Kitabı oku: «Türkistan'da Dil Politikası», sayfa 4
Ulusal Kimlik
Kimlik, bireyin ve içinde yaşadığı toplumun genel anlamda özelliklerini, benzerliklerini, farklılıklarını ve niteliklerini anlatmaktadır. Ulusal kimlik de millî kültürün bireysel ve toplumsal alanda ortaya çıkmış olan bir yorumudur. Ulusal kimlik bireyi ve toplumu kendisi diğer birey ve toplumlardan ayıran özellikleri barındırmaktadır (Kösoğlu, 1997, 19). Bu noktadan hareketle ulusal kimlik ve milliyetçilik ideolojisi birbiri ile yapısal uyum halinde seyretmektedir.
Bir toplumun kendini gerçekleştirmek suretiyle milli bir yapıya sahip olabilmesi için siyasal ve toplumsal bir teşkilat yapısı zorunludur. Buna göre milli bir devlette yaşayanların siyasal ve toplumsal teşkilatlanma sayesinde bir kimliği olur ve bu kimlik toplumun ortak şuurunu ifade eder. Ulusal kimlik olarak adlandırılan olgu kişi ve onun içinde yaşadığı toplumu dış dünyaya tanıtan, tanımlayan, onu diğer kimliklerden farklı kılmaya yarayan özelliklerinin bütününü ifade eder. Örneğin kişinin yaşadığı ortam ve bu ortamın kişiye hatırlattıkları, o kişinin bu özelliklerde kendine özgü simgeler bulması, o simgelerin gerek o kişi gerekse toplumun diğer bireyleri tarafından aynı oranda sahiplenilmesi millete mal olmuş kimliğin bir boyutunu oluşturur (Kösoğlu, 1998, s. 44).
Buna göre ulusal kimlik, milli kültürün toplumun tüm kodlarındaki bireysel ve genel ortaklığı, kişiyi ve onun içinde yaşadığı toplumu diğerlerinden ayrıştıran, kısacası yaşam tarzını biçimlendiren kişiye-topluma özel bir olgudur (Kösoğlu, 1997, s. 19).
Ayrıca ulusal kimliğin oluşması sürecinde milliyetçilik de önemli bir role sahiptir. Buna göre, bir toplumda milli kültürün hâkim kılınması ya da toplumu diğer toplumların güdümünden kurtarmak amacını taşıyan milliyetçilik, bir toprak parçasına derin bağlılık, ortak ve köklü bir tarihsel mazi, ortak gelenek, görenek, töre ve değerlere dayalı, paydaşların tümünü kapsayan ortak hedefler dairesinde şekillenen ve toplumun üyeleri arasında şuur yaratabilen bir değerdir (Domaniç, 1997, s. 116). Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından millî kimliklerine dönüş politikasını uygulamayı tercih eden Türk Cumhuriyetlerinin dayanağı da kültürel özellikler bağlamında incelenebilir. Ortaya çıkarılan ve unutturulmasına fırsat verilmeyen, toplumun kodlarında yaşatılmış kültürel özellikler millî kimlik olarak bağımsız genç devletlerde resmi politikaların çıkış noktasını oluşturmuştur. Bu dönemde millî kimlik, alfabenin değiştirilmesi ve dilde millîleşme faaliyetlerinin temelinde bu düşünceler yatmaktadır.
Ulusal kimlik ile toplumun üyelerini bir araya getirmeyi başarmış olan devlet de bu bakımdan milliyetçilik ideolojisini devletin bir aygıtı olarak kullanır.
Althusser (2010, s. 28)’e göre “milli ve umumi menfaatlerin gözetilmesi”, ve “yüce ahlaki değerlerin savunulması”, devlet tarafından kullanılan ve milli kimliği tesis eden bir başka etmeni oluşturmaktadır. Bu bağlamda, milli bütünlüğe bir kimlik kazandıran her devlet bu başarısını sürdürülebilir hale getirmek için üst idealler oluşturur; konuyu ortak toprak parçasında yaşamanın ötesine taşır.
