Kitabı oku: «Slav masalları», sayfa 4
George ile Keçi
Bir zamanlar bir Kral yaşardı. Kral’ın yüzü hiç gülmeyen bir kızı vardı. Her daim üzgündü. Bu yüzden Kral ülkedeki tüm delikanlılara haber salınmasını istedi. Her kim ki kızını güldürmeyi başarırsa, Kral’ın damadı olacaktı.
Bu ülkede bir de George adında bir çoban yaşıyordu. Babasına şöyle dedi: “Baba! Ben de gidip Prenses’i güldürmeye çalışacağım. Senden bir şey istemiyorum, keçiyi yanıma ver yeter.”
Babası, “Peki, git bakalım,” diye cevap verdi.
Keçinin öyle bir tabiatı vardı ki sahibinin dileği üzerine herkesi yanında alıkoyabilirdi. Böylece sözkonusu kişi keçiye yapışmış gibi yanından ayrılamazdı.
Delikanlı işte bu keçiyi alıp yola çıktı. Sonra bir ayağı omzunda olan bir adamla karşılaştı. George, “Neden bir ayağın omzunda?” diye sordu.
Adam, “Eğer ayağımı indirecek olursam yüz mil öteye zıplarım,” diye cevap verdi.
“Peki, nereye gidiyorsun?”
“İş arıyorum. Beni hizmetine alacak birini bulmak için yollara düştüm.”
“Bizimle gelsene öyleyse.”
Birlikte yola devam ettiler. Bu defa gözleri bağlı bir adam çıktı karşılarına. George sordu: “Neden gözlerin bağlı?”
Adam cevap verdi: “Eğer gözlerimdeki bağı açacak olursam yüz mil ötesini görebilirim.”
“Peki nereye gidiyorsun?”
“İş arıyorum. Sizinle gelebilir miyim?”
“Elbette.”
Biraz ilerlemişlerdi ki başka bir adamla tanıştılar. Kolunun altında bir şişe vardı. Şişenin ağzını kapak yerine başparmağıyla kapatmıştı.
“Şişeyi niçin parmağınla kapatıyorsun?”
"Parmağımı çekersem yüz mil öteye su fışkırtıp istediğim şeyi sırılsıklam edebilirim. Dilersen beni hizmetine al, belki işine yararım."
George, “Peki, sen de gel,” dedi.
Nihayet Kral’ın yaşadığı şehre geldiler. Keçi için gümüş bir kurdele aldıktan sonra dinlenmek için bir hana gittiler. Han sahibine önceden emir verilmişti. Gelenler ne dilerse yiyip içecek, parasını Kral ödeyecekti.
George ve arkadaşları keçiyi gümüş kurdeleyle bağlayıp hancıya emanet etti. Hancı hayvanı kızlarının yattığı odaya koydu. Bu adamın üç genç kızı vardı, henüz uyumamışlardı. Manka adındaki kız şöyle dedi: “Ah! Keşke benim de şöyle gümüş bir kurdelem olsa! O ipi keçiden çözeceğim.”
Ortanca kız Dodla, "Yapma sakın, sahibi anlar," dediyse de ablası onu dinlemedi.
Manka uzun süre geri dönmeyince en küçük kız Kate, “Git, çağır onu,” dedi kardeşine. Bunun üzerine Dodla gidip Manka’yı çağırdı. “Gel haydi, bırak şu ipi!”
Manka gibi o da keçinin yanından ayrılamıyordu. Ablaları bir türlü gelmeyince Kate “Gelin haydi, çözmeyin şu hayvanı,” diye seslendi. Sonra yanlarına gidip Dodla’nın sırtına hafifçe dokundu. Artık o da ablaları gibi keçinin yanından ayrılamıyordu!
Sabah olunca George hemen keçinin yanına gitti. Hayvanla birlikte ona yapışmış durumdaki üç kızı da aldı. Bu esnada hancı hâlâ uykudaydı. Şehrin içinden yürüdüler. Pencereden bakan hâkim şaşkınlık içinde sordu: “Amanın, hancının kızları değil mi bunlar? Ne oluyor orada?” Adam gidip en sondaki Kate’in elinden tuttu, onu diğerlerinden ayırma niyetindeydi ama akıbeti kızlarınkiyle aynı oldu. Sonra dar bir sokaktan ineklerini geçirmeye çalışan bir çoban göründü. Sürüsündeki boğa hızla koştu ve keçinin yanında sıkıştı kaldı. Böylece bu hayvan da George’un alayına katılmış oldu.
