Kitabı oku: «Cengiz Aytmatov Günlükleri», sayfa 3
Hocayı uğurlarken: “Gençler fotoğraf çektirsek.” diyorlar deyince Hoca: “Tamam.” diye karşılık verdi. Biz dışarı çıktık. Cengiz Hoca, Keneşbek Asanaliev ve ben beraber dışarı çıktık ve o şekilde fotoğraf çektirmeye başladık. Çünkü “Sen bu tarafa geç, ben bu tarafa geçeyim.” demek için zaman yoktu. Sadece Cengiz Hoca, Keneşbek Asanaliev için: “Siz bir basamak daha çıkmazsanız, görünmezsiniz.” dedi. Keneşbek Hoca aramızdan ayrılınca ben Cengiz Hoca’nın yanında yer almıştım.
* * *
31 Aralık. Saat 18:30. Eski yılın son saatleri. Böyle bir zamanda insanlar yakınlarını tebrik ederek, iyi dileklerini dilerler ya. Biz de Cengiz Hoca’nın ailesini tebrik etmek için gittik. “Hemen girer, çıkarız.” diye düşünmüştük. “Yemek yiyin, öyle gidersiniz.” diye bırakmadılar.
Şampanya açtık. Cengiz Hoca yeni yıl için hepimizi tebrik etti; hepimize sağlık, işlerimizde başarı ve mutluluk diledi. Film izledik. Saat 22.00’ye geldiğinde sofradan kalktık ve evimize dönmekte acele ettik. Çünkü yeni yılı, her ailenin kendi evinde geçirme kültürü vardı. Gece saat 12:00’de Hoca ailemizi kutlamak için telefonla aradı…
1986 Yılı
12 Ocak. Saat 12:00’de gitmeliydim. Duş alırken Hoca telefonla aramış. Annem açmış. “Kazakistan’dan bir yazar gelecek. Bugün bize erken gelebilir mi?” diye aramıştı. Ben de erken gittim. Girer girmez Cengiz Hoca: “Merke’den gelirken Nurpeisov uğrayacağını söyledi. Gidelim, karşılayalım.” dedi.
“Ben tanıyorum, iki defa evinde bulunmuştum.” dedim.
“O zaman iyi.”
Hocayla telefon almak için ‘Ayçürök’e gittik. Kalabalıktı. Tekrar çıktık.
Her şeyden ilginç olanı arabasının ön koltuğuna beni oturtmuştu. Giderken gümrükte bekleyen polisler bize saygı duruşunda bulunuyorlardı. Şoförü Ormon’la gülüştük. Hoca arka koltukta uykulu bir şekilde gidiyordu. Onlar arabada önemli bir şahsiyetin olduğunu arabanın şeklinden anlıyorlarmış.
Kazak edebiyatı hakkında biraz sohbet ettik. Orolhan Bokeev ile yakın zamanda Almatı’ya gittiğinde, Şerhan Murtazaev’in evinde tanıştıklarını söyledi. Ben; O. Bokeev, A. Keldibaev, S. Smataev, M. Magauidin, S. Muratbekov’un eserleri hakkında konuştum. Hoca ise Abiş Kekilbaev’in sanatı hakkında kendi görüşlerini bildirdi ve onun için: “Kazak’ın en iyi yazarlarındandır.” dedi.
“Kırgızistan’da genç yazarlar arasında öne çıkan var mıdır?” diye sordu.
Ben Kırgızistan Lenin Komsomolu Ödülü’nün adayları Cakşılıkov ve Rıskılov’un isimlerini söyledim.
“Uzun hikâye yazanlar var mıdır?”
“İyi yazan yok.”
“Evet, uzun hikâye yazmak kolay değildir. İki cümleyi zor bir araya getiriyoruz.” dedi.
Çok geçmeden önümüzden beyaz bir araba korna çalarak geçti. Biz durduk, Nurpeisovlar da indiler, selamlaştık. Yanında Merke ilçesinin ikinci sekreteri, Almatı’daki Oplitehnik Enstitüsü’nün Rektör yardımcısı da vardı. Hoca, onların arabasına bindi. Biz Ormon’la ikimiz de onları takip ettik. Yoldan çıktık ve tenha bir yerde durduk. Kazak kardeşlerimiz hemen oracıkta sofra kurdular. Bir saat kadar temiz havada dinlendik. Çeşitli konularda sohbet edildi. Eve döndük. Bolot Şamşiev de geldi. Salonda büyük bir masada dördümüz oturduk. Hoca, Nurpeisov, Bolot ve ben. Sofrada Şamşiev’in yeni çekmiş olduğu Manşuk filmi üzerine konuştuk. Çeşitli konularda sohbet edildi. Bolot Hoca erken ayrıldı. Üçümüz birlikte İngiltere hakkında bir film izledik.
18 Ocak 1986 tarihinde ‘Komsomolskaya Pravda’ adlı gazetede yayımlanan makaleyi Hoca’ya götürdüm. Makale kurtlar hakkındaydı. Onlar üzerinde üç dört senedir araştırma yapılmış, onların gündelik hayatı hakkında gözlemlerde bulunulmuş.
