Kitabı oku: «Slav masalları», sayfa 3
Zekâ ile Şans
Evvel zaman içinde Şans, bir bahçede oturmuş dinlenen Zekâ ile karşılaşmıştı. “Bana yer aç bakalım!” dedi Şans. Zekâ o zamanlar tecrübesizdi, karşısındakinin kim olduğunu bilmiyordu. Şöyle cevap verdi: “Ne diye sana yer açacakmışım? Benden üstün değilsin ki.”
“Üstün olan,” dedi Şans, “en çok işe yarayanımızdır. Şu ötede, tarlasını süren köylü genci görüyor musun? Onun aklına gir. Eğer sen ona benden daha fazla yardımcı olabilirsen, karşılaştığımız her yerde ve her zaman sana yol açarım.”
Zekâ bunu kabul ederek köylü delikanlının aklına girdi. Genç adam, zekânın varlığını hisseder hissetmez şöyle düşünmeye başladı: “Ne diye ölene dek bu tarlayı süreyim ki? Başka bir yere gidip kolayca servet kazanabilirim.” Sonra hemen tarlayı sürmeyi bırakıp eve gitti.
“Baba,” dedi, “ben köy hayatını sevmiyorum. Bahçıvanlık bana daha uygun bir iş.”
Babası şaşırmıştı: “Neyin var senin, Vanek? Aklını mı yitirdin?” Biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Madem gitmek istiyorsun, git bakalım. Tanrı seninle olsun! Yalnız bu durumda evi kardeşin miras alacak. Bilmiş ol.”
Vanek yeni hevesi yüzünden köy evini kaybetmişti ama umurunda değildi. Hemen yola çıkıp Kral’ın bahçıvanına gitti ve onun çırağı oldu. Bahçıvan’ın öğrettiklerinin kat kat fazlasını öğrenip iyice ustalaştı. Hatta öğretmenini geçti. Kısa süre sonra neyi nasıl yapacağı konusunda bahçıvanın talimatlarına uymaz oldu. Her şeyi kendi bildiği gibi yapmaya başladı. İlk başta bahçıvan bu duruma çok kızmıştı ama delikanlının çok iyi iş çıkardığını ve bahçenin eskisinden güzel olduğunu görünce kızgınlığı yerini memnuniyete bıraktı.
“Sen benden çok daha akıllısın," dedi. Böylece bahçıvan, Vanek’in bahçeyi istediği gibi düzenlemesine izin verdi. Çok geçmeden Vanek bahçeyi öyle muhteşem bir görüntüye kavuşturmuştu ki Kral, bu manzaranın tadını çıkarmak için sık sık Kraliçe ve tek kızlarıyla birlikte bahçede gezintiye çıkıyordu.
Prenses çok güzel bir kızdı lakin on iki yaşından beri konuşmuyordu. Kimse ağzından tek bir kelime çıktığını işitmemişti.
Kral bu duruma çok üzülüyordu. Her kim bu derde bir çare bulursa, kızını onunla evlendirecekti. Nice genç krallar, prensler ve daha birçok yönetici saraya gelmiş ama hepsi eli boş dönmüştü. Hiçbiri genç kızı konuşturmayı başaramamıştı. “Ben neden şansımı denemeyeyim?” diye düşündü Vanek. “Kim bilir, belki benimle konuşur.”
Hemen gönüllü olduğunu saraya bildirdi. Kral ve danışmanları Vanek’i Prenses’in bulunduğu odaya götürdü. Kralın kızının küçük bir köpeği vardı, bu akıllı hayvanı pek seviyordu zira kız ne istese hemen anlıyordu.
