Kitabı oku: «Cengiz Aytmatov Günlükleri», sayfa 2
1981 Yılı
Yaz… Hava çok sıcaktı. Cengiz Hoca’nın Akademinin yanındaki postaneye girdiğini gördüm. Hemen dördüncü kata koştum. Masamın çekmecesinden bir kitabımı alıp aceleyle bir şeyler karalayarak dışarı çıktım. İki üç dakika sonra Cengiz Hoca postaneden çıktı. Selamlaştım, tokalaştık. Elimdeki kitabımı uzattım. O zaman beni gerçekten tanıdı galiba: “Araştırma için gezilere gidiyor musun?” dedi. Ben yakın zamanda Almatı’ya gidebileceğimi söyledim. Çok geçmeden Hoca’nın arabasına ulaşmıştık. Kapısını kendi açtı ve oturarak kitabımın sayfalarını karıştırmaya başladı. Ben ne yapacağımı bilemeden bekliyordum. Sonra Cengiz Hoca: “Tamam.” dedi ve arabanın kapısını eğilerek kapattı.
O günün üzerinden çok geçmemişti. İş çıkışında bir iş için sinemaya gitmiştim. Sinemada film gösterimi başlamıştı. Karanlık bir odaya girdim. Salonda kimse yoktu. Film devam ediyordu. Cengiz Hoca en sondaki koltuklarda oturmuştu. Ben de o tarafa doğru gidiyordum. Ayağım bir şeye takıldı, az kalsın düşüyordum.
“Aa Tölömüş, (Okeev sandı beni galiba) gel!” dedi. Ben kısık bir sesle:
“Ben Tölömüş Hoca değilim.” diyebildim. Yanaklarım ve kulaklarım heyecan ve utançtan yanıyordu. Cengiz Hoca’nın yanındaki bir koltuğu boş bırakarak oturdum. Cengiz Hoca ekrana bakıyordu, ben ise ona… O filmi dikkatle izlerken bazen kendi kendine mırıldanıyordu. Özellikle “Sumkar” işçi takımının öküzden süt sağmaya çalışmasını izlerken güldü. Sonra ekin ekme bölümünü izleyince bana dönerek:
“Bu güney tarafta çekilmiş bir bölüm galiba. Biz de ise boorsok (kızartılmış hamur) saçarlar.” dedi.
“Öyledir demekle yetindim.” Yine bir bölüm hakkında soru sordu:
“Bu yaptıkları nedir? Tabiatın güzelliğini bozuyorlar…”
Ben ekrana baktım. Çocuklar, öğrenciler ağaçlara tırmanarak, ağaç yapraklarını çuvallara topluyorlardı.
“Hayvanlar için yiyecek topluyorlar.” dedim.
Cengiz Hoca durumdan biraz rahatsız oldu. Filmde gösterilen olayları onaylamadığı ve bunları seyretmekten pişman olduğu için yerinde oturamıyordu. O anda bir kez daha Cengiz Hoca’nın hassasiyetinden tabiatın samimi olarak korumak isteyenler olduğuna inandım. Film de bitti. O bir türlü sakinleşemeden, tabiata eziyet edildiği endişesiyle salondan ayrıldı…
* * *
Bulgaristan’dan gelen misafir ile sinemaya giderek ‘Beyaz Gemi’ filmini izledik. Ben ona bazı bölümler hakkında açıklama yapmaya çalıyordum.
Profesör olarak çalışan 47 yaşında bir Türk’müş. Cengiz Hoca ile sohbet etmek, onun sanat anlayışı ve eserleri hakkında sorular sormak için gelmiş. Film bitmeden, Cengiz Hoca’nın kendisini beklemekte olduğunu söyleyerek onu götürdüler. Çok geçmeden Cengiz Hoca, S. Çokmorov ve başkaları bir araya gelerek fotoğraf çektirmeye başladı. Deminki misafirin fotoğraf makinesi varmış. Bir iki kişinin ricası ile biz de fotoğraf çektirmek için sıraya geçtik. Bu yaptığımız birilerinin hoşuna gitmedi galiba: “Siz ne yapıyorsunuz, uzak durun!” dedi. Biz ise sıradan ayrıldık. O anki gücenikliğimi sormayın. İçimden: “Hiç değilse kibar bir şekilde söyleselerdi.” diyordum. Biz de fotoğraf çektirsek fena mı olurdu?
* * *
27 Ekim 1981. Cengiz Hoca’ya bazı konularda fikirlerini sormak için yanına gittim. Gidişimin asıl sebebi, 2 Ekim 1980 tarihinde görüştüğümüzde Kırgız-Kazak edebi ilişkilerine bağlı olarak sorduğum birçok sorunun cevabını almaktı. Sekreter: “Girin!” dediğinde bütün vücudum heyecandan ateş gibi olmuştu. Kendimi toparlayarak içeri girdim. Odası genişti ve masasının üzerinde kâğıtlar vardı. Cengiz Hoca gözlük takmıştı. Yaklaş, gibisinden bir el işareti yaptı. Niçin geldiğimi sordu. Mümkünse sorularımın cevaplarını almaya geldiğimi söyledim:
“Çok mu acil?!”
“Doktora tezim için kullanmak istiyordum.”
“Ne zaman savunacaksın?”
“Yeni yılın ilk aylarında.”
“Bu sorular dışındaki malzemelerin yeterli mi?”
