Kitabı oku: «Slav masalları», sayfa 2
Çokbilmiş Dede’nin Üç Altın Saçı
Evvel zaman içinde bir kral yaşardı. Kral, ormanlarda vahşi hayvan avlamaya bayılırdı. Günün birinde büyük bir geyiğin peşinden giderken kayboldu. Ormanda tek başınaydı, gece karanlığı çökmüştü. Kral, ağaçsız bir alanda bir köy evi görünce çok sevindi. Burada bir kömürcü yaşıyordu. Kral, ormandan çıkmak için kömürcüden yardım istedi. Rehberliği karşılığında ona bol bol para vereceğini söyledi. “Size yardım etmeyi çok isterim,” dedi kömürcü. “Fakat karım doğum yapmak üzere, o yüzden buradan ayrılamam. Hem gecenin bu saatinde nereye gideceksiniz ki? Tavan arasındaki saman döşekte uyursunuz, yarın sabah olunca ben size rehberlik edip ormandan çıkarırım.”
Kısa süre sonra kömürcünün bir erkek çocuğu oldu. Kral, kömürcünün gösterdiği yerde yatmıştı ama bir türlü uyuyamıyordu. Gece yarısı olunca hemen aşağıdaki odada gözüne bir ışık ilişti. Ahşap zemindeki küçük çatlaktan gizlice bakınca kömürcünün uyuduğunu gördü. Yeni doğum yapmış karısı ölü gibi yatıyordu ve bebeğin başında beyazlara bürünmüş üç yaşlı cadı dikiliyordu. Her birinin elinde ince bir mum vardı.
Birinci cadı konuştu: “Bu çocuğa hediyem, büyük tehlikelere maruz kalmasıdır.” İkincisi: “Bu çocuğa hediyem, bütün o tehlikeleri aşıp uzun bir ömür sürmesidir.” Son olarak üçüncüsü dedi ki: “Ben de ona şu an üst kattaki saman döşekte yatan Kral’ın bugün doğan kızını eş olarak veriyorum.” Ardından cadılar mumlarını söndürdü ve ev sessizliğe büründü. Bu cadılar, Üç Yazgı'ydı.4
Kral’ın kalbine sanki bir bıçak saplanmıştı. İşittiklerinin gerçekleşmemesi için neler yapabileceğini düşünmekten gözüne uyku girmedi. Şafak sökerken çocuk ağlamaya başlamıştı, kömürcü uyandı. Gelgelelim, karısı artık sonsuza dek uykuya dalmıştı. “Ah, benim zavallı, öksüz yavrum!” diye sızlanıyordu adam. “Ben şimdi ne yapacağım? Sana nasıl bakacağım?”
“Bebeği bana ver,” dedi Kral. “Ben ona bakacağım, sana da ömrünün sonuna dek yetecek kadar para vereceğim.”
Bunu işiten kömürcü çok sevinmişti. Kral’ın teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Kral, bebeği alması için birini göndereceğini söyledi. Saraya vardığında bir kız çocuğu olduğunu haber verdiler. Üç Yazgı’yı gördüğü o gece doğmuştu kızı. Kral kaşlarını çatıp uşaklarından birini çağırdı: “Ormanda ağaçsız bir yerde eski bir ev var, orada bir kömürcü yaşıyor. Adama parayı ver, karşılığında sana bebeğini verecek. Çocuğu alıp yol üzerinde karşına çıkan ilk suda boğ. Yoksa suda boğulacak kişi sen olursun.” Uşak, verilen emri yerine getirmek üzere kömürcünün evine gidip çocuğu aldı ve bir sepete koydu. Derin ve geniş bir nehrin kenarına gelince sepeti suya bıraktı. Kısa süre sonra saraya varan uşak, hemen Kral’ın huzuruna çıkıp çocuğu nehre attığını anlattı. Bunun üzerine Kral “İyi geceler, davetsiz damat!” dedi neşeyle.
Kral bebeğin suda boğulup öldüğünü sanıyordu ama yanılıyordu. Çocuk, sepetin içinde sanki beşiğindeymiş gibi rahattı. Nehrin ninnisiyle mışıl mışıl uyudu ve akıntı onu nihayet bir balıkçının evine getirdi. Balıkçı bu sırada su kenarında oturmuş ağını onarıyordu. Akıntı boyunca yaklaşan bir şey görünce hemen teknesine atlayıp bebeğin bulunduğu sepeti sudan çıkardı. Çocuğu karısına götürüp dedi ki: “Hep küçük bir oğlun olsun isterdin. Bak işte bir oğlumuz var artık! Nehir getirdi onu bize.” Balıkçının karısı öyle mutluydu ki! Bu çocuğu kendi evladı gibi besleyip büyüttü. Nehrin akıntısıyla geldiği için ona “Suda Yüzen” (Plaváczek) adını verdiler.
Nehir akmaya devam etti ve olayın üstünden yıllar geçti. O küçük bebek büyümüş, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir delikanlı olmuştu.