Nihayet sarayın önüne vardılar. Dışarı çıkan hizmetçiler gördükleri manzarayı hemen Kral’a anlattı. “Efendim, nice maskaralıklar gördük ama böylesine hiç şahit olmadık,” dediler. Hiç vakit kaybetmeden Prenses’i sarayın önündeki alana götürdüler. Kız gördüğü manzara karşısında öyle bir kahkaha kopardı ki gürültüsü sarayı sallamıştı.
Delikanlıya “Kimsin, neyin nesisin?” diye sordular.
“Adım George. Bir çobanın oğluyum,” dedi.
George, Kral’ın kızını doya doya güldürmeyi başarmıştı lakin soylu bir aileden gelmediği için onunla evlenemeyeceğini söylediler. Bunun için zorlu bir görevi daha yerine getirmesi gerekiyordu. “Ne yapmam gerek?” diye sordu genç adam. Saraydan yüz mil uzakta bir pınar vardı. Bir dakika içinde bu pınardan bir kupa su getirebilirse Prenses’le evlenebiliecekti.
George ayağı omzunda olan adama döndü: “Ayağını indirdiğinde yüz mil öteye atlayabileceğini söylemiştin.”
Adam, “Evet, çok kolay iş benim için,” dedi.
Sonra ayağını indirip atladı. Göz açıp kapayana dek su pınarının yanındaydı. Fakat çok az zamanı vardı, hemen geri dönmesi gerekiyordu. George ikinci adama döndü: “Gözlerindeki bağı çıkardığında yüz mil öteyi görebileceğini söylemiştin. Haydi bak bakalım, orada neler oluyor.”
“Ah, efendim!” dedi adam, gözlerini açtıktan sonra. “Uykuya dalmış!”
“Bu çok kötü,” dedi George, “Zamanımız yok. Sen, üçüncü adam, başparmağını şişeden çektiğin takdirde yüz mil öteye su fışkırtabilirim demiştin. Çabuk ol, uyandır onu! Sen de bak bakalım uyandı mı.”
“Uyanıyor efendim. Üstündeki tozu silkeleyip su çekiyor.”
Ardından adam bir kez daha zıplayıp tam zamanında geri döndü. Ancak bir görevi daha yerine getirmesi gerektiğini söylediler. Uzaktaki kayalıkların arasında vahşi bir hayvan yaşıyordu, tek boynuzlu bir at. Bu acımasız canavar onlarca insana saldırıp hepsini helak etmişti. İşte George bu atı yok ettiği takdirde Kral’ın kızını alabilecekti.
Bunun üzerine genç adam yol arkadaşlarıyla birlikte ormana gitti. Burada üç vahşi hayvan vardı. Yattıkları yerde yuvarlana yuvarlana üç çukur açmışlardı. İkisinin kimseye zararı yoktu fakat üçüncüsü insanları öldüren canavarın ta kendisiydi.
George ve arkadaşları ceplerine birkaç taş ve kozalak alıp bir ağaca tırmandılar. Hayvanlar yere uzanınca tek boynuzlu ata bir taş attılar. At hemen yanındaki hayvana şöyle dedi: “Sessiz ol, rahatsız etme beni.”
“Ben bir şey yapmıyorum,” diye cevap verdi hayvan.
Sonra George ve yoldaşları tek boynuzlu ata bir taş daha attılar. “Sessiz olun! İki kere rahatsız ettiniz beni,” diye bağırdı tek boynuzlu at.
“Biz bir şey yapmadık,” dedi diğer iki hayvan. Sonunda birbirlerine saldırıp dövüşmeye başladılar. Tek boynuzlu at, hayvanlardan birini boynuzuyla delip geçmek istedi ama onu elinden kaçırmıştı. Peşinden hızla koşayım derken bir ağaca çarpıp boynuzunu sıkıştırdı. Bu arada diğer iki hayvan kaçmıştı. George ve arkadaşları fırsattan istifade yere atladılar. Hemen tek boynuzlu atın kafasını kesip saraya götürdüler.