Oppenheimer (1984, s. 21)’e göre milliyetçilik, toplum yönetimi biliminin bir uzantısını ifade etmektedir. Bu tanımdan hareketle ancak ulusal bir kimlik ile donatılmış toplumun yönetilebilir olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, millî bir devlet ve ulusal bir kimlik oluşturmada kullanılan ve ulusal kimliği tesis edici araçlar ve toplumu devrime sürükleyen ilkeler şöyle sıralanabilir (Smith, 1994, s. 119):
1. Topluluğun hareketsiz bir yapıdan etkili ve harekete yönelen bir siyasi çıkışa doğru yönlendirilmesi,
2. Siyasi çıkışa doğru harekete geçen ve etkin bir konuma yükselen topluluğun somut bir olgu olan ülke/toprak parçasına yerleştirmesi,
3. Bir toprak parçasına yerleşen topluluğun ekonomik birliğe kavuşturulması,
4. Halkın anılar, millî mitler, hikâyeler ve değerler ile şekillendirilmesi,
5. Bir bütünlük kazanan halka siyasi haklar verilmesi ve bu sayede yurttaşlık bilincinin kazandırılması
Yukarıdaki adımlardan hareketle bir toplum yaratılmasının sürece bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda halkın siyasi bir amaç doğrultusunda harekete geçirilmesi ile devrimsel bir süreç başlatılmakta ve bu süreç belirli değerler ile süslenerek son süreçte yurttaşlık şeklinde somutlaştırılmaktadır.
Smith (1994)’e göre millet rolüne ilişkin bir dil ve sembolizmin kullanılması, milleti amaçlarına ulaştıracak türde bir siyasi hareketin ve toplumsal bilincin yaratılması ve bir millete ait olma bilincinin yaratılması millî kimliğin oluşması ile sonuçlanmaktadır.
Dolayısıyla millî kimliğin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir (Smith, 1994):
1. Tarihi kökenlere dayanan ve mazisi olan toprak/ülke/yurt,
2. Ortak anlatılar bütünü ve ortak tarihi geçmiş,
3. Toplumun geneline yayılmış olan bir kamu kültürünün varlığı,
4. Toplumun tüm bireylerini kapsayan ve ilgilendiren yasalar, hak ve ödevler,
5. Ülke vatandaşlarının sahip oldukları topraklar üzerinde serbestçe faaliyette bulunmalarını sağlayan ortak bir ekonomi.
Yukarıdaki sıralamadan çıkarılacak sonuç millî kimlik kavramının hem manevi hem de maddi boyutlarının olduğudur. Millî kimlik, toplumun bireylerinin ortak manevi duygularının ortaklaştığı bir yapıyı temsil ettiği gibi aynı zamanda bir toprak parçasına dayanması ve ekonomik temeller ile de sağlamlaşması bakımından somut görünüm kazanmaktadır.
Aşağıdaki alt başlıklarda dilin ulus kurma ve millî benlik üzerindeki etkisi hakkında bir takım bilgiler verilmektedir ve dilde/alfabede reform çalışmalarının yeniden bir ulus yaratma konusundaki etkisi Avrupa’daki, Osmanlı’nın son dönemlerindeki ve Türkiye Cumhuriyeti örnekleri ile desteklenmektedir.
İtalya, Fransa ve Almanya Örnekleri Bağlamında Ulusal Kimlik İnşası 5
Dilin birleştirici rolüne, İtalyan Birliği Hareketi Risorgimento’nun liderlerinden biri olan Massimo d’Azeglio’nun “İtalya’yı oluşturduk, şimdi de İtalyanları oluşturmalıyız” sözü bir örnek teşkil etmektedir (Erözden, 2008, s. 126). Dil ve dil planlamaları sayesinde bir kimlik oluşturulmasının hemen ardından ise “biz” ve “ötekiler” bilincinin oluşturulması aşaması gelmektedir. Bu amaca hizmet etmek için toplumu oluşturan bireylerin tümünü organize etmek için gücü elinde tutan siyasi otorite; siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik yaşamın sürdürülebilirliği için standart bir dil oluşturma yolunu seçmektedir (Sadoğlu, 2010, s. 22-36).