Bir yaz günü Kral tek başına at binerken delikanlının yaşadığı yerden geçiyordu. Hava pek sıcaktı. Kral’ın dili damağına yapışmıştı. Bu yüzden balıkçıdan biraz tatlı su istedi. O sırada babasına yardım eden Suda Yüzen, hemen gidip su getirdi. Kral, genç adama şaşkınlıkla baktı. “Ne güzel bir delikanlı bu, balıkçı! Oğlun mu?”
"Hem evet, hem hayır," diye cevap verdi balıkçı. "Bundan yirmi sene evvel nehirde yüzen bir sepette buldum onu, küçücük bir bebekti. Karımla beraber onu yanımıza alıp büyüttük."
Bu sözleri işiten Kral’ın gözleri bir anda buğulandı, yüzü kireç gibi ağarmıştı. Bu delikanlının, boğulmasını emrettiği çocuk olduğunu anlamıştı. Ama hemen kendini toparlayıp atından indi ve şöyle dedi: “Sarayıma bir ulak göndermem gerek ama yanımda kimse yok. Bu delikanlı bana yardım edebilir mi?”
“Majesteleri, emretmeniz yeterlidir. Elbette, oğlumu gönderebilirsiniz saraya,” dedi balıkçı. Kral oturup Kraliçe’ye bir mektup yazmaya koyuldu:
“Sana yolladığım bu delikanlı, bir kılıçla yere devrilmeli. Zira tehlikeli düşmanlarımdandır. Ben saraya dönmeden bu iş hallolsun. Emrimdir.”
Sonra mektubu katladı, bağladı ve mühürledi.
Suda Yüzen, mektubu götürmek için hemen yola koyuldu. Büyük bir ormanı aşması gerekiyordu ama yolu şaşırınca kaybolmuştu. Akşama kadar oradan oraya yürüdü durdu. Sonra yaşlı bir cadı çıktı karşısına: “Nereye gidiyorsun, Suda Yüzen?” “Kral’ın sarayına bir mektup götürüyorum ama yolumu kaybettim. Nineciğim, ne tarafa gitmem gerek biliyor musun?” “İstesen de bugün saraya varamazsın oğlum. Hava çoktan karardı,” dedi cadı. “İyisi mi bu akşam benim evimde kal. Ben yabancı değilim, senin vaftiz annenim.”
Genç adam ikna olmuştu. Biraz yürüdükten sonra küçücük şirin bir ev çıktı karşılarına. Sanki bir anda yerden bitmişti. Gece olunca delikanlı uykuya daldı. Bu sırada yaşlı cadı Suda Yüzen’in cebindeki mektubu alıp yerine şunların yazılı olduğu başka bir mektup koydu: “Sana gönderdiğim bu delikanlıyı hemen kızımızla evlendir. Damadım olmak, bu çocuğun alnına yazılmıştır. Ben dönmeden evlenmiş olsunlar. Emrimdir.”
Kraliçe mektubu okur okumaz düğün için hazırlıkların yapılmasını emretti. Genç adamı o kadar sevmişlerdi ki ne Kraliçe ne de genç Prenses ona bakmaya doyabiliyordu. Suda Yüzen de müstakbel karısını çok beğenmişti. Birkaç gün sonra Kral saraya döndü. Olanları öğrenince Kraliçe'ye çok kızmıştı. “İyi ama sen geri dönmeden kızımızı bu delikanlıyla evlendirmemi emrettin,” diye cevap verdi Kraliçe mektubu uzatarak. Kral mektubu alıp okudu. Yazı, mühür, kâğıt hepsi kendisine aitti. Sonra damadını çağırıp o gün saraya giderken neler olduğunu sordu.
Suda Yüzen, yola nasıl çıktığını ve ormanda yolunu kaybedince yaşlı ninesinin evinde kaldığını anlattı. "Bu kadın nasıl biriydi, tarif et bakalım," dedi Kral.
“Şöyle şöyle yaşlı bir kadındı.” Kral, delikanlının anlattıklarından bunun tam yirmi yıl önce kızı ile kömürcünün oğlunu aynı kaderde birleştiren o üç cadıdan biri olduğunu anladı. Düşünüp taşındıktan sonra şöyle bir karar aldı: “Olan olmuş, bunu değiştiremem. Ama hiçbir karşılık vermeden damadım olamazsın. Eğer kızımı istiyorsan, Çokbilmiş Dede’nin üç altın saçını çeyiz olarak getirmen gerek.” Kral, verdiği bu zorlu görev sayesinde hiç sevmediği damadından kurtulacağından emindi.
Suda Yüzen, karısına veda edip yola çıktı. Lakin hangi tarafa gitti, hiç bilmiyorum. Elbette, Yazgı’lardan biri vaftiz annesi olduğundan doğru yolu bulması zor olmayacaktı. Az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti, nice nehirler ile dağları aştı. Nihayet kara bir denize vardı. Burada bir tekne gördü, içinde bir adam oturuyordu.
“Tanrı yardımcın olsun ihtiyar kayıkçı!”
“Tanrı razı olsun genç yolcu! Nereye gidiyorsun?”
“Çokbilmiş Dede’nin yanına gidiyorum, üç altın saçını almam gerek!”
