Kitabı oku: «Bozkurtun Patikası», sayfa 3
Kelekler ve Uzkurtcuk
Lapar sofrayı topladıktan sonra, evin duvarının dibinde duran sazını yani dutarınu eline aldı, şarkıya yeni mırıldanmaya başlamıştı.
“Dağların börüsü, çöllerin kurdu”
Köpeklerin ortalığı gürültü patırtı ile doldurup, koşarak gitmeleri, onun gönlünü rahatlatan meşguliyetini bir kenara bırakıp, dışarıya çıkmaya mecbur etti. Çıkar çıkmaz da üzeri odun dolu kamyon gelip durdu. Kabinin her iki tarafında ikişer duran köpekler sanki düşmanlarını görmüş gibi tehdit edici tavırla havlamaktaydılar.
Sürücü kabinin camını çok az açtıktan sonra:
– Köpeklerinizi defetsenizle! – dedi.
Değişik bir durumun ortaya çıktığını anlayan çoban, köpeklerini uzaklaştırdı. Kaftanını kucağında sıkı bir şekilde tutarak kabinden inen Tokar koşarak kara keçeden yapılmış eve girdi. Köpekler onun peşinden saldırdılar. Ancak, yetişemediler. Kapının yanına vardıklarından sonra, kara keçeden yapılmış evin etrafından dolaşıp havlamaya başladılar. Birazdan boşu boşuna havlamayı ehemmiyetsiz saydıılar ya da yoruldular, sonuçta, hırlayarak rahatladılar.
Çoban iki misafiri öne geçirip, evin içine girdi de: – Ne oldu, bir gün gittiniz diye köpekler seni tanımadılar mı? – diye, çoğluğu ile şakalaştı.
– Özlemiş olmasınlar – diye, Tokar şakaya şaka ile cevap verdi.
– Neden kaftanına sarılmış oturuyorsun, ne oldu, Börüsay’da altın mı buldun?
– Altından bile değerli olan birşey buldum – dedikten sonra, Tokar kaftanın bir kenarını açtı. Kaftanın içinden insanlara, evde bulunan eşyalara merakla bakan, şirin mi şirin bir kurt yavrusunun kafası çok sevimli bir şekilde gözükmekteydi. O, Uzkurt idi.
– İşte, köpeklerin tanıyamadıkları, ortalığı gürültü patırtı ile doldurup karşılama yaptıkları bu küçük yaramaz.
– Dikkatli ol! Elini, kolunu ısarabilir.
– O bana, çoktan alışmış gibi.
– İnsan görmemiş hayvan, en yırtıcı hayvandır.
– O geçen geceden beri, tüm bir geceyi benimle geçirdi – diye, Tokar Uzkurdu odunların arasından nasıl bulduklarını, gece kamyonun farlarının ışıklarına gözünü kamaştırarak nasıl yakaladıklarını anlattı.
Çobanların konaklama yerinde, yabanı hayvanların enikleri yakalandığında onların tutulması için telden örülmüş ızgara şeklinde, sandık büyüklüğünde kafes bulunmaktaydı. Tokar, Uzkurdu, o kafesin içine yerleştirdi.
Oduncuları yolladıktan sonra, Lapar ona bakarak: – Kurdun eniğini neyine yaratacaksın? – dedi.
– Besleyeceğim. Evcil yapacağım.
– “Kurt yavrusu evcil olmaz” diye hiç duymamışmıdın?
– Duymuştum. İtiraz etmez isen, ben denemeyi düşünüyorum.
Çoban sesini çıkarmadan başını salladı da:
– Kurtlar üç yılda bir kere enik yapmaktadırlar. – dedi. – Onlar da köpekler gibi çok sayıda yavruyu dünyaya getiriyorlar. Bu kurtdun tek olma olasılığı yok.