Dil planlamasının ve dilin toplumların kimliği ve benliği üzerindeki rolü ile yepyeni toplumlar inşa etmedeki etkisine Fransız Devrimi ile başlayan süreci örnek olarak vermek mümkündür.
Siyasal ulusçuluk modelinin ilk örneği, Fransız Devrimi6 dir. Bu model Fransa’da monarşiye karşı verilen iç savaş sonrası hayata geçmiştir. Toplumu oluşturan gruplar arasında büyük sosyal ve ekonomik uçurumların olduğu Monarşi dönemi Fransa’sı zamanla eşitlik, kardeşlik, adalet, kendi kaderini tayin etme, halkın kendi kendini yönetme söylemleri ile devrime dönüşmüştür. Fransız Devrimi ile birlikte, vatandaş esasına dayalı bir ülke yapılanması ortaya çıkmıştır. Bu yapılanmada ise toplumu oluşturan bireyleri en üst aidiyet biçimi olan “ulus” a bağlamak ana hedef olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, dil öğesi Fransız milliyetçiliğinin popülerliğine büyük katkı sağlamıştır. Dil, Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkan yeni toplum yapısında en etkili uluslaştırma aracı olarak ön plana çıkmıştır (Aktürk, 2006, s. 33). Fransa’da devrimden sonra ön plana çıkan Fransız ulusallaşması, esas itibariyle “ulus” kavramına siyasal bir anlam ile bağlıdır. Buna göre, yurttaşlık kavramının da Fransa’da siyasal yönü bulunmaktadır. Buna ek olarak Fransız Devrimi’ne önderlik eden kadro için Fransız yurttaşlığını kazanmak ve bu yurttaşlığın sağladığı haklardan yararlanmak için Fransızca bilmek vazgeçilmez bir koşul olarak öne sürülmüştür. Bu bakımdan, dil birliği gerçekleştirilmesi hedeflenen bir proje olarak benimsenmiştir (Erözden, 2008, s. 108). Bu projeye uygun olarak da bütün ülke içerisinde kullanılacak resmi bir dilin yaratılması ve diğer dillerin zamanla yok edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu duruma, “Yerel Ağızların Yok Edilmesine ve Fransız Dilinin Evrenselleştirilmesine İlişkin Kanun” çıkarılması örnek olarak verilebilir (Kırca, 2003, s. 156).
Fransız Devrimi’nden sonraki dönemde ortak dile verilen öneme ek olarak devrim öncesi Fransa’da da ortak dile ulaşmak için birtakım çalışmalar yapıldığı da görülmektedir. I. François, Collége de France’yi kurarak millî bir yapı oluşturmayı hedeflemiştir. Bu çerçevede, devletin resmi işlemleri Latince yerine Fransızca olarak gerçekleştirilmeye başlanmış ve Fransızca aynı zamanda sanat ve edebiyat dili olarak da hedeflenmiştir (Sadoğlu, 2010, s. 14). 1539 yılında, I. François’in kanunların ve mahkeme kararlarının Fransızca olması yönündeki emrine ek olarak, 1634’de dil çalışmalarını yürütmek için Fransız Akademisi oluşturulmuştur.1694 yılında ise Fransızca bir sözlük hazırlanmıştır (Rickard, 1992).
Napolyon’un Kutsal Roma İmparatorluğu’nu yıkması, sayısı 400’ü bulan bölgesel Alman biriminin 40 bölgesel birim altında birleşmesi ile sonuçlanmıştır. Birleşen bu bölgesel birimler ise aynı düşmana karşı olma duygusunu taşımışlardır (Saklı, 2012, s.15). Almanların parçalanmış bir görüntü sergilemesi ise merkezi ve modern Avrupa’da Alman kültürünün korunmasının önünde bir engel teşkil etmekteydi. Bu nedenle ilk başlardaki Alman ulusçuluğunun görünümü bir birlik ulusçuluğu çerçevesinde şekillenmiştir (Gellner, 2008, s. 187).
