Kitabı oku: «Cengiz Aytmatov Günlükleri», sayfa 4
17 Eylül. Lenin Kütüphanesine yürüyerek gittik. C. Mamıtov, K. Moldobaev ve R. Otunbaeva da oradaydı. Yurt dışından gelecek olan misafirlerin fidan dikme merasiminin nerede olacağı belirlenmişti. Hoca, programı en küçük detaylarına kadar anlatmaya çalışıyordu. Düşündükleri gerçekleşmiş gibi herkesle sakin bir şekilde sohbet etmeye başladı ve benimle C. Mamıtov’u Yazarlar Birliğine gönderdi.
O sıralarda C. Mamıtov Çin’deki Kırgızları ziyaret edip gelmişti. Onlar, C. Mamıtov’la Hoca için kitaplar göndermişlerdi. Kitaplar Arap alfabesiyle yazılmıştı. “Sen bunları Cengiz Hoca’ya vermeden önce fotoğrafını çekerek ‘Kırgızstan Madaniyatı’ ya da ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesine haber olarak ver.” dedi şair. ‘Sovettik Kırgızstan’ gazetesinde kitapların resimleri yayımlandı (28 Eylül, 1986).
* * *
‘Kıyamet’ romanını okuduktan sonra sabrımın tükendiği ve heyecandan yerimde duramadığım iki üç gün geçirdim. Romanın final bölümü beni çok etkilemişti. Akbara’nın, Kenceş’in ve Boston’un hayalleri aklımdan silinmiyordu. Çıkışı olmayan bir karanlığa saplanmış gibiydim. Yeryüzündeki her şey tamamen yok olmuş, yaşam durmuş gibiydi. Yaşadığımı hissetmiyor gibiydim. Makale yazmaya başladım. Bütün içimdekiler kâğıda dökülüyordu…
Ertesi gün Isık Göl Formuna gelecek olan misafirleri karşılamamız gerektiği söylendi. Gece boyunca gelen misafirleri yerleştirmiştim. Akşam saat 19.00’da Hoca’nın bahçesinde misafirleri karşılama ve eve getirme görevi de bana verilmişti. Hoca da onları beşinci katta karşılayacaktı. Aslında güneşin erken batmasını istiyordum; fakat bu durumda zaman geçmek bilmiyordu.
Yepyeni arabalar birbirini takip ederek durdu ve her birinden ikişer insan iniyordu. Sonradan anladım ki misafirlerin yanındakiler tercümanlarıymış. Kime ne diyeceğini şaşırıyorsun. Yol gösterdim. Kadınlar asansörle, erkekler de merdivenle çıktı. Hoca’nın neşeli ve gür sesinden misafirlere karşı samimi davrandığını hissediyordum.
Masa uzun bir şekilde hazırlanmıştı. Masanın üzerindeki çeşitli yemeklerden, isteyenler istediklerini tabaklarına koyduktan sonra ayakta durmak isteyenler ayakta, oturmak isteyenler de oturarak sohbet ediyordu. Eğer biri herkesi ilgilendiren bir konuda bir şey söyleyecekse onların dikkatini çekerek kısa konuşmalar yapıyordu.
Misafirlerin neşesi yerindeydi. Hoca, her birinin yanına giderek onlarla sohbet ediyordu. Fotoğrafçılar da o anı yakalamaya çalışıyordu. Hoca, kendi halindeyken Kırgızca şarkılar mırıldanıyordu: “Manas, Manas olduğu…”
Federiko Major aniden bu şiiri yazıvermişti:
“Ak kar kaplanan tepeler
Güneş nuruyla parlayıp
Durduğu anda dibi olmayan
Isık Göl’e yansıyarak
Kıyıdaki yapraklar ile çiçeklere sonbahar çeşitli renkler ve sayısızca göz kamaştıran güzelliği getirdi.
Ve o güzellikten nazik ilkbaharın genç fidanı gibi faydalı oldu aniden parlayan bir ümit.
Korkmayan, çekinmeyen gençliğin gücü ile kaynaşarak, alay dolu şüphelerden yorulan yüzümüz onun parlayan nurlarına büründü.
Muhteşem güzellikteki Isık Göl’ün kıyısında hepimiz, güzelliğe sunuyorduk ellerimizi…
Şiir, herkes tarafından beğenildi. Türkiyeli besteci Livaneli de gitarıyla güzel bir parça seslendirdi. Etrafında Kemal, Ottero, Müller, King, Major, Tofller, Forti, Tekle ve kardeş Bolduinler oturuyordu. Sadece Nobel Ödülünün adayı K. Simon sessiz ve düşünceli bir şekilde oturuyordu. Sadece tercümanı ile sohbet ediyor gibiydi. Kalabalığı ve gürültüyü sevmediğini her haliyle belli ediyordu. Bu hareketi benim hoşuma gitmedi, başkaları da öyle düşünüyordur.
İçimden: “Seni kulaksız… O kadar uzun yoldan gelip de sessizce oturmak da nedir?” diye düşündüm.
Kırgızistan’da bulunan misafirlerimiz ülkelerine döndüklerinde SSCB’deki değişiklikleri, Kırgız halkının başarılarını, misafirperverliğini, göl kıyısında geçen konuşmaların amaçlarını geniş bir şekilde ülkelerinde paylaştıkları, propaganda şeklinde makaleler de yazmışlardı. Cengiz Aytmatov ise bu konuda birçok merkezi ve devlet basınında, televizyonlarda, radyolarda kendi fikirlerini açıklıyordu.
