Kitabı oku: «Bozkurtun Patikası», sayfa 4
“Kurt yavrusu evcil olmaz”
Uzkurt sırtı sıvazlandığında, yine de çoğluk onu ipe baglar diye anladı, ensesinde bulunan gümüşsü tüylerini kabarttı. Her ne de olsa onun şansına, çoğluğun yanında ipi yoktu. Tokar, gümüşsü tüylerin az da olursa kesmiş olduğu avucunu yavru kurdun sırtından çeker çekmez hemen kaçtı.
Börüsay’a doğru olabildiğince hızlıca koşan Uzkurt, dört ayağının arasından geçen özğrlük rüzgarının onu uçarmışcasına ileriye, özgürlüğe doğru koşmasını sağlamkta olduğundan memnun oldu. Cünkü bu ayaklar ona koşmak için verilmişti.
Ayaklarının keyfini gören Uzkurt o gidişte Börüsay’ın saksavullarının arasına gelir gelmez hızını yavaşlattı. Tepelerin birinin üzerine çıktıktan sonra, geldiği yere doğru baktı. Çobanların konaklama yeri de, enikler de, çoğluk da gözükmüyordu.
Uzkurt bir şeyi anlamıştı. Orası başka bir dünyaydı. Burası ise başka bir dünya. Orada, biat etmez isen, boynuna ip bağlıyorlar, bir yerlere bağlayarak tutuyorlar.
Burada özğürlük var. Özğür hayat sürdürmek kurtlar için kutsaldır!
Işte O artık özğür. Mutluydu. İstediği yere gidebiliyordu. Onun Akhal’i, Aybörü’yü ve bir ananın karnından çıkmış olduğu diğer iki enikleri görmek isteği vardı. İsteğinin peşine takılıp, Aladağ istikametinde ilerlemeye başladı.
Uzkurt kadim mağaranın ağzına kadar gelip, “Ben geldim” diyercesine, üç kez kısadan kısa uludu. Ona cevap veren kimse bulunamadı. O, dünyaya inmiş olduğu magaraya girdi. Mağaranın içi boştu. Sanki, hiçbir zaman, hiçbir kimse buralarda yaşamamış gibiydi. O, yavaştan yavaş yüryerek, tüm mağaranın içini dolaştı. Herhangi bir canlı yaratığa rastlamadıktan sonra, mağaranın derinliklerine doğru gitti. Dolaşa dolaşa, tünelden geçti de Bozkurdun patikası ile Yedikayanın dibine yakın bir yere vardı. Orada yol ikiye ayrılmaktaydı. Birisi kayanın eteğini dolaşarak, yukarıya doğru, diğeri ise içinde pınarı akan, aşğıdaki dereye doğru gidiyordu. Uzkurt, epeyce bir süre durduktan sonra, geri döndü. Kadim mağaranın her bir köşesine tek tek baktı. Toprak ve çakıl taşı karışımı toprak üzerinde kalan eski izlerden başka hiçbir şey göremiyordu.
Demek, çoktantandır bu yerlerde canlı yaratıklar yaşamıyor gibiydi. Uzkurt mağaranın ağzına kolay bir yerde bulunan büyük bir taşın etrafından üç kez soluna, dört kez de sağına dolaştıktan sonra, üzerine çıktı da, ön ayaklarının üzerine başını koyarak orada yatıverdi. Bu onun özğürlüğe kavuşmuş olduğu günler içindeki ilk kez yatışıydı.
Uzkurt yedi kez Ayın dolunay evresine ulaşmasını kadim mağarada bekleyerek geçirdi, yeni doğan Ayı ise Börüsayda karşıladı.
Nasıl bir kuvvet olduğunu kendisi bile bilmediği bir güyç onu çoban konaklama yerine doğru çekiyordu. Kuzeyden esen rüzgare karışarak gelen koku, esas çoban konaklama yerinden bir menzil uzaklıkta dolaşmakta olan Uzkurdu ipsiz sapsız kendine doğru çekiyordu. Esas çoban konaklama yerini gözle görlebilecek bir mesafeye kadar yaklaştığında, o güycün ne olduğunu anlamaya başladı.
Bersekler kırk kilometre uzaklıkta bulunan aşım mevsimindeki mayanın kokusunu alıp, kükreyerek, direkt onun yanına varır.