“Amanın! Uzun zamandır senin gibi birini bekliyordum. Yirmi yıldır burada kayıkçılık yaparım ama beni azat etmeye gelen bir kişi bile olmadı. Çokbilmiş Dede’ye işimin ne zaman biteceğini sormaya söz verirsen, seni kayığımla karşıya geçiririm.” Suda Yüzen soracağına söz verince kayıkçı delikanlıya yardım etti.
Böylece karşıya geçen Suda Yüzen, büyük bir şehre vardı. Harap olmuş bir yerdi burası. Şehrin girişinde yaşlı bir adam çıktı karşısına. Elindeki bastonla zar zor yürüyebiliyordu.
“Tanrı yardımcın olsun dede!”
“Tanrı razı olsun delikanlı! Nereye gidiyorsun?”
“Çokbilmiş Dede’ye gidiyorum, üç altın saçını alacağım.”
“Ah! Uzun yıllardır bu sözleri söyleyecek birini bekliyordum. Hemen seni kralımıza götürmem gerek.”
Saraya vardıklarında Kral şöyle dedi: “Duydum ki Çokbilmiş Dede’yi arıyormuşsun. Burada bir elma ağacımız vardı, meyveleri sihirliydi. Bu ağacın bir elmasını yiyen bir ayağı çukurda olsa bile yeniden can bulur, gencecik bir adam olurdu. Fakat yirmi senedir elma ağacımız meyve vermiyor. Çokbilmiş Dede’ye bize bir çare göstermesi için ricada bulunacağına söz ver, ne dilersen veririm sana.” Suda Yüzen, bunu yapacağına söz verdi. Bunun üzerine Kral, onu güzel sözlerle uğurladı.
Bundan sonra Suda Yüzen, bir başka şehre vardı. Şehrin yarısı yıkık döküktü. Yakınlarda bir adam, ölen babasını gömüyordu. Gözyaşları sel gibi akıyordu. “Tanrı yardımcın olsun yaslı adam!” dedi Suda Yüzen.
“Tanrı razı olsun genç yolcu. Nereye gidiyorsun?”
“Çokbilmiş Dede’den üç altın saçını istemeye gidiyorum.”
“Çokbilmiş Dede’ye mi gidiyorsun? Ne olurdu daha erken gelseydin! Kralımız nice zamandır senin gibi birini bekliyor.
Hemen seni onun yanına götüreyim.”
Saraya vardıklarında Kral şöyle dedi: “ Duydum ki Çokbilmiş Dede’nin yanına gidiyormuşsun. Şehrimizde bir kuyu vardı, içi abıhayatla doluydu. Bu sudan içen kişi ölüm döşeğinde bile olsa hemen iyileşiverirdi. Bu sudan ölülere serpsen, dirilip ayağa kalkarlardı. Lakin son yirmi senedir kuyudan su çıkmaz oldu. Çokbilmiş Dede’den bize bir çare bulmasını istersen, büyük bir mükâfat veririm sana.” Genç adam söz verince Kral, güzel sözlerle onu yolcu etti.
Suda Yüzen, yine uzak yollar aşıp kara bir ormana ulaştı. Ormanın tam ortasında güzel çiçekler ve yemyeşil otlarla kaplı kocaman bir çayır, çayırın üzerinde ise altın bir saray vardı. İşte alev gibi parlayan bu bina, Çokbilmiş Dede’nin sarayıydı. Suda Yüzen, saraya girdi ama bir köşede oturmuş ip eğiren ihtiyar bir kadından başka kimsecikleri göremedi.
“Hoş geldin, Suda Yüzen,” dedi kadın. “Seni tekrar gördüğüme çok sevindim.” Bu, cebindeki mektubu değiştiren kadının ta kendisiydi. “Hangi rüzgâr attı seni buraya?”
“Kral, damadı olmak istiyorsam karşılığında bir şey vermem gerektiğini söyledi. Bu nedenle Çokbilmiş Dede’nin üç altın saçını getirmekle görevlendirdi beni.”
Yaşlı kadın gülümseyip şöyle dedi: “Çokbilmiş Dede yani Parlak Güneş, benim oğlumdur. Sabahları küçük bir çocuk, öğlen yetişkin bir adam ve nihayet akşam, yaşlı bir dede olur. Senin vaftiz annen olduğuma göre, oğlumun altın başındaki üç saç telini almana yardım edeceğim. Yalnız karşısına böyle çıkamazsın. Oğlum iyi kalplidir ancak akşam eve aç gelir. Olur da seni görürse, alevleriyle kızartıp akşam yemeği niyetine yiyiverir! Bak, şurada boş bir küvet var. Seni oraya saklayacağım.”
Suda Yüzen, kadından bir ricada daha bulundu. Yol üzerinde geçtiği yerlerde karşılaştığı insanların ilettiği soruları onun sormasını istedi. “Olur,” dedi yaşlı cadı. “Bu soruları sorarım. Sen de oğlumun cevaplarına kulak ver.”
Bir anda dışarıda bir fırtına koptu. Altın başlı ihtiyar güneş, batıdaki pencereden odaya girdi. “İnsan eti kokuyor burası! Evde biri mi var anne?” diye sordu.