Makaleyi bana Aygül vermişti. Televizyondan bugün göstereceklerini söyledim. Hoca sessiz bir şekilde gazeteyi alarak odasına geçti. On dakika sonra tekrar çıkarak, programın ne zaman olacağını sordu: ‘Hayvanlar Dünyası’ adlı bir programda gösterileceğini ve başlamasına üç dört dakika olduğunu söyledim. Hoca, başta sadece uzaktan izliyordu; film ilerledikçe ilgisini çekmeye başladı. Çünkü kendisi de kurtlar -Akbara ile Taşçaynar- hakkında yeni roman yazmıştı. Özellikle bir dişi kurdun yavrulamak için başka bir kurdun yavrularının yuvasını ele geçirme kısmını izleyince heyecanlandı ve şaşırdı.
Biz Çon-Arık’a gittik. Hoca hükümet evinin havuzuna girmeye gitti. Biz abla ve çocuklarla birlikte temiz havada dolaştık. Hoca 18.37’de çıktı, birlikte eve doğru yürüdük. Yolda giderken Hoca’, Hindistan’a gittiğinde maymunların sokaklarda dolaştıklarını anlatarak hepimizi güldürüyordu. Maymunlar, halk arasında dolaşırken ceviz vb. şeyleri insanlara doğru fırlattıktan sonra kaçıyorlarmış. Pazar yerlerinde satıcıların eşyalarını çalarak zorluklar çıkarıyorlarmış.
* * *
Eldar ile Şirin’in dersleri için haftada iki defa Hoca’nın evine gidiyordum. Şirin kendi halinde düşünüyor ve çeşitli konularda kompozisyon yazabiliyordu. Eldar ise harfleri öğrendi, heceleyerek okumaya; temel matematik konularından toplama çıkarma işlemlerini de yapmaya başladı. Eldar, üç dört tane şiir bile ezberledi. Hoca, Eldar ile Şirin’in yazdıklarını kontrol ediyordu. Kendisi de soru soruyordu. Bir gün Eldar:
“Ay doğdu, baksana
Aydan biz yaratıldık
Ay nuru dökülen
Altın gibi çocukluk
Güneş doğdu, baksana
Güneşten biz yaratıldık
Güneş nuru dökülen
Gümüş gibi çocukluk”
şiirini takılmadan okuyunca Hoca sevinmişti.
“Talas’tan iki tane keklik getirmişler. Onları yakalayıp ne elde edecekler ki? Onları doğal ortamına bırakalım. Böylece eve kapanıp oturmak yerine dağ havasında biraz dinlenip gelmiş oluruz.”
Keklikleri kafesiyle birlikte aldı ve arabaya bindi. Mariya abla kamerasını da yanına almıştı. Hızlı bir şekilde Baytik’in tepesine tırmandık. Hoca’yla ikimiz ileri geri dolaşıyorduk, çocuklar da karla oynuyorlardı. Abla ise kış manzarasını çekiyordu. Bazen Hoca: “Onu çek, bunu çek.” diye ablayı yönlendiriyordu.
“Yakında İsviçre’ye gideceğiz. Çocuklara iyi bakın. Aman Toktogulov adlı İç İşleri Bakanlığında çalışan bir genç de sana yardımcı olacak. Çocukların dersleri zayıflamasın. Bakü’de Şahmar adlı bir genç var. ‘Gençler’ gazetesinde Eldar için bir şiir yazmış. Güzel bir şiire benziyor. Benim adıma mektup yazarak teşekkürlerimi bildir…” Ben Aman Hoca’yı tanıdığımı ve bir zamanlar ‘Kırgızstan Madaniyatı’ gazetesinde çalıştığını ve kaliteli bir tenkitçi olduğunu söyledim.
“O zaman iyi.” dedi.
Keklikleri salıvermeyi unutmuşuz. Hoca, çocukları çağırdı ve keklikleri kafesten çıkardı.
“Bakın çocuklarım. Bunlar için de hür hayat lazım. Ne zamandır evde kapalı yatıyorlardı.”
“Ya köpekler yerse?” dedi Şirin.
“Yemeklerini nereden bulacaklar?” dedi Eldar.
“Endişelenmeyin çocuklar, hayat dediğiniz şeyi kolay mı sandınız?”
Dışarısı soğumaya başlamıştı, güneş de yuvasına girmek üzereydi.
* * *
19 Ocak’ta Hocaları Frunze-Moskova treni ile gönderdik. Vedalaşmaya birçok kişi gelmişti: B. Şamşiev, Ş. Usubaliev, K. Akmatov, T. Suvanberdiev ve diğerleri. Birisinin fotoğraf makinesi varmış, üç dört defa fotoğraf bile çektirdik.
O günden sonra üç kez telefonla görüştük. Moskova’dan, İsveç’ten haberleşiyorduk. 16 Nisan’da Moskova’dan geldiler. Sabah erkenden karşıladık. Hoca’nın geleceğini nereden biliyorlarsa yine epey kalabalık olmuştuk. Tren durdu ve tanıdık yüzler görünmeye başladı. Selamlaştık, mutlu görünüyorlardı.
“Hepiniz ne yapıyorsunuz burada?” dedi
Kimse ses çıkarmadı. Onlar Hoca’ya gördüklerini sormaya başladı. Hoca bütün soruları kısa bir şekilde cevaplandırıyordu. Valizler indirildiğinde hepimiz bir şeyleri tutmaya çalışıyorduk. Hoca’nın elinde büyük bir el çantası vardı. Peronda bekleyen öğrenciler de vardı. Biz yürürken: “Bakın, Aytmatov!”, “Elinde çantayla gidiyor.”, “Bu trenle gelmiş galiba.” gibi sözler işitiliyordu.