“Evet.”
“O zaman, sana başarılar. Zaman olursa sorularını sonra yanıtlayayım.”
“Tamam. Teşekkür ederim Hocam. Kendinize iyi bakın. Zamanınızı aldığım için özür dilerim.”
Masasının üzerinde duran “Gün Olur Asra Bedel” romanını bana hediye etti. Kitapta şöyle bir not var: “Kırgız edebi biliminin çalışkan yiğitlerinden biri olan kardeşim Akmataliev Abdılda’ya, Ben teşekkür ettikten sonra okuyucuların beğenilerini kazanacak, iyi eserler yazmaya devam etmesini dileyerek ayrıldım. Bu benim için büyük bir mutluluktu…
27 Ekim 1981”
1983 Yılı
Halk arasında “Tuz kısmet etsin!” şeklinde güzel bir söz var. Eğer biri: “Aytmatov senin evine misafir olsa, ne yapardın?” diye sorsa: “Rüyamda bile olmayacak şeyleri söyleyip başımı ağrıtma!” derdim. Fakat, halkımızın bu altın sözünde hiç şüphe yokmuş. Tuz kısmet ederse… Böylece Cengiz Hoca’ya bizim evden tuz kısmet eden 25 Kasım 1983 tarihi ailemiz için çok önemli bir gün oldu. 24 Kasım’da sinemanın yanından geçerken Hoca’nın odasının ışıkları yanıyordu. “Acaba görüşsem mi ki?” diye düşünürken bu düşüncenin beni odasının girişine kadar nasıl sürüklediğinin farkına varamadım. Sekreterine Hoca ile görüşmek istediğimi söyledim. Hoca da kabul etti. Güzel sohbet ettik. ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanının SSCB Devlet Ödülüne layık görülmesi vesilesiyle kendisini kutladım. Komsomol (Komünist Gençlik Birliği) Ödülü’nün bana verildiğini söyledim. İşimde başarılar diledi.
“Cengiz Hocam, eğer zamanınız varsa yarın evimize gelip misafirimiz olsanız.” dedim. O da evimin şartlarını, kimlerle kaldığımı ve misafirlikte kimlerin olacağını sordu.
“Zamanım var mı bir bakayım. Adresini ve telefonunu bırak.” dedi. Eve gelip söylediğimde bana kimse inanmadı. Öyle büyük bir insanı karşılamak için en az beş altı gün hazırlık yapılması gerektiğini ve hiç olmazsa evdekilere bir danışmam gerektiğini söylediler.
Ertesi gün saat on birde telefon çaldı. Ben açtım:
“Abdılda’nın evi midir?”
“Evet, benim.”
“Ben, Aytmatov’um!”
Ben ne diyeceğimi şaşırdım. Kalbim bir an için durmuş gibi oldu. Hoca:
“Biz akşam gelemeyeceğiz galiba. Kızımız Şirin üşütmüş, ateşi yüksek.” dedi.
“Akşama kadar iyileşecektir Hoca’m.” dedim. O anda nasıl oldu da ağzımdan kaçırdım:
“Hocam, sizin için koyun kesilmişti.” deyiverdim.
“Öyle mi? Eğer gelirsek de fazla oturmayalım, iki üç saat yeterli olacaktır. Sofrada sohbet kuralım. Rektör C. Akimaliev ile yazar K. Akmatov’u da katsak fazla olur mu ki!”
“Fazla olmaz Hoca’m, daha iyi olur.”
“O zaman tamam.”
Gerçekten çok sevinmiştim. Bir ihtiyaçtan, sıkıntıdan kurtulmuş gibi hafiflemiştim. Hoca ile kim sohbet edebilecekti ki? Yemekle sohbeti birleştirmek aslında güzel bir fırsat değil miydi?
Saat 18.00. Dışarısı fırtınalı. Misafirlere bakmak için kapıya çıktım. Zaman ilerlerken ilk gelen Kazat Hoca oldu. İlk defa görüştüğümüz için kendisiyle tanıştık, sohbet ettik. Ben: “Gelemeyecekler mi, yoksa kayboldular mı?” diye endişeleniyordum: Saat 19:00’u geçtiğinde ‘Volga’ geldi durdu. Onların geldiğini hemen anladım. Misafirler eve girip yerlerine oturduktan sonra hâl hatır sordular. Soruları annem cevaplıyordu. İlk sözü benim almamı istediler. Bunu beklemiyordum. Cengiz Hoca’yı, ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanının SSCB Devlet Ödülü’ne layık görülmesi sebebiyle tebrik ettim. Cengiz Hoca’nın sanat anlayışını ve eserlerini araştırmada, Kırgız edebiyatçıların çok eksik kaldıklarını, gelecek genç nesillerin bu eksiklikleri tamamlayacaklarını umduğumu ve özellikle Cengiz Hoca’nın sanatı ile ilgili bilimsel konferansların düzenlenmesi gerektiğini söyledim.
Her türlü konu üzerinde durduk; edebiyat, siyaset, tarih vb. Cengiz Hoca’nın söylediğine göre ‘Gün Olur Asra Bedel” romanının ödüle layık görülmesine kendisi de çok memnun olmuş.
