Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kalabalık», sayfa 3

Yazı tipi:

Onu yerden ufak boylu, yuvarlak kafalı çocuk kaldırdı, bir süre yumuşak, sıcak avuçlarında sağa sola döndürerek izledi, koklayıp yanaklarına sürdü, yüzünü sıvazladı. Sonra avucunun içinde sıvazlayarak kreşe götürdü.

Öğlen yemeğinden sonra da onu ısırmadı, öylece avucunun içinde bekleterek baktı, kokladı, yanağına sürdü.

Öğleğin tüm çocuklar kiyafetlerini soyunarak yataklarına yattılar, yorganlarının altında elmalarını ısırarak yediler.

Yuvarlak kafalı çocuksa yatağına yattı, onu da yastığının yanı başına koydu, yine onu ısırmadı, parmağını onun alnında, burnunda dolaştırıp sevgi dolu gözleriyle direk onun gözlerine baktı ve sessizce uyudu.

O da sessizlikten uyudu.

Rüyasında yine ağaçtaydı. Yine daldan asılı kalmıştı. Yine ağacı testereyle kesmek için çaba harcıyorlardı, yine ağacı sallı yorlardı.

Gözünü açtığında Zerkalem hocanın onu omzundan silktiğini gördü:

“Öldün mü?”

Kalkıp yatağın içinde oturdu. Çocuklar uyanalı çok olmuştu, çevresinde toplanarak ona gülüyorlardı:

“Ölü! Ölü!”, diye bağırıyorlardı.

Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, parmağı ağzında, şaşkın bakışlarla onu izliyordu.

Kareli şal elbisesini giydi üzerine, kollarını içine geçirerek:

“Ölü sizsiniz!” diye yanıt verdi onlara ve sonra yatağın altına sakladığı çoraplarını giydi.

Zerkalem hoca kapının ağzında duruyordu, çocuklara bakarak:

“Her kes sıraya!”, diye bağırdı, sonra ellerini sırtına vurarak ileri geri haraketler yaparak:

“Spor yapacağız şimdi”, dedi ve zıplamaya başladı: “Bir iki, bir iki!”

Hoca zıpladıkça büyük karnı da onunla beraber zıplıyordu, göğüsleri ağır toplar gibi birbirine çarparak sallanıyordu, zeminin eski tahtaları hocanın şişman ayakları altında acayip sesler çıkarıyordu. Zemin sanki hemen şimdi ortadan ikiye ayrılacaktı.

Çocuklar da ellerini sırtlarına vurarak Zerkalem hoca gibi yerlerinde zıplamaya başladılar. Sonra Zerkalem hoca daha yükseğe zıplamaya başladı. Saçları zıplamaktan bir karış yu karıya kalktı, gözleri büyüdü ve Zerkalem hoca kafası az daha tavana değecek biçimde zıplayarak:

“Yukarı, az daha yukarı!”, diye deli gibi gülmeye başladı.

Çocuklar da Zerkalem hocaya bakarak daha yüksek zıplamaya ve onun gibi çılğınca gülmeye koyuldular.

Yalnız o yuvarlak kafalı çocuk yükseğe zıplayamıyordu, ellerini sırtına vurarak serçeler gibi yerinde tekliyordu.

Zerkalem hoca ansızın o yuvarlak kafalı çocuğu farketti, kaşları çatıldı, çehresi eğile eğile ayağa kalktı ve çocuğun üze rine yürüdü:

“Bu ne biçim zıplamak böyle?”

Yuvarlak kafalı çocuk bir gözü Zerkalem hocada, yüzü bembeyaz tüm vücudunu toplayarak kendini yukarıya fırlattı, fakat olmadı, demin zıpladığından daha yükseğe zıplayamadı.

Hal böyle olunca Zerkalem hoca dişlerini gıcırdatarak yuvarlak kafalı çocuğun kulağından tuttu, onun kulağını anahtar çeviriyormuşcasına üç dört kez çevirdi.

Çocuk kedi yarvusu gibi miyavlayarak sustu, dizlerinin üze rinde emekleyerek yatakların arasında sürünüp duvarın dibine kadar geldi, orada oturup kulağını sıvazlayarak ağladı.

…O, atılıp Zerkalem hocanın omzuna bindi, dişlerini kulağına geçirip gücü geldiğince sıktı.

Zerkalem hoca ne kadar bağırsa da, onu kulağından ayırmak istese de, bunu yapamadı, hoca kulağı onun dişlerinin arasında bir süre böyle koridor boyunca koştu.

…Onu Zerkalem hocanın kulağından kelpetenle ayırdılar, sonra usul usul hocanın kulağını onun ağzından çekip çıkardılar.

Sonra bilmediği birisi tebessümlü çehresiyle ona yaklaştı, kolundan tuttu, saçlarını okşayarak kreşin içiyle de götürdü, eline şeker verdi, kreşin dış kapısını açıp onu dışarı çıkardı.

Elinde şeker dışarı çıkıp durdu.

O, dışarı çıktıktan sonra arkadan kapıyı aceleyle kitlediler. Üç dört kez anahtarı çevirdikten sonra bir de kapının arkasına büyük boy demir parçası da geçirdiler.