Vanek, Kral ve danışmanlarıyla birlikte odaya girdiğinde sanki Prenses’i görmemiş gibi köpeğe seslendi: “Köpekçik, duydum ki sen pek akıllı bir hayvanmışsın. Bu yüzden sana danışmaya geldim. Biz üç gezgin arkadaşız. Biri heykeltıraş biri terzi iki arkadaşım da benimle beraber. Bir keresinde bir ormandan geçiyorduk ve geceyi orada geçirmek zorunda kaldık. Kurtlardan korunmak için ateş yaktık ve sırayla nöbet tutmaya karar verdik. İlk önce heykeltıraş nöbet tuttu. Zaman geçsin diye bir ağaç kütüğünü oyup güzel bir kız yaptı. Sonra terziyi kaldırıp nöbet sırasının onda olduğunu söyledi. Terzi, tahtadan kızı görünce şaşırdı. 'Canım çok sıkılmıştı,' dedi heykeltıraş, 'yapacak bir şey bulmam gerekiyordu. Ben de ağaç kütüğünden bir kız yaptım. Dilersen zaman kolay geçsin diye ona elbise yapabilirsin.'
Terzi hemen makas, iğne ve iplik çıkardı. Kumaşları kesip elbise dikmeye koyuldu. Yaptığı giysileri kıza giydirdi. Ardından nöbet sırasının bana geldiğini haber verdi. Bu kızın nereden çıktığını ben de merak etmiştim. 'Görüyorsun ya,' dedi terzi. 'Heykeltıraş zaman geçsin diye ağaç kütüğünden bir kız yapmış. Ben de aynı nedenle ona güzel elbiseler diktim. Eğer canın sıkılırsa kıza konuşmayı öğretebilirsin.'
Sabah güneş doğarken kıza konuşmayı öğretmiştim. Fakat arkadaşlarım uyandıklarında, kızı kendilerinin hak ettiğini söylediler. Heykeltraş, 'Ben yaptım onu, bu kız benimdir' dedi. Terzi itiraz etti: 'Ben de giydirdim.'
“Elbette, ben de kızda hakkım olduğunu söyledim. Şimdi söyle bana kuçu kuçu, bu kız hangimizindir?" Köpek tek kelime etmemiş, onun yerine Prenses cevap vermişti: “Kimin olacak, senindir elbette! Heykeltıraşın yaptığı cansız bir kızın ne değeri var? Tek kelime edemedikten sonra terzinin yaptığı giysilerin ne kıymeti var? Sen ona en güzel armağanı verdin. Yaşamayı ve konuşmayı öğrettin. Bu nedenle kız sana aittir.”
“Öyleyse, kendi hükmünü verdin,” dedi Vanek. “Seni tekrar konuşturdum ve sana yeni bir hayat verdim. O halde bana aitsin.”
Bunun üzerine Kral’ın vezirlerinden biri şöyle dedi: “Kızını tekrar konuşturduğun için Kral hazretleri sana kıymetli armağanlar verecektir lakin Prenses’le evlenmene izin veremez zira asil bir soydan gelmiyorsun.”
Vezirin sözleri Kral’ın aklına yatmıştı. “Sen alt tabakadansın. Hizmetin nedeniyle seni ödüllendireceğim fakat kızımı alamazsın.”
Gelgelelim Vanek’in ödülde falan gözü yoktu : “Kral, kızını iyileştiren her kim olursa olsun, onunla evlendireceğine kayıtsız şartsız söz verdi. Bir kralın sözü kanun demektir. Kral koyduğu kanunlara herkesin uymasını istiyorsa ilk önce halka örnek olmalı. Sözün özü, Kral kızını bana vermek zorunda.”
“Yakalayıp bağlayın şunu,” diye bağırdı az önce konuşan vezir. “ Kimse Kralımıza ne yapacağını söyleyemez. Bu, majestelerine hakarettir! Böyle hadsiz bir adamın hakkı ölümdür. Majesteleri, bu rezil adamın kılıçla idam edilmesini emretmek istemez misiniz?”
Kral emretti: “İdam edin şunu!”
Vanek hemen eli kolu bağlanarak götürüldü. Darağacına getirildiğinde Şans onu bekliyordu. Zekâ’nın kulağına usulca fısıldadı: “Gördün mü bak, senin yüzünden neler oldu? Kellesi gidecek delikanlının. Şimdi açıl da senin yerine geçeyim!”