Uzkurdun da koku alma yeteneği berseğinkinden daha üstün değilse geri kalacak yanı yoktu. Yolun yarısından fazlasını geçtikten sonra Uzkurt çoban konaklam yerinde rahatsız olan siyah eniği gördü. O baya da büyümüş. Şimdi ona Karakancık desende olcak. Alaca enik ise Alabay olmuş. O nedendiği bilinmez, Karakancığın yanından bir türlü ayrılmıyordu.
Karakancık kızışma dönemine girmenin başlanğıç dönemindeydi. O taraflardan rüzgarın getirmekte olduğu hoş koku Karakancığın kokusuydu.
Uzkurt o kokuya hasret yanmaya başladı. Onun Karakancığı Alabayın yanından ayırıp, aklında hep onu alıp gelmek vardı. Aklındaki niyetine uyarak biraz yürüdü bile. Ama, demir kafes, karanlık yer altı barınağı, keçinin tüyünden iyice sicimlenerek örülmüş ip göz önüne geldikçe de durdu. Onun çok beklemesine de gerek kalmadı. İşte Karakancık önden, Alabay ise peşinden koşuşturarak, bir zamanlar Uzkurdun kaçmış olduğu yere doğru yöneldiler. Uzkurt, Karakancığı çağırmak için kısadan kısa, üç kez uludu.
Karakancık, onu sesinden tanıdı. Biraz kulak verdikten sonra, Uzkurdun çağırmış oldu yöne doğru koştu. Ala-bay onun peşinden ok gibi fırladı.
Karakancık Uzkurdu gördüğü andan itibaren yavaşlayarak, cilve yapmaya başladı. Sonra, kıçını çevirdi de: “Gönlün varsa, gel peşimden” diyen tarzda yürümeye başladı.
Alabay ise sanki öcü varmış gibi saldırarak geldi, sanki Uzkurdun üzerine atlayacakmış gibi gözükse de, karşısında duran kurdun sert bakışlarını gördüğünde korkuya kapılıdı. Sesi öncekisi gibi gür çıkmadı. Uzkurdun kendisine doğru tehditkar bir eda ile gelmekte olduğunu gördüğünde geri geri çekilmeye başladı, çoban konaklama yerinde kalmış olan köpeklerden yardım isteyerek, havladı. O anda kızışma döneminde olan Alakancık yerinden kıpırdanmaz ise, yal dağıtımı telaşına kapılmış köpekler, bekledikleri yalı hayal etme duygusundan kurtulabilecek, hayallerini terkedebilecek durumda değillerdi.
Uzkurt, Alabayın kendisinden korktuğunu, güçlerinin eşit olamayacağını anlamış olmasını gördükten sonra, Karakancığın peşine takılıp gitti.
Uzkurdun, onu pek fazlada takmadan yürüryüp gitmiş olmasını gördükten sonra, tahrik olan Alabay, belli bir mesafeyi muhafaza ederek, gürültü patırtıyı da eksik etmeden onların peşinden geliyordu. Onun bu yaptıklarına, Uzkurt, fazla dayanamadı. Birdenbire geri döndü de Alabaya saldırdı. Köpek kaçtı. Kurt kovaladı. Peşinden yetişir yetişmez, göğsü ile çarptı, Alabay kendi hızını alamadan yuvarlanıp gidecek şekilde çarptı. Ancak dalamadı.
Keskin çığlıklar atarak ayağa kalktığında, Uzkurdun, Karakancık ile Börüsay’a doğru gitmekte olduklarını, bulutlanmış gözleri zar zor da olsa seçebilmekteydi.
Göç
Akhal, Akbörüden mirasçı eniklerinin dünyaya gelmiş olmasından çok mutlu oldu. Hatta, hayatının sonbaharını yaşamakta olduğunu bile unutmuştu.
Uzkurt, yavru kurt olmasına bakmaksızın, o yanında iken kend kendisini çölün ve dağların sahibi saymaktaydı.
Ne zamandır Uzkurdu oduncular yakalayıp götürdiklerinde, gözüne çöl bomboş kalmış, dağlar ise kararıp kalmış taşlar gibi gözükmekteydi.
Eğer Aybörü “o gelir” diye onu rahatlatmamış olsaydı, Akhal Bozkurdun patikasıyla giderek, Yedikayaya çıkmaya bile yeltenmişti. Kayaya varsa, ona çıkacak da tek bir patika vardı, ama, oradan inecek patika yoktu.
Onlar kadim mağarada Uzkurdu çok beklediler. Kışın tam ortasında yağan kar uzun süredir erimiyordu. Gün ısıtmaya başladığında, karlar erimeye başlamıştı ki, Aybörü iki eniğini yanıyla alarak avlanmaya gitmişti. Ama, hızlı bir şekilde geri döndüler.