Saray halkı George’un bu görevin de üstesinden geldiğini görünce şaşkına dönmüştü. “Nasıl olur, ne yapacağız? Belki de kızımı onunla evlendirmem gerek!” dedi Kral.
“Hayır, efendim,” dedi hizmetçilerinden biri. “Kızınızı ona veremezsiniz. Bu adam bir prensesle evlenmeye layık asil bir soydan gelmiyor. Onu yok etmemiz şart!”
Bunun üzerine Kral, genç adamın öldürülmesini emretti.
Sarayda bir kadın hizmetçi daha vardı. Hemen koşup delikanlıya haber verdi: “George, seni öldürmek istiyorlar.”
“Hiç korkmuyorum,” dedi George. “Ben daha on iki yaşındayken onlar gibi bir düzinesini tek hamlede öldürdüm!”
Oysa bahsettiği olay şuydu: Bir gün ekmek pişirirken annesinin üstüne on iki sinek konmuş, George da hepsini tek hamlede öldürüvermişti.
Bunu duyan saray sakinleri “Ancak silahla kurtulabiliriz ondan,” dedi. Hemen askerleri topladılar. George’a düğünün sarayın önündeki açık alanda yapılacağını ve düzenlenecek askeri tören için prova yapmak istediklerini söylediler. Sonra genç adamı dışarı çıkardılar. Askerler hücuma hazır bekliyorlardı. O sırada George elindeki şişenin ağzını başparmağıyla kapatan arkadaşına döndü: “Başparmağını çektiğin an nişan aldığın her şeyi sırılsıklam edeceğini söylemiştin. Hemen çek parmağını, çabuk!”
“Ah, efendim. Bu iş çok kolay.”
Adam hemen kendisine söyleneni yaparak askerlere nişan aldı. Suyun şiddetiyle hepsinin gözleri kör olmuştu.
Böylece Kral ve yanındakiler başka çarelerinin olmadığını anladı. Prenses’i George’a vereceklerdi. Genç adama şık bir kaftan giydirdiler ve düğün yapıldı.
Ben de o düğündeydim. Şarkılar çalındı, yemekler yendi. Çeşit çeşit et yemekleri, çörekler, leziz meyveler ve kova kova içki sunuldu.
Bugün gittim, dün geldim. Ağaç dibinde bir yumurta buldum, bir adamın kafasına attım, adam kel kaldı. Hâlâ da kel.
Bu masal, Grimm Kardeşler’in "Altın Kaz" masalına benzer ama çok daha rasyonel biçimde düzenlenmiştir ve daha ilginçtir. Yüz mil öteye zıplayabilen adamın gökkuşağı, gözleri bağlı adamın şimşek ve elinde şişe olan adamın bulut olduğunu söyleyebiliriz. Bu masalı, “Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı” masalına benzer şekilde yorumlayabiliriz. Ancak masalın alegorisi aynı derecede açık ya da iyi yapılandırılmış değil. Masalın sonundaki saçma sözlere gelince, tüm Slav dillerinde anlatıcıların masalları bitirirken kullandıkları tekerlemelere bir örnek olduğunu belirtmeliyiz.
Moravya Masalları
Giriş
Moravya7, adını Morava Nehri'nden (Almanca Maehren) alır. Bu nehir ve kollarının kapladığı havza Moravya bölgesidir. Morava Nehri, Presburg’un biraz yukarısında Tuna Nehri’ne dökülür.
Çok eski dönemlerde Moravya’nın, Bohemya’dan çok daha medeni ve güçlü olduğu anlaşılıyor. Ancak sonraları Bohemya büyük bir krallık haline gelmiş, Moravya da bu krallığa bağlanmış. Nihayetinde Bohemya’nın bir uç beyliği olmuştur.
Moravya masalları, yapı ve özellikleri bakımından Bohemya masallarına çok benzer.
Bohemya’dan farklı olarak Moravya bölgesinde çok sayıda lehçe konuşulur. Ancak edebi dil Bohemya dilidir. Doğuda Moravya dili, “Deniz Lehçesi” olarak da bilinen Silezya diliyle birleşir.
Bu kitaptaki 8 numaralı masal olan “Vaftiz Anne”, Grimm Kardeşler’in derlediği “Vaftiz Baba” adlı Alman masalının ilginç bir varyantıdır. Bu Moravya masalında ölümün Vaftiz Baba yerine Vaftiz Ana ile temsil edilmesinin nedeni tüm Slav lehçelerinde ölüm (smrt) kelimesinin dişil olmasıdır. Bu temel üzerine kurulmuş olan masal, ölümün erkek olduğu Alman masalından daha zarif ve detaylıdır.