– Vallahi, biz bunun haricinde ne büyük ne de küçük bir kurda rastlamadık. Ayak izlerini de görmedik. Belki de, kurtlar oralardan başka bir yerlere taşınmışlardır, bu küçük yavrucuk da yolunu kaybetmiş, ürkmüş sürüden kalmıştır?!
– Olabilir… – dedikten sonra, Lapar düşünmeye başladı. O, kendi kendine, Börüsay’a gidip gelme, eğer kurtların izine rastlar ise, tetikte olmak için gereken önlemlerin alınması ile ilgili uygulanacak tedbirler konusunda düşünmeye başladı.
– Onun bir şeyler üzerinde düşünmekte olduğunu anlayan Tokar:
– Alakancık yavruladı mı? – diye sordu.
– Ben onun eniklerini topraga gömüp geldim.
– Niçin?
– Kancıkların ilk kez yapmış oldukları enikleri kelek (düwünji) olurlar. Kelek enikleri ise toprağa gömülür, çobanlarda adet böyledir.
– Vah, Vah, olmamış, Lapar dayı! Hiç de böyle yapılır mı? Yahu, o eniklerin günahı neydi?
– Günahı adetin boynuna.
– O adetler, artık eskimiş şeyler. Bizim de artık yeni bir hayata başlama zamanımız gelip yetti.
– Yeni bir hayata başlasan da, eski bir hayat yaşa-sanda, sürünün peşinde sopanı sallayıp yürümekten başka çare bulunmaz. Çoban hayatı on bin yıl öncesinde de aynıydı. Eğer insanlara et ile yün lazımsa, yine de on bin yıldan sonra bile aynı şekilde olur.
– Tabi ki, öyle olabilir, dünyaya yeni gözünü açmış eniklere yüreğim sızlıyor.
– Merhamet etmek hem sevap iştir hem de güzel ahlaklılıktır. Müslümanlar, ramazan bayramında, büyüklüğün ifadesi olarak, sevap kazanmak için bir köleyi hürrüyetine kavuşturmuşlar ya da bir kuşun kafesten kurtulup özgür kalmasını sağlamışlar. Sen de o kadar merhametli isen, neden bu kurt yavrusunu yakalayıp getirdin, kafese hapsettin? Biliyormusun? Özğürce dolaşan bir kurt için kafeste yaşamak ölümden ağır bir derttir.
– Lapar dayı! Bırak şunu deme. Ben kendi yiyeceğimi ona vermeye razıyım.
– Öyleyse “Kelek enikleri diri diri toprağa gömmüş” diye, beni de yermeye çalışma.
– Zira “Kelek enikten it olmaz, köpekbalığından balina” diye atasözü vardır. Böylece bu konunun son cümlesini kurmuş, noktasını koymuş olalım. Anlaştık mı?
– Anlaştık.
– Şimdi, ikinci konu.
– Çoban abi, şu kurt konusunda da bir nokta koysak nasıl olur?!
– Hiçde kötü olmaz. Ancak, senin bilmen gereken bazı şeyler var.
Çoğluk, sabırlı bir şekilde sustu.
“Kurtlar çok gururulu hem de mert yaratıklardır” – diye, Lapar sözünü devam etti. – Ben o zamanlarda genç bir delikanlıydım. Yaylaya çıkmış idik. Kadınlar ve kızlar, keçileri, koyunları sağarlar. Biz – erkek çocuklar ise, oğlak ve kuzulara göz kulak olurduk. O zamanlarda her bir sürüde üç kişi yani çoban, onun yanında yardımcısı, çoğluk atanırdı. Şu anda olduğu gibi iki kişi değildik. Babam çoban idi. Berdi ise yardım ederdi. Yani, bildiğimiz çobanın yardımcıydı.
Bir keresinde Berdi dayı Börüsay’dan kurt yavrusunu yakalayıp getirdi. Babam ona “Bırak!” dedi. Berdi abi ise tam da senin yapmakta olduğun gibi kurt yavrusu ile kan kardeşiymiş gibi bir türlü bırakmadan direndi.