– Hemen, oyalanmadan buralardan gitmemiz gerek!
– Niçün?
– Dört dere ötede dağların taşlarını araştıranlar var. Onların her an bizim mağaramıza gelme ihtimalleri var.
– O zaman Yedikaya’ya doğru gidelim.
– Hayır. Orada onların bizi görme ihtimalleri var. En iyisi, buralara sükunet aralaşana kadar, Kulanlı vadisine gidelim. Oralarda eniklerimiz tehlike altında kalmazlar.
Böylece onların dördüsü beraber, çöle taşındılar, oralarda yerleştiler. Akhal Aybörü ile iki eniğini peşine takıp, az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, sonunda onları Sazaklı vadisine alıp geldi. Onları kendisinin eski inine yerleştirdi.
Kendisi ise önderlik tepesinin dışından yedi kez dolaşıp, sonra tepenin üstüne çıktı, tüm geceyi Küçük Ayı Takımyıldızılarına bakarak geçirdi. Tan atmaya yaklaştığında Küçük Ayı Takımyıldızının birinci yıldızından uzayarak giden ışın onun gözüne kadar ulaştı, gözünün görme netliğini arttırdı.
Akhal üç ayağının üzerine kalkıp, uzaklara doğru baktı. Kulanlı vadisine gitmekte olan yönde onbeş geyiğin su birikintisinin yanında grup halinde yatmakta olduklarını gördü. Tepeden indi, o yönde hareket etmeye başladı. Aybörü de Akhalın yola koyulduğunu gördü, iki eniği ile unun ökçesine basarak peşinden gitti.
Geyiklere seslenildiğinde duyulabilecek mesafe kaldığında, onlar kısa bir süreliğine durakladılar.
Aybörü: – Sen burada saklan – dedi. – Sen onları zaten yakalayamazsın. Ben öbür taraflarından geleyim, ürküteyim. Eğer buraya doğru gelirlerse, orada grubun kenarında duran hasta geyiği gözünden kaçırma. Onu kapıver.
– O öksürüyor.
– Akciğerinde kurdu var.
– Maşallah, sen onun işindeki işkembelerine kadar her şeyini biliyorsun.
– Dış görünüm bir örtüdür. İçerik ise onun içinde bulunmaktadır. Eğer gözümün gördüğü bir şeyin içini göremeyecek isem bana neden Aydörü desinler? – dedi, başka bir yöne yaydan çıkmış ok gibi fırlayıp gitti.
Akhal eniklerin her birini bir yerde sakladı. Çok da zaman geçmeden geyikler grup halinde, gürültü yaparak onlara doğru gelmeye başladılar. Genç kurtların birisinin sağdan, diğerinin soldan birbiri ardından çıkmakta olduğunu gören geyikler direk Akhalın üzerine doğru yürüdüler. Akhal ayağa kalktı. Dört yandan kurtların ablukası altında kalan geyikler birdenbire ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemediler, kısa bir süreliğine durakladılar. Tam o sırada hasta geyik hızını alamadan, direkt Akhalın tam karşısında durakladı. Geyiğin gözleri kurdun gözlerine takıldı. Akhal ona öylesine bir hükmedercesine baktı ki, geyik durduğu yerde titir titir titremeye başladı. Arkasından yaydan çıkmış ok gibi gelen Aybörü hızını kesmeden, hasta geyiğin sırtına atladı. Fırsattan ve arka tarafının serbest olmasından yararlanan diğer geyikler yüksekten yükseğe zıplayarak, gözlerinin gördüğü yöne doğru koşmaya başladılar.
“Yakalanan av, kaçmış avdan daha karlıdır” şeklindeki kurt atasözüne uyan enikler de kaçmakta olan geyikleri kovalamayı akıllarından bile geçirmediler.
Kurtlar bir kere geçmiş oldukları yoldan, kolay kolay bir daha geçmezler. Akhal ailesi ile beraber başka yönden inlerine doğru gitti. Yollarında ılgınlık alan bulunmaktaydı. Nedense, O, ılgınlık alanın içinden geçmek istemedi. Açık alandan gitmeye Akbörü razı olmadı.
Onlar ılgınlık alanın tam orta kısmına gelmiştilerdi ki, Garaguyruk ile Altıbarmağa rastladılar. Akhal onlar ile koklaştı. Kurtların koklaşması, biribirinin hal hatırını sormak anlamına gelmekteydi.