Şans, Vanek’in bedenine girer girmez celladın kılıcı idam sehpasına çarpıp kırıldı. Sanki biri elinden alıvermişti kılıcı. Yeni bir kılıç getirmelerine zaman kalmadan bir ulak geldi şehirden. Dörtnala koşan atının sırtında neşeyle davul çalıyor ve beyaz bir bayrak sallıyordu. Vanek için yollanmış bir kraliyet arabası onu izliyordu.
Olay şöyleydi: Prenses babasına Vanek’in doğruyu söylediğini anlatmıştı. Bir kralın sözü kanun demekti. Vanek, asil bir soydan gelmiyorsa bunun kolayı vardı. Onu prens ilan etmesi yeterliydi. Kral şöyle dedi: “Haklısın kızım. Prens olsun Vanek!”
Kral’ın emri üzerine hemen bir araba gönderildi. Vanek’in yerine, Kral’ı genç adama karşı kışkırtan vezir idam edildi. Ardından Vanek ve Prenses evlendiler. Genç çift bir kraliyet arabasıyla evlerine giderken Zekâ yol üzerinde onları bekliyordu. Burada Şans ile karşılaşınca sanki birden üstüne soğuk su dökülmüş gibi başını eğip kenara çekildi.
Derler ki o zamandan beri Zekâ, her karşılaştıklarında Şans’a yer açar.
Jezinkalar5
Bir zamanlar öksüz ve yetim bir çocuk yaşardı. Geçimini sağlamak için çalışması gerekiyordu. Gece gündüz demeden yolları aştıysa da hiçbir yerde iş bulamadı. Ta ki günün birinde bir viraneye denk gelene kadar. Bir ağaç altında kaybolmuştu bu ev. Kapı eşiğinde ihtiyar bir adam oturuyordu, gözleri iki kara oyuktu. Ahırda keçiler meliyordu. Yaşlı adam dedi ki: “Zavallı keçilerim, keşke sizi meraya götürebilsem ama elimden bir şey gelmiyor. Gözlerim kör. Size çobanlık edecek kimsem yok.”
“Dedeciğim, ben sana yardım edebilirim,” diye cevap verdi delikanlı.
“Sen de kimsin? Adın ne?”
Çocuk kendisini tanıttı, adının Johnny olduğunu söyleyip başına gelenleri anlattı.
“Peki Johnny, bana yardım edebilirsin. Önce keçileri meraya götürmen gerek. Yalnız onları sakın ormandaki tepeye götürme. Yoksa Jezinkalar gelip seni uyutur, sonra tıpkı bana yaptıkları gibi gözlerini oyuverirler.” “Korkma Dede,” diye cevap verdi Johnny. "Jezinkalar benim gözlerime dokunamazlar."
Ardından keçileri ahırdan çıkarıp meraya götürdü. İlk iki gün hayvanları ormandan uzakta otlattı. Ama üçüncü gün kendi kendine şöyle düşündü: “Ne diye Jezinkalardan korkacakmışım? Keçileri ormana götüreceğim, orada daha güzel otlar var.”
Sonra üç yeşil böğürtlen çalısı koparıp şapkasına yerleştirdi. Keçileri doğruca ormandaki yeşil tepeye sürdü. Hayvanlar burada otlarken Johnny, dinlenmek için bir ağaç gölgesine oturdu. O sırada beyazlar içinde güzel mi güzel bir genç kız belirdi karşısında. Güzelce taranmış kuzguni siyah saçları sırtından aşağı dalgalanıyordu, gözleri birer kara zeytin gibiydi.
“Tanrı seni korusun, ey keçi çobanı!” dedi kız. “Bahçemizde enfes elmalar yetişir. Buyur, sen de bir tane al. Ne kadar leziz olduklarını gör.”
Genç kız, Johnny’ye kıpkırmızı bir elma verdi. Fakat Johnny elmadan yediği takdirde uyuyakalacağını ve gözlerinin oyulacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden şöyle dedi: “Çok teşekkürler güzel kız! Efendimin bahçesinde bunlardan daha güzel meyveler veren bir elma ağacı var. O elmalardan çok yediğim için tokum.”
“Madem öyle ısrar etmeyeceğim,” diye cevap veren kız oradan uzaklaştı.