* * *
26 Ekim’de birçok Kırgız yazarıyla birlikte Kazakistan’daki Kırgız Edebiyatı Günlüğüne katılmak için yola çıktık.
Hoca akşama doğru gelmişti. Yolda arabanın yakıtı bittiğinden geç kalmışlar. Yakıtın da sıkıntılı olduğu dönemdi. Şoförü Ormon’un anlattığına göre kimse durmamış, 2-3 saat yolda beklemişler. O zaman Hoca kendisi arabalara el kaldırarak yakıt getirtmişti. Hoca’yı hemen Kazak kardeşlerimiz karşılayarak meşhur şairlerden biri olan M. Şahanov’un evine yemeğe götürmüşler.
27 Ekim’de Lenin, Auezov ve Abay’ın heykeline çiçek koyma merasimi oldu. Herkes Hoca’nın etrafında toplanarak fotoğraf çektirmeye çalışıyordu. Kırgızistan’dan gelenler N. Nazarbayev’in misafiri olduk. İki halkın arasındaki tarihî ve kültürel bağlar konusunda Hoca, T. Sıdıkbekov, T. Kasımbekov, S. Eraliev, N. Baytemirov ve O. Süleymanov konuşma yaptı. Akşam da Abay Devlet Opera ve Bale Tiyatrosunda açılış yapıldı. Halk kalabalıktı, açılışı Olcas yaptı. Hoca’nın konuşmasını herkes dikkatle dinledi. Konuşma kuvvetli bir şekilde alkışlandı. S. Eraliev ile M. Şahanov’un şiirleri güzeldi. Ben hemen Kazak şairden el yazısını istedim ve ‘Izaat’ kitabının içine yerleştirdim.
İki halkın dostluğu üzerine güzel sözler söylendi. Salon muhteşemdi. Konserden sonra B. Cakiev, N. Carkınbaev, S. Cusuev, O. Sultanov ile M. Şahanov’un evine gittik; şiir gecesi gibiydi. Akşam geç döndük.
Ertesi sabah erken kalkıp yürüyüş yapıyordum. Hoca yazarlar ile karşımdan çıktı. Herkes ile selamlaştım.
“Nerelerde geziyorsun, görünmüyorsun?” dedi.
Ben duraksadım ve içimden: “Aramış galiba, burada olması gereken zamanda şu yaptığıma bak. Gece orada kalıp şimdi geliyor, diye düşünüyor herhâlde.” diye geçirdim.
“Gösterişli açılıştan sonra burada banket yapıldı. Sana baktım göremedim. Gençtir, arkadaşlarıyla gitmiştir diye düşündüm.”
“Şahanov’un evindeydik; Cakiev, Sultanov, Carkınbaev’le birlikte. Dün sizin de uğradığınızı söyledi” dedim.
“Aa, tamam iyi o zaman.”
Biraz hafifledim. Hoca arkadaşlarıyla görüşmeye gitti. Biraz bekledik.
“Biz 19 numaralı odadayız. Bize uğrar mısın?” dedi.
Gittim. Eldar’ı da yanlarında getirmişler. Oynuyor, bisiklet sürüyordu. Yanlarında K. Muhamedcanov, O. Süleymanov vardı. Onlar beni tanıyordu; ama Hoca yine de bizi tanıştırdı. Niye çağırdığını da bilmiyorum. Sabah kahvaltısını birlikte yaptık ve kalktık. Hocalar, o gün tekrar Frunze’ye doğru yola çıktılar. Meşhur yazar S. Berdikulov’u yanında götürdü.
T. Sıdıkbekov, S. Eraliev, N. Baytemirov, K. Artıkov, O. Sulatnov, A. Ömürkanov ve diğerleri ile Cambıl’a doğru yola çıktık. Edebiyat Günlüğünde Kazak topraklarını gezerek, halkın saygısını, hürmetini gördük.
Nerede olursak olalım Hoca’nın ismi tekrar tekrar zikrediliyordu. Hatta ilçelerin ve kolhozların gazetelerinde bile Hoca için yazılan şiirleri, dilekleri okuduk.
Edebiyat Günlüğü’nde Kazakistan’ın çeşitli bölgelerinde O. Sultanov, C. Sadıkov, B. Sarnagoev, S. Cusuev, A. Cakıpbekov, Ö. Danikeev, K. Akmatov gibi belli başlı şair ve yazarlarımız yanımızda bulunuyordu.
Bugünlerde benim makalelerim ‘Sotsiyalistik Kazahstan’, ‘Kazakstanskaya Pravda’, ‘Veçerniy Alma-Ata’, ‘Leninşil Caş’, ‘Kazak Adabiyatı’ gibi diğer gazetelerde yayımlanmıştı.
Almatı’da tekrar görüştük, şiir gecesi düzenlendi. İki halkın şairleri birbiriyle yarışarak şiirlerini okudu. Özellikle Baydılda Sarnogoev ‘Cengiz ve Ben’ adlı mizahi şiirini okuduğunda dinleyiciler eğlenerek şaire alkışlar yağdırdı.
Kazakistan’dan döndükten sonra Edebiyat Günlüğü’nde olan biten her şeyi Hoca’ya anlattım.