Garaguyruk sürüdeki kurtların Kulanlı vasinden doğuya, acele etmeden gidilir ise iki gecelik bir mesafede gölün yakınlarında mesken tutmuş olduklarını, Garamen ile Yelbörünün de Çalbörünün de şuanda orada olabilme ihtimalının olduğunu haber verdi.
– Siz buralarda ne yapıyorsunuz? – dedi, Akhal seçkin iki kurdun neden sürüden uzakta kalmış olduklarının nedenini öğrenmek amacı ile sordu.
– Biz her zaman olduğu gibi sürü olarak Kulanlı vadisine avlanmaya geldik – dedi, Garaguyruk olup biten olayları beyan etmeye başladı. – Gitmiş olduğumuz yerde de kaldık. Üç gün evvel neredendir bir yerlerden kızılkurtların grubu ortaya çıktı. Onlar kulan avlamayı bile başaramıyorlar. Ondan sonra bizim avlamış olduğumuz avları almak için bizim ile dövüşmeye başladılar. Kızılkurtlar bizden üç katına daha fazladılar. Eğer avunu bırakıp gitsen, senin ile işi de olmaz derdi de olmaz. Engel olmaya çalıştın mı bizi bile yiyecekler. Kendileri de açgözler. Öldülermi kaldılar mı hiç farkında bile değiller. Biz de büyük uğraşlar verip yakalamış olduğumuz avumuzu onlara vermeyi kendimize gurur bildik. Sonra kızılkurtlar ile “dişe diş” savaşına başladık.
– Sen “dişe diş” savaşını Garamenin başlatmış olduğunu söylemedin – diye, Altıbarmak araya girdi. – Gara-men bir kulanın üzerine atlayarak, boynundan ısırıp yere serdi. Kendisi ise kendi avlamış olduğu avundan tek lokma bile yemeye yetişmedi ki, kızılkurtlar kulanı çekiştirmeye başladılar. Bu duruma Garamen kurt sinirlendi. O yanına gelip, kendisine tehdit edip, dillerini göstererek, it gibi hır hırlayan, kulanın boğazından ısırmış kızılkurdun belinin tam da ortasından ısırıp, bir kenara fırlatıverdi. Bir baktım kızılkurtlar Garameni çekiştirip parçalayacaklardı, sürükleyip götürüyorlardı. Garaguyruk ile ben onu zar zor ölümden kurtardık. İşte, öylelikle “dişe diş” savaşı başladı. Biz onların yaklaşık yirmisini öldürdük. Onlar da bizim genç kurtlarımızdan onüçünü öldürdüler. Garamen kurt sakat kaldı. Zar zor yürüyebiliyor. Onlar gölün kıyısına gittiler. Garaguyruk ikimiz kızılkurtları kovalayarak kuzeye doğru gittik. Yolda haram ölmüş devenin leşini görmüşler, kızılkurtlar o leş ile uğraşarak oralarda kaldılar. Kovalamayı unuttular. Biz iki kurt bir olup, onların üzerine saldırmaktan vazgeçtik. Sürünün izini kaybetmek için de buraya geldik, şimdi de kızılkurtları beklemekteyiz.
– Onlar şimdi gelmezler – diye, Aybörü nedenini anlattı. – Kızılkurtlar sudan korksalar bile, suya yakın olan yerlerde, çakallar gibi çalılık ormanlarında yaşamaktadırlar. Onların midelerini doldurmaktan başka bir derdi yoktur. Onlar ormanı nasıl bırakabilir, onların nasıl çöle uğramış olduklarına ben şaşırdım. Onlar helal ile haramı ayırt etmezler. Yeter ki midelerini doldursunlar, başlarını kurtarsınlar. Dünyada domuzdan daha pis, çiyandan daha beter kavgacı bir canlı varsa bu kızılkurtlardır. Kızışma döneminde insanlara bile saldırırlar. Suyu sevmezler, pislikleri, kurtlu leşleri bile ayırt etmeden yemekte olmalarından dolayı olabilir, onların kanında kuduz hastalığının başlanğıcı varmış. Kızılkurtlar ikide bir kuduz olurlar, hastalıklarını biribirine, çakallara ve diğer canlı varlıklara bulaştırırlar. Onlardan uzak durmak en iyisidir. Eğer kurtlar kızılkurtlar ile dövüşürlerse, işte o korkunç hastalıktan kurtulmak için açlık otunun kökünü çiğnemeleri gerekmekte.
– O otu nereden bulabiliriz? – diye, Garaguyruk sordu.
– Aç otu dağda çoktur. Ama ben o otu Sazaklı vadisinde bile görmüştüm.
