Kitabı oku: «Kalabalık», sayfa 2
… Dönüp biri uzun, ötekisi kısa bacaklarıyla yalpalayarak ördek gibi koşmaya başladı.
Arkadan dedesinin öfkeli sesi duyuluyordu. Sık sık iç geçirerek “vay be!” , diyordu.
Arkadakiler gelip yetiştiler ona, yere düşürerek bağırtarak tüylerini tek tek çekip kopardılar. Tüylerini tek tek çekip kopar dıkça o, bağırarak çıplak vücuduyla, örtüsüz arkasıyla yalpalayarak koşmaya çalışsa da onu yakaladılar. Adamların elinden kurtulamadı. Onu yere düşürerek ayaklarını iple sardılar, kollarını geriye katlayarak dilini dışarı çıkardılar. Sonra vücudu korkudan kasıldı, bıçağın sivri ucunu gırtlağında hissetti. Bıçak damarları boyu kaydıkça nohut babaannesinin sesini duydu:
“Kafasını bırak”, babaannesi ince sesiyle konuşuyordu: “Sofra için böylesi daha güzel.”
Babaannesi hem konuşuyor, hem de onu bir güzel haşlamak için ateş yakıyordu. Çatırdayarak yanan ateşin kokusu duyuluyordu.
Adamlardan bir bir, güçlükle kurtuldu, kan fışkıran boğazıyla, kanının içinde kayarak kesik kafası omuzunda annesine doğru koştu.
Annesi uykudan uyanmış, yattığı yerde esniyordu, onun kesik kafasına bakıyordu gözlerini kırpmadan:
“Gel, uyu”, diyordu “Yarın erkenden uyanmalıyız.
Bir süre böyle sadece damarlarına ilişmiş kafası annesinin ayaklarında, bulutlu semayı seyrederek hırıldadı ve sustu. Sonra rüzgar esti. Estikçe hızlandı.
Yine rüzgarın sesinin içiyle uzaktan baykuş sesleri duyul du.Kalabalık yine çok yakındaydı.
Bağırmak istedi, fakat sesi çıkmadı, boğazından ses değil de, çok korkunç bir hırıltı çıktı. Hırıldayarak:
“Gitme, Hektor, gitme o kanlı savaşa”, diye bağırdı ve bayıldı.
Onu da tabuta koyarak babasıyla beraber götürüyorlardı.
Anneannesi sırtını eğerek, zayıf, kemikli kollarını sallaya rak her kesten önde yürüyordu:
“Yavrum ölüyor, yavrum, heeeyyyyyy!”, diye bağırıyordu, fakat gülüyor muydu, ağlıyor muydu bir türlü belli değildi.
Sonra birileri anneannesi yere düşürdü ve kalabalık ağır ağır yürüyerek anneannesini çiğnedi.
…Tabutun içinde doğrularak onunla beraber kalabalığın başı üzerinde götürdüğü babasının büyük yüzünü izledi. Babası ağır ağır soluyordu, çehresinin derisi kalkıp indikçe alnının kırışları açılıp kapandıkça zor duyulan müzik sesi etrafa yayılı yordu. Babasının kırışları çok eskiden duyduğu bir şarkıyı söylüyordu ve söyledikçe babasının kapalı gözlerinin kenarıyla yaş akıyordu. Akıp kulaklarını ıslatarak içeri dökülüyordu.
Dizleri üzerinde sürünerek babasının tabutuna girdi, ağzını babasının kulağına yaklaştırarak:
“Uuuuuuuuu!”, diye bağırdı.
Sesi babasının kulağının içinde yankılandı. Birileri kulağın ta derinliklerinden ona:
“Uhu uhu uhu!”, diye karşılık vererek sustu.
Bir süre gözlerini genişçe açarak içeriyi seyrettiyse de, hiçbir şey göremedi. Karanlığın bitişinde öyle bir rüzgar esiyordu ki. Esiyordu ve de estikçe sanki bir kapı durmadan açılıp kapanıyordu.
İlk önce ayağıyla, sonra tüm vücuduyla kulağın içine girdi. Gözleri karanlığa alışıncayadek bekledi. Gözü karanlığa alıştıktan sonra durduğu yerden doğrularak eğri merdivenlerle karanlığın içine götüren kapıların açılıp kapandığı yöne doğru gitti.
Kulağın içi yumuşaktı diye çok rahat yürüyordu, yol biraz sonra doğrularak yukarıya doğru yuvarlak merdivenlerle kalkıyordu. Merdivenler kaygan olduğu için çıkmakta bir hayli zorlandı.
Eski, solmuş kapı rüzgar estikçe durmadan açılıp kapanıyordu. İçeri girerek durdu.
Genç dedesi, büyük dedesi, babasının genç annesi elleri dizlerinin üzerinde yukarı tarafta oturarak durmadan onu seyrediyorlardı. Babası çocukluk resimlerindeki çehresiyle, yana taranmış kahverenkli saçlarıyla dedesinin kucağında oturmuştu. Onların başı üzerinden bir resim asılmıştı. Resimdekiler şu an burada oturanların aynısıydı. Resimde de aynen böyle özen le oturmuşlardı. Babası orada da aynı pardösüdeydi. Onu gördü ve hemen dedesinin kucağından inerek yanına kadar geldi, bir süre aşağıdan yukarıya onu seyretti. Sonra yere oturarak eski çizmelerini binbir zorlukla ayağından çıkardı, çizmeleri teker teker onun ayağına giydirdi, ipleri iyice gerdi, sonra emekleye rek dedesinin kucağına geri döndü.
