak ön plana çıkmıştır (Dalbay ve Avcı, 2018, s. 19). Sovyet ideolojisinin temelini oluşturan ve tek Sovyet milletinin inşa edilmesi için yegâne şart olan her bireyim herkes için çalışması ve kendini Sovyet ideolojisine feda etmesi düşüncesi zamanla küreselleşen dünyanın liberal kuralları içerisinde etkisini yitirmiştir.

Bu noktadan hareketle kimlik inşası sürecinin son derece hassas dengeler üzerinde oturmuş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bilgin (1999, s. 160) bu konuyu insanın kök salmasının ve kökünden kopmasının tehlikelerinden bahsederek açıklamaktadır. Buna göre, iki durumun ortak bir noktasının bulunması ile ve bu iki hususu terbiye etmek suretiyle uygun bir toplum yapısının inşası mümkün olacaktır.

Yeni ve köklü bir kimlik inşası farklılıklar ve benzerliklerin bir araya getirilmesi ile mümkün olabilir. Bu ikisini buluşturabilmiş toplumların bir takım toplumsal bunalımlardan daha kolay çıkabileceği ve uzlaşı kültürünün daha köklü hale geleceği de varılabilecek başka bir sonuçtur. Farklılık ve benzerlikleri kimlik inşasında birleştirici bir hammadde olarak kullanabilen toplumların daha verimli kimlik modelleri geliştirme olasılığı yüksektir.

4.Batı dünyasına yön veren İngiltere İnsan Hakları Bildirgesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Jellinek, G. ilk yayın yılı: 1895,(2017). İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi Üzerine: Modern Anayasa Tarihine Bir Katkı. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.