* * *
12 Kasım sabah saat 8.00’de telefon çaldı. Arayan Hoca’ydı. Akşamleyin tren ile Moskova’ya gideceklerini söyledi. Üç, dört gündür kendi işlerimle meşgul olduğum için görüşemediğimden kendimi rahatsız hissettim. Saat 17.00’de onları uğurlamak için Ş. Usubaliyev ve T. Suvanberdiyev gelmiş. Hava biraz yağmurluydu. Kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Altı yedi yaşlarında bir genç, yanında gözü görmeyen bir ihtiyarla Hoca’ya doğru yöneldiler. Biraz sonra Hoca beni çağırıp beyaz kâğıt, kalem sordu ve zarf getirmemi rica etti. Hoca, dünya çapında meşhur olan doktor arkadaşı S. Fedorov’a ihtiyarı kabul etmesi için selam göndermişti.
Tren hareket etmek üzereyken Şirin komportımandan çıkmak istemedi ve ağlayıverdi. Hoca ne yapacağını bilemediği için benim de vagona binmemi istedi ve Bişkek istasyonuna kadar birlikte gittik. Şirin’i nazlandıra nazlandıra biraz oyaladı. İnerken Hoca, elinde kâğıda sarılmış poşette bir şeyi bana uzattı.
“Kuzu etiymiş, kellesi de var. Suvanberdiyev getirmiş. Bozulur, evdekilerle yiyin.”
Ne diyeceğimi şaşırdım. Tren hareket etti. Ellerimizi sallayarak Şirin’le ikimiz kaldık. Çok ilginç yemek bize nasip olmuştu. Büyük bir kırmızı elma da var, tatlılığına bak…
* * *
12 Aralık. Önemli bir gündür. İlgiz ağabey, Roza abla, T. Suvanberdiyev ailesi ile geldi. Tercüman, edebiyatçı V. Korkin de geldi. Telefonla arayıp kutlayanlar da çoktu. Rahatça sohbet edip Finlandiya’da bulunduğu döneme ait bir film izledik. Hoca’nın zaman zaman filme çekilmesi iyi olur, diye düşündüm. Nereye gittiği, nerede tatil yaptığı, kimlerle görüştüğü herkesin ilgisini çekiyordur. Bu kayıtlar nesilden nesile kalacak büyük bir tarihtir. Bu olayları kimse anlatamaz, filmini ise istediğin kadar izle, sanki sanatkârane bir film. Bizim hoşumuza gitti.
T. Suvanberdiyev Nobel Ödülü hakkında söze başladı. Oysa, ‘İnostrannıy Jurnal’ (Yabancı Dergi)’da Cengiz Aytmatov Nobel Ödülünü almaya en uygun aday şeklindeki bilgileri yabancı yayın organlarından alarak yayımlamış. Hoca: “Bana ödül lazım değil, sağ olup huzur ve barış içinde bulunmaktan daha iyi bir ödül yoktur.” diye hiç aldırış etmeden cevap verdi. Abla ise dergide yazılan haberin doğru olduğunu işaret etti. Fakat Hoca’nın ‘Paravda’da, İsveç Başbakanı Palma hakkındaki makalesi Batı’da, ABD’de ters anlaşılmış; çünkü orada bu meşhur insanın trajik ölümünde CIA parmağı vardır gibi fikirler ele alınmış diyerek kusur aramışlar. Isık Göl Formu’na katılan, Kırgızların misafiri olan K. Simon da Fransa’ya döndüğünde akla gelmeyecek şeyler yazmış. Isık Göl Formu’nun temsilcilerini karalamaya çalışmış. Böyle bir haber hepimizi şaşırtmıştı. K. Simon’un başkalardan ayrı bir şekilde oturması gözümün önünden gitmiyordu. Oysa O, o anda bile içinde bir kin beslemiş.
Böyle şeyler olmasına rağmen neşeli bir şekilde döndük. Bazı haberler de bütün hevesimizi ters etkilemişti. Fakat ben kendi kendime, insanların niçin zaaflarına yenik düştükleri üzerinde düşünüyordum. Nereye gidersen git her tarafta insan zaafları. İnsanoğlu, insanlık zaaflarından kurtulabilir mi? Bütün olanlar bunlar sebebiyle olmasın!
* * *
Fransa’ya gidip UNESCO’nun rehberleri ile görüşen Hoca, Isık Göl Formu’nun işleriyle de ilgilendikten sonra 27 Aralık’ta Frunze’ye döndü. Çocuklar karşılamak için ‘Manas’ havaalanına gittiler. Mariya abla ise: “Hastaneye Dili’yi ziyarete gidelim.” dediği için ikimiz hastaneye gittik.
Hoca saat 20.00’de geldi. Beni gördüğü anda: “Beşik boo bek bolsun!” (Yeni doğmuş çocuklar için kullanılır. Beşik bağı sağlam olsun, yani ömrü uzun olsun anlamında bir söz.) diyerek elini uzattı. Memnun bir şekilde cevap verdim. Eldar ile Şirin çoktan her şeyden onu haberdar etmişlerdi. Bunun yanında ablayla ikimizin hastaneye gittiğimizden de haberi vardı.