Söz Cengiz Hoca’ya verildi. O, esasında şunları dedi: “Sen çok gençken değerlere, ödüllere ulaşmışsın, doktor olmuşsun, şimdi de adaylık nişanını takmaktasın. Senin yaşındaki birçok genç hâlâ hayattaki yerlerini bulamıyorlar. Sen bu bahtını korumaya çalış. Senin için şu anda sadece bir şey eksikmiş, o da eş. Kendine layık bir kızla evlenirsen sana yeter!”.
Ondan sonra on, on beş dakikalık bir ara verildi. Misafirler benim odaya geçerek fotoğraflara, kitaplara bakıyorlardı. Cengiz Hoca bayanı (bir müzik aleti) görüp, “Bunu kim çalıyor?” dedi.
“Kardeşim.”
“Çalsın bakalım.”
Bolot, iki üç şarkı söyledi; misafirler de dikkatle dinlediler. Cengiz Hoca arada telefonla Şirin’in durumunu sordu. Zar zor yürüyen iki yaşındaki Akılbek (kardeşimin oğlu), Cengiz Hoca’nın yanına yaklaşıp elini ona uzattı. Cengiz Hoca da: “Oo, ne güzel çocukmuşsun sen!” diyerek onun başını okşadı.
Söz Mariya balaya verildi: “Bu zamana kadar evlenmemen iyi olmuş.” dediğinde yanında oturanlar: “Niçin?” dercesine dikkat kesildiler. “Çünkü.” diye sözüne devam etti. “Eğer bu zamana kadar evlenmiş olsaydın eşin, ben seni doktor ve aday yaptım diye başının etini yerdi”. Herkes gülüştü. Ben de: “Evlenecek olursam sizleri de davet ederim.” dedim. Saat 22.30’da dışarı çıktık. Araba bekliyordu.
O gece uyuyamadım, her şeyi bir film izliyormuşçasına tekrar tekrar başa sarıyordum.
1985 Yılı
Günler, aylar, yıllar geçti. Cengiz Hoca’yı o günden 2 Eylül 1985 tarihine kadar görmedim. Bir defasında iş yerine giderek sekreter Sveta’ya Mustay Karim ile olan sohbetimi, ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanının Kazakça çevirisini (Ş. Murzaev göndermişti), akademisyen Z. Ahmedov’un Abay hakkındaki monografisini bırakmıştım.
Saat 10.30’da sinemaya gittim. Cengiz Hoca’ya bundan iki sene önce önerdiğim konferansı düzenlemek istediğimi söyleyecek, genç araştırmacılar tarafından yayınlanan ‘Şu anki edebî durum ve Cengiz Aytmatov’ adlı tezi verecek ve eğer imkânı varsa bu konferansa katılmasını rica edecektim. Gittiğimde henüz gelmemişti. İkinci kata çıktığım sırada gelmekte olan birinin sesini işittim. İşte, Cengiz Hoca’nın heybetli vücudu. Elinde bir sürü kâğıt vardı. Yüzü gülüyordu.
“Nasılsınız?”
Hoca başını eğerek sorumu cevapladıktan sonra: “Ben de seni arattırıyordum. Konuşmamız gereken şeyler var, gitme.” dedi. Bekledim. Katılım kalabalıktı, biraz fazla beklemek zorunda kaldım. Bu arada görüşmeye ‘Manas’ bölümünün başkanı Samar Musaev, Sverdlovsk sinemasından gelen insanları da getirmişti. Zaman geçiyordu, öğle arası yaklaşmıştı. Onlar içeri girdiğinde Cengiz Hoca dışarı çıktı. “Seni çok beklettim galiba. Başka bir gün de konuşabiliriz.” diyerek elimden tutup koridora doğru yürüdü.
“Tamam…” dedim.
“Yok, zamanım var diyorsan bekle.” deyince ben de kendisine acelem olmadığını ilettim
“O zaman bekle.” diye cevap verdi.
İçeri geçti. Hepsini uğurladıktan sonra sekreterlikte oturan Nurgül ile beni çağırttı. Odasına girdim. Her şey eskisi gibiydi. Hiçbir değişiklik yoktu. Her zamanki gibi masa üzeri kağıtlarla doluydu. Cengiz Hoca’nın yanına yaklaşarak: “Neru ödülünüz kutlu olsun.” dedim.
“Teşekkür ederim. İşlerin nasıl?” diye sordu. Oturdum ve Hoca’nın sorularını cevaplamaya başladım.
“Enstitü işleri nasıl gidiyor?”
“İyi.”
“Hangi konularda araştırma yapılıyor?”
“Şu anda “Kırgız Sovyet Edebiyat Tarihinin” 1.cildini bitirdiler.”
“Komisyon işi galiba.”
“Evet. K. Asanaliev, A. Sadıkov, S. Cigitov- enstitüden, K. Artıkbaev, B. Alımov-üniversiteden birlikte çalıştılar. İkinci cildi de bitmek üzere.”
“Sen?”
“Orta Asya, Sibirya vb. yerleri gezerek malzeme topladım. Geçen sene 1984 yılında Ufa’ya giderek Mustay Karim Hoca ile görüştüm. Sizin hakkınızda pek çok iltifatta bulundu ve iyi dileklerini iletti. Size selam söyledi. Onunla sohbetimiz 5 Temmuz 1984 tarihli “Kırgızstan Madaniyatı” gazetesinde yayımlanmıştı. Sekreterinize gazeteyi bırakmıştım.
“İyi. Ailen nasıl?”