Berdilerin evi bizim evimizden yaklaşık otuz adım ilerideydi. Aradan iki gün geçtikten sonra şöyle bir olay oldu. Sabahleyin gürültü patırtı duyuldu. Kimisi bağırmaktaydı, kimisi ağlamaktaydı. Berdi dayı ise bir sağa bir sola koşarak kendini oradan oraya atmaktaydı. Neyin ne olduğu ile ilgilendiğimizde, gece ailenin tamamının, bir yerde yatmakta olmalarına bakmaksızın, kurt, onların altı yaşındaki oğlanlarını gece uyurken kaçırmış.
Babam, Berdi dayı ile kurdun izini sürmeye başladılar. Ben de onlar ile beraber gittim.
Erkek çocuğu büyük bir kurdun götürmüş olduğu onun ayak izlerinden belliydi. Bazı yerlerde kurdun ayak izlerinin yanında erkek çocuğun da ayaklarının zileri vardı. Bazı yerlerde ise sadece kurdun ayaklarının izleri bulunmakta olup, erkek çocuğun ayaklarının izleri sanki havalanmış gibi kaybolup gitmekteydi. Bu duruma, hayatında bunun gibi çoğu olaylara şahit olmuş babamı bile hayretler içinde bırakmıştı.
Biz, tüm günümümzü o kurdu aramakla geçirdik. Ancak sonuç alamadık.
Arama üç gün boyunca devam etti. Sanki rüzgarı avuçlamaya çalışıyor gibiydik. Yorulmuştuk, halsiz düşmüştük. Biz yol yürümekten değil de ümütsüzlikten yorulmuştuk. Nihayetinde, kalbimiz hüzün heyelanına kapıldıktan sonra, geri döndük.
– Eğer kurt erkek çocuğu yemiş olsaydı, yerde kan izlerinin kalması gerekmekteydi. “Kan yere sinmiyor” denyor – dedikten sonra, Tokar kendi görüşünü beyan etti.
– Evet, bizi az da olursa rahatlatmakta olan durumda buydu. Hiç bir yerde kanın damlamış olduğunu görmemiştik. Direk Berdi dayıların evlerine geldik. O, sinirlerine hakim olamadığı hem de ağlamaktan başka kendi derdinin çaresini bulamadığı için kurt yavrusunu öldürmek istedi. Babam, onu öğütleyerek rahatlattıktan sonra, kurt yavrucuğunu biraz ileride bulunan tepeye kadar götürdü de, orada bırakıp geldi.
Oğlanın anma yemeğini vermek için hayvan kesmek maksadı ile ağılda beklemekte olan hayvanlardan birisini yakalayıp, babam hayvanın ayaklarını bağlamaya başladı. Ben ise sıkça tepeye doğru bakıyordum. Benim ilgimi, kurt yavrusunun hanği yöne gitmiş olduğu çekmekteydi. Ne yöne doğru gitmiş olduğunu merak etmiş olduğumdan, tepeye doğru yöneldim. Tepeye yaklaşıverdiğimde çok ilginç bir olay ortaya çıktı. “Ölmedin de kayboldun” demişler. Büyük kurt, eniği ve oğlan ile beraber bir yerlerden çıkmış da gelmiş, tepenin üzerinde durmaktaydılar. Ta üç gündür kayıp, küçük çocuk da orada duruyor! Onların hepsi Berdi dayının evine doğru bakıp duruyorlardı. Zannetim ki, orada duruyormuşlar gibi görünüyor gözüme, gözümü açtım, kapattım, ovaladım, tekrardan baktım. Duruyorlar. O kadar korkmuştum ki, sesim bile çıkmıyordu. Sevinçten olsa gerek, gözyaşlarıma engel olamıyordum.
Ben kendime gelene kadar, büyük kurt gökyüzüne bakarak, üç kez kısa kısa uludu da, somağı ile iteleyiverdi tepeden aşağıya oğlanı.