Bir süre sonra ondan da güzel bir başka kız geldi. Elinde kıpkırmızı bir gül vardı. “Tanrı seni korusun ey keçi çobanı!” dedi. “Ne güzel bir gül kopardım çalılardan. Kokusu da harika. Bir kere koklasana.”
“Çok teşekkür ederim güzel kız ama benim efendimin bahçesinde bundan çok daha güzel güller var. Hepsini bol bol kokladım.”
“Madem öyle, bırak kalsın!” dedi kız öfkeyle, sonra sırtını dönüp gitti.
Ardından üçüncü kız geldi. Diğerlerinden de genç ve güzeldi. “Tanrı yardımcın olsun, ey çoban!”
“Teşekkürler güzel kız!”
“Hakikaten, pek yakışıklı bir delikanlısın,” dedi kız. “Ama saçlarını tarayıp güzelce giyinsen, daha hoş gözükürsün. İzin ver tarayayım saçlarını.”
Johnny hiçbir şey demedi ama kızın yaklaşması üzerine başından şapkasını çıkarıp sakladığı çalılardan birini fırlattı. Kızın iki eline isabet etmişti çalılar. “İmdat! İmdat!” diye acı içinde bağıran kız, ağlamaya başladı. Ne kadar uğraşsa da yerinden kıpırdayamıyordu.
Johnny kızın ağlayıp inlemesine aldırmadan çalılarla ellerini sıkıca bağladı. Bunun üzerine diğer iki kız koşarak geldi. Kardeşlerinin yakalandığını görünce ellerini çözmesi için Johnny’ye yalvarmaya başladılar. “Kendiniz çözün,” dedi Johnny.
“Yapamayız ki! Ellerimiz pek narindir, dikenler batar.”
Fakat ne kadar dil dökseler de delikanlıyı ikna edemeyeceklerini anlayan kızlar, ellerini çözmek için kardeşlerinin yanına gitmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Johnny birden öne atılıp onların da ellerini bağlayıverdi.
“Gördünüz mü, yakaladım işte sizi kötü kalpli Jezinkalar! Neden oydunuz efendimin gözlerini, ha?”
Bu olayın ardından delikanlı, keçilerin sahibi yaşlı adamın yanına gidip şöyle dedi: “Gel dede. Sana gözlerini geri verebilecek birini buldum.”
Tepeye vardıklarında ilk Jezinka’ya seslendi: “Söyle bakalım, ihtiyarın gözleri nerede? Yoksa gözünün yaşına bakmam seni suya atarım!”
Jezinka, yaşlı adamın gözlerinin yerini bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Johnny yaklaştı. Niyeti kızı tepenin aşağısında hızla akan nehre atmaktı.
“Yapma Johnny, yapma!’’ diye yalvardı Jezinka. “Sana ihtiyarın gözlerini vereceğim.”
Kız delikanlıyı bir mağaraya götürdü. Burada yüzlerce gözden oluşan bir yığın vardı. Kimi kocaman kimi küçük; kimi mavi kimi ise yeşil, siyah ve kırmızıydı. Kız yığının içinden bir çift göz alıp delikanlıya uzattı. Fakat Johnny bunları yaşlı adamın gözlerindeki boşluklara yerleştirdiğinde zavallı adam haykırmaya başlamıştı: “Heyhat! Bunlar benim gözlerim değil. Baykuşlardan başka şey görmüyorum.”
Johnny aldatıldığı için çok sinirlenmişti. Jezinka’yı kolundan yakalayıp suya fırlattı. Sonra ikincisine döndü: “Sen söyle bakalım. İhtiyarın gözleri nerede?”
O da önce bilmediğini söyledi ama Johnny’nin kendisini suya atacağını anlayınca mağaraya gidip iki göz getirdi. Fakat yaşlı adam bir kez daha haykırdı: “Heyhat! Bunlar da benim gözlerim değil. Kurtlardan başka şey göremiyorum.”
Böylece ikinci Jezinka da birincisiyle aynı kaderi paylaştı ve hızla akan sularda gözden kayboldu.