– Bize onu gösterir misin! – diye, Altıbarmak somağını yalıdı.
Sazaklı vadisine geldiklerinden sonra, Aybörü açlık otunun nadiren de olsa bulunmakta olduğu yerlerin hepsini gösterdi. Garaguyruk ile Altıbarmak açlık otunun dibini eşiyerek, koyun gurguru büyüklüğünde damarlı baklamsı kökünü alıp, iyi bir şekilde çiğnedi. Tüm vucudu rahatladı, köklerden ağzını doldurduktan sonra, göle doğru gittiler.
O günden sonra altı gün geçirerek, Çalbörüyü ve genç kurtların yedisini peşlerine takıp, vadiye geri döndüler.
Garamen kurt nerede? Onun durumu nasıl? – diye, Akhal Garaguyruktan sorduç
Şimdi iyi. Ancak o hepimize izin verdi de, kendisi orada kalmayı tercih etti. – dedikten sonra, Garaguyruk onun gelmeyi kendisi için gurur meselesi saydığını anlattı.
– Henüz önder olma hayalperestliğini hala halledebilmiş değil desene.
– Ancak O, kendi neslinden hayatta kalan dört ferdini sizin sürünüze verdi. Onun yanında sadece Yelbörü kaldı.
– Ben onlara kendi fertlerim gibi bakarın.
– Demek ki, sen kin tutmuyorsun değil mi…
– Sürünün önderi düşmanına karşı bile kin beslemez. – diye, Akhal her zamanki çıktığı tepeye çıktı. Uzaklarda aşağıda bir yerlerde kurtların onüçüsü onun söyleyeceklerini, diyeceklerini dinlemek için sabırsızlıkla bekleyip durmaktaydılar. Akhal onlara bakıp, kısa bir süreliğine bile olsa kendisinin yalnız geçirmiş olduğu günlerini hatırladı, sonra sürünün yeniden oluşumu, kendisinin önderlik ornunu yeniden almasına memnun olup, bir adım ileriye doğru atladı.
“At sahibine göre kişner”
Dışarıda kendi haline konuşarak dolaşan çoğluk, içeriye girdikten sonra, uzun bir süredir sesini kesmedi. Çoban onun kendi kendine konuşup dolaşmasını onamadı:
– Aklında olsun! Kendinden büyükler varken ancak iki durumda, ya aklını oynatmış olduğunda, ya da sorulmuş olan soruya cevap verirken konuşulur.
– Ah, keşke olup bitenlerle ilgili her şeyi içime atıp da içimde tutabilsem, tutamıyorum ne yapabilirim? – diye, çoğluk yakındı.
– Tutmayacağın kadar, ne olmuş ki?
– Karakancık iki gün evvel kayboldu. Köpeklerde Alakancık diye birbirlerine giriyorlar.
– Ee, kardeşim, gençliğine sayalım – diye, çoban neşeli bir şekilde güldü. – Onun gibi şeyleri içine atıp, kendi kendine konuşularak da gezilmez. Alakancık ne yapacağını ikimizden daha iyi biliyordur. O köpekleri deneyden geçirmektedir. İşte, görürsün, en güçlü olanını peşine takar da, iki üç gün kaybolar. Karakancık hakkında bir şey diyeyim mi sana, o mutlaka senin kaçırmış olduğun kurda rastlamıştır. Alabay da onun ile gücünün bir olmayacağını anlamış, geri gelmiş olmalı.
– Gerçekten de, benim kurdum buralara kadar gelmişmidir?
– Üç gün evvel, ben onun üç kez uluduğunu bile duydum.
– Onu bu durumdan yararlanarak yakalayamayız mı?
– Artık o enik değil ki, yakalatmaz. Artık bir yaşını doldurmuş kurt.
– Eğer Karakancık o kurttan nesil alabilse, enik verir ise, siz onları da diri diri toprağa gömecekmisiniz?
– Sana daha önce anlatmış idim, “kancıkların ilk gebeliğinden olan yavruları kelek olur” diye. Anlayamadın mı?
– Çoban abi, çöl yerlerde adet falan demenin ne gereği var?
– Kardeşim, adet çölde de, ilde de aynı adettir.
– Adet dediniz, “kelek” dediniz, geçen sene bir sürü günahı olmayan enikleri yok ettiniz. Canı olan canlıları diri olarak toprağa vermenin de bir günahı vardır…
– Vardır, yok da diyemem. Ancak adetleri ihlal etmek affedilemeyecek bir günahtır.