Valizleri arabayla göndererek caddede yürümeye başladı. Hava temiz ve açıktı. Halkın yeni uyanmaya başladığı saatlerdi. Bir iki araba geçiyordu. Şehrimiz gözümüze çok sevimli görünüyordu.
“Ne de olsa doğduğun yerin toprağı altın, sözündeki gibi şehrimize alışmışız. Ülkeler gezip dünyayı dolaşsan da başkentimiz farklıdır. Böyle bir yer gerçekten de başka ülkede yok, övünülecek kadar vardır. Fakat, yıllar geçtikçe ağaçlar azalmaya başladı. Zaman geçmeden bunlara da iyi bakmalı ve doğru muamele etmeliyiz. Tabiatın kendi kanunları vardır. Zavallı ağaçlar, bunlar da yaşlanmışlar. Ömür bu şekilde geçip gider.” diye konuşuyordu.
Evde bana bir kitap gösterdi. Kapağı güzelce süslenmişti. Kitabın kapağında ‘İyi Haber’ yazıyordu. Yurt dışında Kırgızca olarak yayınlanmış. Ben şaşırdım, Hoca da benim şaşırdığımı hissetmişti ki:
“İsviçre’de verdiler. Buluşmadan sonra bir adam, hiçbir şey demeden elime uzattı. Biraz inceleyince Kırgızca yazıldığını anladım. O adama bunu ne olduğunu sorana kadar adam gitmişti.”
Ben kitabı sayfalarını çevirmeye başladım. Hıristiyanların kutsal kitabıymış. ‘Matfey İncilinden’ diye yazıyordu. Fakat o sırada Hoca’nın neden bana bu İncil’i verdiğini düşünememişim. Oysa, iş kitabın Kırgızca olarak yayınlanmasında değildi; yazarın, Hıristiyanlığa ilgi duyarak İsa ile Pilat’ın kişiliğini yansıtabilmek için bir arayış içinde olduğu zamandı.
“Kitabı istersen sonra alıp okuyabilirsin.” dedi.
“Tamam.” dedim.
Çantamdan yeni yayınlanan ‘Yenilik Tecrübeden Yaratılır’ adlı kitabımı hediye ettim.
“Kendin de büyük bir kitap hazırlamışsın. İyi olmuş. Yine nasıl haberlerin var?”
“Emgektin Artıkçılığı (Emeğin Karşılığı) adlı ödül ile ödüllendirildim.”
“Çok başarılısın. Ben de senin yaşındayken dediğin ödülle ödüllendirilmiştim. 1956 yılındaydı. Ailemiz için büyük bir bayram olmuştu. Çünkü bize ‘halk düşmanının oğlu’ diye sert biçimde muamele ederlerdi. O zamanların hepsi geride kaldı.”
Hoca yerinden kalktı, odasından bir albüm getirerek şöyle dedi:
“Bu resme bir bakar mısın? Geçmiş yıllarda çizilmiş.”
Ben resme bakıyordum.
“İnkılaptan öncesi galiba.” dedim.
“Evet, Avrupa’dan gelen biri çizmiş. Bu resim şu anda Geotheborg şehrinde büyütülmüş vaziyette asılı duruyor.”
“Yayıncılara haber versem nasıl olur?”
“Tamam olur, sen bilirsin.”
Ben albümü yanıma aldım ve eve doğru yola çıktım.
Sonradan ‘Kırgızstan Madaniyatı’ gazetesinde (8 Mayıs 1986) ‘Devrin Bir Görüntüsü’ adlı bir yazı yayımlandı.
27 Nisan’da Hoca’nın evine gittim. Hoca sofraya yeni oturmuştu. Günlük haberler üzerine kısaca sohbet ettik. Hoca gece boyunca eseri üzerinde çalıştığı için yorulduğunu söyledi.
Çoktandır izliyordum; akşam saat 10.00’da yazmaya başlıyor, sabah saat 02.00’den 05.00’e kadar biraz dinleniyor, 05.00’den 08.00’e kadar tekrar çalışıyordu. Gündüzleri de günlük işleri ile uğraşıyordu. Gazeteleri, dergileri, kitapları okuyor ve iki üç saatliğine uyuyup dinleniyordu. Son zamanlarda bu durum sürekli tekrarlanıyordu. Dünyayı titretecek “Kıyamet” romanının sayfaları yazılıyordu. Her gün iki sayfa kadar yazdığına şahit oluyordum. Karalıyor, çiziyor, düzeltiyor sonra en son halini yazıya geçiriyordu. Hoca’nın el yazısıyla yazdığı bazı sayfaları hâlâ saklıyorum.
Bugün Hindistan’dan gelen büyük bir zarfı gösterdi. İçinde üç dört tane fotoğraf, bir program ve bir de mektup vardı.
“Fuji-Yama’yı Hindistanlılar oynamışlar. Ayrıca yeni yazılmış neyiniz varsa bize gönderin, demişler. Benim elimde ise şu anda önemli hiçbir şey yok. Yeni eserimi bitiremiyorum. ‘Yüz Yüze’nin üzerinde tekrar çalışmak istiyorum; ama zamanım yok. Edigey’in dostu Abutalib’in sonraki hayatı hakkında yazmayı düşünüyordum, onu da bitiremeden başka bir işe başladım.”