“Ey, gündüz yıldızı! Evde biri olsa hiç görmez miydin? Bütün gün Tanrı’nın yarattığı koca dünya üzerinde uçup durdun. Tabii, burnun insan kokusuyla doldu. Akşam eve geldiğinde de insan kokusu almana şaşmamalı.” Yaşlı adam hiçbir şey söylemeden akşam yemeği için masaya oturdu.
Yemekten sonra altın başını yaşlı cadının dizine koyup uyumaya başladı. Oğlunun iyice uykuya daldığını gören kadın hemen başından bir altın saç teli koparıp yere attı. Sanki bir arp teli gibi çınlamıştı bu saç.
“Ne oldu anne?” diye sordu yaşlı adam.
“Hiçbir şey oğlum. Uyuyordum da acayip bir rüya gördüm.”
“Ne gördün rüyanda?”
“Bir şehir gördüm. Abıhayat çıkan bir kuyuları vardı. Sudan içen hastalar şifa buluyor, üzerine bu sudan serpilen ölüler diriliyordu. Ne var ki yirmi senedir susuz kalmışlar. Bu şifalı suyun tekrar akması için bir çare var mı?”
“Çok kolay. Kuyunun ağzında bir karakaplumbağası oturmuş, suyun çıkmasını engelliyor. Onu öldürüp kuyuyu güzelce temizlesinler. Kuyudan yine su çıkmaya başlayacak.”
Yaşlı adam tekrar uyuyunca cadı ikinci altın saçı koparıp yere attı.
“Neyin var, anne?”
“Hiçbir şey oğlum. Uyumuşum da yine çok tuhaf bir rüya gördüm. Bir şehir vardı. Buradaki elma ağacının meyveleri gençlik veriyordu. Elmalardan bir ısırık alan ihtiyarlar gencecik oluyorlardı. Gelgelelim, yirmi senedir ağaç tek bir meyve vermemiş. Bunun bir çaresi var mıdır?”
“Çok kolay. Ağacın dibinde yatan yılan yüzünden oluyor. Elma ağacının bütün gücünü emiyor. Yılanı öldürüp yeni bir fidan diksinler, eskisi gibi sihirli meyveler alacaklar.”
Yaşlı güneş bir kez daha uykuya dalınca cadı üçüncü saç telini çekti.
“Bırak da uyuyayım, anne!” dedi yaşlı adam homurdanarak. Kalkmak istemişti ama annesi, “Yat, oğlum! Kızma, seni uyandırmak istememiştim. Ama ağır bir uyku bastırdı, acayip bir rüya daha gördüm. Bir balıkçı vardı. Tam yirmi senedir kara bir denizde bir aşağı bir yukarı gidip geliyor. Bugüne dek kimseler gelip de onu bu görevden azat etmemiş. Ne zaman dinlenecek bu adam?”
“Kayıkçı, aptal bir annenin oğludur. Küreğini bir başkasının eline verip kıyıya çıksın. Böylelikle, onun yerine bir başkası geçmiş olacak. Ama artık bırak da uyuyayım. Yarın sabah erkenden kalkıp Kral’ın kızının gözyaşlarını silmem gerek. Her gece kocası, yani kömürcünün oğlu için ağlayıp duruyor. Kral onu üç altın saçımı almaya yollamış!”
Sabah olunca yine bir rüzgâr koptu. Önceki akşam annesinin dizinde uyuyan yaşlı adam, altın saçlı güzel bir çocuk yani kutsal güneş olarak uyanmıştı. Annesine veda edip pencereden uçtu gitti. Yaşlı cadı küvete dönüp seslendi: “İşte, istediğin üç altın saç. Çokbilmiş Dede’nin sorduğun üç soruya ne cevap verdiğini de biliyorsun. Haydi git şimdi, güle güle! Beni bir daha görmeyeceksin çünkü yardımıma ihtiyacın kalmadı!” Suda Yüzen minnettar olduğunu söyleyip teşekkür etti ve oradan ayrıldı.
İlk şehre varınca Kral ne haberler getirdiğini sordu. “İyi haberler,” dedi Suda Yüzen. “Kuyuyu güzelce temizletin, suyun ağzında oturan kurbağayı öldürtün. Yine eskisi gibi taptaze su çıkacak kuyudan.” Kral zaman kaybetmeden söylenenleri yaptırdı. Kuyudan bol bol taze su çektiler. Bunun üzerine Kral, Suda Yüzen’e kuğular gibi bembeyaz on iki at hediye etti. Her birinin üzerinde taşıyabildikleri kadar altın ve gümüş yüklüydü.
İkinci şehre vardığında yine ne haber getirdiğini sordular. “İyi haberler!” dedi Suda Yüzen. Elma ağacını kökünden sökün, orada bir yılan bulacaksınız. Onu öldürün. Sonra elma ağacını yeniden dikin. Eskisi gibi meyve verecek. Kral hemen bunları yaptırdı. Daha o günün gecesinde elma ağacı çiçek açtı, sanki her yanı güllerle donanmış gibiydi. Buna çok sevinen Kral, Suda Yüzen’e kuzgun gibi kapkara on iki at hediye etti. Her birinin üzerinde taşıyabildikleri kadar değerli eşya yüklüydü.