“İhtiyarın gözleri nerede, söyle!” dedi Johhny, üçüncü ve en genç Jezinka’ya. Bu kız da onu mağaradaki yığının başına götürüp içinden iki göz aldı. Fakat bunları yerine koyduklarında yaşlı adam yine kendi gözleri olmadığını söyledi. “Turnabalıklarından başka bir şey göremiyorum,” dedi.
Üçüncü Jezinka da Johnny’yi aldatmıştı. Delikanlı, kızı suya fırlatmak üzereydi ki kız gözyaşları içinde yalvardı: “Dur Johnny, yapma! İhtiyarın gözlerini vereceğim.”
Sonra yığının altından iki göz çıkardı. Johnny bunları yaşlı adamın göz oyuklarına yerleştirdi. İhtiyar bu defa neşesinden haykırmıştı: “İşte, benim gözlerim! Tanrı’ya şükürler olsun. Yine görebiliyorum!”
Bundan sonra Johnny ve ihtiyar birlikte mutlu bir şekilde yaşadılar. Johnny keçileri otlatırken ihtiyar da evde peynir yapıyordu. Sonra birlikte afiyetle yemek yiyorlardı. Jezinka’ya gelince, bir daha onu o tepede gören olmadı.
Orman Perisi
Betty küçük bir kızdı, annesi ise dul bir kadın. Harap bir köy evi ile iki dişi keçiden başka hiçbir şeyleri yoktu. Buna rağmen Betty her zaman pek neşeliydi. İlkbahardan sonbahara kadar keçileri bir huş ağacının bulunduğu otlakta otlatırdı.
İşte Betty her gün bu otlağa giderdi. Evden ayrılmadan önce annesi bir dilim ekmek ile bir kirmen6 koyduğu sepeti verip “Yünle dolsun!” derdi. Betty, örekesi olmadığından eğirmesi gereken keten ipi başına bağlardı.
Betty annesinin elinden sepeti alıp keçilerin ardından neşeyle huş ağacının olduğu yere yürümeye koyulurdu. Oraya vardıklarında keçiler otlara hücum ederken Betty bir ağacın altına oturup işe başlardı. Sol eliyle başındaki ipi çeker, sağ eliyle kirmeni kullanırdı. Kirmenin yere çarpmasıyla çıkan ses ve küçük kızın neşeli şarkısı birbirine karışıp ormanda yankılanırdı.
Güneş tepeye çıkınca Betty işini bir kenara bırakıp keçilere seslenirdi. Yanından uzaklaşmasınlar diye ikisine de bir parça ekmek verdikten sonra birkaç çilek ya da başka mevsim meyveleri bulmak için ormana girerdi. Topladığı meyveleri ekmeğinin üstüne tatlı niyetine yerdi. Yemeğini bitirince ayağa fırlar, ellerini çırpıp şarkı söylemeye ve dans etmeye başlardı. O sırada güneş, yeşillikler arasından kıza gülümserdi. Çimenlerde keyif çatan keçiler “Ne kadar neşeli bir çobanımız var,” diye düşünürdü. Dansın ardından yine hiç ara vermeden ip eğirmeye koyulurdu küçük kız. Akşam keçileri eve getirdiğinde kirmeni daima dolu olurdu. Annesinden hiç azar işitmezdi çünkü işini hep böyle eksiksiz yapardı.
Bir gün, âdeti olduğu üzere tam gün ortasında işine ara vermiş, küçücük yemeğini yedikten sonra dans etmeye hazırlanıyordu. Birden karşısında nereden çıktığı belli olmayan güzel bir kız belirdi. Tül gibi incecik beyaz bir elbise vardı üzerinde, altın rengi saçları beline kadar uzanıyordu. Ayrıca başını orman çiçeklerinden yapılmış bir taç süslüyordu.
Betty’nin şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Genç kız tebessüm ederek hoş bir sesle konuştu: “Betty, dans etmeyi sever misin?”
Genç kızın sevimli tavrı ve konuşması Betty’nin kalbini yumuşatmış, korkusunu yok etmişti. “Ah, bütün gün dans etsem yorulmam!” diye cevap verdi.