Sonra büyük dedesi onu yanına çağırdı ve beraberce resim çektirdiler.
Fotografçı onların yeni resmini eski resmin altından astı ve o, içi daralarak büyükannesinin ve dedesinin arasından kendisinin değil de, bir ihtiyar koca karının onlara sırıttığını gördü.
Parmağını resmin üzerine koyarak ihtiyar koca karıyı göstererek:
“Bu ben miyim yani?”, diye sordu.
Fotografçı öfkeyle:
“Kim olacak? Tabii ki, sensin”, diye yanıt verdi.
Sonra babası yine inleyerek dedesinin kucağından inerek onun yanına kadar geldi, elinden çekiştirerek demin geldiği eğri, kaygan merdivenlerle, yollarla tekrar ışık gelen yöne getirdi. Çıkışa ulaştıklarında ani bir duraksama oldu. Babası küçük ellerini uzatarak yollarda dizilen, siyah, büyük yılan misali kıvrılmış kalabalığı gösterdi ve sonra gözlerini ovarak, küçük bebek gibi ağlamaya başladı. Babasını avutmaya çalışsa da, babası susmadı.
…Sonunda babasını kucağına götürdü, kendini kalabalığın içine atarak kalabalığı yararak koşmaya başladı.
Koştukça etraf zifiri karanlığın esiri oldu, güneş battı, rüzgarlar esti, yağmurlar yağdı, kalabalığın sonu gözükmedi. Koş tukça siyah giysili adamların sert elbiseleri canını acıttı, yalın ayakları sert çizmelerin altında çiğnendi. Sonra yine etrafta baykuş uludu. Duraksadı ve etrafı kolaçan etti.
Her taraf sımsıkı ağaçlarla kaplıydı. Büyük ağaçlar, rüzgar estikçe birbirine çarpıyordu, siyah yapraklarını estirerek baykuş sesiyle uluyorlardı.
Babasını yine bir yerlerde elinden düşürerek kaybetmişti.
Korkudan kalbi duracakmış gibi olduğunda kendi kocaman palamut ağacının altına attı, yüzünü palamutun kuru gövdesine sürerek ağlayıp birilerine:
“Korkuyorum”, dedi, sonra kulağını palamutun gövdesine sıkarak kalbi titreyerek içeriyi dinledi.
Palamutun içinden tık yoktu. Ara sıra derinliklerinde sanki bir şeyler kırılıyordu.
Kafasını kaldırarak palamutun dallarını seyretti.
Palamut kuruyalı çok olmuştu. Yapraksız dalları cansız odun gibi kuruyarak eğilmişti. Dalların arasından semanın bir bölümü ve bir de yarısından bile az kalmış eğri hilal gözüküyordu. Bir de semanın ta derinliklerinden insan sesleri duyuluyordu.
Semalarda insanlar vardı. İnsanlar gürültü yaparak konuşuyor, durmadan birilerine bir şeyler anlatıyorlardı. Hepsi de öfkeliydi, sanki söylenerek gürültüyle aşağıya iniyor ve ona doğru yürüyorlardı.
Onlar gürültü yaptıkça sema da ağırlaşarak basamak basamak aşağı iniyordu, sanki inipte gökdelen gibi kocaman ağaçların üzerine çökecekti.
Palamutun kuru kabuğunu kertenkele gibi kaşıyarak gövdesine tırmandı, kendini gövdenin tam ortasında bulunan karanlık oluğa atarak soluğunu tuttu, etrafı dinledi.
Oluğun içi soğuktu, mantar kokuyordu. Sonra oluğun içinden ses duyuldu, birisi ateş yakarak yuvarlak gözleriyle bir süre onu seyretti, sonra ateşle sandalyenin üzerinde bulunan mumu yaktı.
Ufakboylu, kırsaçlı, zayıf ve küçük bir adamdı. Sık sık dişsiz ağzının üzerine inmiş burnundan soluyarak dikkatlice onu izliyordu. Sanki, bu küçük adamın gözlerinde hayretten ve kor kudan başka bir şey de vardı. Onunla karşı karşıya oturarak, sakin bir sesle:
“Seni de mi gördüler?”, diye sordu.
“Kim görecekti ki?”
Küçük adam kibrit çöpüne benzeyen parmağını yukarıya kaldırdı:
“Onlar.”
Korkudan tüm vücudu titriyerek:
“Evet, gördüler.”,dedi.
“Korkma, buraya gelemezler.”
Sonra nasıl olduysa küçük adamın gözlerindeki hayret çözüldü kendiliğinden:
“Aç mısın?”
“Evet.”