Hoca, yeni eseri hakkında konuşmuyordu. Sormaya da cesaret edemezsin ki. Hindistan’dan gelen mektubu okudum.
* * *
1 Mayıs’ta eşimle birlikte Hoca’nın evine giderek bayramlarını kutladık. Mutlu görünüyorlardı. İçeri girer girmez Hoca:
“Bayram nasıl geçiyor?” dedi.
“İyi.”
“Sokaklar kalabalık mı?”
“Kalabalık.”
“Ne var ne yok?”
“Sovettik Kırgızstan’a, İzvestiya gazetesine vermiş olduğunuz röportajınız çevrilerek yayımlanmış.”
“Gördüm. Birçok ağız özellikleri bulunuyor. Yeni yazdığım eserin ismi ‘Plaha’ idi. ‘Batalga’ olarak çevirmişler. Çok anlamsız.”
“Batalga’ya baş koyup (odun kesmek için altına konacak büyük ağaç parçası) gibi bir söz var ya…”
“O farklı anlamdadır. Benimki ‘Plaha’. Ruslarda önceleri kafaları kesmek için bir ağaç parçası olurdu, ona ‘plaha’ derlerdi.
Ben de arada kaldım. Eserin içeriğini bilmediğim için yorum da yapamadım.
“En iyisi bunu halka sor. Herkes anlayabiliyor muymuş?”
“Tamam Hocam. Şahmar Akparzade’nin de sizinle olan konuşması ‘Leninçil Caş’ gazetesinin bugünkü sayısında yayımlanmış. İşte burada.”
“Hani, nereden aldın?”
“O göndermiş. Azerbaycan dilini bilen H. Mustafaev ve ben birlikte çevirdik. Onların dilini anlamak zor değilmiş.
“Evet, çok yakın. Ben gittiğimde onlara Kırgızca seslenirim, onlar da bana Azerice.”
Hoca gazeteyi dikkatli bir şekilde incelerken koltuğuna yaslandı.
“Başlığını doğru koymuşsunuz: Azerbaycan Asıl Yerim!.”
Malzeme Hoca’nın hoşuna gitti. Röportaj yapan Şahmar Akparzade’nin çalışkan, yakışıklı biri olduğundan bahsetti.
Biraz sonra hepimiz hazırlanarak dağa doğru gittik. Şehrin dışındaki bir kamp yerinde durduk. Hava açıktı. Otlar çoktan yeşermişti ve buram buram koku saçıyordu. Büyük bir kayısı ağacı çiçek açmış, baktıkça insanı rahatlatıyordu. Hepimiz bu ağaca bakıyorduk. Hoca ise keşke fotoğrafını çekseydik, diyordu. Ağacın dalını eğerek çiçeklerini kokladı ve “Ohh mis gibi!” dedi. O zaman Hoca’nın çoktandır eserinin kahramanlarıyla uğraştığı iç dünyasının biraz hafiflediğini hissettim. O, tabiatta çocuklara benzer bir ruh haliyle şımarmış gibiydi.
Eldar ile Şirin kelebek kovalayıp oynuyorlardı. Mariya abla ile Dili kendi aralarında sohbet ederek önümüzde yürüyorlardı. Hoca: “Ona bak, şuna bak!” diye bazen kendi halinde konuşuyordu. Demirden yapılmış bir salıncağa geldik.
“Gelin sizi salıncakta sallayayım.” diye çağırdı Hoca, abla ile Dili’yi.
“Biz çocuk muyuz?” dedi abla.
“Gel, ben yavaş bir şekilde sallarım. Gençliğimizi yad edelim. Çocukken salıncağı ağlatırdık.”
Abla da teklifi kabul edince Dili’yle ikisi salıncağa oturdular. Ben sallamak istedim; fakat Hoca kabul etmedi. Salıncak gittikçe hızlanmaya başlamıştı. Hoca ise:
“Kızların sallandığı salıncak, Öyle sallanma böyle sallan!
Gelinin sallandığı salıncak, Öyle sallanma böyle sallan!” diye bağırıyordu. O sırada dışarıdan olan biteni izleyen biri olarak bu durum bana çok ilginç göründü. Fotoğraf makinesi olsaydı ve bu anı bir kere çekseydik ne kadar güzel bir fotoğraf olurdu. Tabiatın güzelliği ile insanların iç dünyası her zaman birbiriyle bu şekilde bir araya gelemezdi. Hoca onları korkutmak için gittikçe hızlı sallıyordu. Neşeli bir şekilde kahkahayla gülüyorduk. Eldar ile Şirin de: “Daha hızlı!” diye etrafında dolanıyordu.
“İkinizde kozmonot olacak bir tip var.” diyordu Hoca.
Uzun zaman sallandılar. Hoca, biraz terlemesi dışında henüz yorulmamıştı. Biraz dinlenmek için oturduk. Çocuklar Hoca’nın etrafını sararak bir şeyler soruyorlardı.
Kamp yerini dolaşarak dağa tırmandık. Etraf sessizdi. Taa ileride dizilmiş olan villalar görünüyordu. Gökte beyaz gemi gibi bir iki bulut yüzüyordu.
“Böyle bir yere yurt kurup kımız yudumlayarak yatsan ne güzel olur değil mi?” dedi Hoca.