“Gel öyleyse, birlikte dans edelim. Ben sana öğreteceğim!”
Bu sözlerin ardından kız elbisesinin ucunu toplayıp Betty’yi belinden kavradı ve onunla dans etmeye başladı. Böyle döndükleri sırada o kadar hoş bir müzik duyuluyordu ki Betty’nin heyecandan kalbi duracaktı.
Siyah, külrengi, kahverengi ve alacalı kaftanlar içindeki müzisyenler huş ağacının dallarına oturmuştu. Güzel kızın işaretiyle bir araya gelen seçkin müzisyen grubu; bülbüller, tarlakuşları, ketenkuşları, sakalar, fluryalar, ardıçkuşları, karatavuklar ve pek hünerli bir alaycı kuştan oluşuyordu.
Betty’nin yanakları kızarmıştı, gözleri ışıl ışıldı. Keçileri ve işi aklından uçup gitmişti. Büyüleyici hareketlerle dans eden partnerinden gözlerini ayıramıyordu. Kızın hareketleri öyle yumuşaktı ki narin ayaklarının altındaki çimler bile ezilmiyordu. Akşama kadar böyle eğlenip dans ettiler ama Betty’nin ayakları hiç yorulmamıştı. Sonra güzel kız dansı bıraktı, müzik durdu ve kız tıpkı geldiği gibi bir anda gözden kayboluverdi.
Betty etrafına baktığında güneşin batmak üzere olduğunu gördü. Hemen ellerini başına götürdü. Keten ip, sabah getirdiği gibi duruyordu. Çimende duran kirmeni bomboştu. Keten ipi başından alıp kirmenle birlikte sepete koydu. Keçilere seslenip evin yolunu tuttu.
Yol boyunca hiç şarkı söylemedi çünkü güzel dansçı kıza aldanıp bütün günü aylaklıkla geçirdiği için kendine çok kızgındı. Bir daha gelecek olursa o kızı dinlememeye kararlıydı. Her zamanki neşeli sesi duyamayan keçiler, peşlerinden gelenin gerçekten kendi çobanları olduğundan emin olmak için arkalarına baktı. Şarkı söylemeden geldiğini görünce annesi de kaygılanmış, “Hasta mısın kızım?” diye sormuştu.
“Hayır anneciğim hasta değilim ama çok şarkı söylemekten boğazım ağrıyor. O yüzden sessizim,” dedi Betty.
Sonra kirmen ve eğrilmemiş keten ipi yerine koymaya gitti. Annesinin ipi hemen dolama alışkanlığı olmadığını bildiğinden, o gün bitiremediği işi ertesi gün telafi etmek niyetindeydi. Bu yüzden, bütün gün birlikte şarkı söyleyip dans ettiği güzel kızdan annesine bahsetmedi.
Ertesi gün Betty yine şarkılar söyleyerek keçileri huş ağacının olduğu yere götürdü. Keçiler hemen otlanmaya başladı. Betty ağacın altına oturup zaman kaybetmeden işe koyuldu. Bu sırada hep şarkı söylüyordu zira şarkı söylerken ip eğirmek daha kolay geliyordu. Saatler geçti, güneş gökte yükselmiş ve öğle vakti olmuştu. Betty keçilere birer lokma ekmek verdikten sonra çilek aramaya gitti. Geri dönüp yemeğini yerken keçilerine dert yanıyordu: “Ah, benim keçiciklerim. Bugün dans edemem, çok işim var!”
Kucağındaki ekmek kırıntılarını toplayıp kuşlar yesin diye bir taşın üzerine koydu. O sırada “Neden dans etmeyecekmişsin?” diye sordu güzel bir ses. Geçen gün gördüğü o güzel kızdan başkası değildi bu. Sanki bulutlardan düşüvermiş gibi Betty’nin yanında bitmişti. Betty bu sefer öncekinden daha da fazla korkmuştu. Onu görmemek için gözlerini yumdu ama kız aynı soruyu tekrarlayınca tevazuyla cevap vermek zorunda kaldı: “Bağışlayın beni güzel hanımefendi fakat sizinle dans edemem çünkü bugün de işimi ihmal edersem annemden azar işiteceğim. Akşam olmadan dün yarım bıraktığım işimi bitirip bütün bu ipleri eğirmem gerek.”