Suda Yüzen yoluna devam etti ve kayıkçının yanına geldi. Kayıkçı ona ne zaman kurtulacağını öğrenip öğrenmediğini sordu. “Öğrendim,” dedi Suda Yüzen. “Ama önce beni karşıya geçirmen gerek. O zaman anlatacağım.” Kayıkçı itiraz ettiyse de başka çaresi olmadığını görünce yirmi dört atıyla birlikte delikanlıyı karşıya geçirdi. “Bir dahaki sefere birini karşıya geçireceğin zaman, küreği o kişinin eline ver ve suya atlayıp sahile çık. Böylece o kişi, senin yerine kayıkçı olacak,” dedi Suda Yüzen.
Suda Yüzen’in Çokbilmiş Dede’nin başındaki üç sarı saçı getirdiğini gören Kral gözlerine inanamadı. Prenses bu defa üzüntüden değil, eşi döndüğü için sevinçten ağlıyordu.
“Bu güzel atları, bu değerli eşyaları nereden buldun?” diye sordu Kral. “Hepsini hak ettim,” dedi Suda Yüzen. Sonra yaptıklarını anlatmaya koyuldu. Yiyenleri gençleştiren ağacın yeniden yeşermesine, hastaları iyileştirip ölüleri dirilten kuyunun temizlenmesine yardım ettiğini söyledi. “Gençlik veren elma ağacı! Ölüleri dirilten su mu?” diye kendi kendine sordu Kral. “O elmalardan bir tane yesem tekrar genç bir adam olurum. Ölmüş olsam, abıhayatla yeniden can bulurum.” Bu düşüncelerle hiç zaman kaybetmeden yola koyulup o ağaç ile kuyunun olduğu diyarları bulmaya gitti ve bir daha geri dönmedi.
Böylelikle kömürcünün oğlu, tıpkı Yazgı’nın tayin ettiği Kral’ın damadı oldu. Kral’a gelince, belki de hâlâ o kara denizde gibi kayığıyla bir aşağı bir yukarı gidip geliyordur.
Bu masal Grimm Kardeşler’in “Üç Altın Saçlı Dev” adlı masalının bir varyantıdır. Grimm Kardeşler’in masalında devin kim olduğu ya da yalnızca üç altın saçının olduğu açıkça belirtilmemişken, Bohemya masalında “Çokbilmiş Dede”nin güneş ve üç altın saç telinin güneş ışınları olduğu aşikârdır.
Altın Saç
Evvel zaman içinde pek zeki bir kral yaşardı. Öyle ki bütün hayvanların dilinden anlar, birbirlerine ne söylediklerini bilirdi. Kral hayvanların lisanını şöyle öğrenmişti:
Çok uzun zaman önce Kral’ın yanına ufak tefek ihtiyar bir kadın gelmişti. Elindeki sepette bir yılan vardı. Bu yılanı pişirip akşam yemeğinde yerse denizde, havada ve karada ne kadar hayvan varsa, hepsinin dilinden anlayabilecekti. Başka kimsenin anlayamadıklarını anlama fikri, Kral’ın pek hoşuna gitmişti. Bu hizmet karşılığında yaşlı kadına bolca para verdi. Sonra aşçısına yılanı akşam yemeği için pişirmesini emretti. “Yalnız, sakın tek bir lokma alayım deme. Yoksa itaatsizliğinin bedelini başınla ödersin,” dedi.
Aşçısı George, Kral’ın emrine pek şaşırmıştı. “Ömrümde böyle bir balık görmedim,” dedi kendi kendine. “Tıpkı bir yılana benziyor! Hem pişirdiği yemekten tatmayan aşçı görülmüş müdür?”
Yılanı pişirdikten sonra bir lokma alıp tattı ve kulakları çınlamaya başladı: “Bize de biraz ver! Bize de biraz ver!” George etrafına baktı ama mutfakta uçuşan sineklerden başka bir şey görmedi. Yine dışarıdan bir ses geliyordu: “Nereye gidiyorsun? Nereye gidiyorsun?” Daha tiz birkaç ses cevap verdi: “Değirmencinin arpasına! Değirmencinin arpasına!”
George pencereden dışarı bakarken bir erkek kaz gördü, onu bir dişi kaz sürüsü izliyordu. “Aha!” dedi, “Demek bu böyle bir balıkmış.” Artık ne olduğunu biliyordu. Hemen ağzına bir lokma daha atıp pişirdiği yılanı Kral’a sundu. Hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı.
Yemekten sonra Kral, George’a atları hazırlayıp onunla gelmesini emretti. Birlikte gezintiye çıkmak istiyordu. Kral önden ilerliyor, George da takip ediyordu.
Yeşil bir çayırda ilerledikleri sırada George’un atı sıçrayıp kişnemeye başladı. “Hey! Hey! Birader, kendimi öyle hafif hissediyorum ki dağların üstünden atlayabilirim!”