“Evet.” dedim sadece, başka bir şey söylemedim. Fazla konuşmayan biriyim zaten. Ne diyebilirdim ki. Bunun yanında Hoca’nın kafasında kurguladıklarını bozmamak için çaba göstermeye çalışıyordum. Akbara ile Taçaynar vb. benim bilmediğim kahramanların kaderinin ve hayatlarının hâlâ Hoca’yı düşündürdüğünü hissedebiliyordum. Bir hayli yürümüşüz, geri döndük.
“Sizlere ulaşmak zormuş. Havası güzelmiş. Ev yapacaksın böyle bir yere yapacaksın.” dedi abla.
“Ev kurmak kolay mı ki? Çok zahmetli iştir. Öncelikle zaman lazım; sonra kerpiç, çimento, ağaç. Bir sürü iş.”
Aşağı doğru indik ve akarsuyun yanında durduk.
“Su nasıl geri akmazsa geçen ömrümüz de geri gelmez. Günler durmadan geçiyor.”
“Hocam, geçenlerde Rus bir teyze ile tanıştım. Sizi iyi biliyor. Aziz Saliev Yazarlar Birliği’nde sekreterken orada daktilocu olarak çalışmış. O zamanlarda sizin “Labaratoriya ZET” adlı eserinizi o yazıya geçirmiş. O eserin el yazma nüshası sizde var mıdır?”
“Nereden olacak. Onun üzerinden otuz sene geçti.”
“Ne hakkında yazmıştınız?”
“Savaş silahlarını üreten bir fabrika hakkında yazmıştım. Gelen casusları yakalatma gibisinden. Edebi eser konusunda o günkü anlayışımız o şekilde olsa gerek. Eserler bazen zamana göre üretiliyor.
Eve döndüğümüzde hemen ‘batalga’ kelimesinin anlamı için K. Yudahin ile C. Mukambaev’in sözlüklerine baktım.
Sonraki gidişimde sözlüklerdeki kelimenin anlamını daktiloda yazarak gittim. Hoca kağıttaki yazıyı okudu ve sessiz bir şekilde masanın üzerine koydu. Salona geçtiğimde çocuklar Japon televizyonundan J. London’ın ‘Beyaz Diş’ adlı uzun hikâyesinden esinlenen çizgi filmi izliyorlardı. Biz de izledik. Beyaz Diş’in kurtlarla, köpeklerle olan kavgalarını izlerken Hoca: “Benim Akbara’m da Taşçaynar’ım da yeleli, güçlü ve dövüştüğünü sağ bırakmayan cinstendir.” dedi. Bu konuşmasından İngiliz yazar ile Hoca’nın yeni eserinin arasında birtakım benzerliklerin olduğunu hissettim.
* * *
6 Mayıs’ta Hoca’yı, Kırgızistan Yazarlar Birliği Başkanı olması nedeniyle tebrik etmeye gittik. Bayram ya da iyi bir haber duyunca her zaman ziyaret etmek alışkanlık haline gelmişti. Hoca çiçekleri severdi. Çiçekler odasına sığmıyordu. Tebrik edenler getirmişti galiba. Hoca, “Konuşalım.” dediğinde kalkmadan oturmak gibi bir alışkanlığım var. Hoca’yla karşılıklı koltuklara otururduk, bazen de o yanımdaki koltuğa otururdu. Konuşurken göz kırpmadan yüzüme bakardı. O anki bakışları, insanın iç dünyasına yerleşerek sanki röntgen çeker gibiydi. İnsanın alnından ter akar, söylemekte olduğu sözleri unutur, fikri dağılırdı. Düşünceleriyle sözlerinin birbiriyle bağlantılı olmadığını düşünür, onları birleştiremediği için konuştuğuna pişman olurdu.
“Yazarlar Birliğine gitmeniz iyi oldu diye düşünüyorum.”
“Öyle mi, yazarlarla çalışmak kolay mı diyorsun? Biraz bizimle çalışın, dedikleri için zorla kabul ettim. Herkes kendi eserini yazsa da toplantılarda akan sular gibi kimseyi dinlemezler, yiğitsen durdurmaya çalış. Sen de Yazarlar Birliğinin üyesi misin?
“Evet, bu sene üye oldum.”
“Gençlerle üyelikleri doldurmazsak olmaz. Üç dört kitabı olanlar da üye olamıyorlar. Gençlere geldiğimizde kitabı ne zaman yayınlanacak diye beklemememiz lazım. Onlara sıra gelene kadar yaşları kırkı geçiyor. Sonra da genç şair, genç yazar olarak dolaşıyorlar. Şiirleri, hikayeleri gazete ve dergilerde yayımlandı mı o yeterlidir. Yetenekli mi, yeteneksiz mi; edebiyat alanına faydası var mıdır, yok mudur oradan öğrense olur. Yetenekli olanları hiç çekinmeden üyeliğe almamız gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatın yükünü sonraki nesillerin taşımaları lazım. Göster gençlerden kimler var, dikkat çeken biri var mıdır?
“K. Belekov, N. Kaparov, B. Usubaliev, Ş. Düyşeev, C. Mederaliev, A. Matisakov, S. Tanaliev ve diğerleri.”
“Bak işte, siz aynı dönemde yetişen gençlersiniz. Geçenlerde birine, bizden sonra gençlerden kimler var dediğimde; O. Sultanov’u, C. Mamıtov’u, M. Bayciev’i gösterdi. Onlardan sonrası… Bu şekilde nesillerimizin merdiven gibi olması lazım.”