Adam kalkıp küçücük ayaklarıyla oluğun içinde sessizce dolaştı bir süre, aşağıda, köşede bir şeyler aradı. Az sonra oluğun içine acayip bir koku yayıldı, sonra sıcak yağın çatırtısı duyuldu ve küçük adam elini yakan tavayı güçlükle taşıyarak sandaylenin üzerine bıraktı. Gözleriyle gülerek:
“Ye bakalım.”, dedi.
Yemeğin çok tuhaf kokusu vardı.
… Küçük adam onunla karşı karşıya oturarak elini çenesine yasladı, onun nasıl yemek yediğine dikkat ederek saçını okşadı ve: “Annen baban neredeler?”, diye sordu.
Yemek boğazına takıldı, gözleri doldu:
“Annem de, babam da öldüler.”
Küçük adamın da gözleri doldu, acıdan dudakları buruştu:
“Kurban olurum sana, ağlama. Yemeğini ye.”
Hissetti nasıl kaşlarının altı göz yaşlarıyla doldu, yaş gözünden akarak önce yanağına, oradan da yediği yemeğin içine damladı.
Küçük adamın da gözleri dolup dolup boşaldı, ağlıyarak:
“Kurban olurum..”, kelimesini tekrar etti.
Sonra oluğun karanlık köşesine kadar gidip oradan yün kumaşa benzeyen rengi solmuş battaniye getirdi ve onu battaniyeye sardı. Küçük elleriyle saçını okşadı, ağlamaktan akan burnunu gömleğinin kollarıyla sildi ve ona göz kırptı:
“Uyu, uyu, küçük kız, uyu. Yarın güneş çıkacak, mantarlar bitecek.”, dedi.
Sonra küçük adam yine onunla karşılıklı oturarak aynı kelimeyi tekrarladı:
“Kurban olurum.”
… Battaniyenin altında ısınarak, mumun ışığını seyrederek uyudu. Rüyasında yine insanlarla dolu gök kubbesi yerlere iniyordu, insanlar yine söyleniyorlardı, rahatsız edici seslerle ona saldırmaya hazırlanıyorlardı.
Rüyadan uyanarak etrafına bakındı.
Artık sabah olmuştu. Oluğun içi bomboştu. Ne küçük adam vardı, ne sandalye, ne de tava.
Kafasını oyuktan dışarı çıkararak etrafa baktı. Orman sis kaplıydı. Ara sıra kuş sesleri duyuluyordu.
Bir sürü mantar vardı. Bağırarak küçük adamı seslemek istedi, fakat ansızın onun ismini bilmediğini hatırladı. O yüzden elini ağzına götürerek aynen küçük adamın yaptığı gibi sesini uzatarak:
“Kurb a a n olurum!”, diye bağırdı.
Sesi ormanın içinde yankılandı. Ağaçların arasında dolaştı. Ağaçlar sallanarak yapraklarını kıpırdatıp: “Kurbannnn olurrruum!”, sözünü tüm ormana yaydılar.
Üşüdü, oluğun bir tarafına sığındı, güçsüzlüğünü farkederek çenesini dizlerine yaslayarak ağladı.
Ağaçlar bir süre daha sallanarak:
“Kurbannn olurumm!”, diyerek fısıldaşmayı sürdürdüler. Sonra rüzgar esti. Uzaklardan bir yerlerden yine o korkunç gürültünün sesi duyuluyordu.
Kafasını oyuktan çıkararak dizleri boşalırcasına aşağıya baktı.
Siyah kalabalık kuru yaprakları çiğneyerek ormanın sessizliğini bozarak palamutun altından geçiyorlardı. Rüzgar estikçe tabutta siyah giysiyle yatmış babasının saçları dağılıyor du.
Siyah giysili insanlar uzun çehreleriyle onu aşağıdan yukarıya seyrediyorlardı:
“Ayıptır, in aşağıya!”, diyorlardı.
Oyuktan çıkarak bir bir güçlükle aşağıya indi. Elbisesi bir kaç kez dallara takılmıştı. Birisi onu kalabalığın içine itti ve:
“Allah belanı versin!”, diye ekledi.
Sonra uzun süre baykuşlar uluyarak siyah giysili uzun adamların arasıyla babasının cesedine refakat ettiler.
… Yine bir yerlerden ağlamak sesi duyuluyordu. Sesin geldiği yöne doğru yürüdü.
Annesi bezdeydi, ağzında biberon, yuvarlak gözleriyle durmadan onu izliyordu.
Sonra nasıl olduysa annesi biberonu yere tükürerek bayılacakmışcasına ağladı. Gelip annesini kucağına götürdü, biberonu ağzına tıkadı ve sallamaya başladı. Annesi susmadı, yine biberonu yere tükürdü ve soluk bile almadan ağladı.
Aceleyle gömleğinin düğmelerini açtı, göğsünü annesinin ağlamaktan soğumuş ağzına tıkadı. Annesi göğsünü açgözlükle emdikçe onun gözleri karardı, başı dönmeye başladı.
Sonra bir baktı ki, annesinin ağzının kenarından kan damlıyor…
Göğsünü annesinin ağzından çıkarmak istedi, fakat annesi bırakmadı, elini bezden çıkararak eliyle onun kan damlıyan göğsünü kavradı.