Biraz sonra masaya geçtik. Eldar ile Şirin benim yeni doğan çocuğuma isim bulmak için birbiriyle tartışıyorlardı. Hoca da onların tartışmalarına katıldı:
“Baba olmuşsun. Bu da büyük bir görev, mesuliyet, evin bütün işleri senin üzerinde olacak. Ömürlü olsun! Oğlunuzun adını ne koydunuz?”
“Sizin gelmenizi bekliyorduk…”
Oğlumuz 22 Aralık’ta doğdu. Nasıl bir isim versek diye düşünüyordum. Evdekiler de farklı isimler teklif ediyorlardı. Onların içinde ‘Cengiz’ şeklinde Hoca’nın ismi de yok değildi. ‘Cengiz’ ismi Moğolcadaki ‘teñiz, tenis, teñdik (denklik) kelimelerinden gelmekteymiş ve ‘okyanus, ulu, dalgalanan geniş ve sonsuz’ gibi anlamlar ve motiflerle ilişkiliymiş. Bu şekilde isim vermek istiyoruz; ama ulu insanın yanında çocuğumuza onun adıyla nasıl sesleniriz. Rahatsız olacaktır. İsim üzerinde tartışırken sonunda Hoca geldiğinde birlikte çözmek üzere karar almıştık.
“Elturan koyalım. Ben Eldar’a bu ismi verecektim, sonradan aklıma geldi.” dedi.
Benim şaşırdığım için ismin ne anlama geldiğini bilmediğimi belli etmiş oldum galiba. Hoca da büyük bir psikolog değil mi, hemen hissetti ve: “El, bildiğimiz ‘halk’ demektir. ‘Turan’ da bütün Türk halkının yaşadığı bölge, topraktır. Elturan, halkın oğlu, milletin oğlu olsun!” diyerek avuçlarını açıp dua etti. Biz de Hoca’nın yaptıklarını taklit ettik ve teşekkür ettim.
“İnşallah, oğlumuzu görmek için kendi örf ve âdetiyle geliriz. İsmini beğendiysen tamamdır, evdekilere ne anlama geldiğini iyice anlat.” dedi.
“Kimin aklına gelirdi ki kaderimizin her zaman bu şekilde bir yerlerde kesişeceği. Gerçek hayatın ilginç olması da bundadır. Hoca’nın düşüncelerinden sonra neslimi devam ettirecek, Allah nasip ederse hayatımda direk ve destek olacak oğlum için kendim de dua ediyordum: “Allah uzun ömür versin! Sağlıklı, akıllı ve bahtlı ol! Neslin çoğalsın, Hoca gibi halk için hizmet et. Hoca’ya çek. Hoca’nın iyi dilekleri kabul olsun!”
Eve altın bulmuşçasına sevinç ve mutlulukla gittim. Evet, altından da değerli. Halkımın: “Cakşı söz can sergitet.” (Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır) sözü doğrudur. Evdekilere olanları eksiksiz anlatarak ‘Elturan’ın ne anlama geldiğini tekrar ediyordum. Evdekiler başlarda telaffuz edemiyordu, sonradan alıştık. İnsanlar her zaman büyük bir ilgiyle oğlumun ismini soruyor, biz de anlatıyorduk. Hoca da iki üç kere sordu: “Bu nasıl bir isim, diye soruyorlar mı?” Cevap veriyordum: -Evet, ne anlama geldiğini anlatıyoruz, bazılarına da bu ismi sizin koyduğunuzu söylüyoruz. Dil bilimci Ş. Caparov da ‘Leninçil Caş’ gazetesinde ‘Ömrün Uzun ve Neslin Çoğalsın Oğlum!’ adlı makalesinde şunları yazmıştı: “Elturan. Bu özel isim iki kelimeden oluşmaktadır: Birincisi herkes tarafından bilinen halktır, yurttur; ikincisi Turan. Başka halklar eskiden Turan kelimesini Türkler ve onların yaşadıkları yerler için kullanıyorlardı. Şairlerin şiirlerinde özellikle Firdevsi’nin destanında Turanlıların yaşam biçimi, örf adetleri, psikolojisi geniş bir şekilde tasvir edilmiştir. Edebiyatçı Abdıldacan Akmataliyev’in yeni doğan oğluna değerli yazarımız Cengiz Aytmatov ‘El-turan’ ismini teklif etmiştir.” (8 Aralık 1988). Azerbaycanlı şair Şahmar Akparzade’nin oğlunun da isminin ‘Elturan’ olduğunu öğrendim. Hoca’dan duyduğu için mektup göndermiş. Azerbaycan’ın ve Kırgız’ın ‘Elturan’ları için şiir yazmış. “Babanı utandırma, insan ol, temiz ol, yüce ol!” anlamında bir şiirmiş.