Oğlanın adu Kurt idi. Kurt gelir gelmez, benim elimden tutu da, beni evlerine doğru götürdü.
Bizim eve doğru gitmekte olduğumuz anda, bizim arkamızda kalan büyük kurtun bir kere daha üç kez uluduğunu duydum.
Büyük kurdun sesini duyar duymaz, evde kalanların hepsi dışarıya çıkmışlar. Babamın elinde kanlı bıçak, Berdi dayının elinde çifte namlu av tüfeği vardı. Onlar, kurdu vurmaya bile meyillenmediler.
Berdi dayı, koşarak, yanımıza gelir gelmez, oğluna sarıldı. Ağlamakta olduğunu ya da gülmekte olduğunu anlayamadığımız bir durumda gelip, Kurdun yanaklarından öptü.
– Diri misin, oğlum!
– Baba, bana birşey olmadı. O çok iyi bir kurt.
– Hadi yürüryün, siz eve doğru gidin! – diye, Berdi dayı oğlunu bıraktı da, diziüstü oturdu da, tepeye hitaben: – Ey, ana kurt! Benim günahlarımı affet! Bundan böyle, hayatım boyunca senin ve kurt ahalisinin eniklerime dokunsam, Hazreti Adem ümmetinin laneti üzerimde olsun. Yedi neslime ibretlik olması için aktarırım, bunu nasihat ederim. Bundan böyle, hem senin hem de diğer kurtların yavruları hür yaşasınlar! Bundan böyle, Bozkurdun nesillerini bir daha rahatsız etmeyeceğime, nesilbaşımız Oğuz-hanın ruhunun adından yemin ederim.
Tepeye doğru baktığımda, büyük kurt hala bize doğru bakmış duruyordu. Sanki Berdi dayının söylemekte olduklarını anlıyormuşcasına, ana kurt daha sonra gökyüzüne bakarak, üç kez uzun uzun uluyarak, tepenin arka yamaçlarına doğru inerek gözlerden kayboldu. Mümkün, o da bir daha insan nesline dokunmayacağına dair yemin etmiştir?! Kim bilir? Biz kurt dilinden anlayamıyoruz ki.
Kurt, evlerine geri döndükten sonra, yaşamış olduklarını, kısaca şöyle anlattı: “Henüz tan ağarıp sökmeye başlamamıştı. Küçük aptestimi yapmak için dışarıya çıkmıştım. Yan tarafımdan birisi çekmiş gibi oldu. Bir baktım, köpek gibi bir canlı beni sırtına atmış hızlı bir şekilde koşuyor. Bağırmak istedim, sesim çıkmıyor. İlk başta korktum. O, bazen benim yenimden çekerek, yürüyordu. Bazen de sırtına atıp kaçıyordu. Susuz kaldığımda emizirdi. Aç susuz tutmadı. Yakalamış olduğu av etinden çiğneyerek bana da verdi. O, bu gün, insanların izini takip ederek bu yere geldi. Tepenin üzerinde durmakta olan eniğini gördükten sonra, benim ellerimi yalıdı. Hepsi bu kadar.”
Berdi dayı, oğlunun anma günü için kesmiş olduğu hayvanını düğün kurbanı olarak kesilmiş adak diye dağıttı. Hayvan etinin üç parçasının bir parçasını ana kurt ile eniğikleri için ayırıp, tepenin arka tarafına gitti de, nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerlerde bırakıp geldi.
– Akıllı bir kurtmuş – dedikten sonra, Tokar çobana bakarak. – Ancak bu eniğin annesi beni kaçırabilecek durumda olamaz?
– Çeşit çeşit insanın olduğu gibi, kurtlar da çeşit çeşittir. Her ne olursa olsun tetikte olmamız gerekir.
– Köpeklerin canı sağ olsun, kurtlar konaklama yerimize yaklaşamazlar. Yoksa da, o zamanlar çoban köpekleri yok muydu?