“Ah, ben de atlayıp zıplamak istiyorum,” diye cevap verdi diğer at, “Ne var ki ihtiyarın teki var sırtımda. Bir kere zıplayacak olsam, un çuvalı gibi yere yuvarlanıp boynunu kırabilir.”
“Aman kırsın, ne olacak!” dedi George’un atı. “Böylece bir ihtiyar yerine genç bir adamı taşımaya başlarsın belki.”
Bu konuşmayı işiten George gülmekten kendini alamadı ama ihtiyatlı davranıp sessizce güldüğünden Kral hiçbir şeyin farkına varmamıştı. Gelgelelim, Kral da atların konuşmasının tamamını anlamıştı. Başını çevirip George’un gülümsediğini görünce, neye güldüğünü sordu. “Hiçbir şeye, efendim!” dedi George özür dileyerek. “Aklıma bir şey geldi de.” Ama yaşlı Kral şüphelenmişti. Zaten atlara da güvenmiyordu. Bu yüzden geri dönmeye karar verdi.
Saraya vardıklarında Kral, George’a bir kadeh şarap doldurmasını emretti. “Yalnız,” diye ekledi, “kadehi ağzına kadar dolduracaksın. Ama bir damla dahi taşırırsan kellen gider, haberin olsun.”
George şarap sürahisini alıp kadehi doldurmaya başladı. Tam o sırada pencereden içeri iki kuş girdi. Biri, ötekini kovalıyordu. Kaçan kuşun gagasında üç altın saç teli vardı. “Bana ver onları,” dedi birinci kuş, “benim o saçlar.”
“Hayır, vermem. Benim onlar. Ben aldım hepsini.”
“Ama altın saçlı kız, saçlarını tararken yere düşen saç tellerini ilk once ben gördüm. En azından ikisini bana ver.”
“Bir tane bile vermem!”
Bunun üzerine öteki kuş bir hamleyle altın saçları kaptı. Didişen iki kuşun gagasında bir tel vardı. Üçüncü saç teli ise yere düşmüş, bu sırada bir çınlama sesi çıkmıştı. Tam o anda George başını çevirip saç teline bakmış, sonra şarabı doldurmaya devam etmişti.
“Başın gitti bil!” diye bağırdı Kral, hizmetçisinin kuşları anladığını fark etmişti. “Ama eğer altın saçlı kızı bulup karım olması için bana getirirsen, sana merhamet göstereceğim,” dedi.
George ne yapacaktı şimdi? Canını kurtarmak istiyorsa o kızı bulmak zorundaydı. İyi de nerede arayacaktı onu? Bu kız nerededir bilmiyordu ki!
Atına binip rasgele dolaşmaya başladı. Kara bir ormana vardı. Ormanın kenarında yanan çalılıklar gördü. Bir sığır çobanı burayı yakmıştı. Çalıların altında bir karınca yuvası vardı. Alevler yuvalarına düştüğü için beyaz yumurtalarını alıp dört bir yana kaçışıyorlardı.
“Yardım et, George! Bize yardım et!” diye bağırdılar. “Yanarak öleceğiz burada. Yavrularımız da öyle!”
George hemen atından inip çalılığı dağıttı ve ateşi söndürdü. “Başın ne zaman derde düşse bizi düşün. Hemen yardımına koşacağız,” diyerek teşekkür etti karıncalar kurtarıcılarına.
George orman boyunca yola devam etti. Ulu bir çam ağacına varmıştı. Ağacın tepesinde bir kuzgun yuvası vardı. Yerdeyse iki kuzgun yavrusu ağlayıp sızlanıyordu: “Anne babamız uçup gitti, kendi başımızın çaresine bakmak zorundayız ama henüz uçamıyoruz bile. Bize yardım et George, ne olur! Bizi besle yoksa açlıktan öleceğiz!” George hiç düşünmeden yere inip kılıcını atının böğrüne soktu. Böylece kuzgun yavruları yiyecek bulmuş ve açlıktan kurtulmuştu. “Başın ne zaman derde girse, bizi düşün. Hemen imdadına koşarız,” dedi kuzgun yavruları.
Bundan sonra George yoluna yayan devam etmek zorundaydı. Uzunca bir yol yürüyüp nihayet ormandan çıktıktan sonra engin bir denize ulaştı. Sahilde iki balıkçı tartışıyordu. Ağlarında kocaman bir altın balık vardı. İkisi de balığın kendisine ait olduğunu söylüyordu. “Ağ benim olduğuna göre balık da benim,” dedi biri.
Öteki cevap verdi: “Seni tekneme alıp yardım etmemiş olsam, senin ağın ne işe yarayacaktı bakalım?”
“Bir daha böyle bir balık yakalarsak senin olsun.”
“Yok canım, sen sonrakini al. Bu benim.”
“Ben aranızdaki anlaşmazlığı çözebilirim,” dedi George. “Balığı bana satın, size çok para veririm. Parayı bölüşürsünüz.”
Kral'ın yolculuk için verdiği bütün parayı balıkçılara uzattı. Artık cebinde tek kuruş kalmamıştı. Balıkçılar durumdan pek memnundu.