– Benim kurdum bir daha Karakancık ile karşılaşamaz ise ne olacak?
– Kurttan bir kere nesil almış olan kancık yine de onu ister. Bir daha köpekleri saymaz bile. Ancak karşılaşamazlar ise, çaresi yoktur.
– Karşılaşmaz. Önümüzdeki yıla kadar o kurt ya kalır, ya kalmaz.
– O olmaz ise, yine birisi. Hatırlıyor musun, senin genç kurdu yakalayıp getirdiğini. Benim de ertesi gün Börüsay’a gittiğimi. Biliyor musun, o gidişimde ben Börüsay’da üç ayaklı büyük bir kurdun ayak izlerini gördüm. İzini sürdüm, o dağa doğru gitmiş. Demek, dağda kurt ailesi olmalı.
– Çoban abi, üç ayaklı kurt olamaz ki.
– Doğru, kurtlar dört ayaklı olur. Bundan üç dört yıl öncesiydi, iki insan helikopterle Kulanlı vadisinde kulan avlamaya gidiyorlar…
– Kulanları avlamak yasak değil mi?
– Kimileri için yasak? Bazı kimseler için ise seslerini çıkarmıyorlar. İşte, onlar da kulan avlamak için dolaşırlarken, kurt sürüsünü görmüşler. Helikopter ile kovalayarak, silahla vurabildiklerini vurmuşlar. Bir çobanın söylediklerine göre, onlar var olan kurtların tamamını katletmişler. O olaydan sonra on veya onbeş gün ya geçmiştir ya da geçmemiştir, başka bir çobanın çoğluğu çoban konaklama yerlerini dolaşarak, “kurt çekti”3 yaptığı zaman, onu büyük bir kurdun kovalamış olduğuna dair haberler yayıldı. İşte, o olaydan sonra ise kapan kurma başladı. Yedikuyudaki çobanların kapanına bir kurt yakalanmış, o da ayağını kapanda bırakarak, kaçıp gitmiş. Yanılmıyorsam, benim ayak izlerini görmüş olduğum o üç ayak kurt olmalı.
– Çok da gururluymuş ya.
– Evet, kurt çok gururlu bir hayvandır – dedikten sonra, çoban düşüncelerine dalıp gitti. Bardağındaki soğumuş çayından çift yudum aldı da, konuşmasını devam ettirdi. – Bundan onsekiz yıl evvel ben de aynen senin gibi çoğluktum. Sarı dayı adında davar sevdalısı insan olan çoban idi kendileri. O biraz da hasta olan birisiydi. Rahmetli kanser hastasıydı. Onun için de öğleden sonra bana güvendiği için sürüyü otlak alana çıkarma işini bana bırakırdı. Günlerin birinde fırtınalar esip kasırgalar kopup, kasıp kavurduğu havada sürüyü dolaştırıp, çoban konaklama yerine doğru götürdüm. Getirip ağıla kapadım. Sarı dayı her zamanki yapmakta olduğu gibi, gemici fenerini alıp, çoban konaklama yerinin etrafından dolandı da, derinden bir nefes aldı. Bana seslendi:
– Yolda bir yerlerde gelirken sürünün bölünmüş olduğunu fark ettin mı? – dedi.
Ben, sürüyü dağıtmadan getirmiş olduğumu söyledim.
– Hayır. Dağılmış. Az buçuk bile değil, yaklaşık kırk adet eksiğimiz bulunmakta
Sarı dayı bana öylesine bir ters ters baktı ki, sanki vücudumda karıncalar yürürmüş gibi oldum.
– Her koyunun kaç gözü var?
– İki.
– Kör olanı, tek gözlü olanı yok değil mi?!
– Elbette, yok. Hepsi de sağıklı koyunlar.
– Bizim 850 adet koyunumuz var idi. Oların da 1700 gözünün olması lazım. Ben 78 gözü bulamıyorum. Demek 39 koynumuz eksik.
Ilk başta “mümkün değil” desem de, bir baksam, benim ile otlak alana beraber giden Akbay adlı köpek de yoktu. Akbay sürü dağıldığında sürüden bölünerek ayrılmış olan koyunlar ile kalmış olmalı.
Sıcağı sıcağına kaybımızı aramaya başladık. Onlar fırtınalı havada sürüyü çoban konaklama yerine doğru döndürmekte olduğum sırada, kenardakilerden bir grubun sürüden ayrılarak dağılmış olduğunu nerden bilecektim? Ancak onların çoğu çoktan parçalanmış idi. Özellikle, kuyruklarını sanki bıçakla keserek alıp yemişler gibiydi. Burada da altı adet koyunumuz eksik çıktı.