Vardı. Berdi dayının oğlunu kurt kaçırdığı zamanda sürüler yaylalara sürülürdü. Çoğluk köpekleri de kendisi ile beraber götürmüştü.
– Tamamdır, Lapar dayı. Birden bire beni de büyük kurt kayıplara karıştırır ise, o zaman işbu eniği serbest bırakıver.
Onlar kendi aralarında anlaştılar.
O günün ertesi, çoban fişekliğini beline bağlayıp, çiftesini omzuna attıktan sonra, genç atına binerek, Börüsaya’ya doğru gitti. Tokar ise çoban konaklama yerinde kaldı. O, Alakancığa yal vermeye gittiğinde, onun yanında, henüz gözleri dahi açılmamış, birisi benekli, diğeri ise siyah olan enikleri gördüğünde, sanki şansı yaver gitmiş kul gibi sevindi. Çobanın kelek enikler diye bu iki eniğide diri diri toprağa gömmemiş olduğundan dolayı ihtiyatlı davranma adına, Alakancığı iki eniği ile birlikte toprakta açılmış olan çukura taşıdı. Ana köpek uyuduğu zaman Uzkurdu ona götürüp emizirmek istedi. Kancık, Uzkurdun kokusunu alır almaz: “Benim yanıma neleri getiriyorsun sen!” diyercesine “hav hav” ederek, biraç kez havlamış gibi yaptı da, onun da henüz yavrucak olduğunu gördükten sonra, birşey yapmadan uzanıp yattı.
Öyle olmasına bakmaksızın, Tokar kaftana sarılmış Uzkurdu korumak amacı ile onun üzerine eğilerek, emizirmeye çalıştı. eniklerin her ikisi de neşeli bir şekilde, annelerini emiyorlardı. Uzkurt onlara bakarak, anne kancığın sütünün kokusu gelmekte olan memesini kokladıktan sonra, somağını geri çekti. O, ilk başta anne kancığı, sonra ise henüz gözleri dahi açılmamış enikleri boydan başa hayretler içinde izledi. Baksana, bu köpekler nasıl bir yaratıklarmiş. Tüylerinin renkleri bile değişik hem de havladıklarında “hav haylıyor” demez isen, kurtlara da benzemiyorlar değil. Bunlar da dört ayakları üzerinde duruyor, yürüyorlar. Lokmayı da aynen bizimki gibi ağızlarıyla yiyorlar. Suyu da dilleri yardımıyla içiyorlar. Hayır. Hayır. Köpeklerin kulakları bile kısa ya sonuçta. Ama, nedendir ki, bunların eniklerinin uzunca kuyrukları da, bir de güzlel kulakları da var?!”
O anda, Uzkurdun aklında, Akhalın köpeklerle ilgili söylemiş oldukları canlanmaya başladı.
“Kurtlar ile köpeklerin kökeni birdir. Kadim dönemlerde, Bozkurt bir köpek ile bir de kancığı insanlara peşkeş çekmiş. İşte, o ikisinin neslinden de köpekler ortaya çıkmış. Onlar insanlara atlar kadar vefali dost olmuşlar. Ancak, insanlar, köpekleri kendilerine hizmet etmeleri için kullanmışlar. Böylece, köpekler hizmet etmeye başlamış oldukları günden itibaren özgürlüklerini kaybetmişlerdir. O günden beri de onlar özgürlüğün ne olduğunu bile bilmiyorlar. Kurtlar için ise özgürlük demek – bu hayatlarının anlamının ta kendisi demektir.”
– Hayır, ben bunlar gibi hizmetçilik yapan bir köpeğe dönüşebilmem ki – dedikten sonra, Uzkurt kesin bir karara vardı. Ancak, o çok sıkı bir şekilde gözetim altında tutulmaktaydı. Sonrasında Uzkurt eniklerlede, Alakancık ile de alıştı. Eniklerin gözleri açıldıktan sonra, ortam daha da şenlendi.