“Annem iyi. Kardeşim de çalışıyor.”
“O gün gördüğüm çocuk nasıl, büyüyor mu?”
“Şimdi koşuyor. Bense henüz evlenmedim.”
“Eski evinizde mi kalıyorsunuz?”
“Evet.”
Gülümseyerek bana baktı ve tekrar söze başladı:
“Senin için önemli bir iş var. Fakat seni zorlamış olmak istemem. Zamanın ve isteğin varsa…”
“Hocam bana güvenip bir iş verecekseniz bu benim için gurur kaynağıdır. Elimden geldiği kadar çaba gösteririm.”
“Öyleyse tamam. Sen küçük çocuklarla ilgilenebilir misin?”
“Çocukları severim.”
“Burada söz konusu olan sadece duygusal ilişki değil. Kızım Şirin 1.sınıfta 5 numaralı Kırgız ilkokulunda okuyordu. Bugün ise kaydını 13 numaralı okula aldırdım. İngilizce öğrenmesini istiyorum. Fakat kızım ana dilini de unutmasın diyorum. Sen bu işle ilgilenir misin?”
“Eğer bana güveniyorsanız, ilgilenmeye çalışırım.”
“Başka insanlar da bulunurdu belki; ama ben seni layık gördüm. Onun için seni arattırıyordum.”
“Şu anda 5 numaralı ilkokulda Pozitif Bilimlerin Küçük Akademisi adlı bir kurs açmıştık. Çocuklarla çalışma konusunda tecrübem vardır.”
“O zaman anlaştık. Haftada bir ders için zaman belirleyelim. Şu anda okulu yeni başladı ve ders programı henüz açıklanmadı. Sen iş yerini arayıp soyadını söylersen bana bağlarlar. Ne zaman istersen arayabilirsin, sekreter kıza söylerim.”
Ben yerimden kalkıp vedalaşmak istedim:
“Bekle biraz.”
Hoca telefonla bir yeri aradı:
“Maken biz şimdi geliriz, çocuklar evde midir?” diye sordu. Cevabını aldıktan sonra:
“On, on beş dakika burada bekle.” dedi. Ben dışarı çıktım. Küçük bir iş için gelmiş, yine bir büyük işle karşılaşmıştım. Şimdi de Hoca’nın evine gidecektim. Fakat bu büyük mesuliyetin üstesinden gelebilir miyim, diye çok endişeleniyordum. Ben bu düşüncelerle meşgulken Cengiz Hoca da geldi. Birlikte dışarı çıktık. Arabaya bindik ve Hoca’nın evine doğru hareket ettik. Uzun bir zaman sessiz kaldık. Söze başlamaya çekiniyordum. Doğrusu ne diyeceğimi de bilmiyordum; ama konuşmak istiyordum. Dayanamadım: “Yazın Moskova’da Yakut tiyatrosu ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ adlı uzun hikâyenizi sahnelemişler. ‘Komsomolskaya Pravda’ gazetesinde okudum.” dedim. Hoca sözümü şöyle devam ettirdi:
“O zaman biz Moskova’daydık, adresimizi bulmuşlar. Yönetmen ve iki üç oyuncu gelerek oyunu izlememi rica etti. Biz de gittik. Gösteri o kadar güzeldi ki sanki eser onlar için yazılmış gibiydi. Bizi her şeyden çok Şirin şaşırttı. Gösteri bittikten sonra ağlayıverdi. Ayıp oluyor desek de durmadı. Herkes bize bakıyordu. Çocuğu bu kadar etkilediği için izleyiciler de şaşırdı. Oyundan sonra oyuncuları tebrik ettim, onlar da eser hakkındaki kendi fikirlerinden söz ettiler.
“Dünya Gençler ve Öğrenci Festivalinde siz bir iki defa televizyonda konuşma yaptınız. Kırgız heyeti olarak sizinle görüşmek istemiştik.”
“Öğrenciler ve farklı milletlerden gençlerle buluşmuştum. Patrisa Lumumbu Üniversitesindeki toplantının açılışını yaptım.”
Araba Toktogul ile Djerjinski sokaklarının kavşağında durdu. Arabadan inip eve doğru yürüdük. Bu evi dışarıdan çok görmüştüm. Resmi geçit olacağı gün Akademinin görevlileri burada toplanırdı. Apartmana girip asansörle beşinci kata çıktık. Kapıya geldiğimizde Cengiz Hoca: “İşte bu bizim evimiz.” dedi. Zile bastığında kapı açıldı. Bizi Mariya abla güler yüzle karşıladı. Selamlaştık. Abla beni tanımıştı:
“Şirin meselesini tamamen çözelim, çocuklar nerede?”
“Şimdi, uyuyorlar. Siz odaya geçip konuşadurun.”
Hocayla ikimiz odaya geçtik. Oda çok güzel bir şekilde süslenmişti. Masasının üstünde kâğıtlar, kitaplar vardı. Hoca sandalyesine, ben de koltuğa geçip oturduk. Hoca:
“İşlerinden ve başka haberlerden bahset.” dedi.
Ben susuyordum. Hoca tekrar:
“Kendi evindeymiş gibi davran. Rahat ol.” dedi.
Araştırdığım konuyu tekrar sordu. Ben de cevap verdim. Bu defa öncekilere ek olarak Kazan’a gittiğimi söyledim.