17. yüzyıldan itibaren de Fransızcanın kültür, sanat ve diploması alanlarında giderek baskın bir hale gelmesi Alman aydınlar üzerinde de etkili bir hale gelmiştir. Fransızcanın giderek yerleşik ve yaygın bir hal almasının yanında Alman dilinin bölgesel parçalanma ve farklılaştırmalardan kaynaklı, Lehçenin ve Latincenin etkisi altında kaldığı bir dönem de yaşanmıştır (Gökberk, 1999, s. 88). Almancanın etkisini artırmak adına ve Almanların yaşadıkları topraklarda Almancayı bilim, sanat, edebiyat ve idari dil olarak hâkim kılmak için birtakım çalışmalar başlatılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren Almancayı Fransızca ve Latincenin etkisinden kurtarmak için dilde ayıklama çalışmaları başlatılmış ve dil dernekleri kurulması gündeme gelmiştir. Kurulan dil dernekleri vasıtasıyla Almancanın dil varlığının korunması, anadil sevgisinin uyandırılması, anadil kullanımının yaygınlaştırılması ve doğru kullanılmasının sağlanması, Almancanın yabancı dil etkisinden arındırılması ve Alman ulusal bilincinin ve toplumsal kimliğin kurulması amaçlanmıştır (Gökberk, 1999, s. 88-100).
Yukarıda verilen örnek bağlamında bir ulusun inşa edilmesinde ilk ve belirleyici aşamanın dilin hâkim kılınması olduğu söylenebilir. Buna göre toplumsal birlikteliğin genele yayılması için iletişim, bürokrasi ve eğitim politikasının aracı olarak dil, belirli aşamalardan geçen planlama evresi ile kabul edilir ve standart bir konuma yükseltiğinde ulus kurmada belirleyici bir rol üstlenmektedir.
Osmanlı Devleti Dönemi Dil Planlaması ve Ulusal Kimlik İnşası
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren Türkiye’de dil planlaması önemli ve büyük bir role sahip olmuştur. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti çeşitli etnik grupların bir arada yaşadığı geniş bir coğrafyada uzun yıllar hüküm sürmüştür.
Osmanlı Devleti’nde toplumsal yapının inşa edilmesinde “millet” sistemi önemli bir yere sahiptir. Osmanlı devletinde kullanılan “millet” kelimesinin anlamı ile bugünkü anlamı arasında da bir fark bulunmaktadır (Ortaylı, 1985, s. 996). Osmanlı Devleti’nde “millet” kavramı; “din”, “mezhep”, ve “şeriat”
anlamlarında kendine kullanım alanı bulmaktadır (Demir, 2011, s. 334). Buna göre, gayrimüslimlerin sınıflandırılmasında (sosyal ve siyasal anlamda), mensup oldukları din esas alınmıştır. İmparatorluk içerisindeki her din de ayrı bir millet olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin dayandığı sosyal ve siyasi yapı işte kurulan bu millet sistemine göre belirlenmiştir (Eryılmaz, 1992, s. 11).
Çok etnili7 bir toplum yapısına sahip olan Osmanlı Devleti zamanın şartlarının beraberinde getirdiği birtakım değişimlerden de önemli ölçüde hissesine düşeni almıştır. Siyasi ve sosyal anlamda Avrupa’da meydana gelen değişimler, bir arada uzun yıllar uyum içerisinde yaşama başarısını göstermiş olan Osmanlı toplumunu bir daha geriye dönülemeyecek şekilde etkilemiştir.
Buna göre, Fransız Devrimi sonrası kendine geniş bir etki alanı bulan milliyetçilik fikri, Osmanlı Devleti’nde özellikle Balkanlar coğrafyasında yaşayan gayrimüslim azınlıklar tarafından benimsenmiştir. Bu durumun devletin geleceği açısından beraberinde getirebileceği sorunları tahmin eden Osmanlı yöneticileri ve aydınları millet kavramı üzerinden devleti kurtaracak, bir arada tutacak ve yaşatacak bir kimlik inşası arayışına girmişlerdir (Durgun, 2014, s. 7). Bu şekilde milliyetçilik akımlarının doğurduğu siyasal ve sosyal fikirlerin İmparatorluğa etkisinin en aza indirgenmesi planlanmıştır.