“Dört Birader” adlı masal da “Doğa Bilimleri Alegorisi” başlığı altında değerlendirilebilir. Bu masal, yapı ve yorum bakımından bildiğim diğer tüm varyantlardan çok daha açık ve basittir.
Vaftiz Anne
Evvel zaman içinde pek yoksul bir adam yaşardı. Günün birinde karısı bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Fakat çok yoksul oldukları için kimse çocuğun vaftiz annesi ya da vaftiz babası olmayı kabul etmemişti.
“Tanrım,” dedi adam, “o kadar yoksulum ki kimse bana yardım etmek istemiyor. Bebeğimi alıp gideceğim. Karşıma çıkan ilk kişiden çocuğumun vaftizinde bulunmasını isteyeceğim. Eğer kimselerle karşılaşmazsam, belki mezarcı bana yardım eder.”
Adamcağız az gitti uz gitti, nihayet karşısına Ölüm çıktı. Diğer tüm kadınlar gibi çok güzeldi Ölüm. Ne var ki adam onun nasıl biri olduğunu bilmiyordu. Ölüm’den çocuğunun vaftiz annesi olmasını istedi. Kadın hemen kabul etti, bu teklifi ve adamı vaftiz oğlunun babası olarak selamladı. Sonra bebeği kollarına alıp kiliseye götürdü. Çocuk usullere uygun şekilde vaftiz edildi.
Kiliseden çıkınca çocuğun babası kadını bir hana götürdü. Adam bebeğinin vaftiz annesine küçük bir ikramda bulunmak istiyordu. Fakat kadın, “Boşver kardeş. İyisi mi benim evime gelin,” dedi. Böylece adamı kendi evine getirdi. Güzelce döşenmiş bir evi vardı.
Daha sonra vaftiz anne, adamı büyük bir mahzene götürdü. Bu mahzenden geçip doğruca karanlık yeraltı dünyasına vardılar. Burada küçük, orta boy ve büyük mumlar yanıyordu. Henüz yakılmamış olanlar çok büyüktü. Kadın vaftiz çocuğunun babasına döndü: “İşte kardeş, herkesin ömrü burada!”
Çocuğun babası yere çok yakın bir mum gördü. “Peki ama bu küçücük mum kimin?” diye sordu.
“Kimin olacak, senin! Bir mum işte bunun gibi hızlıca yanmaya başlayınca, gidip o mumun sahibini bulmam gerekir,” diye cevap verdi kadın.
Bunun üzerine adam yalvardı: “Lütfen, bana biraz daha zaman ver.”
“Ah, bunu yapamam!”
Ardından kadın, vaftiz ettirdikleri çocuk için yeni ve büyük bir mum yaktı.
Vaftiz anne mumu yakmak için başını çevirdiği sırada çocuğun babası yeni ve büyük bir mum alıp yakmış ve iyice küçülmüş olan kendi mumunun yerine koymuştu.
Vaftiz anne bunu fark etmişti: “Kardeş, bunu bana yapmamalıydın. Ama mademki ömrüne ömür ekledin, öyle olsun. Haydi gel, karının yanına gidelim.”
Bir hediye alıp çocuğun babasıyla birlikte yola çıktılar. Çocuğu annesinin yatağına yatırdılar. Sonra vaftiz anne kadına ağrısı olup olmadığını sordu. Çocuğun annesi, ağrıyan yerlerini gösterdi. Baba ise misafirine teşekkür etmek ve onu layık olduğu gibi ağırlamak için bira getirtti. Birlikte yiyip içtiler. Sonra vaftiz anne, babaya döndü: “Kardeş, öyle yoksulsunuz ki size ancak ben yardım edebildim. Ama olsun, beni daima hatırlayacaksınız! Pek çok muhterem insanın evine gidip onları hasta edeceğim. Sen de onları muayene edip iyileştireceksin. Ben sana gerekli ilaçları temin edeceğim. Bunun karşılığında seni mükafatlandırmak isteyecekler. Yalnız şuna dikkat et: Birinin ayaklarının dibindeysem, ona yardım edebilirsin. Lakin adamın başında dikiliyorsam, işte o zaman yardım etmeye yeltenmemelisin.”