Annesinin elinden böyle bir süre soluk bile almadan kurtulmaya çalıştı, fakat nafile. Göğsü annesinin ağzında yine uyudu.
Annesinin iniltisine uyandı.
Annesi sırtını eğerek, arkası onu dönük oturmuştu. “Vah, canım”, diye inliyordu.
Vücudu titriyerek gelip annesiyle karşı karşıya oturdu.
Annesi sarı elleriyle insanda şişirilmiş balon etkisi yaratan karnını tutarak oturmuştu.
… Eliyle annesinin karnına dokundu. Annesinin karnında kocaman taşlar vardı sanki.
Dizlerinin üzerinde oturarak annesinin karnını ovdu, içindeki taşları usul usul ezdi. Taşlar ezilip yumuşadıkça annesi zevkten gözlerini kapayarak:
“Ohhh be!”, diye inliyordu.
Sonra teyzesi geldi. Şişman vücudunu estirerek gelip annesiyle karşılıklı oturdu, onunla beraber annesinin karnını ovdu. Sıksık yanındaki leğenden un alarak annesinin karnına serpti ve annesinin karnını hamur misali yoğurdu. Yoğurdu, küçük hamur parçaları kesti, eteğine toplayıp ayağa kalktı, annesinin sessizçe bir noktaya bakan gözlerini kapadı, üzerine beyaz bir örtü örttü ve sakin bir biçimde:
“Öldü”, dedi.
Sonra ensesine dağılan saçlarını unlu elleriyle özenle düzeltti, onun ellerini çekiştirerek:
“Gidelim”, dedi.
“Ya o?”
“O, öldü artık.”, teyzesi çok sakin konuşuyordu.
Eli teyzesinin elinde annesinin yatağından uzaklaştıkça baktı ki, annesi üzerine kapatılan beyaz örtüyü kaldırarak onların gidişini seyrediyor.
Teyzesinin evi onların eviyle karşı karşıyaydı.
Teyzesi onu avlularına getirip tandırın kenarına oturttu, eline bir hamur parçası vererek:
“Oyna bakalım.”, dedi. Kendisiyse tandırın bir kenarında oturup ekmek pişirmek için hamur hazırlanmaya başladı.
Hamur parçası beyaz ve yumuşaktı, eline yapışıyordu. İstenilen hale getirmek mümkündü. Hamurdan küçük adamlar hazırladı, onları karşı karşıya dizerek dövüştürdü bir süre, sonra bıktı, hepsini tandıra attı. Eğilip simsiyah olan hamurlara baktı. Sonra hamurlardan birkaç tanesini daha çalarak demin düzelt tiklerinden daha büyük adamlar oluşturdu. Yüzlerini parmak uçlarıyla sıkarak onlar için ağız, burun oluşturdu, sonra tekrar onların kafalarını ezip tandıra attı, tandırın kenarında dans ederek onların simsiyah olmalarını izledi.
Az sonra artık hamur parçaları bitmişti. Tandırın kenarında hamura benzeyen sadece teyzeydi. O, da arkası ona dönüktü diye onun gözlerini görmüyordu.
Parmaklarının ucunda usul usul yürüyerek teyzesine yaklaştı. Teyzesi tandıra eğilerek ekmek pişiriyordu diye kafası tandırdaydı.
Omuzunu teyzesinin arkasına yaslayarak tandıra itti.
Teyzesi tepe takla tandıra düşerek orada sessizce hamur parçaları gibi yanarak simsiyah oldu.
Teyzesini yaktıktan sonra farketti ki, gözlerine kan doldu, büyüdü ve o, vücuduna toplaşarak gözlerine dolan kanın arkasından etrafına baktı, yakmak için yine bir şeyler arıyordu.
Avluda sadece teyzesinin hamur parçasına benzeyen beyaz kedisi kalmıştı.
Gelip kedinin kuyruğundan yakaladı, onu da yakalayıp tandıra attı, tandırın kenarına çıkıp tırnağını kemirerek yakacak bir şeyler aradı.
Sonra kocası geldi, içeri girerek göğsüne baktı. Bir anda gözleri büyüdü, iç geçirdi:
“Peki, göğüslerin nerede?”
Göğüslerine baktıkta kıpkırmızı oldu, göğüslerinin yerine göğsünden büzüşmüş eldivenler asılmıştı.
Kocası öfkeyle eldivenleri izleyerek:
“Bakalım, daha ne hokkabazlıklar yapacaksın?” dedi ve hızla dışarıya çıktı.
Kocasının peşinden sokağa çıktı.
Kocası arabalarla dolu sokakla gidiyordu.
“Dön!”, diye bağırsa da, kocası duymadı.
Babası da kalabalığın arasındaydı, bir eli cebindeydi, öbür eliniyse kafasının üzerinde sallayarak:
“Renktir bu dünyada her şey!”, diye bağırarak ona doğru yürüyordu.
Babasını sürüyerek avluya getirdi, ayaklarından yakalayıp hızla soluyarak yukarıya götürdü, kapının zilini bastı.
Kapıyı annesi açtı, onları öfkeyle izliyerek tekrar kapattı kapıyı. Sonra kapıyı birkaç kez çaldıysa da, annesi kapıyı açmadı.