Kimlik inşası için öncelikli olarak resmi bir planlamanın yapılması gereği doğmuştur. Planlama, bir soruna yönelik olan ve o sorunun çözümüne odaklanan seçenekler arasında yapılan seçim ile ilgilidir. Bu süreç bir bütün olarak çabaya dayanmaktadır (İmer, 1998, s. 7). Bu süreçte hayata geçirilen ilk planlama modeli “Osmanlıcılık” fikridir. Bu fikir sayesinde toplumsal bir kimlik oluşturmak ve ayrıştırıcı milliyetçilik fikirlerinin önüne geçmek amaçlanmıştır (Demir, 2011, s. 334). Böylece “Osmanlı Milleti” kavramı resmi bir ideoloji olarak benimsenmiştir. Bu ideolojiyi ilk hayata geçirme aşaması olarak 1839 Tanzimat8 Fermanı kabul edilebilir. Ayrıca bu dönemde siyasi bir aidiyetin sağlanmasına çalışılmıştır. “Osmanlı Milleti” kimliğini toplumun tüm kesimlerine kabul ettirmek ile parçalanmanın önüne geçilmeye çalışılmıştır.9
1839 Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti içerisinde hem toplumsal hem de dilsel alanda birtakım değişikliklerin başlangıcı olmuştur. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonradır ki 10. yüzyıldan itibaren Arapça ve Farsçanın etkisi altına giren Türk toplumu ve Türkçe, batı dünyasının fikirlerine yönelmiştir. Böylelikle, batı dünyasına hâkim olan “ulusalcılık” ve “aydınlanma” ile ilgili fikirler Osmanlı toplumu ve dilini etkisi altına almaya başlamıştır (İmer, 1998, s. 44-45). Bu etkileşim süreci ise sadakat bunalımını beraberinde getirmiştir.
Osmanlı devlet adamları türdeş olmayan büyük bir imparatorluğu bir arada tutabilmek için bir sadakat anlayışını yaratmak peşine düşmüşlerdir (Mardin, 2012, s. 12). Bu sadakat anlayışına hizmet etmek amacıyla Osmanlıcılık politikası resmi bir ideoloji olarak uygulamaya konulmuştur. Bu kapsamda, Tanzimat döneminin bir sonucu olarak “Osmanlıca” ön plana çıkmıştır. Bununla birlikte, toplumsal kimliği şekillendirecek bir kimliğin yaygınlaştırılması için “Millet- i Osmanî” deyimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu ulusun konuştuğu ve yazdığı dil olarak da “Lisan-ı Osmanî” terimi icat edilmiştir. Bu terim daha sonraları “Osmanlıca” olarak adlandırılmıştır (Sadoğlu, 2010, s. 62). Oluşturulmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılan bu dil, Osmanlı Devleti’ni meydana getiren toplum gibi, parçalı bir görüntü sergilemektedir. Şöyle ki bu dil; Türkçe, Arapça ve Farsçadan oluşmaktadır. Bir toplumu beraber ve bir arada tutarak, o topluma ulus olma özelliğini kazandıran dil, her yönden milletlerin tarihini şekillendirici bir role sahiptir. Bu bakımdan, Osmanlı Devleti aydınları dilin birleştirici özelliğinden yararlanmak istemişlerdir.
Örneğin “Vatan Şairi” olarak bilinen Namık Kemal10, ortak bir dilin siyasal kimliği kuvvetlendireceğinin farkına vararak; dilsel ve etnik ayrımlardan güç alan ulusçu-ayrılıkçı hareketleri bastırmayı amaç edinir (Sadoğlu, 2012, s. 78). Bununla birlikte “Vatan Şairi”, dilin siyasal bütünleşme amacına en büyük hizmeti yapacak bir araç olduğunu vurgulamaktadır. Edebi dilde sadeleştirme, Namık Kemal’in esas amacını teşkil etmektedir. Arapça ve Farsçadan oluşan bir üslup yerine halkın anlayabileceği daha sade bir dilin kullanılması Namık Kemal tarafından tavsiye edilmektedir (Levend, 1972, s. 114). Dili sadeleştirmek içinse Arapça ve Farsça yaygın kullanılan kelimeler dışındaki kelimelerin dilden çıkarılması ve dilin kurallarının bir düzene oturtulması vurgulanmaktadır. Buna göre, yazım sırasında kullanılan süslü dilin terk edilmesi ve yazı dili ile konuşma dilinin birleştirilmesi gerekmektedir (Sadoğlu, 2010, s. 78; Levend, 1972, s. 115).