George balığı tekrar denize saldı. Altın balık neşeyle suya dalıp kıyıdan biraz uzaklaştıktan sonra başını sudan çıkardı. “Bana ne zaman ihtiyacın olursa, hiç çekinmeden çağırabilirsin George. Hemen yardımına koşarım,” diyerek gözden kayboldu. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu balıkçılar.
George, “Altın saçlı kızı bulup ihtiyar kralımızla evlenmesi için saraya götürmem gerekiyor. Ama kızı nerede aramam gerektiğini bile bilmiyorum.”
“Biz sana o kız hakkında öğrenmek istediğin her şeyi anlatabiliriz,” dedi balıkçılar. “Aradığın kız, Altın Saç’tır. Şu uzaktaki adada, Kristal Saray’da yaşayan Kral’ın kızıdır. Her sabah gün doğarken altın saçlarını tarar, o güzel saçlarından gelen ışık göklere ve denize vurur. Dilersen seni o adaya götürebiliriz. Ne de olsa bize çok yardımcı oldun. Sakın yanlış kızı getireyim deme zira on iki kız var. Hepsi de Kral’ın kızları ama içlerinden yalnızca birinin altın saçları var.
George adaya çıkınca hemen Kristal Saray’a, Kral’ın yanına gitti. Altın saçlı kızını efendisine vermesi için dil döktü. “Tamam,” dedi Kral, “ama kızımı hak etmen gerek. Üç günde sana vereceğim üç görevi tamamlamalısın. Şimdi gidip dinlenebilirsin.”
Ertesi sabah erkenden George’u huzuruna getirten Kral şöyle dedi: “Benim altın saçlı kızımın kıymetli incilerden yapılmış bir kolyesi vardı. Kolye koptu, inciler yeşil çayıra saçıldı. Bütün o incileri toplaman gerek, biri bile eksik kalmamalı.”
George çayıra gitti. Burası uzun ve geniş bir yerdi. Çimlerde diz çöküp incileri aramaya koyuldu. Sabahtan akşama koca çayırı aradı taradı ama tek bir inci bile göremedi. “Ah! Karınca dostlarım burada olsalar, bana yardım edebilirlerdi,” dedi.
“İşte buradayız, sana yardıma geldik,” dedi karıncalar. Dört bir yandan koşuşup etrafını sarmışlardı. “Ne istiyorsun bizden?”
“Çayırdaki incileri toplamam gerek ama tek bir inci dahi göremiyorum.”
“Bekle biraz. Biz senin için toplayacağız hepsini.”
Çok geçmeden çimenlerin içinden bir sürü inci toplayıp getirdiler. George’a incileri ipe dizmek kalmıştı. Tam kolyenin ipini bağlayacaktı ki bir karınca daha topallaya topallaya geldi. Yuvalarında çıkan yangında bacağı fena halde yaralanmıştı bu karıncanın. “Dur, George!” diye bağırdı, “İpi bağlama. Bir inci daha getiriyorum.”
Kral, George’un getirdiği incileri bir bir saydı, hiç eksik yoktu. “İşini iyi yaptın,” dedi. “Yarın sana bir görev daha vereceğim.”
Sabah olunca Kral, George’a şöyle dedi: “Altın saçlı kızım denizde yıkanırken altın yüzüğünü kaybetti. O yüzüğü bulup getirmen gerek.”
George, denize gitti, üzgün bir şekilde sahilde yürümeye başladı. Deniz berraktı ama öyle derindi ki dibini görmek mümkün değildi. Yüzüğü bulmasına imkân yoktu. “Ah! Altın balık arkadaşım burada olsa bana yardım ederdi belki,” dedi.
Bunun üzerine denizde bir şeyin parladığını gördü. Altın balık derinlerden gelip suyun yüzüne çıktı: “Sana yardıma geldim George. Ne yapmamı istiyorsun?”
“Denize düşen altın yüzüğü bulmam gerek ama suyun dibini göremiyorum.”
“Daha biraz önce bir turnabalığıyla karşılaştım, ağzında altın bir yüzük vardı. Birazcık bekle, hemen getireceğim sana o yüzüğü.” Kısa süre sonra altın balık suyun derinliklerinden geri döndü. Turnabalığı ve yüzük de yanındaydı.
Kral, bu görevi de başarıyla tamamladığı için George’u övdü. Sonra üçüncü görevini verdi: “Altın saçlı kızımı, Kral’ına eş olarak vermemi istiyorsan, bana ölüm ve hayat sularını getirmen gerek.” George bu suları nerede bulacağını bilmiyordu. Ayaklarına kara sular inene kadar dolaştı durdu. Sonunda karanlık bir ormana vardı. “Ah! Kuzgun yavruları burada olsaydı, belki bana yardım edebilirlerdi,” diye iç geçirdi.
Başının üzerinde iki küçük kuzgun yavrusu kanat çırpıyordu: “İşte buradayız. Sana yardım etmeye geldik. Ne diliyorsun bizden?”
“Ölüm ve hayat sularını bulmam gerek ama nereye bakmam gerektiğini dahi bilmiyorum.”