İçeriden piyano sesi geliyordu. Annesi piyanoda çalarak şarkı söylüyordu.
Babası piyanonun sesine uyanarak kapıyı tekmelemeğe başladı. Kapı sonunda açıldı. Babası koridora girerek yüzükoyun yere düştü, omuzlarını oynatarak çığlık çığlığa ağladı.
Annesi elleri sırtında bir süre hiç konuşmadan babasını izledi, elleri sırtında öylece bekledi bir süre. Sonra ansızın babasını tam ortasından yakalayarak onu iple sardı ve götürüp du varda bulunan dolaba tıktı ve kitledi. Anahtarı da cebine koydu.
…Babası dolabın içinden tanıyamadığı bir hayvanın sesiyle bağırıyordu. Annesi babasının bağırmasına aldırmadı bile, öbür odaya geçerek piyanoda çalarak şarkı söylemeği sürdürdü.
Gelip annesinin karşısında dikildi:
“Anahtarı bana ver.”, dedi.
Annesi şarkı söylemedi bir süre, ona nefretle baktı. Sonra cebinden çıkardığı anahtarı ona gösterdi ve yuttu. Annesini yakalayıp onu tersine bekletse de, hiçbir sonuç alamadı. Anahtar düşmedi.
Anahtar yerine annesinin ağzından ezilmiş, çiğnenmiş bir mektup düştü.
Mektubu alıp baktı. Babasının elyazısıydı. Mektup sadece bir sözden oluşuyordu: “seviyorum”.
Dolabın kapısı dişleriyle açtı.
Babası ağzı bağlı çuvaldaki gibiydi. Boğuluyordu besbelli. Çok çalışsa da, bir türlü düğümü çözemedi. Babası kafası karnının üzerinde, ayakları kulakların altında inleyerek:
“Dokunma, böylesi daha iyi.”
Babasını koltuğunun altına alarak dışarıya taşıdı. Çocuklar onu görür görmez yanına yaklaştılar:
“Hadi, oyun oynayalım.”, dediler, yanıtını bile beklemeden koltuğunda bulunan babasını çekip elinden aldılar ve top gibi yere vurarak avlunun öteki tarafına götürdüler.
Çocukların peşinden koşsa da onlara yetişemedi. Çocuklar çember oluşturarak babasını birbirine attılar. Bir o çocuğun, bir bu çocuğun üzerine koştu, fakat bir türlü babasını kurtaramadı.
Yere oturup ağladı. Kimse haline acımadı bile. Çocuklar bağıra çağıra, onu sinirlendirmek için burnuna vurarak babasını götürdüler. Koşarak uzaklaştılar.
Çocuklar uzaklaşırken babasının paketinden yere bir şey düştü, sokak boyunca yuvarlandı.
Kalkıp yuvarlanan şeyin peşinden koştu, yakaladı, avcunda sıktı. Avcunu açandaysa içi bir tuhaf oldu.
Babasının gözleriydi, gün ışınları değdikçe buz parçası gibi usul usul eriyordu. Parmaklarının arasından yere damlıyordu gözünün yağı.
Bir süre avlunun ortasında oturup, kafasına vurarak ağladı. Sonra oturmaktan bıkarak yüzükoyun uzandı. Annesi yu karıdan ne kadar çağırsa da kafasını kaldırıp da bakmadı bile. Annesi balkonlarından onu yemeğe çağırdı, yalvardı, sonra yal varmaktan yoruldu, içeri girdi ve bir daha dışarı çıkmadı.
Karanlık bastırıyordu. Artık binanın ışıkları yanmaya başladı. Sadece onların pencerelerinin ışığı yanmıyordu. Zavallı bir şekilde oturarak avlunun ortasındaki asmada, yaş toprağın üze rinde teker teker pencereleri seyretti.
Bir süre böyle oturdu. Sonra çevresine artık karanlık çökmüş, kimsesiz avlulara, karanlık pencerelerine bakındı. Korktu. Kalkıp eve gitmek istedi, fakat ayağını topraktan kurtaramadı.
Ayağı toprağın dibine ulaşmıştı artık, orada nem üzüm kökleriyle birleşmişti, kurtulmak için çekip çıkarmaya uğraştı ğında mutlaka bir yerini incitiyordu.
Sonra bütün pencerelerin ışıkları kapandı, karanlık avluyu ay ışığı aydınlandırdı ve çevresindeki asmalar yılan gibi uzadı. Uzayarak çevrede ne varsa hepsini kapladılar. Arabaların üzerine tırmandılar, ağaçların dallarına doğru uzadılar, kedilerin vücuduna sarıldılar.
Oturduğu yerde ansızın tüm vücudunun kaşınarak uzamak istediğini farketti. Ayaklan, elleri, kollan, parmaklan binaya doğru uzuyordu…
Uzayarak binaya sarılıp pencerelerin, balkonların korkuluk larıyla yukarıya tırmandı. Asma dallarıyla bir binaya sarıldı.
En üst kata tırmanarak yüzünü pencerelerine dayadı ve çevresine bakındı.