Lapar Börüsay’dan suratı asık, yorğun bir halde döndü. Avlamış olduğu tavşanları Tokara uztarak: – Al, şunları bir temizleyiver – dedi. Bir tavşanı göstererek: – Bunu, dönüşte yolda gelirken avladım. Henüz sıcaktır, derisini yüzer yüzmez, derisini bana getir dedi. Ayağıma bağlaya-cam. Bunun etini de yavru kurduna ver! – dedi.
Tokar, söylenmiş olanları hemen yerine getirdi. Çöl tavşanının derisini de çobanın ayağına bağladı da çay ve yemek hazırlamaya başladı.
Çay içmekte oldukları sırada, Lapar neden kafesin boş olduğunu sordu. Tokar hiç birşeyi saklamadan, her şeyi olduğu gibi anlattı, diri toprağa verilmekten sağ salim kurtulmuş olan iki kelek eniklerin ise kendisine verilmesini çobandan rica etti.
Lapar, ne olumlu, ne olumsuz, hçbir şey demedi. Tokar, çobanın suskunluğunu, onun kabul etmiş olduğu anlamına geldiğini düşündü.
Özgür mü olmak iyi, evcil olmak mı?…
“Kız-ada, köpek-yabancı yalına yutkunur” demişler, eskiler boşuna söylememişler bu sözleri. Siyah enik, benekli enik ile aynı günde, aynı anneden doğuş olsa bile, onun yanında uzak durmaz idi. O, Uzkurt ile o kadar alışmıştı ki, eve girebilse, her zaman kafesin yanına varır, kafesin orada yatar idi.
Tokar bir gece, siyah eniği, yavaşca, kafesin içine bıraktı. İlk başta, Uzkurt onu param parça eder diye korku sarmış olsa da, onların davranışlarını gördükten sonra, rahatlamıştı. Her zaman, kafesin içinde bir oraya bir buraya durmadan çırpınan Uzkurt siyah enik ile koklaşmaya başladı. Oynadı. Birazdan sonra ise biri birlerine sokularak yattılar.
Benekli köpek ise bu duruma sinirleniyordu. Anlaşılan o ki, benekli köpek ile Uzkurt arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktı. Ama, eniğin güçsüz olmasından dolayı olmalı ki, havlayarak, onu korkutmaya çalışmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.
İlkbahar geldi. Havalar ısındı. Günlerin birinde, Uz-kurt bir olaya şahit oldu. Çoban her iki köpeginin de, hem kulalarını, hem de kuyruklarını kesti, sonra yagda kızartarak, kendilerine yedirdi.
Ama, enikler, kesilmiş olan kulakları ve kuyruklarının acısına dayanamayıp, iki üc günü çıglıklar atarak geçirdiler. Alakancık, onların yaralarını yalayarak iyileşmesini sağladı.
O günler, Uzkurt hem kulağından hem de kuyruğundan mahrum olma ile ilgili korku dolu günler geçiriyordu.
O olaydan sonra benekli enik önceki günlerdekiden daha sinirli bir hal almıştı, siyah enik ise şefkat dolu bir köpek oldu. Uzkurt için bu durum oldukça ilginç idi. Hem kuyrukları hem de kulakları kesilip kısaltıldıkdan sonra enikler albenisiz görünmeye başladılar.
– Neden sizin kulaklarınızı ve kuyruklarınızı kesiyorlar? – diye, Uzkurt siyah enikten sordu.
– Köpeklerin kulakları düşük durursa, büyüdüğünde iyi duyamazmış hem de tembel olurmuş.
– Eee, o zaman kuyruğunuzu neden kesiyorlar?
– Köpegin kuyruğu uzun olursa, iyi dövüşemiyor muş.
– İlginç.
– Nesi?
– İşte, benim kulağımı keserler ise, kesilmemiş kulağım ile duyacağımı, yarım kulağım ile nasıl iyi duyabilirim ki ben.
– Mümkündür.