19. yüzyılın ikinci yarısı Türkçenin gelişmesi açısından da önemli bir dönemdir. Bu dönemde, gazeteler ve dergiler yayımlanmaya başlamış11 ve Türkçenin halk tarafından anlaşılabilir duruma getirilmesi çalışmalarına da ağırlık verilmiştir. Osmanlı dilini sadeleştirme bilinci, gazete ve dergilerin yayımlanması ile bir akım haline gelmiştir. Bir başka ifadeyle, yazılı kitle iletişim araçlarının yaygınlaştırılması toplumda bir iletişim sorununun olduğunu da ortaya çıkarmıştır. Bu sorunun üstesinden gelmek için ise 19. yüzyılın ikinci yarısında Tesvir-i Efkâr, Muhbir, Ulûm, Hürriyet, Basiret, Tercüman-ı Hakikat, dağarcık, hafta v.b. gazete ve dergilerde “ Osmanlıcanın Islahı”na ilişkin yazılar yer almaya başlamıştır. Buna ek olarak Takvim-Vekayi’nin yayımlanmaya başlamasından sonra yazı dilinde giderek artan bir sadeleşme olmuştur (İmer, 1998, s. 45-46). Ortak bir dil oluşturma çabaları bu doğrultuda Osmanlı Milleti oluşturmanın ana yapısı olarak kabul edilse de dilin bu gecikmiş ıslahı farklı etnik gruplar arasında kabul görmemiştir.
Milliyetçilik fikrinin Balkanlarda geniş bir nüfuz alanı kazanması ve yaygınlaşması, Osmanlı İmparatorluğu içindeki etnik grupların bağımsızlık isteklerini artırmıştır. Osmanlıcılık fikrini sona erdiren ise 31 Mart Olayı12 olmuştur. Devlet kademelerinde görev yapan gayrimüslimlerin zamanla ulusal kimliklerini korumalarının önündeki engellerin kalkması ve aidiyet duygusunun azalması toplumsal bütünleşme ve kaynaşmayı imkânsız hâle getirmiştir. Tanzimat reformları da istenen, hedeflenen Osmanlı ulusunu yaratmada yetersiz kalmıştır. Bu çabaları takiben, Balkan Savaşları neticesinde de Osmanlıcılık fikrinden vazgeçildi (Durgun, 2014, s. 150; Kuran, 1992, s. 221). Hatta Osmanlıcılık fikri daha sonra Türk millî kimliğinin oluşumuna zarar verdiği gerekçesi ile Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi aydınlar tarafından eleştirilmiştir13 (Demir, 2011, s. 343). Bu eleştiriler de zamanla, bir Türk kimliği yaratma amacıyla Türk diline önem verilmesinin yolunu açmıştır. Bu kapsamda, Türk dili ve Türkçülük anlayışı arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bu süreçten sonra Osmanlı devlet adamları ve aydınları kurtuluş çaresi olarak Türkçülüğü ön planda tutmaya başlamışlardır.
1908 sonundan itibaren özellikle Rusya’dan gelen Türk aydınları, İstanbul’da dernekler kurarak Türkçülük çalışmalarına başlamışlardır. 1910 yılında başlayan “Yeni Lisan Hareketi” de Genç Kalemler Dergisi vasıtasıyla Türkçülük yapmaya çalışmıştır (Oba, 1994, s. 207).