.... İçerideki odanın ışığı açıktı. İçeride bir sürü adam vardı. Tavanda avize yerine babası asılmıştı, adamlar odanın içinde dolaştıkça babasına dokunuyor, onu sallıyorlardı.
Annesi odanın ortasında oturup pirinç ayıklıyordu.
Babası bir süre daha böyle sallandı tavandan, sonra nasıl olduysa askı kırıldı, babasıysa yere düşerek inledi.
Annesi ayağa kalkıp ellerini önlüğüne sildi, babasını yerden kaldırdı, sandalyenin üzerine çıkarak tekrar onu az önce düştüğü yerden astı. Askının devamlılığını kontrol ettikten sonra yere indi ve yine pirinç ayıklamayı sürdürdü.
Babası tavandan asılarak elleri cebinde bir süre tavandan sallanarak annesiyle tartıştı. Sonra iyice sinirlenerek tavandan asılı olduğu halde el kol haraketleri yapmaya başladı.
Hal böyle olunca annesi kemere benzer bir şey getirdi ve babasının ayaklarını, kollarını sımsıkı sarıdı, ağzına bir şey tıkadı ve yine işine devam etti.
Sonra adamlar gelip babasını askıdan aldılar, inleyerek kurtulmak için çaba harcamasına aldırmadan onu tabuta koyarak götürdüler.
Sonra o, binaya sarılmış kolları ve bacaklarıyla fark etti ki, babasının tabutunu onu kolları üzerinde taşıyorlar. Kalabalığın çevresi boyunca soğuk, kaygan yılan misali kıvrılarak aşağıya kaydı.
Güçsüz bir halde:
“Anne.”, diyerek ağladı.
İçerideki odada hala pirinç ayıklayan annesi pencereye yaslanan yüzünü gördükte kalkıp geldi, camı açıp onu kucağına götürdü, atıp tutarak:
“Yavrum ağlamasın.”, dedi, getirip yarıkanalık odanın ortasında, halının üzerinde oturttu.
…Babasını götürmemişlerdi…
Babası yukarıda, tavandan asılmıştı, oradan açık gözleriyle, solmuş çehresiyle onu izliyordu…
Küçük elini uzatarak babasının ayağına dokundu. Babası tavanın askısını kıpırdatarak sallandı.
Annesi de gelip babasının ayağını kıpırdattı, sonra karnına basarak acayip bir ses çıkarttı. Babasının sararmış çehresini seyredip ağladı. O, ağladıktan sonra annesi babasını bu odanın tavanından alarak öbür odanın tavanından astı. Ve babasının gürültüsü bir süre de öbür odadan duyuldu.
Açtı diye yerden bulduğu gazete parçasını yedi.
Sonra abisi geldi. Koltuğunda bir süre gazete vardı. Gazeteleri onun önüne bırakarak burnunu sıktı:
“Ye bakalım. Yeni gazeteler bunlar”, dedi.
Sonra gülerek kocası geldi, eline sinekleri öldürmek için kullanılan araçı vererek:
“Öldür bakalım şunları!”, dedi ve gitti.
Birkaç gün, belki de birkaç ay, güneş batıncayadek, ay doğun cayadek rüzgarlar estikçe, yağmurlar yağdıkça elinde o alet durma-dan sinekleri öldürdü, amma yine de bitiremedi. Sineklerden sonra tüm ev sineklerin çıkardığı sesi tekrarladı, evde ne kadar çatal, bıçak, iğne, iplik varsa hepsi sinekler gibi uçmaya başladılar.
Onları ilk önce kürekle, daha sonraysa baltayla öldürmek zorunda kaldı. Her şey bununla bitseydi sorun neydi ki? Çatal bıçaklardan, iğne ipliklerden sonra bir de yataklar, yastıklar, minderler uçmaya başladılar. Sadece uçmakla yetinmediler, aynı zamanda acayip yaygara kopardılar. İşte o an daha fazla dayanamadı, atılıp odanın ortasında bulunan avizeye bindi, avizeyi bir süre sallayarak olanağını bulduğu anda kendini odada uçan yatağın üzerine attı. Evin ortasında dolaşırken aynı anda büyük keyifle:
“Heyyyy”, diye sesi yettikçe bağırdı.
Sonra aşağıdan birisi onu çok sakin sesle çağırdı. Aşağıya baktığı zaman kayınpederini gördü. Kayınanası da yanındaydı. Evin ortasında, ellerinde sepet hayretten dona kalarak onu seyrediyor, sakin sesle:
“İn aşağı, yavrum!”, diyorlardı.
Aşağı inerek mahçup mahçup kayınpederiyle ve kayınana sıyla karşılıklı oturdu. Kayınpederi kırışmış yüzüyle:
“Kızım,yatak uyumak içindir”, dedi Kayınpederiyle ve kayınanasıyla uzun süre karanlık bastır dıkça, rüzgar kendi pencerelere vurdukça böyle karşılıklı oturdu. Oturdukça ihtiyarladı, dizlerinin üzerinde bulunan ellerini kırışlar kapladı, gözleri zayıfladı.