“Birçok şaire ve yazara en iyi edebiyatçıyı sorduğumda, üstat olarak sizin adınızı verdiler. Eserlerinizin Kırgızca olarak hemen basılmasını istediler. ‘Beyaz Gemi’, ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’, ‘Gün Olur Asra Bedel’ gibi eserlerin birer nüshasını göndermemi rica ettiler.”
“Bir iki sene gecikerek de olsa kitaplar yayımlanıyor. Rusça yazmanın birçok iyi yönü var. Sovyet okuyucuları ile dünya okuyucuları da bekliyor. Ben bu durumu dikkate alarak Rusça yazıyorum, Kırgız okuyucuları da Rusça okuyabiliyor; fakat yine de eserlerin kendi ana dilinde yayınlaması lazımdır. Bu sebeple bitirmek üzere olduğum ‘Aylampa’nın (Kıyamet romanının ilk adı) iki dilde aynı anda yayımlanması için çaba gösteriyorum. Ama başka milletlerin sorularına karşı, eserlerin Kırgızca olarak yayınlanmasının biraz geciktiğini anlatmamız gerek.”
O sırada Mariya abla gelerek bizi öğle yemeği için sofraya davet etti. Masada beş parmak (millî yemek) ve çorba vardı. Soyulmuş karpuz da geldi, tadına baktık. Yemek yerken konuşmadık, fakat Hoca ile abla: “Et ye, sakın çekinme. Ye, iç; iyice karnını doyur.” diyorlardı. Yemek yendikten sonra, Hoca Kırgız dilinin Şirin’e okullardaki programlardan farklı bir şekilde öğretilmesi gerektiğini söyledi. Onun için özel bir program hazırlanmalıydı. Telefon numaramı aldılar. Hoca evin odalarını gezdirdi. Çocuklar uyuyorlardı. Hoca asansöre kadar bana eşlik etti…
* * *
2 Eylül’deki heyecan henüz dinmemişti. 6 Eylül’de evdekiler: “Aytmatov telefon etti, seni sordu.” dedi. Ben hemen Hoca’nın evini aradığımda telefonu kendisi açtı.
“Nasılsınız Hocam?”
“İyiyim. Ben de az önce seni aramıştım. Şirin’le derse başlayın 8 Eylül’de saat 12:00’de eve gel.”
Evimi Hoca’nın bizzat aramasına şaşırmıştım. Bir defa daha ne kadar mütevazi biri olduğunu kanıtlamıştı.
* * *
8 Eylül’deki görüşme için hazırlık yaptım. Bir çalışma program hazırlayarak daktilo ettim. Biraz masal okudum ve çocuklar için yazılmış şiirlerden ezberledim. O gün sabah erkenden telefon çaldı. Arayan Cengiz Hoca olmasın diyerek telefonu açtım. Düşündüğüm gibi kendisiydi.
“Nasılsınız, ben Aytmatov.”
“Hocam, nasılsınız?”
“İyiyim. Erken gelsen iyi olur.”
“On bir gibi gelirim.”
“Tamam. Gelirken ‘Sovetskaya Kirgiziya’yı getirebilir misin?”
“Tamam.”
Aceleyle giyinmeye başladım. Çağırdığım taksi de geldi. Köşkün yanına geldiğimde gazeteyi de aldım. “Aylampa” adlı yeni romanının bir bölümü “Karışkırdın Ümütü (Kurdun Ümidi)” adıyla yayımlanmaktaydı. Sonra çiçeklerin en güzel kokanlarını seçtim. Heyecanlıydım. Zile bastım, içeriden Hoca’nın sesi geliyordu:
“Şirin, hocan geldi galiba; gel karşıla.”
Çok geçmeden kapı açıldı ve Hoca’nın yüzü göründü. Mutlu görünüyordu. Tokalaşarak selamlaştık.
“Şirin bak, öğretmenin. Derslerin iyi olsun diye çiçek de getirmiş.”
Eldar ile Şirin koşarak geldiler. Şirin’e çiçekleri uzatarak yüzünden öptüm. Çok geçmeden Mariya abla da geldi.
“Makin biz ayıp ettik, öğretmenini çiçekle karşılayabilirdik, kendisi çiçekle gelmiş.”
Abla gülümsedi.
“Buyur, yukarı geç. Gazeteyi de getirdin mi?” dedi Hoca.
“Evet.”
Ben gazeteleri uzattım.
“Bununla birlikte bölümler yayımlanıp bitti.”
“Yayıncı tarafından kısaltıldı mı?”
“Niye kısaltsınlar ki, hepsi olduğu gibi yayımlandı.”
O sırada Eldar gelip Hoca’nın boynuna sarılarak gazetedeki kurt resmine bakakaldı.
“Baba, kurt resmini kim çizdi?”
“Bu benim kurdum. Ben çizdim.”
“Nasıl çizdin, bana da çizebilir misin?” diye Hoca’yı rahat bırakmıyordu.
“Sonra çizerim. Haydi, salona geçelim.”
Salon çok büyüktü. Çeşitli mobilyalar ve japon televizyonunun yanı sıra S. Çokmorov’un çizdiği dağlar, S. Karalaev’in de küçük bir portresi gibi görkemli resimler asılıydı. Ben salondaki her şeyi göz ucuyla inceledim. Azerbaycan halkının, yazarın 50. yıl dönümü için hediye ettikleri kilim de vardı. Kilime Cengiz Hoca’nın portresi işlenmişti ve çok güzel süslenmişti.