Osmanlıcılık hareketine karşı başlayan bu tutum da genel hatları ile Türkiye’de Türk dilinin ve dolayısıyla Türkçülüğün gelişmesi sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde özellikle bir sadeleşme ve toplumu millî şuur ve dil anlayışı ile birleştirme ve kimlik yaratma çabaları ön plana çıkmıştır.
Zamanla Türkçeye, Türk tarihine, Türkçenin kardeş dillerine karşı duyulan ilginin artması gerçek benlik üzerindeki tartışmaları alevlendirmiştir. Tartışmalar esas itibariyle Osmanlıcılar, İslamcılar ve Türkçüler arasında yoğunlaşmıştır. Bunun sonucu olarak da hangi hürriyetin diğerlerinden önce geleceği ve kabul edileceği ve dilin tabiatının tayin edilmesi meselesi ortaya çıkmıştır. Bu aslında hem kendini tanıma hem de imparatorluğun gerçek kimliğini ortaya çıkarma meselesidir. Bu itibarla, dil meselesi konusundaki tartışmaların çoğu başlangıç noktası olarak dilin millî kültürün temeli olması fikri etrafında birleşmekteydi. Bu sebeple, dil münakaşaları milletin kendisini muhafaza etmesi için dilin korunmasını ve teşvik edilmesini vurgulamaktadır (Kushner, 1979, s. 95-96).
Bu konuda Şemsettin Sami14 şöyle demektedir:
“Her bir kavim ve ümmet, büyük olsun, küçük olsun, kuvvetli olsun, zayıf olsun manevi varlığını sağlamlaştırıp kuvvetlendirmeye çalışmalıdır. Kavmiyet ve ırk bilinci işareti, esası bütün fertlerin eşit olarak ortak malı, söylediği lisandır. Bir lisanı konuşan halk, bir kavim ve bir ırk teşkil eder. Bundan dolayı ırki varlığını temin etmek isteyen her kavim ve ümmet en önce lisanını düzeltmeye, yoluna koymaya, ilerletmeye, kelime ve kaidelerini, özel taraflarını tespit etmeye ve tahsilini teşkil ile mükemmeliyetine hizmet edip, ilim, fen ve muhtelif sanatlara ait kitaplarla ve klasik sayılmaya değer seçkin edebi eserlerle zengin etmeye borçludur” (Şemsettin Sami’den Aktaran: Kushner, 1979, s. 96).
Bağımsız bir Türk milleti kavramının giderek yerleşmesi ve yaygınlaşması, dilin de artık Türkçe olarak adlandırılması fikrini doğurmuştur. Sağlam bir Türkçenin inşa edilmesi ise dil yapısının, kelime hazinesinin, imlasının ve telaffuzunun orijinal Türk kalıplarına uygun olmasını gerekli kılmıştır. Çünkü Türk kimliğinin korunması için Türklerin gerçek dilini koruması ve teşvik etmesi büyük bir öneme haiz olarak kabul edilmiştir. Hatta bu konuda gösterilecek bir zayıflık, tembellik ya da ihmal “mahv-ı millet” ile eş tutulmuştur (Kushner, 1979, s. 97).
Bu itibarla, Türk kimliğinin özümsenmesi ve millî şuura dönülmesi hareketinin yaygın bir kabul gördüğü Osmanlının son döneminde Türk millî bekasının tesisi için tümden bir dil reformuna ihtiyaç olduğu fikri ortaya çıkmıştır.
Dilde reformu savunanlar, yeni millî edebiyat için daha kucaklayıcı olduğunu düşündükleri İstanbul Türkçesini temel olarak kabul etmişlerdir. Eski Türkçeyi canlandırmak ya da Çağatayca’yı seçmek ise ihtimal dışı tutulmuştur. İstanbul Türkçesinin temel alınması gerektiği Şemsettin Sami tarafından “İstanbul Türkçesini Türkçenin kreması ve çiçeği olarak kabul etmemizi gerektiren şey onun yapısı, telaffuzu, inceliği ve deyimlerin zarafetidir” şeklindeki sözü ile de vurgulanmıştır (Kushner, 1979, s. 114-115).