– Mümkün olamaz, doğru. Kuyruğum arka kısmımı kapatmam ve korumam için lazım.
– Ee, insanlara bunları anlatmak mümkünmüdür? Onlar kendi bildiklerini yapıyorlar. Biz ise onların eline kalmış bir köpeğiz.
Kulaklarımızı da kesseler, kuyruklarımızı da kesseler, dövseler de biz onlara alınmıyoruz. Ne olursa olsun, artık olacak işler oldu. Bundan sonra bunların düzeltilme imkanı yok.
– Yapılmakta olan zülüme, itaat etmek bu bir acizliktir.
– Evet, insana karşı biz aciziz.
– Köpekler özgür değiller. Senin acizliğin de bunun sonucu.
– Ben özgürlük nedir, analayamıyorum.
– O zaman dinle! Özgürlük demek, istediğin yöne gidebilmek demektir. Özgürlük demek, kendi yiyeceğini kendin bulmak. İşte, sen, verirler ise yersin, yoksa bekler yatarsın. Özgürlük bağımlılıktan kurtulmuş olmaktır. Özgürlük mutlu bir hayat sürdürmektir.
– Sen kendini özgür mü sayıyorsun?
– Hayır.
– Neden?
– Nedeni ben bir demir kafeste tutulmaktayım.
– Eğer seni yer altında açılmış barınağa geçirirlerse, kendini özgür hissedebilir misin?
– Yer altında açılmış barınağın da dört tarafı kapalı. Her ne olursa olsun, orası kafesten daha iyi, orada ayakların yere basmakta.
– İstersen, ben seni yer altında açılmış barınağa geçirteyim. Orası şu anda boş.
– Dört yönüm açık olmadıktan sonra, ben yer altında açılmış barınakta bile kendimin özgürlükte olduğumu söyleyemem. Eğer bana yardım etmek istiyorsan, benim için bu kafesin kapısını aç.
– Siyah enik her şekilde denedi, ama, kafesin kapısını açamadı. Dışarıda bir şeyler ile uğraşmakta olan Lapar içeriye girdi, siyah eniğin yapmakta olduğunu gördüğünde, onu çizmesinin ucu ile bir kenara fırlatıp atıverdi.
Bir keresinde çoban, köpekleri ile sürüyü otlak alana götürdüğünde, Tokar üç kulaçlık ipin bir ucunu Uzkurdun boynuna bağlayarak, dışarıya çıkardı. Baharın hoş havası, Uzkurdu mutlu etti. En önemli olanı da, ufuklara kadar uznıp, bir ucu gökyzü ile birleşip duran geniş yaylaları kendi gözü ile görme imkanına kavuşmuş olması. O, yağmurlu gece yakalanıp getirilmiş olduğu günden beri, o bir kereliğine bile olsa bunun gibi bir geziye çıkarılmamıştı.
İlk başta, Uzkurt, ipten kurtulabilmek için debelendi, zıplayıp gördü. Ama, çoğluğun kuvvetli eline bağlanmış olan ip onun kurtulmasına izin vermiyordu.
Gezi sırasında enikler onun ile kovalaştılar, oynadılar. Benekli enik kendisi ile oynadığında yakınlık gösterse de, siyah enik ile Uzkurt oynadığında hırlayıp, sinirlenmeye başlıyordu.
Bunun gibi geziler, sık sık tekrarlanmaktaydı. Enikler, Uzkurda, Uzkurt da enikler ile alışmıştı. Artık, benekli enik bile bunlar ile beraber oynuyordu. Onların bir birlerinden ayrılma ihtimallarını tahmin bile etmek zordu.
Henüz, sadece köpekler Uzkurdu kabullenemiyorlardı. Ondan dolayı da çoğluk enikleri içeriye soktuktan sonra, kara keçeden yapılmış evin yanında yatabileceği bir yer yaptı. Kulağı kirişte olması için hala Uzkurdu ip ile bağlayarak tutmaktaydı.
