Kitabı oku: «Bozkurtun Patikası», sayfa 2
Aybörü
Kurtlar için geçerli olan tarza uygun olarak, Akhal gündüzleri barınabileceği korunaklı bir yer bularak, saklanıp yatmaktaydı. Orada bulunduğu süre içinde, sabahları, Kartalın nereden uçup geldigini, akşama doğru ise ne tarafa süzülerek uçup gittiğini dikkatli bir şekilde izlerdi. Karanlık basmaya başladığı anda, gündüz vakti, Kartalın uçarak gitmekte ve gelmekte olduğu yönünde yerleşen yıldızların ışıltılarından ugur alıp, yolunu kat etmeye başladı.
Üç ayak olmasından dolayı, ayaklarını sürükleyerek yürümekteydi, dağa kadar olan mesafe ise, onun için sonu gelmeyecek bir yol olarak gözükmekteydi. Yazık oldu, bir ayağın eksik olmasına! Dört ayağını yere basabilseydi, Ak-hal yol katetmeyi hiç de dert etmezdi. Zaruriyet olduğu zaman, Onun, bir gecede yüz kilometreden de uzun bir yolu geçmişliği olmuştu. Yazık, o dönemler, kendi ayaklarının kıymetini bilememişti. Yatarken, başını ayağın üzerine değil, ayağını başın üzerine koyarak yatması gerekmiş meğer.
“Canlı varlıklar öyle bir mükemmel yaratılmışlar ki, onların hiçbir şeyinde ne eksikleri var, ne de fazlalıkları. Her uzvun kendi yeri var. Kuşun bir kanatı olmasa, uçamaz, kuyruğu olsmaz ise inemez. Dahası kuşların iki ayakları var. Eğer bir ayağından mahrum bırakılırsa, onların Allah yardımcısı olsun! Bizim ise dört ayağımız var. Birisi eksik olsa bile üç ayakta yürüyebiliyorus. Buna da şükür ediyorum!”
Akhal, yedinci geceyi de yolda geçirdikten sonra, bir sonraki günün sabahı, göge kadar yükselmekte olan dağların sıra sıra uzayıp gidişini, tepelerinin üzerlerinin beyaz karlar ile kaplanmış olduğunu gördü. Ona yaklaşmış olduğunu sandı. Ancak, yaklaştıkça dağ uzaklaşmakta ve daha da yükselmekteydi.
Nihayetinde, dağa kadar ulaştı. Araya araya Kartalın yuvasının yerleşmekte olduğu kayayı buldu. Aşağıda ise, önünde büyük taş olan eski magara gözükmekteydi.
Magaranın içi karanlıktı. Taze etin kokusu burnuna geldi. Ancak o zaman, günlerdir aç kalmış olduğunu anlayabildi. Epey gündür aç dolaşmakta olduğunu anladı. Yassı taşın üzerinde dağ koçunun bir budunu gürdükten sonra imreniverdi. Ne kadar yemek istese bile, Akhal ona dokunmamak için kendisini tuttu. O, hiçbir zaman, kendisinin avladığı avdan başka av yememişti.
– Yiyebilirsin, o senin için – diye ses duydu.
– Sen kimsin?
– Ben – Aybörü. Senin kısmetin. Bozkurt, seni, burada beklemem gerektiğini tembihleyip gitti.
Magaranın içi biraz olsun aydınlanmış gibi oldu. Ak-hal, magaranın derinliğine baktığında, güzel bir kurdun kendisine baktığını, ancak o zaman görebildi.
– Nesilbaşımız Bozkurda, Yüce Tanrının lütfu olsun!
– Evet, hepimize birlikte olsun! – diye, Aybörü magaranın derinliğindeki geçitten geçerek, ileriye doğru gitti.
Akhal, o magarada, Aybörü ile iki yıl beraber kaldı. Onların üç eniği dünyaya geldi. Birisi köpek, ikisi kancık. Erkek kurdun başının arka tarafında üç adet gümüş renkli tüyü vardı. Akhal, onların farkına bile varmamıştı. Aybörü ise, günlerin birinde, o tüyleri yalayarak:
– Görüyor musun? Sende bir tüy var ise, senin mirasçında üç tüy var – dedi.
– O, üç kıtanın kurtlarının önderi olur. Bunun ise, zamanı geldiğinde beş adet gümüş renkli tüyü olan mirasçısı dünyaya gelir.
– Ya, insan neslinin, bize karşı olan düşmanca tutumu, aynı şekilde devam ederse, o zamana kadar kurtları katledip, neslini tüketmezlermi?…
– İnsan nesli, kurda verilmiş emanet hayatı alıp, kendi eğemenliği altına soktuğunda, kendisine ait olan gelecekteki hayatının, dağ parçası gibi kısmını kaybedecektir. Onlar, er veya geç, bu gerçeği, idrak etseler gerek?!
Akhal, başını aşağıya doğru eğdi.
– Ey, Aybörü! Aybörü! Gerçeği idrak etmek isteyen insan, ilk olarak, gaflet uykusundan uyanmalıdır. Onlar, yarı uyur yarı uyanık halde yaşamlarını sürdürmekteler.