Sohbetimizi telefonun zili bozdu. Birisi tebrik etti galiba. Şakalaşarak konuştular, Hoca ona teşekkür etti. Dışarı çıktık. Mayıs ayıydı, ay açıktı. İnsan sokaklarda dolaşmak istiyordu. Akademinin Jeoloji Enstitüsü binasına doğru yürüdük.
“Burada 1952 yılında ‘Manas’ hakkında büyük bir panel düzenlenmişti. Ne konuşulacak diye gençlerle birlikte gitmiştik. O zaman Auezov’u ilk defa görmüştüm. Panel çok kalabalıktı. ‘Manas’ destanımızın kaderi konuşuluyordu. Auezov’un söz ustalığı, bilim insanlığı ve cesareti ‘Manas’ı korumuştu. Korkmadan açık ve net bir şekilde konuşuyordu, alkışlıyorduk. Samimi konuşması, neşesi ve iç dünyası benim hoşuma gitmişti. Derin bir şekilde saygı gösterdim. Kader dediğin çok ilginç bir şey, sonradan baba oğul gibi olduk.”
“1979 yılında Almatı’ya gittiğimde Edebiyat Enstitüsünü sizinle okuyan Kazak yazarları Satar Seythazin, Capar Ömürbekov ile tanıştım. Onlar; sizin Auezov ve Aragon ile Moskova’da görüştüğünüzü anlattılar.”
“Auezov ile bir kere olsun fotoğraf çektirmemişim. Hepsi sonsuza kadar yaşayacakmış gibi önemsememişim. Tek fotoğrafım var…”
Sözümüz kesildi, Hoca derin bir düşünceye kapılmış gibiydi. “Nasıl bir fotoğraf acaba?” diye merak ediyordum.
Sonra gördüm o fotoğrafı, Auezov’un tabutunu sırtında taşırken biri çekmiş. Bu çok acıklı bir fotoğraftı. Hoca’nın niye sessiz kaldığını o zaman anlayabildim.
Konuyu değiştirdik.
“Köyden gelen kızların şehirde yaşaması zor oluyormuş. Benim danışmaya birisi geldi gitti, doktormuş. Söylediklerini dinlerken şaşkınlıktan tüylerin diken diken olur. Aile kuramadan, bebeklerini doğumevlerine bırakıp kaçanların sayısı çoğalmış. Çocuğun vebali kimedir, bebeğin suçu nedir?!”
Hoca sanki hırslanmış gibiydi. Ben ne diyeceğimi bilemiyordum, yavaşça yürüyorduk.
“Isık Göl’e gidiyor musun?”
“Bazen.”
“Öyle bir yer bulamazsın. Hiç değilse gölümüzü temiz koruyabilsek. Gideceğim diyorum; ama gidemiyorum. İşlerim çok.”
O sırada Ormon geldi, eve girdik. Yanımda dört kitap getirmiştim imzalattırdım (Askar, Gülmira, Ulugbek ve Aygül için). Hoca’yla birlikte C. Cumanov’un resmini duvara astık. Resimde yayladaki yurt çizilmişti.
* * *
9 Mayıs. Zafer Bayramı’ydı. Çocuklarla dersimiz her zamanki gibi devam ediyordu. Eldar ile Şirin masallardan hoşlanıyordu, özellikle çocuklar için yazılmış şiirleri bulmak da zordu. Basit bir şekilde ve çocuklar için gerekli seviyede yazmak, her yazarın elinden gelebilecek bir şey değildi. ‘Bayçeçekey’, ‘Kırgızstan Pioneri’, ‘Caş Leninçi’den arıyoruz. Bir gün Hoca da bu konuda bana soru sormuştu: “Çocuklar için yazanlardan kimler var?”. A. Kadırov, B. Asanaliev, K. Cunuşov’un isimlerini söyledim; ama gerçeğini söyleyecek olursam onların bütün eserlerini bilsem de şiirlerinden bir satır olsun ezbere bilmiyordum.
“Çocuklar için yazan şairlerin, şairlerin şairi olması lazım.” demişti. O günden beri şiir ezberleriz.
“Karagat (Frenk üzümü) karagat
Olgunlaşmış eğilip
Kırmadan ye
Kırman işe yaramaz”
Çocuklar birbiriyle yarışarak okuyunca Hoca’nın neşesi de yerine geliyor: “Aferin!” diye tekrarlar dururdu. Çocuklarına bu şekilde muamele edişi, yaptığımız işin başarılı bir şekilde ilerlemekte olduğunun göstergesiydi.
Bugün de marangoz Anataliy gelerek duvara birçok resim astı. Azerbaycan’ın meşhur ressamı Djavadov, 2x3 metre boyutunda bir resim göndermiş. Bu resim duvarın bir tarafını tamamen kaplamıştı. Ressamın tekniği ilginçti. Resme baktığında ne olduğunu hemen anlayamıyordun. Boyaları açıktı. Resim insanı büyülüyordu. Biraz küçük olan resimde ise Karanar’ı çizmişti. Çok kaliteliydi. Yine başka birçok resim asıldı.
Ukrayna’daki nükleer santralin patlamasına çok üzüldü: “Bir insanın ölümü bile büyük bir trajedidir; bazen birçok insan öldü, dediğimiz oluyor”.
Ben fazla durmadım. Kazak tiyatrosunun ‘Toprak Ana’ adlı oyununu bugün televizyonda göstereceklerini söyledim.