* * *
Şiir yazma kaygısını hâlâ da yaşıyorum. ‘Ak Botosun İzdegensip’ (Ak Devenin Yavrusunu Ararcasına), ‘Süyüü Cürsö Ulanıp’ (Sevgimiz Devam Etse), ‘Lenin’, ‘Eneme’ (Anama) vb. şiirlerimin yayımlandığı aklımda. Bazen A. Korobaev’in bestesiyle ‘Calgız Darak’ (Yalnız Ağaç) adlı şiirim radyoda söylenmektedir. Kendi arşivimde birçok şiirim vardı. İncelediğimde iyi olanların da olduğunu gördüm. Hoca için bir şiir yazmak istedim. 31 Aralık’ta yılbaşını kutlamak için gittiğimde böyle bir şiir yazdım, götürdüm. İthaf etmenin çeşitli yöntemleri vardır. Biri açık bir şekilde ithaf etmek, biri de dileklerini gizli bir şekilde ithaf etmektir. Başta nesir şeklinde iki satır yazı yazdım ve devamında şiirin mısralarını süsleyerek boncuk gibi sıraya dizdim. Sanat değerinin ne derecede olduğunu söylemek benim için zor, fakat dileklerim doğrudur:
Hayalimde yele yaptım hissimde
Seçerek en güzel kayığı
Tövbe ederek yavaşça koydum denize
Yaratandan istediğim aklımda
Yakalatmasını altın balığı
Sormam devlet ile varlığı
Ve yine de altın kaplı kayığı
Anlatarak sıradan yerimi
Alsın, gitsin huzursuz canımı
Bu hayatta ne kadar yaşasak da
Olsun kalsın ömrümüz de kısalsın
Helal hayat, hürmet, saygı, iyilik
İnsanlarda olsa derim her zaman
Canı gönülden inanmak ve teslim olmak
Bembeyaz, kibar ve kutsal görmek sevgiyi
Kötülüğü karalara baş ederek
Ortadan kaldırsak mı ki tamamen yok edip.
Hoca şiiri pürdikkat okudu, düşünceye daldı. Benim içimde bir soru beni rahatsız ediyordu: “Ne diyecek acaba?” Cevap gelmedi. Zarfı çalışma masasının üzerinde koydu. “Fikrini ne zaman söyler?” diye beklerken pişmiş gibi oldum, bir şey demedi. Telefonu çaldı ve birisiyle görüştü…
Birlikte sofraya geçtik. Yeni haberleri sordu.
“Literaturnaya Gazeta’yı okudun mu? Adamoviç’in makalesi yayımlanmış. ‘Kıyamet’e hakkında olumlu görüşler yazmış.”
“Henüz okumadım.”
“Oku, sana lazım.”
“Tamam.”
“Makin, Melis de şiir yazıyormuş. Yayımlatıyor musun?”
“Sadece bir defa yayımlattım.”
“Şiir yazmak çok zordur. Gençliğimde ben de yazmaya çalışmıştım. İyi olmadı galiba, sonradan nesre geçtim.”
“Sizin gençliğinizde şiir yazdığınızı ‘Leninçil Caş’ gazetesinde okumuştum. Shtubendorf adlı öğretmeniniz size şiir yazmanızı nasihat edermiş. Öyle olsa bile ‘Cemile’deki, ‘Fuji-yama’daki, ‘Ala Köpek’teki, ‘Gün Olur Asra Bedel’deki şiir satırlarını okuyan insan, sizin şairliğinizden de haberdar olmaktadır. Bununla birlikte araştırmacılar sizi, nazımda lirik şeklinde değerlendirmektedirler.”
“Şimdi düşünüyorum da şairliği tercih etmem halinde de benden bir şeylerin çıkacağını zannediyorum. Fakat benim için nazım şekli çok zor bir şey.”
“O zamanlarda yazdığınız şiirleriniz var mı?”
“Nereden olsun.”
“İnsanların ‘Her insan kendi içinde bir şair, yazar.’ sözü doğru mudur, diyorum Hocam. Çünkü ömründe eline hiç kalem almayan, bir satır bile şiir yazmayan insanların da iç dünyasının şairler gibi lirik, yaşadığı hayatı da romanlar kadar ilginç olması mümkün değil mi?”
“Evet, öyledir. Kırgız insanı mutlaka iki, üç sözü birleştirerek irticalen bir şeyler söyleyebilir; şiire çok yatkınlar. Telegey’in hayatı hakkında yazdığım hikâyeyi hatırladım. Hayatı çoğunlukla basit olarak gösteriyoruz. Bizim eksikliğimiz buradadır…”
Akşamüzeri Hoca’nın söylediği gibi aradım. Yılbaşı için iyi dilekler edildi.
“Yeni yıl senin için iyi oldu. Çocuğun oldu, yılbaşını onunla birlikte geçiriyorsun. Elturan koşturuyor mu?” dedi.
Hocanın şakayla söylediklerini bir an gerçek zannetmiştim: “Elturan doğalı daha sekiz gün oldu.” dedim…
* * *
1, 2, 6, 7 Ocak 1987 tarihlerinde Hoca’yı ziyarete gidip geliyordum. ‘Drujba Naradov’ (Ulusların Dostluğu), ‘Nauka i Jizn’ (Bilim ve Hayat) dergilerinde yayımlanan L. Aninskiy’in, Ordinaryus Zeldoviç’in makalelerini okudu. Ben de ‘Mugalimder Gazetası’nda yayımlanan ‘Akbaranın Gözyaşı’ adlı makalemi de eklemiştim. ‘Kıyamet’in gazete ve dergilerde tartışmalar yarattığı hissediliyordu.
“Hocam, ‘Kıyamet’i okuduktan sonra bende bir fikir oluştu.” dedim. Acele ile sözümü hemen toparladım. “Taşçaynar’ın hemen ölmesi sanki yapmacık gibi duruyor. Biraz derin bir şekilde ele alsaydınız daha güzel olurdu…”
“Ok değmemiş miydi? Ondan sonrasını devam ettirmek için bir ihtiyaç var mıydı? Burada istenen, Akbara’nın tek başına kalmasıydı.” dedi.