– Onları kurtlar kendileri ile götürmüşler – dedikten sonra, Sarı dayı bana anlattı. – Bunlara altı kurt saldırmış.
Hiçbir şekilde hayat belirtisi vermeyen Akbay’ı sanki insan defneder gibi, toprağa verdik.
Sarı dayı gece saatleri olmasına bakmaksızın kışlık ahıra gitti. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde bir avcıyı iki köpeği ile alıp geldi. Ben avcı ile beraber gitmek zorunda kaldım. Av köpekleri kurtların ayak izlerinden dolayı bırakmış oldukları kokuyu koklayarak, çok uzun mesafelere gittiler. Biz de onların peşinden. Üçüncü gün dendiğinde, kurt enine ulaştık. Avcı inden kurt yavrularının yedisini dışarıya çıkardı. Sonra onların dördüsünün sırtlarına zamk gibi bir şeyler yapıştırdıktan sonra, inlerine salıverdi. İnin etrafında ağ kurdu, bir tarafını açık bıraktı. Tuzak da kurdu.
Biz biraz geri çekilerek, saklanıp, beklemeye başladık. Sırtları zamklanmış yavru kurtlar tuvalet ihtiyaçları geldikçe keskin çığlıklar atmaya başladılar. Ana kurt onların acıklı acıklı çığlık atmalarına dayanamadı. Taş atsan yetecek mesafeye gelerek tedirğinlikle hareket etmeye başladı. Her seferinde telaşlı bir şekilde bir oraya bir de buraya doğru geçtiğinde, bir adım olsa bile inine yaklaşıyordu. O bizim buralarda olduğumuzu biliyordu. Bilse bile çaresi yoktu.
Ben kurt denen canlıyı hayatımda ikinci kez görüyordum. Birinci kez, daha önce de anlatmış olduğum gibi, çocukluğumda, yazlığa çıktığımızda görmüştüm. Ancak, daha önce görmüş olduğun anne kurt bunun kadar sert değildi.
Anne kurdu görür görmez elimde ayağımda dermanım kalmadı, dilim tutuldu, sesim çıkmaz oldu. O ise bazen dişlerini şak şaklatarak, bizim bulunduğumuz tarafa doğru bakarak, bizi tehdit ediyordu. Onun ensesinde kabarmış olan tüyleri, sert suratı, insan kanını donduran, hem nefret hem hiddetle dolu gözleri, orman canavarını bile sataşmış olduğuna pişman ettirmeye hazır dişleri, gerçeği söylemek gerekirse benim içimi karartmaya başlamıştı.
Hiçbir şeyden korkmayı, ürkmeyi bilmeyen cesur hem de öfke ve hiddetle beslenen tehdidi ile üzerimize saldırmış olsaydı, geldiği gibi bizi parçalayıp geçip gidecek gibi gözüküyordu.
Ben sanki sıtmaya yakalanmış gibi titreyip duruyordum, kendimi zor tutuyordum, avcının yüzüne baktım. O rahat idi. Onun davranışları oyuncak kurdun oynunu izliyormuş gibiydi. Av köpekleri de alışıklar, emir verilerini bekliyorlar, seslerini bile çıkarmıyorlar, yere uzanmış yatıyorlardı.
Avcının soğukkanlılığı beni de korku girdabından çıkardı, biraz olsa bile rahatlattı.
Her ne de olursa, henüz korku benim damarlarımda kanımı hızlı hızlı attırıp duruyordu. “Sanırsam, anne kurt tek başına değildi. Diğerleri arkadan dolaşıp gelebilirler” diye, korkuyla arkama baktığımda, eşekler kulakları ile gözlerini kapatmış, anne kurdun bulunduğu tarafa kıçlarını doğrultarak durmakta olduklarını gördüm. Bizin anne kurt ile arada saklanıp yatmamız eşeklerin yararınaydı. Ama, onların rezil rısva duruşları, anne kurdun umrunda bile değildi.
Anne kurt hala tehdit etmekteydi, bizim oralardan defolup gitmemizi, eniklerinin keskin çığlıklar atmasına neden olan olayın ortadan kaldırılması, onların o durumdan kurtarılmasını istiyordu. Ama, bizim amacımız onun isteklerinden daha üstündü.
Her ne kadar da uyanıklık etse bile, annelik duygusu anne kurdu tuzaga düşürdü. Avcı çok hızlı bir şekilde davranıp, tuzağı keskin dişleri ile kesmeye yetişmeden, anne kurdun üzerine ağı atmaya yetişti. Şimdi onun kurtulma imkanı kalmamıştı.