Hoca, akşam evi arayarak tiyatro oyununun saat kaçta olacağını sordu.
* * *
Kırgızistan Yazarlar Birliğinin 8. oturumu olurken, Tukay’ın doğum yıl dönümü kutlaması için davetiye aldı. “Benim yerime sen git.” dedi. Fakat kutlamaya yetişecek gibi değildim, uçak biletim de yoktu; amacıma ulaşamadım.
Oturum canlı bir şekilde devam ediyordu. Colon Mamıtov bildiri sundu. Konuşma yapanların çoğu önemli meseleler üzerinde duruyorlardı. Ben Hindistan’dan gelen Nasar Şakil ve İngiltere’den gelen bilim adamıyla birlikte oturuyordum. Şirin’i Hoca bana teslim etmişti. İki misafir filarmoninin salonuna şaşkınlıkla bakarak bir şeyler karalıyorlardı.
Ara verildiğinde misafirlerimiz yorulduklarını söyleyerek misafirhaneye geçtiler. Aniden Hoca’yla karşılaştım. Cebinin birini boşaltınca avucunda bir sürü kâğıt parçaları çıktı. İkinci cebinden de bir kâğıt parçası çıkararak: “Seni biri şikâyet etmiş. İsmini söylemek istemiyorum; çünkü sonradan özür diledi. Hiç alakasız bir mesele için şikâyet etmiş. Aytmatov’un eserlerini çevirmek istiyorum; ama o izin vermiyor, demiş.”
“Aytmatov’u çevirmek senin elinden gelmez.” demiştim. Hoca’dan bunu duyunca biraz rahatladım. “Ağır bir suçu üzerime atarak, suçsuzu suçlu yerine koymuş.” diye düşünmüştüm.
Diğer cebinden çıkanları Hoca masasının üzerine koymuştu. İncelediğimde bunun gibi birbirini suçlamalar az değildi.
Bu şekilde arkadaşlarını gizli bir şekilde kötüleyenlere şaşarım. Bazı yazarlardan artık gönlüm soğudu. Akşamki yemeğe Hoca beni yanında götürdü. Arabada giderken, Tukay’ın kutlamasına yetişemeyeceğimi söyledim ve hakkımda yapılan konusunda gereken açıklamayı yaptım. “Hmm, tamam.” dedi. ‘Narın’ restoranına gittik. K. Akmatov, T. Abdumomunov, O. Sultanov, C. Mamıtov, K. Cusupov, Ö. Danikeev bizi bekliyormuş. Onlar bana biraz dikkatle baktılar; çünkü daha iyi tanımamışlardı. Üst kata çıktık, misafirler de oraya geldi. Hoca, D. Kugultinov, B. Bedyurov gibi diğer misafirlerle görüştü. Onlar da Hoca’ya sanat hayatında başarılar diledi.
Ertesi gün çocukları alarak ‘Manas’ havaalanı tarafına gittik. Misafirleri karşılarken oradaki bahçede çiçekleri görmüşler. O manzarayı çekmek için gelmişiz. Abla çiçekleri kamerayla çekiyordu. Hoca’ya, Altay’a gittiğimde Borontoy Bedyurov’un evinde kaldığımı ve O. Şestinski, M. Kiliçiçakov gibi şairlerle tanıştığımı söyledim. Borontoy’un “C. Aytmatov’a” adlı Al-tayca yazılmış şiirini gösterdim ve okudum.
“Size, kahramanlarınıza yazılan şiirler oldukça fazla. Toplayıp bir kitap haline getirmek istiyorum.”
“Gerek yok!”
Böyle bir cevap beklemiyordum. “Keşke söylemeseydim.” diye düşündüm. Biraz bekledikten sonra:
“Hocam, o şiirleri ben beş yıl öncesinden biriktirmiştim. Gazetelerden, dergilerden ve kitaplardan aldım. Her biri başka bir yerde yani dağınık halde. Onları toplayarak okuyucularınıza sunsak fena olmazdı.”
“Öyleyse yayınevi kendi karar versin. Gerekli midir, değil midir baksınlar.”
“R. Gamzatov, M. Dudin, D. Kuguldinov, K. Kuluev, K. Kurbannepesov, Şukurulo, S. Eraliev…” diye saymaya başladım. “Sadece bunlar da değil, besteci İ. Cakanov da Daniyar’ın şiiri, Cemile’nin şiiri, Asel’in şiiri şeklinde besteler yapmış.”
“Besteyi dinlemiştim, kulağa hoş geliyor. Kazaklar, Kırgızların özel bestecisine dönüştü. Onun halk arasında yayılmasının üzerinden yirmi yıl geçti sanırım.”
“1963 yılında siz Lenin Ödülü’ne layık görüldüğünüzde Kazak televizyonuyla radyosu buluşma hazırlamışlar. İlk defa o zaman çalınmış. O günkü fotoğrafınız bende var.”
Eve erken döndük. Hemen söylemek isterim ki eve gelir gelmez şiirleri toplamaya başladım. Yayınlanması için yayınevine götürdüm; ama kabul etmediler.
Yayının editörü S. Şatmanov’la birlikte Yazarlar Birliğine giderek S. Cusuev, K. Akmatov, O. Sultanov’a şiirleri incelemelerini teklif ettik. Nesil bölümünde ele alındı. Esasen beğenildi. Alınacaklar alındı, eklenecekler eklendi. Yazarın 60. doğum yıl dönümü kutlaması için yayına hazırlandı. 1989 yılında kitap ‘Izaat’ adıyla yayınlandı.