“Haydi gel, dans edelim,” dedi güzel kız. “Güneş batmadan işlerin hallolmuş olacak.” Sonra elbisesinin ucunu kıvırıp Betty’yi belinden kavradı. Huş ağacının dallarında oturan müzisyenlerin nağmeleri eşliğinde dans etmeye başladılar. Güzel kız eskisinden daha göz alıcı hareketlerle dönüyordu. Öyle ki Betty onu izlerken mest olmuş, işini ve keçileri yine unutuvermişti. Nihayet kız dansı bıraktı ve müzik durdu. Bu sırada güneş batmak üzereydi. Betty ellerini başına götürüp eğrilmemiş iplere dokununca ağlamaya başladı. Güzel kız elini Betty’nin başına koyup ipleri çekti ve ince bir dala sardı. Sonra kirmeni eline alıp ip eğirmeye başladı. Kirmen, Betty’nin gözleri önünde gitgide dolmuştu. Güneş batmak üzereyken bütün ipler eğrilmişti. Betty’nin önceki gün yarım bıraktığı ip de bitmişti. Güzel kız, yumağı Betty’ye uzatırken şöyle dedi:
“İpi makaraya sar ve homurdanma. Sözlerimi unutma sakın: İpi sar ve homurdanma!” Bu sözlerin ardından kız yer yarılıp içine girmiş gibi bir anda gözden kayboldu.
Betty çok mutluydu. Eve dönerken şöyle geçirdi içinden: “Bu kadar iyi ve yardımsever biri olduğuna göre, tekrar gelirse onunla yine dans edeceğim.”
Neşeyle şarkı söyleyerek keçilerini eve götürdü. Fakat bu defa annesi onu hiç hoş karşılamamıştı. Betty gittikten sonra annesi eğrilmiş ipleri makaraya sarmak istemişti ama kirmenin boş olduğunu görünce keyfi kaçmıştı.
“Dün ne yaptın da işini bitiremedin bakalım?” diye sordu kadın azarlayıcı bir ses tonuyla.
“Özür dilerim anneciğim. Dans ederken, zamanı unutmuşum,” dedi Betty. Sonra kirmenini göstererek ekledi: “Ama bugün dünkü işimi telafi ettim, bütün ipleri eğirdim.”
Annesi başka bir şey demeden keçileri sağmaya gitti. Betty yaşadığı macerayı annesine anlatmayı çok istiyordu ama kendi kendine şöyle düşündü: “Hayır, şimdi bir şey söylemeyeceğim. Eğer kız bir daha gelirse ona kim olduğunu soracağım. Sonra anneme anlatırım.” Böylece dilini tutmaya karar verdi.
Üçüncü sabah da her zamanki gibi keçileri huş ağacına götürdü. Keçiler otlamaya başladı, Betty de ağacın altına oturdu. Bir taraftan işini yapıyor, bir taraftan şarkı söylüyordu. Gün ortasında kirmenini çime bırakıp keçilere birer lokma ekmek verdi. Sonra çilek topladı ve yemeğini yedi. Kırıntıları kuşlara verirken keçilere seslendi: “Keçiciklerim, bugün sizin için dans edeceğim!”
Ayağa fırlayıp ellerini kaldırdı. O güzel kız gibi dans etmek için hazırlanmıştı ama o anda kızı karşısında buldu.
“Haydi, birlikte dans edelim!” dedi kız Betty’yi belinden kavrayarak.
Aynı anda muhteşem bir müzik başlamıştı. Kızlar etrafta uçar gibi dönüyordu. Betty yine işini ve keçilerini unutmuştu. Vücudu söğütten bir değnek gibi her yöne eğilebilen güzel kızın dansından bir an bile gözlerini ayıramıyor, ayaklarını yerden kesen muhteşem müzikten başka bir şey düşünemiyordu. Öğle vakti başladıkları dans akşama kadar devam etti. Sonra güzel kız dansı bıraktı ve müzik durdu.