“Hani, göster bakalım programını.” Daktiloda yazılmış kâğıdı çıkardım. Kâğıdı eline alarak okudu.
“Buraya kompozisyonu da eklemek gerek.” dedi ve ablaya seslendi:
“Haydi, ablana programını göster. Güzel program hazırlamış, dinle Makin.”
Ben programı okudum: masal anlatma, okunan masalın içeriğini anlattırma, şiirler ezberletme, güzel okutma, yazı, resim ve kompozisyon gibi çalışmaların dışında başka şeyler de vardı.
“İyiymiş. Kızımız bunları yerine getirse tamamdır.” dedi abla. “Öğretmenine kızımızın karnesini ve referans mektuplarını gösterelim.” diye çantasını getirdi.
5 numaralı okulda okuyan Şirin’in ders notlarıydı. Hepsi ‘5’ti. Referans mektubunu okudum; açık sözlü, neşeli, yerinde duramayan, kendi dediklerinden vazgeçmeyen. Okuduktan sonra kağıtları geri verdim.
“O zaman siz işe başlayın. Kitap getirdin mi?” 1. ve 2. sınıf kitaplarını gösterdim:20.s.
“Ene Til, Celekçe, Alippe.”
“Güzel.”
Biz salondan ayrılarak Şirin’in odasına geçtik. Derse başladık. Okuduk ve yazdık. Hoca dışarı çıktı. Şirin acelesi etmese güzel okuyordu. Dersi bitirdikten sonra hemen gidecektim. Hoca: “Acele etme, çay içelim.” dedi ve mutfağa geçtik.
“Ders nasıl geçti?”
“İyiydi. Takılmadan okuyor. Biraz da aceleci. Yazı da yazdık, iki üç tane yanlışı var. Fakat, kitabı verdiğimde kendi yanlışlarını kendi buldu.”
“İyi. Derslere dikkat edilmesi lazım. Eğer Şirin seni dinlemez ise söyle. Ben kendim görüşürüm onunla, senin yumuşak davranman olmaz.”
“Tamam.”
O sırada Mariya abla çay getirdi. Hocam: “Edebiyat alanında nasıl yenilikler var?” dedi. Ben de ‘Manas Destanı’nı K. Cusupov ile A. Cakıpbekov’un nesir olarak yazıp bitirdiklerini söyledim. Onlarla birlikte araştırmacı S. Musaev’in yine nesir şeklinde ‘Manas’ın bir varyantını yayınlayacağını bildirdim. K. Cusupov ile A. Cakıpbekov’un yazdıklarını ayrı bir edebi eser olarak sayabileceğimizi söyledim.
“Öyle yapılabilir. Aşım’lar eserde akıcı bir dil kullanmışlardır. Aşım’ın bir eseri olacaktı. Kitap olarak yayınlandı. Adı neydi?”
“Kırgız Halkının Masalları mıydı?”
“Hayır, bekle. Tamam ‘Aydagı Cez Kempir’ (Aydaki Cadı). Okumuş muydun?”
“Evet.”
“Zevkli midir?” diye Mariya abla da söze karıştı.
“Evet.”
“Çocukluğumuzda bizi yaşlılar ayda cadı var diye korkuturlardı. Biz de inanırdık.”
“Aşım Hoca sizden 5-6 yaş küçüktür. Bir defasında sizinle oynayıp büyüdüğünü anlatmıştı.”
“O bizden daha gençti. Küçücük bir torbası olurdu. Ne zaman görsek elinde torbası, kurumuş ekmek yer olurdu. Şimdi bile aklımda. Fakat ben çocuklarla fazla oynayamadım. Bir gün aşık oynarken yanımıza bir adam gelerek: ‘Seni yönetimden istiyorlar.’ dedi. Gittiğimde yönetici yerindeydi. ‘Bugünden itibaren sekreter olacaksın.’ dedi. O zamanlar ata binmekte nasıl zorlandığımı sorma. Yüksek bir tepeye götürerek öyle binerdim.”
Mariya ablayla ikimiz güldük.
“Sonradan alıştım. Ulak oynadığımız günler de oldu. Şirin’e şiirlerden, pionerlerin haberlerinden de oku. Özellikle ‘Bayçeçekey’, ‘Kırgızstan Pioneri’ gazete dergilerine abone olmuştuk.”
“Tamam.”
“Ben gazeteleri vereyim, gel.”
Odasına götürdü. Masanın üzerindeki ‘Kırgızstan Pioneri’ gazetesini bana uzatarak:
“Bu şiirlere bakabilir misin?” dedi.
Biraz okudum. Şiirlerin yazısı ile içerikleri hoşuma gitti. Eserin yazarı Mambetaliev, Ceti-Ögüz ilçesine bağlı 8. sınıf öğrencisiymiş. Meşhur şair Coldoşbay Abdıkalıkov onun için başarılar dilemişti.
“Bazı kendini bilmez şair ve yazarlardan daha iyi yazmış.”
“Evet, bazı şairlere göre daha iyi. Eğer böyle giderse büyük bir şair olacak.” diye beni destekledi.
“Bizde, enstitüde Bilimlerin Küçük Akademisi kurulmuştu. Ona katılan 8. ve 9. sınıf öğrencileri de şiir yazmaya çabalayarak içeriği güzel eserler ortaya koyabilirler.”