Aklı başında, bilinç sahibi insanların burunlarının dibinden az ötedekiyi bile görmekte olduklarını sanmıyorum. Durum böyle iken, sen onlardan ne bekleyebilirsin ki?
– Biz, Bozkurtun aracılığıyla, İnsan nesli ile anlaşabiliriz. İşte o zaman, Gökbörünün, Göktürklere vermiş olduğu davarları da geri alırız. İnsanlar ile de, canlı varlıklar ile de, büyük bir aile misali, uzlaşma içinde birlikte yaşıyabiliriz.
Akhal, böylesi bir hayatı göz önüne getirmeye çalıştı. Başaramadı. Onun yerine, Kulanlı vadisine, demir kuşa binmiş insanlar geldiklerinde, grup halinde kaçmakta olan kurtları acımasızca katledişleri, sonra ise Çıpar’ın padalyasını eşekli insandan geri alışı, onu kuma gömerek defnedişi göz önünden birer film şeridi gibi geçti. Kalbinin kan aglayarak, erimiş olduğunu hissetti. Lime lime erimiş kalbinin bir köşesinde, belirsiz bir korku belirdi. Diğer bir köşesinde ise, onun peşinden gelen kurtları katleden insanlara karşı nefret duygusu uyandı.
Aybörü onun içinde bulunduğu durumu anlamış gibi ona şöyle dedi:
– Nasıl da kurtlar birbirinden farklıysa, insanlar da o kadar bir birinden fasrklıdırlar. Birisi merhametliyse, diğeri – vurdumduymazdır. Birisi akıllıysa, diğeri – ahmaktır. Birisi cesurdur, birisi – korkak. Kimisi güyçlüdür, kimisi – cansız. Bazısı tokgözdür, bazısı açgöz. Ama, gelecekte herşey çok güzel olacak.
– Nasıl?
– Ne zaman ki, insanlar merhametsizlik neşterinden kurtulup, ahmaklığın çamurundan, korkaklığın pisliğinden, cansızlığın dışkısından, açgözlük belasından arınmayı başardıkları zaman, herşey kendi rayına oturacaktır.
– Böyle olacağını nereden biliyorsun?!
– Bu kadarını da bilemeyeceksem, bana Aybörü mü diyecekler?
– Bana bir şeyi söylesene! Sen, gerçekten de Aydan mı geldin?
– Ben, nereden, nasıl geldiğimi bilmiyorum. Ancak, bildiğim bir şey var, o da, henüz enikken, anne aslanın sütünü emerek büyüdüğümü biliyorum.
– O aslan şu anda nerede?
– O, ebediyet mekanına gitti.
– Onun nesli yok muydu?
– Var idi. Onlar batıya doğru gittiler.
– Sen neden onlardan ayrılarak buralarda kaldın?
– Seni bekledim…
– Evet, benim geleceğimden, senin önceden haberin olmalıydı. Yoksa bu civarlarda başka kurt varmı ki?
– Biliyor musun? Bu magara, kadim dönemlerde, Bozkut ile Gökbörünün yaşamış olduğu magaraydı. Bu magaraının bittiği yerde, Bozkurtun patikası başlar. O patika ise, Yedikayaya kadar götürür. Yedi yılda bir kere, Bozkurt, kendi patikasıyla yürüyerek buraya gelir ve gece yarısından sonra, Yedikayaya çıkarak geri döner.
– Sen bunları bana neden anlatıyorsun?
– Senın, bu magaranın basit bir magara olmayıp da, kutsal bir magara olduğunu bilmen, dahası senin seçkin bir kurt olduğun için…
– Acaba, üç ayaklı kurt seçkin kurt olabilir mi? Evet, daha önceleri dört ayağımın herbirisi yere basarken, gerçekten de, ben seçkin bir kurt idim.
– Ensendeki gümüşsü tüy nedir?
– Sakat bacağı eski haline getirmedikten sonra, onun gibi kırk adet gümüşsü tüyün olsa bile, onların ne faydası olabilir ki?
– Böyle deme! Gümüşsü tüyler, senin, Bozkurdun mirasçısı olduğun kanıtı anlamına gelmektedir. Ensende, böyle bir tüyün var olduğundan dolayı, sen, bu magara-da kalmaya hak kazanmış oluyorsun. O tüyün var olması, Bozkurdun ruhunun, ikimizi kavuşturmasına vesile olmuştur. O gümüşsü tüylerin kereminden dolayı, ensesinde böyle tüylerin üçüsü olan eniğimiz dünyaya geldi. Sende on kurdun gücü var ise, onun otuz kurdunku kadar gücü olacaktır.
Akhal, öylesine bir güyce sahip olacak eniği ile gurur duydu. Onu kokladı. Sonra ise yalamak istedi. Tüyler oldukça sert idi. Üstelik de sivriydiler. Az kalsın, onun dili dilimdilkiç olacaktı. Iyi ki, zamanında dilini geri çekmeye yetişmişti. Dilinin kanlar içinde kalan kısmını, somağına sürterek, az da olsa rahatladı.