Hakikaten böyle oldu. Çocuğun babası, vaftiz annenin hasta ettiği kişilerin her birine şifa verdi. Bir anda saygıdeğer bir hekim olmuştu.
Genç bir prens ölüm döşeğindeydi, hatta çoktan son nefesini vermişti. Yine de hekimi çağırdılar. Adam geldi, genç adama merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Nihayet onu sağlığına kavuşturmayı başardı. Karşılığında cömertçe ödüllendirildi. Bir kont, hasta yatağında can çekişiyordu ve yine hekimi çağırdılar. Ne var ki Ölüm, yatağın arkasında hasta adamın hemen tepesinde dikiliyordu. Hekim şöyle dedi: “Çok ağır bir vaka ama elimizden geleni yapacağız.”
Hizmetçileri çağırıp yatağı ters çevirmelerini emretti. Böylece Ölüm, hastanın ayakları dibinde duracaktı. Hekim yine hastaya merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Böylece şifa bulan kont, borcum nedir diye bile sormadan adama bir sürü para verdi. Yeniden sağlığına kavuştuğu için çok mutluydu.
Ölüm, hekimle karşılaştığında ona şöyle dedi: “Kardeş, sakın bir daha bana oyun oynamaya kalkma. Kontu iyileştirdiğin doğru ama kısa bir süreliğine. Vadesi dolduğunda nasılsa canını almam gerekecek.”
Çocuğun babası yıllarca hekimlik yapmaya devam etti. Artık yaşlanmıştı. Sonunda iyice güçten düşünce Ölüm’den canını almasını istedi. Gelgelelim, upuzun bir mum yakıp kendine ek ömür verdiği için Ölüm adamı öteki tarafa götüremiyordu. Mum sönene kadar beklemesi gerekiyordu.
Günün birinde hekim yine bir hastayı iyileştirmişti. Evine dönerken karşısına Ölüm çıktı. Hekimin arabasına binmişti. Adamı gıdıklayıp onunla oynamaya başladı, eline aldığı yeşil bir dalı boğazına sürtüyordu. Nihayet adamcağız kendini Ölüm’ün kucağına atıp son uykusuna daldı. Hekimi arabasında cansız halde yatarken bulup evine götürdüler. Bütün şehir ve çevredeki köyler yastaydı: “Ne iyi bir hekimdi! Onu çok özleyeceğiz. Hepimize yardım etmişti. Bir daha onun gibisi gelmez!”
Mirasını oğlu almıştı ama babası kadar yetenekli değildi.
Bir gün oğlu kiliseye gittiğinde vaftiz annesiyle karşılaştı. Kadın sordu: “Sevgili oğlum, nasılsın?”
Delikanlı cevap verdi: “Ne iyiyim ne kötüyüm. Babamın bıraktığı para şimdilik yetiyor ama sonra ne yapacağım, Tanrı bilir.”
Vaftiz annesi dedi ki: “Korkma oğlum. Ben senin vaftiz annenim. Başarılı olması için babana yardım etmiştim. Senin de ekmeğini kazanmanı sağlayacağım. Bir hekimin yanında eğitim alacak ve babandan çok daha yetenekli olacaksın.”
Bu sözlerin ardından kadın, genç adamın kulaklarına merhem sürüp bir hekime götürdü. Hekim bu kadını tanımıyordu. Eğitim alması için getirdiği delikanlının da nasıl biri olduğunu bilmiyordu.
Kadın oğlundan öğretmeninin sözünden çıkmamasını, hekimden ise ona iyi bir eğitim verip güzel bir makama getirmesini istedi. Sonra veda edip ayrıldı.
Bir gün hekim ile delikanlı şifalı ot toplamaya gittiler. Her bir ot, genç öğrenciye neye iyi geldiğini söylüyordu. Hekim de ot topluyordu ancak elindeki otların ne işe yaradığından habersizdi. Delikanlının topladığı otlar her derde deva oluyordu. Hekim, öğrencisine dönüp şöyle dedi: “Sen benden çok daha akıllısın. Bana gelen hiçbir hastaya teşhis koyamıyorum. Oysa sen her hastalığa hangi otun iyi geleceğini şıp diye anlıyorsun. Ne diyorum biliyor musun? İş ortağı olalım. Hekimlik diplomamı sana vereyim. Senin asistanın olayım. Ölene dek yanında çalışayım.”