“Şimdiki çocuklar her şeyi erkenden öğreniyorlar, biliyorlar; bu da iyidir. Omor Sultanov’un 50. yaş yıl dönümünü yazarlar kutladılar mı?” dedi sözü değiştirerek.
“Henüz değil.”
“Kutlanmamışsa plana almamız lazım.”
Biz yerimizden kalktık…
* * *
17 Eylül’de, Hoca’nın iş yerinde olduğunu öğrendikten sonra “Yazılı Edebiyatın Yeni Gelişim Düzeni” adlı kitabı yanıma alarak saat 18:30’da yanına gittim. Bu kitapta Hoca’nın 1980 yılının Ekim ayında (yukarıda geçen) söylediği sözler de vardı. Yardımcısı E. Borbiev’e bakmak için dışarı çıkmıştı. Selamlaştık.
“Bana mı geldin?” dedi Hoca.
“Evet.” dedim.
Borbiev ile konuştuktan sonra bana dönerek beklememi söyledi. İnsanların hepsi gittikten sonra yanına girdim. Hoca ile konferans hakkında konuştuk.
“Şimdilik acele etmeyin. Biz bir aylığına yurt dışına İngiltere ile Güney Almanya’ya gidiyoruz. İnşallah Ekim (7 Ekim) bayramından sonra düzenleriz.”
Ben yanımda getirdiğim kitabı kendisine verdim. Hoca kendi makalesini inceledi.
“Aa, iyi oldu. Bu konferansın olduğunu unutmuştum.”
“Bundan beş sene önceydi.”
“Kitabı daha yeni mi basılmış?”
“Evet.”
“Bana bırakacak mısın?”
“Hocam sizin için getirdim.”
“Şimdi Moskova ile konuşmam gerek. Kalan sözlerimizi gidene kadar yine konuşuruz.”
Ben vedalaşarak çıktım.
* * *
22 Eylül. Ben koridordan geçerken, Eldar: “Baba arkadaşın geldi” dedi. Hoca mutfakta buzdolabının yanında Mariya ablaya bir şeyler söylüyordu, dönerek selam verdi.
“Aa, sen misin Melis. Arkadaşın dediği için Tacik sanmıştım. Bir Tacik yazarı geldi. Boyu da seninki kadar. Ne var ne yok?”
“Dün Oş’tan geldim. Akademisyen Yunusaliev, Batmanov ve Yudahin için panel düzenlenmişti.”
“İyi, bunu sürekli devam ettirmeye çalışıyor musunuz?”
“Bu panelin ikincisiydi. İlki üniversitede düzenlenmişti.
“Araştırma yaparken bunlar gibi ulu insanların dile getirdikleri problemler ile bağlantı kurmak lazım. Onları yeni malzemeler ve eklerle tamamlamak lazım.”
Ben başımı eğdim. “O zaman siz dersinize devam edin.” dedi ve Tacik arkadaşı ile buluşacağını söyledi.
* * *
1 Aralık. Eldar’ın doğum günü. Bir yandan da biz Şirin’le ders çalışacaktık. Kapı açıktı. Hocalar seyahatten dönmüştü, sesi geliyordu. Hoca, abla, Eldar ve Şirin büyük masada Eldar için İngiltere’den getirdikleri oyuncak gemiyi kurmaya çalışıyorlarmış. Hoca: “Hoş geldin.” diye masadan kalkarak bana doğru yürüdü. Hoca beni kucaklayarak yüzümden öptü, ben de onu öptüm.
“Senin Eldar’ın doğum gününden haberin vardı demek. Biz de aceleyle özellikle Eldar için geldik. Böyle büyük bir oyuncak gemi getirdik.” diye eliyle gemi parçalarını gösterdi.
“Çok güzelmiş.”
“Daha kurup bitiremedik.”
Hep birlikte Eldar’ın gemisini kurmaya başladık. Hoca ile abla sırayla İngiltere’de üretilen çocuk oyuncakları hakkında konuşuyordu. O sırada abla, video kamerayı eline alarak Eldar’ı geminin yanındayken çekmeye başladı.
“Bizi de çek.” dedi Hoca.
Abla kamerayı bize doğru çevirdi.
“Şimdi Melis, sen arşive aldık. Her zaman izleyebiliriz.” dedi Hoca gülümseyerek.
Hoca Güney Almanya ile İngiltere’de gördüklerini anlatıyordu. Bu seferki gezisi onu çok etkilemişti. İyi dinlenmişler. Toplantılarda, oturumlarda Kırgızca da konuşmuş; çünkü oralarda Kırgız, Özbek, Kazaklar da varmış. Dilci Bakinova’nın kitabının da İngiltere kütüphanesinin raflarında bulunduğunu görmüşler. Hoca, bunları büyük bir zevkle anlatıyordu.
“Bekle, gel Maken.” diyerek Hoca, ablayı da alıp yanımızdan ayrıldı. Gemisinin yanından ayrılamayan Eldar’ın yanına gittim. Hoca elinde bir el çantası ile geri geldi. Çantayı masanın üzerine koyup açarken: “Melis, senin saatin var mı?” dedi. Ben ne diyeceğimi şaşırmıştım. Saatim var desem şimdi yanımda değildi, bozuktu ve evdeydi; yok desem de uygun değildi. Ben cevap veremedim, sanki dilimi yutmuştum.