– Bizde, Azrail’in tüyünün olduğunu biliyordum. Ancak, balık sırtı gibi bu kadar sert tüyler olduğunu bilmiyordum – diye, Akhal magaranın girişine daha yakın yerde bulunan taşın etrafından üç kez dolaştıktan sonra, taşa çıkarak üzerinde yattı.
– Kurtlarda var olan tüm tüyleri, bize, Azrail’in peşkeş çekmiş olduğu tüylerdir. Işte, bundan dolayı da, bizim eniğimiz, üç yaşına geldiğinde, üç gümüşsü tüyün kudreti sayesinde, kurtların önderi olacaktır.
– O nasıl bir mucize?
– Bozkurt, onu yanına çağırana kadar, ecel ona yaklaşamaz.
– Gel, o zaman, ona bir isim verelim! Eğer, O, otuz kurdun gücüne sahip olacak ise, “Ot” olan ilk iki harfi çıkarıp, “uz” olan son iki harfa “Kurt” kelimesini ekleyelim, böylece “Uzkurt” olur.
– Peki, senin dediğin gibi olsun! – diye, Aybörü, Akhal’ın söylediklerini kabul etti.
Böylece, mirasçı eniğin adı Uzkurt oldu. O, günden güne büyümekteydi.
Gündüzleri, magaranın içinde geçmesi çetrefilli olan yerlerden bile geçerek çok uzaklara giderdi. Bir keresinde O, iki gece gündüz ortalıklarda gözükmedi. Üçüncü güne girildiğinde, sanki birsi onu takip ediyormuşcasına koşuşturarak geldi. O olaydan sonra, onu pek fazla da gözlerden uzak kalmaması için takip etmeye başladırlar. O olaydan sonra, birkaç gün geçirdikten sonra, O, geceleri magaradan çıkarak kıra gitmeye başladı. Bir gün, tanyeri atmaya başladığında, kendisinden daha büyük bir tavşanı sürükleyerek getirdi. Akhal ise ona yakalamış olduğu avunu sırtına atarak getirmeyi öğretti. O gün, O, henüz yirmibeş günlük bir yavruydu.
Uzkurdun dünyaya gelmiş olduğu günden bu yana henüz bir ay, yani otuz gün geçmişti ki, Aybörü, Akhala şöyle dedi:
– Sen onu götür. Ona avlanmayı öğretme zamanı geldi. Ancak şunu unutma ki! Eğer, Uzkurt, ansızın insanların eline düşer ise, sen onu kurtarmak için hiçbir zahmete katlanma. Kendini kurtarmanın çaresine bak. Uzkurt özgürlüğü hiçbir şeye değişmez.
Onlar beraber magaradan çıktıklarında, güneş batıp, karanlık çökmek üzereydi. Kartal üç kere havada süzülerek, yüksek sarp kaya üzwerinde bulunan yuvasına iniş yaptı. Uzkurt dünyaya gelmiş olduğu günden buyana, kartal her gün hem sabahın erken saatlerinde hem de akşam vakti süzülerek magaranın üzerinde üç kez uçuyordu. Bu onun, Bozkurtun nesli ile sergilemekte olduğu dayanışma belirtisiydi. Akhal kayaya bakarak, Kartala minnettarlık bildirmekte olduğunu bildirercesine kısaca bir uluma yaptıktan sonra, Uzkurt ile yoluna devam etti. O seferki gidişte ikinci gece, tan atarak tilki kuryuğu kadar olduğunda, onlar Börüsay’a vardılar, yürümeyi kestiler. Akhal, yüksek bir saksavulun altında kısa bir şekelrleme yaptı. Uzkurt ise yorulmayı, üşenmeyi bilmiyordu. Akhalın yüzükoyun yatmakta olduğuna bakmaksızın, tavşanların ayak izlerini koklayarak, ayaklarının keyfine baktı. O gidişte, Çöl Varanı ile karşılaştı. Oflamaya puflamaya benzer ses çıkararak şişmeye başlayan Çöl Varanı, her ses çıkardığında kuyruğunu pat diye yere vurarak, sanki Uzkurdu diri diri yutacak gibiydi. Korkmanın, ürkmenin ne olduğunu bile bilmeyen Uzkurt tüylerini kabartarak onu tehdit etti.
– Neden şişmiş, önümde duruyorsun?! Çekil yolumdan!
Çöl Varanının onun yolundan çekilme niyeti yoktu. Ama, arkadan gelen üç ayaklı büyük kurdun sevimsiz yüzündeki ürkütücü suratını gören Çöl Varanı kurt eniğini korkutma düşüncesinden vazgeçip, kendi yoluna gitti.
Akhal ile Uzkurt Börüsay’da avlanmak için buralarda kaldılar. Börüsay, insanların veya varlıkların gelmeye çekindikleri, yabanıl bir çöllük idi.
Çoban rüyası
Ilk başta, yeni gelen çoğluğu ile çoban bir türlü anlaşamadılar, sonra, belli bir zamanın geçmesi ile baba oğul gibi oldular. Ondan daha önce çoğluğun kendisi ile alışmalarını sağlayabildiği tay ile çoban konaklama yerinde bulunan çoban köpekleri olmuştu. Çobanların konaklama yerinde dört köpek ile bir de alaca kancık vardı. Kancık hamileydi.