“Ah, biz bu suların yerini çok iyi biliyoruz. Birazcık bekle, hemen getireceğiz ikisini de.”
Çok geçmeden George’a sukabağından yapılmış iki şişe getirdiler, ikisinin de içi su doluydu. Şişenin birinde hayat suyu, diğerinde ölüm suyu vardı. George, bu kadar şanslı olduğu için çok mutluydu. Hemen saraya dönmek için yola çıktı.
Ormanın kenarındaki iki çam ağacı arasında bir örümcek ağı gördü. Ağın tam ortasında kocaman bir örümcek oturmuş, ölü bir sineği emiyordu. George ölüm suyuyla dolu şişeden biraz su alıp örümceğin üzerine serpti. Örümcek, tıpkı olgun bir kiraz gibi yere yuvarlanıverdi. O anda ölmüştü. Sonra hayat suyundan alıp sineğe serpti ve sinek hemen hareket etmeye başlayarak örümcek ağından kurtuldu. “Beni diriltmekle pek iyi yaptın George,” dedi sinek kulaklarına vızıldayarak. “Ben olmasam, on iki kızdan hangisinin Altın Saçlı olduğunu asla bilemezsin çünkü.”
Kral, George’un bu görevi de başardığını görünce ona altın saçlı kızını vereceğini söyledi. “Ama,” diye ekledi, “onu kendin seçmen gerek.”
Sonra Kral, George’u büyük bir salona götürdü. Salonun ortasında yuvarlak bir masa vardı. Masanın etrafında on iki güzel kız oturuyordu. Kızların hepsi birbirine benziyordu. Üstelik her birinin saçı kar beyaz bir mendille örtülüydü. Bu yüzden hangisinin altın saçlı olduğunu bilmeye imkân yoktu. “İşte kızlarım,” dedi Kral. “Hangisinin Altın Saç olduğunu tahmin edebilirsen onu alıp götürebilirsin. Aksi halde, tek başına memleketine dönersin.”
George çok endişeliydi, ne yapacağını bilemiyordu. Bu sırada kulağında bir ses işitti: “Vız! Vız! Masanın etrafında dolaş. Hangisi olduğunu söyleyeceğim sana.”
Bu, George’un hayat suyuyla dirilttiği sinekti. “Bu değil, hayır bu da değil. Evet, işte Altın Saç bu!”
“Bana bu kızınızı verin,” diye bağırdı George. “Onu efendime götürmeyi hak ettim.”
“Evet, doğru tahmin ettin,” dedi Kral. Genç kız hemen masadan kalkıp başını örten mendili çıkardı. Altın saçları berrak ırmaklar gibi ta yerlere kadar akıyor, tıpkı sabah güneşi gibi etrafa ışık saçıyordu. George’un gözleri kamaşmıştı.
Sonra Kral, kızına yolculuk için gereken her şeyi verdi. George, efendisiyle evlenmesi için onu saraya götürdü. Altın saçlı kızı gören yaşlı kralın gözleri ışıldamıştı. Böyle güzel bir kızla evleneceği için sevinçten havalara uçan Kral, düğün için hazırlıkların yapılmasını emretti. "İtaatsizliğin yüzünden seni astıracak, kuzgunlara yem edecektim,” dedi George’a. “Ama bana öyle iyi hizmet ettin ki başını bir baltayla uçurtmakla yetineceğim. Sonra da seni şerefli bir şekilde gömdüreceğim."
Böylece George idam edildi. Altın Saçlı, cesedin kendisine verilmesi için yalvardı. Kral, altın saçlı güzele hayır diyemiyordu. İsteği yerine getirilen kız, George’un başını bedenine yapıştırıp üzerine ölüm suyundan serpti. Böylelikle başı ve vücudu birleşti. Boynundaki yaradan eser kalmamıştı. Sonra kız, hayat suyundan serpti ölünün üzerine. George bir anda dirilmişti, sanki yeniden doğmuş gibi yüzünden can fışkırıyordu.
“Ah, ne derin uyumuşum!” dedi George gözlerini ovuşturarak.
“Evet, hakikaten pek derin bir uykudaydın,” dedi Altın Saçlı. “Ben olmasam sonsuza dek uyanamayacaktın.”
Kral, George’un dirildiğini, üstelik eskisinden de genç ve yakışıklı olduğunu görünce kendisi de gençleşmek istedi. Başının kesilip cesedinin üzerine hayat suyu serpilmesini emretti. Emri yerine getirildi. Kesik başını vücuduna yapıştırıp hayat suyundan serptiler. Su bitene kadar devam ettiler ama baş ile vücut bir türlü birleşmiyordu. Ardından ölüm suyundan serpmeye başladılar. Kral’ın başı ile beden birleşti lakin artık dirilmesi imkânsızdı çünkü hayat suyundan hiç kalmamıştı.
Krallık, kralsız kalamazdı. George gibi zeki ve tüm hayvanların lisanından anlayan bir başkası yoktu. İşte bu yüzden George’u kral, Altın Saç'ı ise kraliçe ilan ettiler.