Genç adam, araftaki mumu sönene dek başarılı bir hekim olarak çalıştı ve tüm hastalarını iyi etti.
Dört Birader
Bir zamanlar bir avcı yaşardı. Bu adamın dört oğlu vardı. Oğulları memleketlerinden ayrılıp dünyayı görmek istiyordu. Hepsi on altı yaşını geçince babalarına şöyle dediler: “Baba, biz dünyayı dolaşmak istiyoruz. Lütfen yolculuğumuz için bize biraz para ver.”
Babaları her birine bir at ve yüz florin verdi. Atlarına binip dağlara doğru yola çıktılar. Bir dağda dört yol kesişmişti, tam ortada gürgen ağacı vardı. Bu ağacın yanında durdular. En büyükleri dedi ki: “Kardeşlerim, burada ayrılıp bahtımıza düşeni bulmak üzere kendi yolumuzda yürüyelim. Bu gürgen ağacına bıçaklarımızı saplayıp tam bir yıl bir gün sonra yine burada buluşalım. Bu bıçaklar bize işaret olsun. Buna göre, hangimizin bıçağı paslanmışsa ölmüş demektir. Bıçağı temiz olanlarınsa diri ve sağlıklı olduğunu bileceğiz.”
Böylece dört biraderin yolları ayrıldı. Her biri vardıkları yerde bir zanaat öğrendi. En büyükleri ayakkabı tamircisi, ikincisi hırsız, üçüncüsü yıldız falcısı ve en küçükleri avcı oldu.
Aradan bir yıl bir gün geçtikten sonra buluşacakları yere doğru yola çıktılar. En büyük birader gürgen ağacına ilk ulaşan oldu. Kendi bıçağını çıkarıp öteki bıçaklara baktı. Hepsinin tertemiz olduğunu görünce çok sevindi: “Tanrı’ya şükürler olsun. Hepimiz sağ salimiz!”
Sonra evlerine, babasının yanına gitti. Babası sordu: “Hangi zanaatı öğrendin bakalım?”
Oğlu cevap verdi: “Babacığım, sana boş hikâyeler anlatmama lüzum yok. Ben ayakkabı tamircisi oldum.”
Babası, “Kazançlı, güzel bir meslek öğrenmişsin,” dedi.
Oğlu, “Baba, ben öyle sıradan bir ayakkabı tamircisi değilim,” dedi. “Şöyle çalışıyorum: Eğer bir eşya eskiyip yırtılmışsa ‘Onarılsın!’ diyorum ve hemen yepyeni oluyor. “
Babasının dirsekleri yırtık bir paltosu vardı, oğlundan onu onarmasını istedi. Delikanlı “Onarılsın!” diye emreder etmez palto yepyeni oldu. Öyle ki kimse onarılmış olduğunu fark edemezdi. Bunun üzerine babası başka söz söylemedi.
Ertesi gün, ikinci birader gürgen ağacına ulaştı. Kendi bıçağını çekip geri kalan iki bıçağa baktı. İkisinin de passız olduğunu görünce çok sevinip “Tanrı’ya şükürler olsun! Hepimiz sağ salimiz. Ağabeyimiz de çoktan eve varmış,” dedi.
Sonra o da eve gitti. Babası sordu: “Oğlum, sen nasıl bir zanaat öğrendin?”
Delikanlı cevap verdi: “Babacığım, seni boş masallarla yormak istemem. Hırsızım ben.”
Babası şöyle dedi: “Ah, sen de kazançlı bir meslek edinmişsin! Yazıklar olsun!”
Delikanlı itiraz etti: “Ama baba, ben sandığın gibi bir hırsız değilim. Dilediğim ne varsa, onu düşünmem yeterli. O şey ânında elimde olur.”
Tam o sırada dağın kenarında bir yabantavşanı koşuyordu. Pencereden hayvanı gören baba, oğlundan onu yakalamasını istedi. Delikanlı hemen “Şu yabantavşanı buraya gelsin!” diye emretti. Tavşan bir anda karşılarında bitivermişti. Bunun üzerine babası başka söz söylemedi.