Uzkurt, gözlerini kapatır kapatmaz ya Aladağı, ya da Börüsay’ı görürdü. Aladağda, Aybörü ona bakakalırdı. Börüsay’da Akhal topallayarak onun etrafında geziniyor.
Her seferinde de gözünü açtığında, kendisini kara keçeden yapılmış evin içinde gördüğünde, dünya onun için avuç içi gibi gözükür, kalbi sanki kursağını patlatıp fırlayacak gibi atıyordu.
Onun çobanların konaklama yerine getirilmiş olduğu günden beri üç ay geçmişti. Onun kaçabileceğini bile düşünmemiş olan çoğluk, dışarıda enikler ile biraz oynadıktan sonra, Uzkurdun boynuna bağlanmış ipi çözüverdi.
Uzkurt, ilk başta kaçmadı. O, Tokarın ipleri çözdüğü ellerini kokladı. Sonra benekli enik ile oynadı. Siyah enik ile koşuşturarak, üç kez Tokarın etrafından dolaştılar. Birden bire de Uzkurt ortalıktan kayboldu. Siyah enik bitkin bir üzerliğin olduğu yöne kuşku dolu bakışlarla bakıp durmaktaydı.
Tokar, oraya giderek baktığında, yavru kurt üzerliğin arka tarafında yere uzanmış, saklanmış, yatıyordu. Yavaşça oturarak, onun sırtını sıvazladı. Sonra, Tokarın elini keskin bir şeyler kesmiş gibi oldu. Ellerine baktığında, avucunun içinin kanamakta olduğunu gördü.
“Ey vah, kurtların Azrail tüyü olurmuş diyorlar idi, benim avucumun içinin kanamasına neden olan o şeymidir?” diye, yeniden baktığında, üzerliğin altında hiçbir şey yoktu. Siyah enik ise hazin bir şekilde uzaklara doğru bakmaktaydı.
“Allahım, o böylece kaçmış gitmiş midir?” diye, Tokar yavru kurttan ayrılmış olduğuna üzülmüş, perişan halde geri döndü.
Olup biten olayları Lapar’a anlatırken O: – Kurt özgürlüğünü dünya nimetlerine değişmez – dedi. – Eğer kurt özğürlüğünü kaybederse, o da köpege döner.
Üç ayın içinde Tokar Uzkurda özenle bakmıştı. Yavru kurt onun için dünyada var olan tüm varlıklardan daha kıymetliydi. Şimdi ise onu kaybetmişti. Kafes de, kara keçeden yapılmış ev de, uçsuz bucaksız bozkırlar da onun için boş, anlam ifade etmeyen bir şeye dönmüştü. Yapmakta olduğu işi de onun için anlamını kaybetmiş, boş uğraş gibi bir şey oldu. Uzkurdun kaçmış olmasından dolayı üzülmekten neredeyse hüngür hüngür ağlayacaktı. Çobanın söyledikleri, onun üzerine çökmüş hüzünü azaltma yerine, tam tersine, sinirlenmekten ateşe atılmaya hazırlanmış saman misali ruhsal durumunu ateşe vermiş gibi oldu.
– Ya, Lapar dayı, seni de anlayamıyorum. Önce yavru kurdu “evcil yapalım” dedin. Şimdi ise “O özgür yaşamalıdır” diyorsun. Sen ne dersen de, ama onun kendisi kaçmamış olsa bile, senin onu kaçırma niyetin mi vardı?
– Sen sinirlenme, Tokar. İlk başta gitmiş de olabilir, ama o geri gelir. Yarın ben yaylaya giderin. Sen her iki eniği de al Börüsay tarafına doğru gidip biraz gez. O uzaga gitmemiştir. Siyah eniğin sesini duyar ise, O mutlaka geri döner.
İşte, o, “gelir” denen söz çoğun zaten darılmış olan dünyasına bir rahatlık ışığını yayıverdi.