Son zamanlarda Alakancık, davar sürüsünü otlak alana otlatmaya götürdüklerinde çoban konaklama yerinde kalırdı. O sakin bir köpek idi. Kimse ile işi olmazdı, kimseye saldırmazdı. Otlak alanlara çıkıldığında ya da geceleri o dört köpek sürüden sorumluydu. Keçiler yavrularını doğurduğunda Çöl Vararından, koyunların kuzulaması sırasında tilkilerden korumalarını dikkate almaz isek, onların vermekte oldukları hizmetleri, yemekte oldukları yala değmez.
Öylesine sıradan günlerin birinde, yük kamyonu ile çoban konaklama yerine gelen iki kişi, akşam çayı sırasında, Börüsay’a gitmeyi, kurumuş saksavullardan araçlarını doldurduktan sonra geri dönmeyi düşündüklerini, kendilerinin ise odun toplama kurumundan olduklarını söylediler.
– Sadece kurumuş olanlarını alabilirsiniz – diye, çoban “yaş olanlarına dokunamazsınız” anlamında söyledi.
– Elbette – diyerek, sürücü konuşmasına devam etti. – Ben buralara ilk kez geliyorum. Siz birkaç günlüğüne çoğluğunuzu rehber olarak bizim yanımıza verebilir misiniz?
– Börüsay buralardan çok da uzak değil. Olsa olsa 60–70 kilometre civarındadır. Sabahleyin yola koyulursanız, akşama kadar geri gelirsiniz. Ancak, benim çoğluğumun oralarını bildiğini sanmıyorum…
Çoğluk da yolunu kaybetmeyeceğini söyleyerek, onlar ile beraber gitmek istediğini dile getirdi.
Çoban, misafirlerinden, Börüsay’ın geyiklerini rahatsız etmemeleri konusunda ricada bulundu.
Onlar, sabahın erken saatlerinde yola koyuldular. Yağmur yağmaya başladı. Daha sonra bulutlar sıklaşıp, yağmur daha da şiddetlendi.
Çobanın adı Lapar, çoğluğunun adı ise Tokar idi. La-par gençliğinde Sarı çobanın çoğlukluğunu yapmıştı. Sarı dayı dünyasını değiştikten sonra, çobanların baş konaklama yerine, Lapar’ı çoban olarak atadılar. Şuna baksana, onun çoban olarak işe başlamış olduğu günden beri tamı tamına yedi yıl geçmiş. Zamanın ne kadar hızlı akmakta olduğuna baksana!
Lapar’ın çoban olarak işe başlamasından bir süre önce Akhal dünyaya gelmişti. Büyük bir sürünün istikbali emanet edilen insan Börüsay nehrin kenarındaki çölde yerleşen eski çoban konaklama yerinde kalmaktaydı. Ak-hal ise Sazaklı vadisinde dünyaya gelmiş olsa bile, üç yıla yakın bir süredir Börüsay’dan iki günlük yürüme mesafesinde olan Aladağ’da bulunan kadim magarayı kendisine mesken tutmuştu. Birkaç gündür Börüsay’da Uzkurt ile beraber avlanmaktaydı.
Lapar’ın eski çoğluğu, hanımının ağır hastalığa yakalanmasından dolayı, geri dönmek zorunda kalmıştı. Onun yerine ise Tokar gelmişti.
Yağmur ara vermeden yağmaktaydı. Etrafı karanlığın basmasıyla Lapar’ı bir telaş sardı, kalbi küt küt atmaya başladı. Oduna gitmiş kişilerin gelmesi gereken yönde halen herhanği bir ışık bile gözükmüyordu. Yoksa, aracın ışıklarının çok uzaklardan bile gözükmesi gerekmekteydi.
“Belki, yollarını şaşırmışlardır?
Evet ya, öyledir.
Ah, aklım nerede benim!”
Çoban, kendi kendine sitem etti, ateş yakmak için hazırlık yapmaya başladı. Açık bir alanda odunları bir araya biriktirdi. Ancak kibrit bulamadı. En son kibriti de oduncular geldiğinde yamağına vermiş olduğu aklına geldiğinde, dudaklarını ısırdı. Gidip alıp gelmek istesen bile, uçsuz bucaksız çölün içinde bakkal mı var ki?
Ocağı karıştırarak, ocağa baktı. Üzeri açık bırakılmış ocağın içindeki közler yağmurdan dolayı sönmüş, küle dönmüştü.