Avcı anne kurdu ağ ile beraber getirdikten sonra, eşeğine yükledi. Sonra enikler ile ilgilenmeye başladı.
Avcı anne kurdun ağzına da eşeğin semerinin ağacını enlemesine sıkıştırıp bıraktı. Kendisi ise eşeğini yürüterek, yaya geri döndü.
Yolda gelirken eşeğinin üzerindeki anne kurdun gözlerine takıldı gözlerim. Onun gözleri üzüntüyle doluydu. Anne kurt onun gözlerine bakmakta olduğumu anlamış olmalı. O kadar üzüntülüydü, o kadar acıklı baktı ki, bu sefer onun durumuna benim acıyıp, kalbim dayanamaz hal almıştı. Sonra bir daha ona bakmadım.
Çoban konaklama yerine geldikten sonra ise anne kurda arada sırada bir bakmamış olduğuma pişman oldum.
Avcı eşeğin yanına vardıktan sonra, derinden bir nefes aldı da: “Kurt gururlu, it yüzsüz” dedikleri doğruymuş – dedi.
– Belki de o nefes alamadan boğularak ölmüştür.
– Hayır. Ben onun gibi durumları göz önünde bulundurmuştum ya.
– A, sanırım, sizin elinizde korkuya kapılarak kalbi çatlamış, ölmüş gibi?
– Hayır. Kurt gibi cesur hayvan yoktur. Aslanın kalbı çatlayabilir. Ama, kurdun kalbi çatlamaz. Onlar korkmayı, ürkmeyi bilmezler.
– O zaman neden ölmüş olabilir!?
– Namustan. “Kurt yakalanıp ayakları bağlanınca, eşeğe yük vurar gibi götürür isen, namusundan ölür” diye, duymuştum. Rahmetlik dedem bu gün görmüş olduğum yöntemi kullanarak anne kurtları çok yakalardı. Ama onların somaklarını bağlayarak deveye yüklerdi. Böyle durumlarda kurtlar ölmezdi. Ben onu eşeğe yük vurur gibi taşımakla yanlış iş yapmış oldum – dedikten sonra, avcı dudaklarını ısırdı.
– Anne kurdu zaten öldürecektiniz değilmi.
– Öldürmezdim. Onun sütünü aldıktan sonra serbest bırakırdım – dedi, avcı anne kurdun derisini yüzmeye başladı.
– Onun sütünü ne yapacaksınız ki?
– Oho, anne kurdun sütü eşek sütünden on kat daha faydalıdır…
– Ne?
– En kötü hastalığa…
– Onu “kurt çekdi” ettiniz mi?
– Elbette.
– Ee, eniklerini ne yaptınız?
– Eniklerin üçüsünü “hayvanat bahçesine” diye, alıp gittiler. Ancak, ben onlardan önce onların içinden dördüsünü seçip aldım da, sakladım. Onların bir beyaz benekliydi, ikincisi siyah benliydi, üçüncüsünün kuruğu sihaimsi idi, dördüncüsü altı parmaklıydı.
– Bu köpeklerin hanğisi onların neslinden?
– Hayır. Onlar köpekler ile bir araya gelmediler. Aradan yaklaşık üç ay geçtikten sonra, benim köye dönmem gerekti. Geri döndüğümde biri bile kalmamış. Sarı dayı sevap olsun diye serbest bırakmış. Ancak o günden sonra kurtlar bizim çoban konaklama yerimize bir daha hiç saldırmadılar.
– Ben düşünüyorum da, biz amacımıza ulaşamayacak gibi geliyor bana.
– Her şeyin zamanı varmış.
– Var mıdır, bari?!
– Acele etmez isen, yakın yıllarda ben sana bu meselenin çözümünü bulmaya yardımcı olayım.
– Ciddi misin, Lapar dayı?!
– Gerçekten de ciddiyim, Tokar kardeşim.
Çobanın söyledikleri çoğluğun kalbini rahatlattı, könlünü ferahlattı. Gaflette kalmış gözleri açılmış gibi oldu. Kendisini cesur ve gururlu kurtların nesillerinden (köpeğin kancığı ile kurdun köpeğinin çiftleşmesinden) türeyen kanidlerin (ünnüşlerin)4 sahibiymiş gibi çok rahat hem de ilham dolu hissetti. Tam o sırada da dışarıdan Karakancığın “ben geldim” diyercesine havlayan sesi duyuldu.