Tartışmadım. Fakat görüşümü değişmemiştirdim. Taşçaynar zorluklar ve acı içinde ölse, Akbara’nın durumunu daha derin bir şekilde açıp gösterse, roman için faydalı olur muydu gibi düşünüyordum. Eserde bu bölüm var; ama bana çok kısa bir şekilde tasvir edilmiş gibi geliyor…
* * *
13 Aralık’ta Hoca bana iki tarihî malzeme gösterdi. Birincisi 1945 yılında çektirdiği fotoğraf, köylüleri ile birlikteydi. Fotoğraf zaferin 30. yıl dönümüne ithafen ‘Ogonek’ dergisinde yayımlanmış. İkincisi de ‘Leninçil Caş’ gazetesinde 1935 yılında yayımlanan ‘Cengiz Şoför Olurum Der’ adlı makaleydi. Eskimiş ve rengi sararmış gazete Latin alfabesiyle yazılmıştı. Büyük bir ilgiyle abla ikimize okudu.
Ablayla ikimiz gülüyorduk. Hoca ise: “Bakın, o zamanlarda bile dinç ve sağlammışım. Çekinmeden net bir şekilde cevaplamışım. Röportajı yedi yaşımda bile halletmişim.” dedi. Çok ilginç bir olaydı. Gazeteyi alıp fotoğrafını çektirdikten sonra anlaşılması için Kiril alfabesine çevirterek ‘Leninçil Caş’ gazetesinin sayfalarında yayımlattırdım.
* * *
30 Ocak’ta akşamüstü saat 19:00’da ‘Elturan’ı görmek için Hocalar ailesiyle birlikte geldi. Şarşen Usubalieviç de vardı. Hoca, gelenek gereği hediyesini verdi. Çeşitli oyuncaklar da getirmişler. Şirin ise bir zarf içinde: “Sevgili küçücük Elturan, senin doğum gününü kutluyoruz. Çabucak yürümeye başla. Bizim aile” diye bir not yazmış. Hoca dilek olarak bu satırları okudu ve arkasından birçok iyi dilekler söylendi.
* * *
Gün dediğin arabanın tekerlekleri gibi durmadan dönüp geçiyordu. Etraf yeşermeye başlamıştı. Kayısılar çiçek açıp gözlerimizi kamaştırıyordu. Bu vakitlerde Hoca, Moskova’da Puşkin’in edebiyat gecesinde güzel bir konuşma yapmıştı. Şairin şiirlerinin ululuğunu dile getirmekle birlikte, günümüzdeki ulusal edebiyatların, dillerin gelişmesine dikkat edilmesi gerektiğini gündeme getirdi. Merkezî ve bölgesel gazeteler Hoca’nın dediklerini durmadan yayımlıyorlardı. Onunla birlikte Ostankino televizyonunda edebiyat gecesine de katılmış. 12 Mart’ta ailemizle birlikte ekran karşısında oturuyorduk. Teybe de kaydettirdim. Edebiyat gecesi güzel geçmişti. Halk kalabalıktı. Soruların çoğu ‘Kıyamet’ romanı hakkındaydı. Soruları açık ve net bir şekilde cevaplandırılıyordu. Program biter bitmez telefonla arayıp tebrik ettim. Kendisi de çok memnun oldu.
“Elturan da izledi mi?” diye şakalaştı.
“Kucağımıza alıp oturduk.” dedim.
“Japonlar doğduğu andan itibaren çocuklarını eğitmeye başlıyorlarmış… Elturan’ın burnundan öp…”
“Teşekkür ederim.”
* * *
İtalya’ya gezisinden geldikten sonra evinde oturuyorduk. ‘Kıyamet’ romanına olan ilgiden dolayı birçok edebiyat geceleri düzenlenmiş. Bunun yanında İtalyalı okuyucular, yazarın sanat anlayışı ve eserleri hakkında epey bilgi sahibiymiş. ‘Erken Gelen Turnalar’, ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ uzun hikâyeleri ‘Etruriya’ ödülü ile ödüllendirildiğinde gazete ve dergilerde onlarca makale yayımlanmıştı.
Makalelerde şehrin, ülkenin güzelliği, temizliği ve insanların kibarlığı konularına geniş bir şekilde yer verildi. Özellikle onlardaki küçük şehirlerin mermerlerle yapılması dikkatini çekmiş. Amerikalı milyonerler, örneğin Rockfeller’in ailesi her yıl İtalya’da tatil yapıyormuş. Hoca, bu sefer de dünyanın bir ucundan mutlu bir şekilde dönmüş.
‘Kıyamet’ romanı Rusça olarak yayınlanmıştı. Okuyucular arasından ilk imzayı ben aldım: “Bu kitabın yazılmasını heyecanla bekleyen Melis ve ailesine, Elturan’a. C. Aytmatov. 1 Mayıs 1987.”