“Akıl etselerde, geje yatıp, etraf aydınlandıktan sonra yola koyulsalar, yollarını şaşırmadan da geri gelirler” diye, Lapar çöllerin tanrısı Hızır Aleyhisselama dua etti. Duadan hemen sonra, Hazreti Musa Peygamber ile ilgili rivayet edilen bir olay aklına geldi. Koyunların tanrısı sayılmakta olan Musa ta ki, Yüce Tanrı tarafından verilmiş sihirli asaya sahip olana kadar koyun gütmüştür. O zamanlardan beri binlerce yıllar geçmiş. Ama, çobanlıkta Hazreti Musa’nın zamanında olanlar ile bu günlerdekilerin arasında pek fazla fark eden bir şey yok. Sürüyü tan atmaya yakın zamanlarda otlak alana çıkarmalı. Duha namazının vakti dolmadan kuyuya getirmeli. Öğleden sonra otlaklarda yayılmalarını sağlamalı. Akşama doğru konaklama yerine getirmeli. Köpekler korumalı. Çobanlar gözetlemeli.
“Tüm işlerde, hatta tarım işlerinde bile makinelere dayanılmakta. Çobanlıkta ise, sopan ile ayaklarından başka dayanacağın başka hiçbir şeyin yoktur. Hazreti Musa zamanında bile durum aynıydı. Günümüzde de aynı. Sürünün peşinde gezip, kendim bile koyuna benzemişim gibi…”
Çoban, kendisini ansızın içsel konuşmaya kaptırmış halde otururken, uykuya dalmaya başlamış olduğunu bile anlayamadı.
…Lapar, yem yeşil yaylalara sürülen büyük bir sürünün rahatlıkla otlanarak dolaşmakta olduğunu gördü. Sürünün dört tarafında, dört kurt dolaşıp duruyordu. Çoban köpekleri ise yer yarılıp içine girdi sanki. Üzeri uzunca bir önlüklü, başı açık, saç ve sakalı ösmüş, ama, yakışıklı bir beyefendi elindeki sopasına dayanarak, ona doğru bakıp duruyordu. O kişi Lapar’a çok tanıdık birisi geliyordu. Ama, onun kim olduğunu çıkartamamıştı. Böyle olmasına bakmaksızın, selamlaşma adabına uygun olarak ona selam verdi.
Yabancı kişi onun selamını cevapladıktan sonra:
– Baksana, çobanlıkta bile değişiklik yapma imkanı oluyor muş – dedi. – Aynı şekilde devam edersen, hayvanların kayba uğramaz.
– Koyun sürüsü hiç kurda emanet edilir mi?
– Neden olmasın ki? Ben emanet edebiliyorum.
– Sonuçta, onlar koyunların soyunu tüketirler!
– Telaşlanmana gerek yok. Korkma. Tüketemezler. Yüce Tanrı canlı varlıkları yenmesi için yaratmış. Bozkurt zamanında, koyunlardır keçilerin sorumluluğu ona ayıtmış. O, Göktürke bir sürü hayvan vermiş. Sen onun yerine Bozkurdun nesillerine ne verdin? Eğer, sen sürünü kurtlara emanet edersen, onlar senin hayvanlarını güderler, eksiksiz teslim ederler.
Yabancı kişi, son sözünü söyledikten sonra, hemen ortalıkltan kayboldu.
– Durun! Nereye gittiniz? Siz kimsiniz? – dedikten sonra, Lapar yabancı kişinin durduğu yere taraf koştu. Kendi sesine, kendisi uyandı.
Lapar, görmüş olduğu rüya konusunda çok düşündü. Bunun tabiri ne olabilir acaba?
Aslında rüyalar zihinlerde karma karışık şekilde olurlar, o kadar da çok aklına gelip de durmaz, fazla hatırlayamıyorsun da, bu rüya ise Lapar’ın aklında taşbasma yöntemi ile yazıya aktarılmış gibi kaldı. Özellikle de “Eğer, sen sürünü kurtlara emanet edersen”… denilen sözler tekrar tekrardan onun diline dolanıp duruyordu. O, konaklama yerinin etrafından dolaştıktan sonra, mayıs böceği gibi ışık saçmakta olan gözlerini ışıldatıp yatan koyunlara baktıktan sonra, yagmurdan kaçarak, sundurmanın altına sığıgınarak yatan köpeklerini gördüğünde bile, o dört kelimeyi defalarca tekrarladı.
Durup dururken kendi haline gülümsedi. “Koyun denen mahlukat akılsız olurmuş derler, bu dediklerinde doğruluk payı olabilir. Ben de koyna benzemeye başlamışım, herhalde aklımı yitirmiş olmalıyım! Yoksa, koyun sürüsü hiç kurda emanet edilir mi? Böyle bir şey yapmak akla zarar değil midir? Hayır. Bu olacak birşey değil.
Ne olmuş ki, görmüşsen görmüşsün böyle bir rüya. Hangi görmüş olduğun rüyan, aklında kalıp da hayat buluyor ki?!”
Lapar, görmüş olduğu rüyasını kim de olursa birine anlatmak istedi. Kime anlatacak ki?! Konaklama yerinde kendisinden başka kimse yok ki. Köpeklere mi anlatsın? Koyunlara mı anlatsın? Ya da gencecik taya mı anlatsın? Keşke, onlar insanların konuşmalarını anlayabilseler?!