“Haydi, uzat elini.”
“Hocam, zahmet etmeseydiniz.”
“Kuş boon bek bolsun!” (Tuttuğun sağlam olsun!) dedi ve elimi sıkıştırıp bileğime Japon elektronik saatini taktı.
“Zahmet etmeseydiniz.” dedim tekrardan.
“Her zaman kolunda taşı.” diye abla da destekledi.
“Hocam, siz taksaydınız?”
“Bu gençler içindir. İngiltere’de gördüğümüzde sana yakıştırarak özellikle senin için almıştık. Önemli evraklarını bunda taşırsın.”
Ayrılırken Hoca ile ablaya dönerek: “Gelininizin elinden çay içmeye geliniz.” dedim.
“Zamanımız yok, yorulduk.” dediler.
“Sizleri misafir etmeyi düşünüyorduk.”
“Ne zaman?”
“Siz ne zaman isterseniz.”
“Öyle ise yine haberleşiriz.”
* * *
11 Aralık. Telefonum çaldı. Arayan Hoca’ydı.
“Yarın, ikiniz saat 19:00’da bize gelin. Diliya bizimkilerle tanışsın.” dedi.
“Tamam Hocam.” diye sevindim.
“Anneni de yanınıza alın. Başka kimse de olmaz.”
“Teşekkür ederim, tamam Hocam.”
Hocanın doğum gününün 12 Aralık olduğunu hatırladım. Doğum gününde insan yakınlarını davet etmez miydi? Bizi de yakınları gibi gördükleri için ailece memnun olduk, gururlandık.
* * *
12 Aralık. Hediye meselesinde ailece ortak bir karar veremedik. Nasıl bir hediye daha uygundur? Düşüne düşüne sonunda çiçek, kalpak ve kopuz almaya karar verdik. Aalı ile Tursuniyaz adlı arkadaşlarım ile birlikte “Ayçürök” mağazasından kopuz aldık ve üzerine şunu yazdırdık: “Cengiz Hocam, sizin sanatınız ile kopuz sesi dünya halkları arasında seslendirilsin! 12.12.1985”
Saat 19.00 olduğunda evlerine vardık. Kapıyı Şirin ile El-dar açtı. Hoca bizi karşıladı. Tebrik ettik. Ş. Usubaliev, hanımı Valentina İsabaeva ile birlikte geldi. Her yerden telefonla arayarak Hoca’yı tebrik ediyorlardı. Ünlü yönetmen Bolot Şamşiev: “Tebrik etmek için uğrayabilir miyiz?” demişti. Hoca da: “Gelin, buyrun iyi olur.” dedi.
Söze Cengiz Hoca kendisi başladı:
“Bugün benim doğum günümmüş. Belli, yuvarlak sayı olmadığı için, kendi yakınlarımla birlikte evimde sadece çay içmeye karar vermiştik. Ben toplantıdan geldiğimde, Mariya kendisi sofrayı hazırlamış. Ben tek başıma yiyip içmektense sizler ile sohbet etmek istedim. Bakın, Valentina İsabaeva’yı yatakta ağır hasta olduğu halde yerinden kaldırdım. Bolot ise bu evi görmemişti. 1-2 saat için uğrayalım dediler. Sormadan da gelebilirdiniz. Yakınlarım için kapım her zaman açıktır. Ayturgan ise geçende Manşuk’un, Kazak’ın kahraman kızı rolünü oynayıp geldi. Bolot, ikiniz büyük bir iş başardınız. Bunlar ise Melis ile Diliya oğlumuz ve kızımız, bu da anneleri. Gelin iyilik için!”
Hocanın sağlığı ve ailesi için dilekler dilendi. Dilekler iki üç defa tekrarlandı. “Şimdi de sen tamamla.” dedi Hoca bana bakarak. Benden önce Bolot, Şarşen Hocalar dileklerini bildirmişlerdi. Valentina abladan önce konuşmaktan çekindim.
“Abladan önce konuşmak uygun değildir.” dedim.
“Biz, sadece erkekler konuşmuşuz.” dedi Cengiz Hoca. “Değil mi Şake? Bizde hâlâ feodalizmin kırıntıları korunmuş kalmış galiba.” diyerek şakalaştı.
Hepimiz gülüştük.
* * *
27 Aralık. Çoktandır beklediğim bir gün. Konferans olacaktı. Konferans için özel fotoğraf ve kitap hazırlanmıştı. Saat 11.00’e yaklaşıyordu. Halkın aklında tek soru vardı: “Aytmatov konferansa gelip katılacak mıydı?” Ona sadece ben güveniyordum: Cengiz Hoca mutlaka gelecekti.
O sırada Cengiz Hoca’yı taşıyan araba geldi, durdu. İmza alacak insanlar çok fazlaydı, Cengiz Hoca’nın etrafını sardılar.
Hoca onlardan zor kurtuldu. Biz, okuyucular salona geçene kadar dördüncü kata çıktık. Müdürün odasında biraz sohbet edildi ve birlikte fotoğraf çektirdik.
Yazarı, halkımız ayakta alkışlarla karşıladı. Konferansı A. Sadıkov açtı, K. Asanaliev bildiri sundu. Bildiri hoş karşılandı. Ondan sonra Cengiz Hoca konuştu ve soruları cevapladı. Herkes Hoca’yı pür dikkatle dinledi.