Sonra kayınpederine bakarak boğula boğula öksürdü. Kayınpederi ve kayınanası da ona bakarak öksürdüler. Bu öksürme töreni bir süre daha böyle devam etti. Üçü de hep beraber öksürdüler. Sonra kayınpederiyle kayınanası yardımlaşarak onu odasına götürdüler, yatağa yatmasına yardım ettiler. Yanı başında oturarak ona kaşık kaşık su içirdiler. Sonunda kaşık kaşık su içirmekten bıktılar galiba ve onun boğazına suyu kovayla döktüler. Soluğunun kesildiğini hissetti.
Sonra kocası geldi, aşağı eğilerek genç çehresiyle onu seyretti. Elini uzatarak dudaklarında tebessüm onun gözlerini kapadı.
Sonra müzisyenler geldiler, yerlerini rahatladıktan sonra onun yanı başında durarak hüzünlü bir müzik çaldılar. Kayı nanası ayağa kalkıp sıcak dudaklarıyla onun alnından öptü ve parmaklarının ucunda bir hayli dans etti.
Sonra onu yatak birlikte götürdüler. Müzisyenler de peşinden geliyorlardı. Merdivenleri indikçe zurnanın sesi yine en yüksek tona kalktı, katlarda kapılar sonuna kadar açıldı, komşular ağlayarak:
“Annen ölseydi de bu gününü görmeseydi”, diyorlardı.
Takatsiz bir halde kafasını kaldırarak:
“Annem de, babam da yok, ben öksüzüm, yetimim”, diye bildirdi.
Bu sözünden sonra tüm katlarda feryat sesleri birbirine karıştı, apartmandan semaya çığlık karışık bir inilti yükseldi. Bu inilti sonra usul usul tüm şehri kapladı.
Yatakta, üzerinde çiçekler şehrin kalabalık caddelerinde dolaştıkça tüm şehir ağladı onun bu haline. Yüksek yüksek binaların camlarından onun üzerine çiçekler serptiler. Üzerindeki gül dağı yüzünden onu taşımak zorlaşmıştı diye onu çok sırtlarında taşımadılar, yere koydular ve öyle götürdüler. Getirip beyaz tavanlı, beyaz duvarlı büyük bir odaya attılar, yukarıdan aşağıya onu seyrettiler, yüzüne ışık tutarak:
“Korkma artık. Her şey bitti”, dediler…
Sonra ona beyaz sarğının içinden siyah sessiz gözleriyle uzaklara, bilinmezlere bakan çocuğu göstererek:
“Bak, işte bu kız çocuğu senin.”, dediler. Sonra çocuğu onun yanına bırakıp gittiler.
Çocuk siyahımsı mor renkteydi, gözlerini kırparak tavanı izliyordu. Sonra ona doğru dönerek morarmış çehresiyle, tanıdık sesiyle:
“Nasılsın?”, diye sordu, sonra sargıdan çıkarak onunla karşı karşıya oturdu, elini çenesine yaslayarak:
“Bakıyorum ki, iyi değilsin, kötüsün hem de çok kötüsün.”, dedi.
Sonra gözleri dalıp gitti:
“Ben de kötüyüm.”
Ve ekledi:
“Hem de çok kötüyüm.”
Ayağa kalktı, küçücük elleriyle açık göğsünü ve karnını gösterdi ona. Kırmızı kalbinin bir bölümü simsiyahtı.
Çocuk bir süre açık karnıyla oturup onu seyretti, sonra küçük, sivri parmaklarını daldırıp iç organlarını kanattı, kalbinin kırmızı bölümünü deldi, bağırsaklarını yere dağıttı ve kanlı parmağıyla onun alnına iki çizgi çekti. Sonra kanlı çizginin birini de kendi alnına çekti ve batmış sesiyle:
“Galiba, yanlış yaptım.”, dedi.
Daha sonra gözleri hayretten büyümüş doktorlar geldi, çocuğu kanlı bezine sarıyarak onun bilmediği bir yere kadar götürdüler.
Az sonra çocuğun batmış sesi öteki odalardan duyuldu. Çocuk ağlayarak:
“Kötüyüm. Hem de çok kötüyüm.”, diyordu.
Çocuğun sesinden sanki bayıldı. Kim bilir belki de ölmüştü?.
Ne olduğunu anlamasa da, bir süre karanlık, havasız ağın içinde çırpındığını hissetti.
Sonra kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Büyük elma ağacıydı. Ağacın elma dolu dalları titriyor, elmaları yere serpiyordu. Sonra ansızın gözü ağacın dalları arasında oturmuş babasına takıldı. Babası ağacın en yüksek dalındaydı, dalları sallayarak ona bakarak gülümsüyordu.
Sonra babası dalları sallamaktan vaz geçip:
“Yukarıya kalk”, dedi.
Ağacın gövdesine merdivenleri çıkıyormuşcasına tırmanarak bir anda babasıyla karşı karşıya oturdu.
Babası öğrencilik resimlerindeki kareli gömleğindeydi. Kafası usturayla kazınmıştı, gömleğinin eski yakalığından zayıf en sesi gözüküyordu.
Babası daldan elma kopardı, pembe avuçlarında elmayı ikiye bölerek bir yarısını ona uzattı:
“Al bakalım!”