3 Mayıs’ta Halk Yaratıcılığı Sergisinde Basın Bayramı düzenlendi. ‘Kıyamet’i okuyucular anında bitirdi. Halk kalabalığı görülmeye değerdi. Sırada bekleyenler emeklerinin karşılığını olarak ‘Kıyamet’ romanını elde ettikleri için seviniyorlardı. Hoca da kalabalığın içindeki varlığı ile bayrama ayrı bir neşe katıyordu. Herkesin bayramını tebrik etti ve kitaplarını imzaladı. Bazı insanların ise: “Takım elbise giyse ve kravat taksaydı.” gibi bahanelerle hemen Hoca’yı eleştirmeye başladıklarını da duyuyordum. Hoca ise Eldar ile Şirin’den kaçarak serginin yanında bulunan hükümet villalarından yürüyerek gelmiş. Eh zavallı insanlar, başkaları görmek için özlem duyarken, elimizdeki altının değeri yokmuş gibi Hoca’da bir hata aramaya çalışıyoruz.
* * *
Yazarlar ve hükümet başkanlarıyla toplantı düzenlendi. K.
Asanaliev ile A. İvanov güzel birer konuşma yaptı. Hoca, toplantıyı soğukkanlılıkla yürüttü. Toplantıdan sonra Ş. Akparzade ile ayrıldık.
Ertesi gün Ş. Akparzade ile ikimiz ‘Issık Köl’ otelinden
Hoca’yı aradık ve o gelinceye kadar dışarıda bekledik; sonra da hükümet villalarının yemekhanesine gittik, yemek yedik. Ş.
Akparzade ‘Kıyamet’ romanından yaklaşık yirmi tane satın almış. Hoca; hiçbir şekilde yorulmadan, bıkmadan onların isimlerini yazarak kitapları imzaladı.
Uzun sürdü. Sonra birlikte şehre indik. Hoca Merkezî
Komite’ye gidecekmiş, kravat takmasa da benim kravatımı vermemi rica etti. Kravatım çok kısa geldi, ama Hoca ona önem vermedi, tarağımı da aldı.
Şahmar Hoca’yla ikimiz parkta dolaştık.
‘Pravda’ gazetesinde ünlü şair Silviya Kapitikuyan’ın dil meselesi hakkında makalesi yayımlanmıştı. Hoca hakkında da biraz bilgiler vardı. Makale Ş. Akparzade tarafından beğenilmiş, o da kendi görüşlerini bildirdi. Önceki gün Hoca ile Dram Tiyatrosuna giderek “Gün Olur Asra Bedel” gösterisini izlemişler. Onun fikrine göre gösteri, eserin öykü çizgisinden biraz uzaklaşmış. Belli başlı konular üzerinde durmamışlar.
Ş. Akparzade bizimle vedalaşarak Bakü’ye gitti. Bu önemli insanla Hocanın ilişkilerini iki ülke arasındaki bir köprü gibi hissettim.
9 Mayıs. Zafer Bayramı günüydü. Bahar ayının güzelliği moralimizi yükseltiyordu. Hoca’nın evinde ördek yiyorduk. Hoca, Eldar ile Şirin’e Nivhilerin ördek Luvr hakkındaki efsanesini anlatmaya başladı. ‘Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’ adlı uzun hikâyesinin ortaya çıkışında yazar V. Sangi’nin etkili olduğunu biliyordum. Bir gün Vladimir Sangi Hoca’yı misafir etmiş ve kendi geleneklerine göre ağırlayarak ördek getirmiş; Luvr ördeği. Yedi yaşındayken büyük insanlarla birlikte ava çıktıklarını, kaybolanların ak baykuşu takip ederek yerlerine ulaştıklarını anlatmış. Sangi’nin anlattıkları Hoca’nın ilgisini çekmiş. Aklında iyi tutabilmiş, eserinde nasıl ele aldıysa, aynı şekilde bugün çocuklarına anlatıyordu:
“Eski zamanlarda Luvr ördeği olmasa dünya farklı yaratılırdı. Şu anki gibi yer ile suyun birbiriyle savaşmadan dünyanın başka türlü olacağı kimsenin aklına bile gelmezdi. Öyle olsaydı yer ile su bu şekilde birbirine kin besleyerek kalırdı galiba… O zamanda, şu anda üstümüzde uçmakta olan normal ördeğin Umay Anası olan Luvr ördeğinin yumurtlama zamanı imiş. Ördek yuva yapmak için avuç içi kadar kuru toprak aramış. Bu sırada dünyanın üzerinde tek başına uçuyormuş. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar uçmuş; fakat yuva yapacak bir dal ya da ot bulamadığı için çaresiz kalmış. Sancısı artan zavallı Luvr, öterek uçuyor, soyunu devam ettirecek yumurtasını denizin dipsiz ve belirsiz girdabına düşürürüm korkusuyla dikkatli hareket ediyormuş. Nereye giderse gitsin dört tarafı dalgalanan sonsuz su, kıyısı ve sonu olmayan ulu su. Bu dünyada yuva yapacak bir avuç kadar toprağın bile bulunamayacağını anlayarak ümidini yitirmiş. Luvr sonunda suya konup kendi tüylerinden kopararak, dalga üstüne yuva yapmış. İşte o dalgalanan yuvadan da yer oluşmaya başlamış…”
Hepimiz Hoca’nın ağzına bakıyorduk. Bu efsanevî ördeği yakalayıp yiyormuşum gibi hissetim.
“Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek isimli uzun hikâyeyi okuduktan sonra, ilginç bir hadiseye şahit oldum.” dedim.