Ertesi gün üçüncü oğul gürgen ağacına gelip kendi bıçağını çekti. Geriye kalan bıçağın temiz olduğunu görünce “Tanrı’ya şükürler olsun. Hepimiz sağ salimiz. İki ağabeyim de eve gitmişler,” dedi.
Ve o da eve gitti. Babası ona da hangi mesleği öğrendiğini sordu. Delikanlı cevap verdi: “Sevgili babacığım, sana yalan söylememe gerek yok. Ben bir yıldız falcısıyım.”
Babası bunun güzel bir iş olduğunu söyleyince oğlu şöyle dedi: “Ama ben sıradan falcılardan değilim. Göklere bakar bakmaz yeryüzündeki her şeyin yerini görebilirim.”
Nihayet dördüncü gün avcının en küçük oğlu gürgen ağacına gelip bıçağını çekti. Diğer üç bıçağın yerinde olmadığını görünce çok sevinmişti. “Ağabeylerim çoktan eve gitmişler,” dedi.
Kendisi de evin yolunu tuttu. Babası ne tür bir iş öğrendiğini sordu. Oğlu avcı olduğunu söyledi.
Babası, “Benim mesleğimi hor görmemişsin, sen iyi bir evlatsın,” dedi.
Delikanlı şöyle karşılık verdi: “Fakat babacığım, ben senin gibi bir avcı değilim. Eğer çok güzel bir av hayvanı görürsem, ‘Şu hayvan vurulsun,’ demem yeterlidir, hayvan anında vurulup düşer.”
O esnada dağın eteğinde bir yabantavşanı zıplayıp duruyordu. Pencereden bunu gören babası, “Vur onu!” dedi.
Oğlunun tek bir emriyle tavşan oracıkta yere yığıldı.
Babası, “Ben göremiyorum, öldü mü hayvan?” diye sordu.
Yıldız falcısı, “Evet baba. Çalılıkların ardında yatıyor,” dedi.
Babası, “İyi ama buraya nasıl getireceğiz onu?” diye sordu.
Hırsız oğlu, “Tavşan buraya gelsin,” der demez hayvan yanlarındaydı.
Babaları dedi ki: “Kürkü paramparça olmuş. Bu halde bunu kimselere satamayız.”
Tamirci evlat emretti: “Onarılsın!” Tavşanın kürkü sapasağlam olmuştu.
Babaları şöyle dedi: “Hepiniz kolayca geçiminizi sağlayacak güzel işler edinmişsiniz.”
Bir süre babalarıyla yaşadılar ve yetenekleri sayesinde geçimlerini sağladılar.
Günün birinde ülkenin dört bir yanına bir haber salındı. Kral’ın kızı ortadan kaybolmuştu. Kim Prenses’i bulursa Kral kızını onunla evlendirecek ve üstelik krallık onun olacaktı.
Biraderler “Gidip Prenses’i arayalım,” dediler. Babaları izin vermemişti ama yine de bu göreve talip olduklarını ve kayıp Prenses’i bulacaklarını saraya bildirdiler. Bunun üzerine Kral onları alması için bir araba gönderdi ve huzuruna çıktılar.
Kral’ın onu bulan delikanlıyla kızını evlendireceğini ve hatta krallığını ona bağışlayacağını duyduklarını söylediler.
Kral bunu onaylayıp “Kızımın nerede olduğunu hemen söyleyin,” dedi.
Yıldız falcısı şu an bir şey söyleyemeyeceğini fakat akşam olup yıldızlar belirince kızın yerini görebileceğini anlattı.
Akşam saat sekiz-dokuz gibi dışarı çıkıp gökyüzüne baktılar. Yıldız falcısı, Prenses’in bir ejderhanın tutsağı olduğunu söyledi. Bir gün kız dolaşmak için dışarı çıkmıştı. Bunu gören ejderha Prenses’i yakalayıp Kızıldeniz’in ötesinde bir adaya götürmüştü. Kızcağız her gün kucağına yatan ejderhanın başını iki saat okşamak zorundaydı.
Sabah olunca biraderler toplandı ve at arabasıyla Kızıldeniz’e doğru yola çıktılar. Sonra bir tekneye atlayıp Prenses’in olduğu adaya kürek çektiler. Adaya vardıklarında Prenses dışarıda dolaşıyordu. Ejderha evde değildi fakat Prenses tehlikede olduklarını belirten bir işaret verdi. Zira ejderha eve doğru kanat çırpıyordu.