Betty etrafına bakınca güneşin çoktan ağaçların ardına ulaştığını gördü. Gözyaşları içinde ellerini başına götürdü. Yarısı boş kirmeni ararken kara kara annesinin ne diyeceğini düşünüyordu.
“Sepetini uzatsana,” dedi güzel kız. “Bugün yarım kalan işini bitireceğim.”
Betty sepeti verdi. Kız bir an ortadan kayboldu. Sonra Betty’ye sepeti geri verdi. “Şimdi değil, eve gidince bak sepetin içine,” dedi.
Ardından rüzgârla birlikte savrulmuş gibi uçup gitmişti.
Betty sepete bakmaya korkuyordu ama eve yaklaşırken merakına daha fazla direnemedi. Sepet, içi boşmuş gibi hafifti. Kızın onu aldatmış olabileceğini düşündüğü için bir an evvel içine bakmak istiyordu. Sepete bakıp içinin yapraklarla dolu olduğunu görünce o kadar korktu ki! İki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. Bu kadar saf olduğu için kendine çok kızmıştı. Biraz yaprak alıp öfkeyle etrafa savurdu. Sepeti boşaltacaktı ama “Keçilerin altına sererim bunları,” diye düşündü. Eve gitmeye korkuyordu. Keçilere gelince, hayvancağızlar bu akşam da çobanlarını tanımakta zorluk çekiyordu.
Annesi kapının önünde merak içinde onu beklemekteydi. Betty’yi görünce ilk sözleri şu oldu: “Tanrı aşkına, kızım! Dün bana nasıl bir yumak getirdin öyle?”
“Ne oldu ki?” diye sordu Betty telaş içinde. “Dün sabah sen keçileri götürdükten sonra ben de ipi sarayım istedim. Saatlerce uğraştım ama yumak bir türlü bitmedi. Bir çile, iki çile derken, ip olduğu gibi duruyordu. ‘Bu kötü bir cinin işi mi?’ diye sordum kendi kendime. Bir de üstüne kirmendeki ipler kayboluverdi. Bu ne demek oluyor, söyle bakalım!”
Betty başına gelenleri bir bir anlattı.
“O gördüğün kız bir orman perisiydi!” diye haykırdı annesi. “Orman perileri öğlenden akşama dek dans eder dururlar. Neyse ki erkek değilsin. Yoksa o perinin elinden sağ kurtulamazdın. Nefesin tükenene dek seninle dans eder, belki de öldürene dek gıdıklardı. Ama orman perileri kızlara karşı merhametlidir. Hatta güzel hediyeler verirler onlara. Keşke bana anlatsaydın. Öfkeyle konuşmamış olsaydım şimdi bir oda dolusu ipimiz olacaktı.”
İşte o anda Betty’nin aklına sepet geldi. Belki o yaprakların altında bir hediye olabilirdi. Kirmeni ve eğrilmemiş keten ipi çıkarıp bir kez daha sepete baktı. “Anne, baksana!” diye bağırdı.
Annesi sepete bakınca neşeyle ellerini çırptı. Huş ağacı yaprakları altına dönüşmüştü!
“Bana burada değil eve gidince bak demişti ama sözünü dinlememiştim.”
“İyi ki bütün sepeti boşaltmamışsın,” dedi annesi.
Ertesi sabah Betty’nin iki avuç yaprak attığı yere giden annesi taze huş yapraklarından başka bir şey göremedi. Ancak Betty’nin eve getirdiği hazine yeter de artardı. Annesi altınlarla küçük bir arazi aldı. Ayrıca bir sürü büyükbaş hayvan aldılar. Betty’nin güzel elbiseleri vardı artık. Üstelik keçileri otlatmasına gerek kalmamıştı. Varlık içindeydi ve neşesi hep yerindeydi. Gelgelelim, hiçbir şey onu orman perisiyle yaptıkları dans kadar mutlu etmeyecekti. Bu yüzden sık sık huş ağacına gidiyor ve o güzel kızı görmeyi umuyordu ama bir daha onu göremedi.