Özetle, Osmanlı Devleti’nde süre giden dilde reform ve diğer kimlik modellerinin rekabet edememesi ile öne çıkan millî kimlik modeli resmi ulusçuluğun doğmasını sağlamıştır. Bu bakımdan denilebilir ki Osmanlı yönetiminin Türklüğe yakınlaşması dil sayesinde olmuştur. Bunun yanında 1876 yılında ilan edilen Kanuni-i Esasi içerisinde yer alan ve Türkçenin önemini ortaya koyan maddeler de bu bakımdan dilin ulus inşasındaki rolüne ilişkin verilen çabalara güzel bir örnek oluşturmaktadır.15 Kanun-i Esasi içerisinde yer alan ve devlet işlerinde Türkçenin hâkim kılınmasını amaçlayan maddelerde uzun yıllar etnik grupların bir arada yaşadığı devlete bir Osmanlı kimliği kazandırmanın yolu Türkçenin hâkim dil statüsü kazanmasında aranmıştır.
Bundan hareketle, millî kimliğin tekrar keşfedilmesinin ve esas başlangıç noktasının 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın dönemecinde az sayıda insanın bir ideal çevresinde birleşerek düşünmeye başladığı an olduğu söylenebilir (Georgeon, 2006, s. X). Türkoloji’nin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişme kaydetmesi Osmanlı aydınlarının Türkçenin imkânlarını keşfetmelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca bu döneme Türk dilinin sadeleştirilmesi çalışmaları, Türk dil bilgisi kitaplarının ve sözlüklerin basılması çalışmaları da hâkim olmuştur (Yıldırım, 2014, s. 78). Millet tanımı yapılırken de dilin nasıl bir önemi olduğuna dair söylemler de geliştirilmiştir. Bu konuda, Ziya Gökalp’ın millet tanımı dilin önemine vurgu yapmaktadır. Gökalp’a göre millet, “aynı dili konuşan, aynı eğitimi almış ve din, ahlak ve estetik ülkülerinde birleşmiş insanların oluşturduğu bir topluluk- kısacası, ortak bir kültüre ve dine sahip insan grubu” dur (Ziya Gökalp’tan Aktaran: Heyd, 1950, s. 60). Bu itibarla Gökalp, toplumsal kimlik ve dil arasında bir bütünlük kurmaktadır. Gökalp, bu ortaklaşmayı “daha beşikten ninnilerle başlayan dil sevgisini vurgulayarak anlatır: Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiatça müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep olan zümredir” (Ziya Gökalp’ten Aktaran: Kösoğlu, 2002, s. 210). Buna göre, Türkçülüğün kültürel anlamıyla milliyetçiliğin başlıca etmeni haline gelmesi, dilbilimsel Türkçülüğün konuşma diline yakın bir şekilde basitleştirilmesi ile gerçekleşmiştir (Karpat, 2004, s. 207).
Madde 57.– Heyetlerin müzakeratı lisanı türki üzere cereyan eder ve müzakere olunacak layıhaların suretleri tab ile yövmü müzakereden evvel azaya tevzi olunur.
Madde 68- Heyeti Mebusan için azalığa intihabı caiz olmıyanlar şunlardır: Evvelâ tebaa-i Devlet-i Aliyeden olmıyan saniyen nizamı mahsusu mucibince muvakkaten hizmeti ecnebiye imtiyazını haiz olan salisen türkçe bilmiyen rabian otuz yaşını ikmal etmiyen hamisen hini intihabta bir kimsenin hizmetkârlığında bulunan sadisen iflâs ile mahkûm olup ta iadei itibar etmemiş olan sabian sui ahval ile müştehir olan saminen mahcuriyetine hüküm lâhik olupta fekki hacir edilmeyen tasian hukuku medeniyeden sakıt olmuş olan aşiren tabiiyeti ecnebiye iddiasında bulunan kimselerdir. Bunlar mebus olamaz. Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için Türkçe okumak ve mümkün mertebe yazmak dahi şart olacaktır. (https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1876-k%C3%A2n%C3%BBn-i-es%C3%A2s%C3%AE/– Erişim: 24.12.2019)
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.