“1977 yılının ekim aylarıydı. Oş’ta çalışıyordum. Öğrencileri pamuk toplamaya götürmüştüm. Hava çok sıcaktı. Öğrenciler pamuk topluyordu. Ben ise yeleğimden küçük bir gölgelik yaparak sizin uzun hikâyenizi ‘Znamya’ (1977 Sayı:4) dergisinden başımı kaldırmadan okuyordum. Eserin son sayfalarına gelmiştim. Bir damla su için Organ, Mılgun, Emray’in canlarına kastediyorlardı. Kirisk’in durumu ağırdı. ‘Çıçkan (fare) ağa su ver…’ diyerek bayıldı. Ben de sıcaktan çok susamıştım. O sırada her taraftan ‘Susadık!’, ‘Su yok mu?’, ‘Su ne zaman gelecek?’ diyen çocukların sesleri gelmeye başladı. ‘Alın su!’ dedi arabasını durdurmaya çalışan ve su taşıyan bir kişi. Hepsi birlikte arabaya koşup tartışarak su içiyorlardı. Ben de koştum, geldim. Kovanın dibinde suyun çamurlu kısmı kalmıştı; çaresiz kumlu, çamurlu suyu içtim. Demek o zaman, ben eseri okurken kendimi Kirisk’in yerine koyduğumdan susamışım. Her zaman hatırlarım.”
Beni de büyük bir ilgiyle dinliyorlardı, kendim de heyecanlandım. Bu arada masalım bitmese diye diliyordum. Fakat gerçek olmayan birtakım şeyler katarak olayı abartmadım. Nasıl etkilendiysem o şekilde anlattım.
“Bir damla su insanın ömrüdür. Hayat bir damla sudan başlar. Onu unutarak, suyu boş yere şarıl şarıl akıtıyoruz. Geçenlerde, bayram günleri evimizde gündüzleri soğuk su kesildi. Yakın yerlerde çeşme de yok. Çok zor durumda kaldık. Araştırdığımda, suyun merkezdeki fıskiyeler için gönderildiğini öğrendim. Böyle de olur mu ki? Halk, evinde bir kaynatmalık suya muhtaçken sokakların güzelliği için o kadar suyu israf ediyoruz. Fıskiyelerden fışkırıp dökülen suyu tekrar kullanmak mümkün değilmiş. Bizde fıskiyeleri yapmayı hiç bilmiyorlar.” dedi.
“Taşkent’in fıskiyelerini gördüm. Sanki pencere veya perde çekilmiş gibi görünür. Yüz metreden iki tarafına yerleştirilmiş, dümdüz.”
“Onlar çok güzel bir şekilde yapıyorlar.”
Ördeğin tatlı etini de yedik, bitirdik. Çay içtik ve dışarı çıktık. Dağın temiz havasının hafiften estiği hissediliyordu.
* * *
Hoca, 25 Mayıs’ta Moskova’dan geldi. ‘Manas’ havaalanından aradı. Evinde ben olduğumdan telefonu ben açtım, selamlaştık. Evdekileri sordu. Evdekilerin havaalanına kendisini karşılamaya gittiklerini söyleyerek ‘Cılmayuu Ordeni’ (Gülümseme Madalyası) ile ödüllendirildiği için kendisini tebrik ettim. Polonya’nın Moskova’daki elçiliğinde yazara, çocukların canlandırılmasını yeterince ve etkili bir şekilde yaptığı için ödül verildiği konusunda merkezî gazeteler haber yapmışlardı. Okuyucu çocuklar sevdikleri yazarları kendileri belirlemişler.
Hoca geldiğinde günlük hayatla ilgili konuştuk. Koltukta karşılıklı oturuyorduk. Ben son günlerde içimde gizlediğim bir soruyu, Hoca’ya soramıyordum. Hoca’da bu durumu hiç sezmedi. İki ay gibi söylesem mi söylemesem mi gibi düşüncelerle uğraştım. Hoca, her zaman işlerin nasıl diye sorardı. Yanıtım hazırdı: “İyi.” İşte her türlü zorluk olur, söylemenin faydası yoktur. Kendisinin zaten saçtan fazla işleri var diye düşünüyordum; fakat beni rahatsız eden sorumu yanıtlama zamanının geldiğini düşünerek, Hoca’ya sorumu sordum. Sesim kesilir vaziyette:
“Hocam, size ne zamandır bir şey sormayı düşünüyorum; ama hiç soramadım. Sorabilir miyim?”
“Söyle, söyleyebilirsin.”
“İki üç aydır zor durumdayım. Size karşı biri beni kötülemiş, çekemediklerindendir. Ne dediklerini öğrenmek isterim.”
“Öyle olmamıştı.” dedi hemen kafasını sallayarak.
“Bilmiyorum, Hocam. O, kötüleyen adam benim yanıma gelerek: ‘Seni Aytmatov’un yanında kötüledim.” diye kibirlenerek yanımdan ayrıldı.
İsmini söyledim.
“Kendisi önce seni kötüleyip sonra tekrar sana mı söyledi, sen ne dedin?”
“Evet. Eğer, başka biri söyleseydi inanmazdım, kendi söyledi. Ona bu konuyla Hoca’nın zamanını aldığın için çok ayıp etmişsin.” dedim. Bundan dolayı sizinle görüşmek istemiştim.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.