Yakınlarda bir yerde ciyaklayan eniklerin sesi duyuldu. Lapar, Alakancığın yanına gitti. Akşamdan kalma çorbadan doldurduğu yalağını ona verdi. Alakancık iştahla yalağa ağzını sundu. Fırsattan faydalanan Lapar eline ilk geçen eniği tutup aldıktan sonra, etegine koydu. Daha sonra götürüp, onları at torbasına doldurdu.
Tan yeri tilki kuyruğu kadar attığında, yağmur da durdu. Sürü yattığı yerden kalktı. Çoban ağılın kapısını açtı. Davarlar, çanlı erkeçin peşine düşerek, yaylaya yayılmaya başladılar.
Sürünün peşini takip ederek giden çoban, kısa saplı küreğini de atının eyerinin kaşına bağladı. Konaklama yerinden epeyce arayı açtıktan sonra, çukur açıp, Alakancığın gözleri açılmadık onbir adet eniğini diri diri toprağa gömdü. Ama, karanlıkta Lapar biri benekli, bir de siyah eniği unutmuş oldugunu henüz bilmiyordu. O ikisi, nasıl da olduysa, bir şekilde saklanmış, gözden kaçmıştılar.
Uzkurt
Havanın bozulmaya başladığını anladığı andan itibaren, Akhal hem kendisi için hem de yavru Uzkurt için saklanabilecekleri bir barınak aramaya başladı. Sonunda terk edilmiş bir tilki ini bulup, ön sol ayağıyla eşeleyerek, ini biraz genişletti. Sonra Uzkurdu çağırmaya başladı. O anda, Uzkurt, ondan oldukça uzağa gitmişti. Büyük gövdesini zorlukla havalandırarark uçmaya çalışan büyük toy kuşu onu o kadar imrendirmişti ki, Uzkurdun gözü uçsuz bucaksız kocaman çölde ondan başka hiçbir şeyi göremez hale gelmişti. Toy kuşu, Uzkurdu gördüğünde onu yavru köpek zanneti. O kadar da ciddiye almadı. Her ne olursa olsun, yırtıcı hayvandan biraz da olsa uzak durmayı yeğledi. Ağır gövdesini yerden kaldırdıktan sonra, süzülerek, farkedilebilir bir mesafeye kadar uçarak iniş yaptı. Bunun gibi durum üç kez tekrarlandı. Her seferinde de işte yakaladım, işte yakaladım dediğinde, uzun kanatları toy kuşunu yakalanmaktan kurtarıyordu.
“Uçmayı bilen bir kuşun peşinden koşmanın bir faydası yoktu.”
“Kuşları ancak yere iniş yaptıklarından sonra, gafil kalmaları durumunda yakalamak mümkün idi.”
“Kuşun gagasına karşı her zaman kulağınızın kirişte olması gerek” diye, Akhal’ın ona öğretmiş oldukları Uz-kurdun aklında kalmış olsa da, onun Toy kuşunu yakalayıp yiyesi gelmişti.
Ayaklarının altındaki topraklara basmaya başladığına henüz bir ay dolmuş olduğuna bakmaksızın, Uzkurt inanılmaz derecede inatçı ve serbest davranmaktaydı. O, Toy kuşunun büyük gövdesini taşıyarak, uzak mesafeye uçamayacağına göz yetirmişti. Bundan sonraki iş, onun farkına varamayacağı şekilde ona yaklaşmaktı.
Işin kolay tarafı, Toy kuşu, Uzkurda doğru bakmamaktaydı. Bazen sağa doğru, bazen de sola doğru yürüyerek, çöldeki kurumuş otların, yere düşmüş tohumlarını toplamaktaydı. Görünürde onun tek derdi vardı, o da mideyi doldurmaktı.
Uzkurt, bazen yere kapanarak, bazen sıçraya sıçraya, taş atsan yetecek mesafeye kadar ulaştı. Sonra iyice yere kapandıktan sonra, yavaş yavaştan öne doğru sürünmeye başladı. Avuna atlamaya çok az kalmıştı ki, gürültülü bir ses duyuldu. Toy kuşu, kısa bir süreliğine sese kulak vermiş gibi yaptıktan sonra saksavulların olduğu yere doğru yorgalayarak yürümeye başladı. Uzkurt onun peşinden koştu. Koşmasıyla birlikte Toy kuşu kanatlarını sallayarak, geniş adımlayarak, havaya kalktı. Toy kuşu bu kez çok da yakın olan yerlere inmedi, ufuklarda siyah noktaya dönerek, gözlerden kaybolup gitti.
Gürültü giderek yaklaşmaktaydı. Uzkurt sesin gelmekte olduğu yöne baktığında, dört köşeli, kocaman dere taşına benzeyen bir şeyin büyük bir gürültü ile yaklaşmakta olduğunu gördü.
O, Akhal’ın, “Kurdun kafasının saklayabildiği yerde gövdesini de saklayabilmelidir” diye anlatmış olduklarını hatırladı, sözenin kırılarak kıvrılmış iğneli dalının altında saklandı. Kamyon onun on adım ötesinden geçip gitti. Kamyondakiler, Uzkurdun orada olabileceği konusunda kuşku bile duymadılar.