Hırsız delikanlı hemen bağırdı: “Prenses burada olsun!” Kız bir anda teknede belirdi fakat tehlikede olduklarını, ejderhanın hepsini yok edeceğini haykırdı. Biraderler oradan uzaklaşmak için hızla kürek çekmeye koyuldular ama öfkeli ejderha tepelerinde kükrüyordu.
Yıldız falcısı, avcıya döndü: “Kardeşim, vur onu!”
Avcı, “Ejderha vurulsun!” dedi.
O anda koca ejderha vuruldu fakat teknenin üstüne düşmüştü. Darbenin etkisiyle tekne parçalanıp su almaya başladı. Ejderhayı suya attılar. Avcı bu defa tamirci kardeşinden yardım istedi.
Tamirci, “Tekne onarılsın!” deyince teknenin su alan kısmı kapandı. Böylelikle, sağ salim karaya ulaştılar. Sonra arabaya binip Prenses’le birlikte yola çıktılar. Ne var ki yol üzerinde kavgaya tutuşmuşlardı çünkü Prenses ve krallığı kimin hak ettiğine karar veremiyorlardı. Yıldız falcısı, “Prenses benim hakkımdır. Ben olmasam nerede olduğunu dahi bilemezdik,” dedi.
Hırsız itiraz etti: “Prenses benimdir, ben olmasam onu tekneye getiremezdik.”
Avcı, kızla kendisinin evlenmesi gerektiğini söylüyordu zira o olmasa ejderhayı vurmaları imkânsızdı. Tamirciye gelince, o da ödülü kendisinin hak ettiğinden emindi çünkü onun sayesinde tekne onarılmıştı ve böylece boğulmaktan kurtulmuşlardı.
Kral’ın sarayına ulaştıklarında Prenses’i kimin hak ettiğini sordular. Kral cevap verdi: “Sevgili gençler, adil bir karar vermek istiyorum. Her birinizin kızımla evlenmeyi hak ettiği doğrudur lakin onu ancak bir kişi alabilir. Verdiğim söz gereği, kızımla yıldız falcısı evlenmelidir. Zira kayıp Prenses’i kim bulursa kızımı ve krallığımı ona vereceğime söz vermiştim. Kızımın nerede olduğunu bize yıldız falcısı söyledi. Fakat sizler de çabalarınıza layık şekilde ödüllendirileceksiniz. Her birinize bir bölge verilecek. Böylece kendi ülkenizin kralı olacaksınız.”
Bu karar herkesi memnun etmişti. Yıldız falcısı düğün biter bitmez babasını saraya getirtti. Yaşlı adam oğullarının her birinin kral olduğunu görünce çok sevindi. Bahar mevsiminde tamirciyle, yaz olunca hırsızla, sonbaharda avcıyla ve kışın yıldız falcısıyla kalıyordu. Ölünceye dek her günün tadını çıkardı.
Bu masalın Ceres ve Proserpina döngüsüyle bağlantılı olduğu kanısındayım. Ama burada kızını kaybeden kişi anne değil, baba. Ayrıca masalın sonunda biraderlerin sırasının aynı olmadığı görülecektir. Masalda bir hata olduğunu, avcı yerine yıldız falcısının en küçük kardeş olması gerektiğini düşünüyorum.
Biraderler yılın dört mevsimini temsil eder. Antik dönemlerde yılın ilk mevsimi bahar, yani her şeyi onarıp yenileyen tamircidir. Sonra topraktaki ürünleri toplayan yaz, yani hırsız gelir. Onu sonbahar, yani avcı takip eder. Bu mevsimde yıl boyunca çoğalan vahşi hayvanlar avlanır ve sınırlar dahilinde sayıları azaltılır. Nihayet kış, yani yıldız falcısı gelir. Tüm yılın planlanmasını sağlayan ekme, biçme ve diğer tarım faaliyetleri hesaba göre devam eder. Dolayısıyla Prenses, yani yeryüzü veya bereketli toprak kışın temsilcisine verilir. Diğer mevsimler ise kendi bölgelerinin efendisidir.
Bu Moravya masalı, Grimm Kardeşler’in biraderlerden hiçbirinin Prenses’le evlenemediği “Dört Sanatkâr Kardeş” masalına çok benzer.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.