Elmayı ısırdıkça gözleri bulut bulut doldu. Babası ağladığını farketmesin diye yüzünü döndü.
Elma, babasının nefes borusuna takıldı, gözleri büyüyerek:
“Kötüsün.Bakıyorum ki, çok kötüsün”, dedi.
Babası bunu söyledikten sonra uzun uzun düşündü:
“Biz olmadan yaşayamıyorsun, yavrum”, dedi.
Sonra sanki birileri yukarıdan babasını çağırdı. Babası yukarı bakarak bir şeyler söylese de o, babasının ne söylediğini anlayamadı. Yalnız babası bulutlarda son bulan dalla yukarıya doğru tırmandıktan sonra:
“Baba!”, diye bağırsa da, babası oralı bile olmadı. Yukarıya doğru tırmandıktan sonra yaprakların arasında kayboldu. Ara sıra yukarıdan heyecanlı sesi duyuluyordu:
“Bu dünyada hep böyledir. İyidir, ya da kötüdür, bunu bilmek mümkün değil.
Elindeki elmayı yere atarak yukarıya doğru tırmandı. Tırmandıkça elleri, kolları dallara takılıyordu.
Dalların üzeriyle sürünerek yukarıya doğru baksa da babasını göremedi. Sanki babası bulutların öbür tarafındaydı.
Rüzgar iyice hızlanıyordu. Dallara sarılarak aşağıya baktığında dizleri esti. Avluları bile gözükmüyordu. Yukarıya bakarak bağırdı:
“Baba! Peki, ben ne olacağım, baba?”
Babasındansa yanıt yoktu.
Rüzgar dalları korkunç bir biçimde sallıyordu.
.Rüzgar bu kez baya hızlı esti, onu götürüp aşağıya fırlattı ve o ağacın bir yerindeyken gözlerini kapattı. Kalbi duracakmış gibi oldu. Onun çığlığını annesi duydu ilk önce, ağacın altına gelip bir yaygara kopardı hemen:
“Böyle dert mi olur ya?”, diye ağladı, bu zavallı çocuğun suçu neydi ki?
Sonra iç geçirerek onu tatlı dille ağaçtan indirmeye çalıştı: “Kızım! Benim akılllı kızım, in aşağıya. Akıllı ol, in aşağıya” Kocası da geldi. Kocası üç tekerlekli çocuk biskletiyle geldi. Gelip annesiyle beraber durdu. Ve yukarıya bakarak:
“Ne yaptığını zannediyorsun sen? Çıldırdın mı?”, diye sordu.
“Ne diye çıldıracak mışım ki?”
“İn aşağıya”, diye kocası bağırdı.
Ne kadar çalışsa da, dallar onun inmesine izin vermediler. Dönüp baktığında elbisesinin dallara takılan bölümünün yeşillendiğini gördü. Daldan asılıp kafasını aşağı indirdi. Bu bir nevi teslimiyet işaretiydi.
Kocası pantolonunun paçalarını sıvayarak onu daldan koparmak için ağaca tırmanmak isteği bir sonuç vermedi. Onun bu tırmanma isteği sadece gövdenin kuru kabuğunu ovdu. Hal böyle olunca kocası:
“Adam ol yahu, in aşağı” dedi ona.
Sonra bir yerlerden büyük, paslı bir testere buldu ve ağacı testereyle kesmeğe başladı.
Testerenin eğri dişleri ağacın gövdesine işledikçe kolları acıdı, ayaklarının dermanı kesildi. Daldan koparak yere yeşil elmaların arasına düştü. Toprak boyunca yuvarlanarak iki üç elmaya çarparak durdu.
Kocası testereyi atarak yakına geldi, annesiyle beraber aşağı eğilerek gözlerini kısıp onu bir süre aradılar.
Kocası ilk önce onu, sonraysa elmaları inceledikten sonra:
“Nereden bileceğiz onun hangisi olduğunu?”, diye sordu.
Annesi omuzlarını kaldırdı, gözlerini kısarak onu başka elmaların arasında aramaya başladı.
Kocası en yakınındaydı, sık sık gözlerini kısarak:
“Yeter, akıllı ol.”, dedi.
Annesiyse dizlerinin üzerine çökerek elmaları tek tek sıvazlıyordu:
“Doğru söylüyor, yavrum, akıllı ol.”
Soluğunu içine çekip kendini belli etmedi.
Kocası kalkıp öfkeyle:
“Bu ne biçim iş ya?”, dedi ve iri adımlarla yürüyerek bisikletine binerek korna çalarak gitti.
Annesi iki adım ondan kenarda oturdu, zavallı bir görüntü alarak:
“Kızım, hiç olmazsa bana acı”, dedi.
Annesi daha bir süre oturup elmalardan konuştu, ağladı, sonra kalkıp yorğun adımlarla gitti.
Uzun süre böyle bir süre elmanın arasında rüzgarın salladığı bir çift yaprağı kollayarak bekledi.
Sonra kreş çocukları geldiler. Gelip elmaları ceplerine, kucaklarına topladılar, her birisini bir iki kez ısırdıktan sonra bir birilerine attılar.