Saksavullu yere ulaştıklarında, oduncular araçlarının kabininden iner inmez, kurumuş saksavulları toplamaya başladılar. Uzkurt onların hareketlerini gördüğünde çok garip buldu. Uzkurt, insan adı verilmekte olan mahlukatların var olduğunu, onlardan uzak durmasının gerekmekte olduğunu duymuştu.
“İnsanları görmedik canlılar en yırtıcı hayvanlar sayılmakta. Ama, insan tüm canlı ve mahlukatların içinde en yırtıcısı” diye, Akhal’in ikaz etmiş olduğu aklına gelmişti Uzkurdun. “Acaba, onlar bu kurumuş saksavulları toplayıp da ne yapıyorlar ki? Ya da onlar bu saksavulları yiyorlar mıdır?! Aa, bu iki ayaklı mahlukatlardan her şey beklenebilir. Onların yüzünde gözünde ne herhangi bir şefkat belirtisi var, ne de herhangi bir canayakınlık. Sanki tuzlanmış toprak gibi. Durumları ortada iken, birde onların somakları da yok. Ön ayakları da iki yanlaında asılı duruyor. Tüm işleri de ön iki ayaklarıyla yapıyorlar”.
Uzkurt, insanların hareketlerini izledikten sonra, onlar hakkında kendine göre şöyle bir sonuca geldiğinde, oduncuların birisi, açık alana biraz odun götürdikten sonra, onları yaktı. Diğeri ise şiş kebaplık etleri şişlere geçirmeye başladı. Üçüncüsü ise çay yapmaya başladı. Sofrayı serdi.
Pişmemiş etin kokusu Uzkurdu kendinden geçirmeye başlamıştı. Koşup, şişlerdeki etleri ağzına atmak istedi. Ancak, Akhal’in: “İnsanlar eti tuzlayarak yerler. Kurtlarda ise eti tuzlayarak yemek mekruhtur” diye anlatmış olduğu aklına geldiği için kendini tuttu. Yoksa, Uzkurt henüz yavru olduğundan mı ya da cesur olduğundan mı pek fazla da korku hissetmemekteydi. Nedeni ise insanların canlılara ve mahlukatlara ne kadar acımasızca davranmakta olduklarını bilmemesiydi.
Oduncular yemeklerini yediklerinden sonra, tavşan avlamaya gittiler. Uzkurt saklanmakta olduğu yerden çıkarak, artıkları koklamaya başladı. Sirke, soğan, tuz, biber karıştırılarak yapılmış yemek atıklarından pek de hoş olmayan mide bulandırıcı koku gelmekteydi. Bir kenarda ise iki adet şişe devrilmiş yerde yatıyordu. Uzkurt onları kokladığında az kalsın kusacaktı.
Uzkurt, “Eğer insanlar bunun gibi berbat gıdaları yemekte ve içmekte iseler, o zaman ben kurt olarak dünyaya gelmiş olduğuma yüz binlerce kere Allaha şükretmekteyim” dedi. Şişenin ağzından dışarıya fışkırmakta olan pis kokan kokudan sersemleyen Uzkurt geri dönmeyi düşündüğünde, ayakları onu geri götürmüyordu.
Yağmurun damla damla yağmaya başlaması ile Uz-kurt odunların arasında saklandı. Karanlık iyice basmıştı. Oduncular geri döndüler. Yagmur ise muntazam bir şekilde yağıyordu.
Odunlar yüklenmeye başladndı. Yağmur ise daha da şiddetlendi. Oduncular, kamyonun kabinine girip yattılar.
Tüm gece yağmur yağdı. Uzkurt tüm gece odunların arasında saklandı.
Gece yarıdan geçtikten sonra yağmur biraz da olsa şiddetini azalttı. Aracın ışıklarının altında odunları yüklemeye başladılar. Tokar, büyük bir saksavulun kıvrılmış olduğu yerden tutarak kaldırmak istedi, kurt yavrusunu gördüğü gibi, bulunduğu yerde donakaldı.
Uzkurt kendisini farkeden insanın korkudan yana kıpırdamaya bile halinin olmadığını anladığı için cesaretlenmişti. Kaçmayı düşündü. Ama, onun gözüne her iki ta-rapta da duvara benzeyen birşeyler gözüktü. Aracın ışıklarından dolayı gözleri göremez oldu. Sadece bir tarafa – ışıkların karanlığı delip geçmekte olduğu yöne kaçmalıydı.
O, sadece iki kez zıplamaya yetişti. Üçüncü kez zıplamaya yetişmedi. Kimdir birisi onun üzerini kaftanı ile örtmeye yetişmişti…
Akhal yağmurun yağmaya başlaması ile rahatsızlanmaya başladı. Uzkurt’un izini izleyerek, Toy kuşunu kovalamış olduğu yere kadar geldi. Sonra oduncuların kaldıkları yere yaklaştı. Oraya geldiğinde Uzkurdun izini de kokusunu da kaybetti.