* * *
Hoca, Şirin ve abla Moskova’daydı. Eldar anneannesi ile kalmıştı. 15-16-17 Haziran’da telefonla görüştük. Asıl mesele Eldar’ı Moskova’ya ulaştırmaktı. 18 Haziran’da ikimiz uçakla Moskova’ya gittik. Hoca arabasını uçağın yanına kadar getirtmişti. SSCB’nin Yüksek Meclisi’nin vekili olarak buna izni vardı. Milletvekili odasına gittik ve su içtik. Valizlerimizi aldık. Hoca büyük bir çanta getirdi. Kırgızistan’dan bizimle birlikte gelenlerin hepsi ona bakıyordu. Yol boyu sohbet ettik. Isık Göl hakkında ‘Sots İndustriya’ gazetesine verdiği röportajın ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesinde, N. Şakil ile olan röportajın da ‘Kırgızstan Madaniyatı’ gazetesinde yayımlandığını söyledim.
Eldar’ı seviyordu, özlemiş olmalı. ‘Moskva’ otelinin yanında durduk ve restoranda yemek yedik. Bol miktarda yemek söyledi, hepsinin tadına baktık ve eve geçtik. Yanımda getirdiğim gazeteleri verdim ve otele geçtim.
Ertesi gün öğleye doğru Hoca’nın yanına gittim. Gende-Rote adlı fotoğrafçı vardı yanında. Birlikte fotoğraf çektirdik. O fotoğrafı sonra Hoca bana verdi. Gazeteleri okumuş, iki yerde ‘Ulu yazar’ diye geçiyordu. “Ulu, kelimesini kullanmak olmaz.” diye uyardı. Musa Murataliev’i arayarak Kırgız gazete ve dergilerinde ‘ulu’ kelimesinin kendisi için kullanılmamasını söylememi istedi. Aslında gazetelerin içeriklerinin genel olarak iyi olduğunu söyledi. O sırada birisi, Hoca’yı ve T. Sıdıkbekov’u ‘milliyetçi’ diye yukarıya şikâyet etmiş. Bu şikâyetçi: “Kırgızistan Yazarlar Birliğinin 8. oturumu Kırgızca yapıldı. Dil meselesini ele aldılar.” diye şikâyet etmiş. Hoca da iki üç gündür Kremlin tarafına bu konuda açıklama yapmaya çalışıyormuş.
Isık Göl Formuna davet edilecek misafirlerin listesi hazırlanıyordu. Bolduin, Tofller, Kurasova, Fellini… Benim aklım Garcia Marquez’te idi. Listede vardı; ama işaretlenmemişti.
“Hocam, Marquez gelecek mi?”
“Bilmiyorum. Nerede olduğu belli değil, haberleşemiyoruz…”
“20 Haziran’da ailesiyle birlikte Riga’ya gitti… Yurmala’da tatil yapacaklarmış. Ondan sonra yurt dışına Finlandiya’ya gideceklerdi. Ben ve meşhur sanatçı A. Zolotov birlikte onu tren garına götürdük…”
* * *
29 Ağustos’ta yurt dışından geldiler. K. Akmatov, Ş. Usubaliev ile onu havaaalanında karşılamaya gittik. Finlandiya’da ‘Kıyamet’ romanının filminin çekilmekte olduğunu söyledi. ‘Literaturnaya’ gazetesinde yayımlanan ‘Ötölgölüü Ömür’ (İ. Rişina ile olan sohbeti) adlı makalesi üzerine konuştuk. Ana dil meselesi ülkemizde ilk kez ele alınıyordu. Bu konu hakkındaki fikrini çekinmeden belirtmişti. ‘Kıyamet’in yazılışı ve Bulgakov’un ‘Master ile Margarita’ adlı romanı hakkındaki fikirleri de vardı. Kırgız gazeteleri de bunları yayımlamıştı. Biriktirdiğim malzemeleri teslim ettim.
Gürcistan’daki film yapım ekibinden bir heyet gelerek ‘Kıyamet’ romanındaki ‘Cetinin Biri’ (Yedinin Biri) bölümünün filmini çekme konusundaki fikirlerini ilettiler. Hoca onların fikirlerini kabul etti ve kendi tavsiyelerini de onlara iletti. Gürcü şair Nanoşvili hakkındaki fikirlerini de söyledi. ‘Cemile’ adlı uzun hikâyesi üzerine makale yazdığını bildirdi.
‘Delbirim’ adıyla basılan ‘Al Yazmalım’ adlı uzun hikâyesi üzerinde durdu. Yazar eserin yeni isminden hoşlanmadı. Belki de ‘Al Yazmalım’ denmesine alışmıştı. Bununla birlikte bir başka eserinin isminin ‘Gülsarat’ şeklinde birleşik yazılması da hoşuna gitmemişti. ‘Gözden Geçen Kıyılar’ adlı kitabın isminin de ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ olarak kalmasından yanaydı. ‘Gün Olur Asra Bedel’ yerine de ‘Yüzyıldan Uzun Bir Gün” adının kullanılmasının daha doğru olacağını söylüyordu. Fakat, bunların hepsi yazarın istediği gibi kullanılmıyordu. Hoca kendi görüşlerinden dönmeyeceğini bildirdi…