“Demek ki, insanlar onu yakalayıp götürmüşler. Şimdi ne yapabilirim?” diye, endişeli bir halde dönüp dönüp etrafına bakındı. Kum tepesinin üzerine çıkıp baktığında, uzaklarda üzeri saksavul yüklü kamyonun uzaklaşmakta olduğunu gördü. Kalbi param parça oldu. Aybörünün “Eğer, Uzkurt, ansızın insanların eline düşer ise, sen onu kurtarmak için hiçbir zahmete katlanma. Kendini kurtarmanın çaresine bak” diye söylemiş olduğu aklına geldi, geri dönmek istedi. Ama, kalbinde kor gibi alevlenmiş gururunun ateşi eniğinin yakalanıp göterilmiş olduğu yere doğru, aracın izini sürerek gitmeye mecbur etmişti. Uzaklarda kararıp gözükmekte olan çoban konaklama yerinin aşılmaması gereken sınırlarına kadar yaklaşan Akhal, orada, üstü odun dolu kamyonun yolunu devam etmek üzere olduğunu gördü. Araca binen iki kişiyi çoban köpeklerinin kovalayamamasından da anlaşılacağı gibi, Uzkurdun, çoban konaklama yerinde bırakılmış olduğunu anladı. Ancak, eniğini kendi gözleri ile görene kadar rahatlayamayacaktı. O, tüm geceyi, çoban konaklama yerini gözetlemekle geçirdi.
Sabahleyin, genç ata binerek, yaşı biraz büyük olan bir kişi, Börüsay’a doğru yol almaya başladı. O kişinin siması, Akhal için hiç de yabancı gelmedi, tanıdık bir simaydı o kişi. Onu yolcu ettikten sonra, çoban konaklama yerinde kalan genç delikanlı iki eniği götürerek, Alakancığı da peşine takıp, yerde açılmış olan çukura girdi. Sonra kara keçeden yapılmış eve girdi, kaftana sarılmış birşeyi alıp dışarıya çıktı. Delikanlı dışarıya çıktığında Akhal, Uz-kurdun kaftandan dışarıya doğru çıkmakta olan küçücük kellesini görmeyi başardı.
Akhal, şimşek hızı ile yaklaşarak, çoğluğu tehdit ederek, Uzkurdu onun elinden kurtarmak istegine kapıldı, bulunduğu yerden kalktı. Ama, kendisinin üç ayaklı olduğu aklına geldi, aynı zamanda da kendisinin buralarda olduğunu anlamamaları için o hayalinden vazgeçti.
Genç delikanlı, Uzkurdu koltukaltında taşıyarak, yerde açılmış çukura girdi. Oradan çıkıp, kara keçeden yapılmış eve girene kadar Akhal saksavulun altında saklandı, o taraftan hiç gözünü ayırmadan bakadurdu, daha sonra hayal kırıklığına uğrayarak Aladağa doğru gitti.
Aybörü onu gördüğünde:
– Ne oldu? Uzkurt nerede? – dedi.
– O, insanların eline düştü.
– Onda telaşlanacak bir şey yok. Tuzun tadına bakmaz ise yeter.
– Tuzun tadına bakmaz. Ben ona iyice tembihlemiştim. Ama, insanlarda merhamet yok. Işte onun için ben üzülüyorum. Ben onların kurtlara nekadar acımasızca davranmakta olduklarını kendi gözlerimle gördüm.
– Uzkurda acımasız davranmazlar. O henüz küçük.
– Küçük kurtlara karşı da nasıl davrandıklarını gördüm – diye, Akhal Kulanlı vadisinde henüz iki yaşına bile girmemiş olan iki kurdu nasıl katlettiklerini, Çıpar’ın padalyasını kuma gömerek defnedişi, sürülerinin kanını almak için yola koyulduğunu, sonuçta bir ayağından mahrum olduğunu beyan edip, delil olarak da ön sağ ayağını gözüne sokarcasına ona gösterdi.
– Bizi zayıflatmakta olan olay, insanlarda sayılamayacak kadar hilenin hem de kurnazlığın olmasıdır.
– Doğrudur. Ancak Uzkurdun derisini yüzmeye hiç kimsenin eli varmaz, kıyamazlar. O henüz gencecik bir enik. Insanların bile kalbi var. Kalbi olan bir canlı varlık eniğe merhametli davranacaktır. Henüz ben yavruyken aslan beni yiyebilirdi, bırakıp da gidebilirdi. Ama, o böyle yapmadı. Beni kendi eniği gibi emizirdi. Çünkü onun da bir kalbi vardı. İşte, sen onların eline düşseydin, durum tamamen başka görünüm alırdı. Sıra Uzkurt’a gelince, sen rahat ol. O özgürlüğü seven birisi. Özgürlüğü seven kurt ise başka birisinin elinde bağımlı halde yaşayamaz. Eğer onu demir kafeste tutsalar bile, günün birinde, O, kurtulmanın çaresini bulur, mutlaka buraya geri gelir.
Aybörü, bir dişi kurt, bir anne olarak haklıydı. İnsanların acımasızlığının canlı şahidi olan Akhal için ise, Uzkurt’un kısmetinin akibete uğramasından geriye kalan durumların tamamı belirsizlikler içinde kalacak durumlardır.