Hocalar, çocuklarla beraber kreşin küçük, dörtköşeli camlarından korkmuş çehreleriyle onu seyrediyorlardı. Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, onu seyrederek sessiz sessiz ağlıyordu.

İlk önce kapıyı yumruğuyla çaldı, sonraysa tekmelemeye başladı. Sonra zıplayıp pencerenin korkuluğuna tırmandı. Yüzünü cama yaslayarak içeriye baktı, camın öbür tarafındakiler korkarak gerisin geri koşmaya başladılar.

Her kes ondan korkunca o da yere inerek kreşin sonsuz avlusunda öfkeyle, yapayalnız adımladı.

…Karanlık oldukça kreşin büyük avlusunda değişik yara tıklara benzeyen ağaçlar ortaya çıkıyordu. Ağaçların bir kısmı köpeğe, bir kısmıysa file benziyorlardı. Deveye benzeyen ağaçlar da vardı, boyunlarını uzatarak, sağa sola eğilerek zincir gibi etrafında dalgalanıyorlardı…

Ağaçlar çoğaldıkça değişik hayvan sesleri çıkarıyorlardı, birisi keçi gibi meliyor, ötekisiyse çakal gibi uluyordu…

Arkasında garip bir gürültü duydu. Sanki birileri ağır ayaklarıyla bir dalı ezdi. Arkasına bile bakmadan koşmaya başladı. Koştukça ağaçların kuru dalları yüzünü, omuzlarını çiziyor, kanatıyordu.

Sonra koşuyorken ağaçların birinin dalı onun koluna geçerek koşmasına engel oldu.

Kafasını kaldırdığında dedesini gördü, kolundan yakalamış, kafasını sallayarak durmadan:

“Hayır, hayır!”, diyordu.

Dedesi yalnız değildi. Yüzü uzunca siyah giysili adamların arasındaydı. Adamlar bitkin bir halde babasının cesedini götürüyorlardı.

Dudağını bükerek:

“Babam nerede?”, diye sordu.

Dedesi eğilip kocaman gözleriyle ona baktı, parmağıyla gözlerinin içine bakmasını söyleyip:

“Bak, gözlerimin içinde!”,diye yanıt verdi.

Parmaklarının ucuna kalkıp dedesinin kahverenkli gözlerinin içine baktı, kahverenkli montuyla gözün içinde oturmuş, hüzünlü gözleriyle onu seyreden babasını gördü.

Kalabalık biraz daha yürüdükten sonra durdu.

Babasının cesedini yolun ortasında bıraktılar. Siyah giysili adamlar cesedin çevresinde dolaşarak ona yol açtılar, hüzünlü gözlerle ona baktılar.

O, cesetle karşı karşıya duran büyükçe sandalyenin üzerine çıkarak ellerini arkasında çaprazladı.

O anda büyük ölçekte ışık düşüre bilen projektörleri yaktılar.

Projektörlerin ışığından içi daralarak, gözleri büyüyerek:

“Afrika dünyanın Ekvatör çizgisinde bulunuyor.”, söylediği laflar yüzünden kendisi de mahçup olmuştu.

Babasıyla alakalı söyleyeceklerini unutmuştu. Aklında bulunan tek şey bir zamanlar haritada gördüğü Ekvatör’ün altında bulunan armuda benzeyen Afrika’ydı.

“Afrika’da sonsuz çöller, tropik ormanlar var.

O, konuştukça alkış sesleri yükseliyordu, sonra babasının siyah çerçevede büyütülmüş resmini ona uzutarak:

“Konuş”, dediler.

O, bir elinde babasının resmi, öteki elindeyse tahta konuştu. Tahtayla babasının burnunu göstererek:

“Bu, babamın burnu!”

“Her kes alkışladı onu.”

“Bu kulakları.”

Sonra yere indirerek elinde babasının resmi onu cesedin önüne götürdüler ve o, kalabalığın içinde yürüdükçe:

“Bu, babamın gözü…Bu, bıyıkları..”

O, konuştukça, kalabalık iç geçirerek:

“Vah, zavallı”, diyerek onun haline acıyorlardı.

Sonra resmi ondan aldılar, her kes birbirine göstererek:

“Bu, burnuymuş, bu da kulakları..” söylediler.

Resme her kes baktı. Resme her kes baktığı için resim buruştu, babasının çehresini kirlendi, simsiyah oldu, burnu eğildi.

Resmi götürüp eve geldi. Annesi yine telefonla konuşuyordu: “Hayır, o, öldü”, dedi ve telefonu kapattı.

Banyoya girdi, orada resmi büyük leğende sabunlu suda yıkadı, sonra sıkarak çamaşır ipine astı. Hemen ütüyü ısıtıp özenle resmi ütüledi, götürüp duvardan astı.

Babası elini resim yıkandıktan sonra çenesine yaslamıştı. Siyah takım elbisesinin altından gözüken gömleğinin kolları yıkandıktan, ütülendikten sona bembeyaz olmuştu.

Gelip babasının bembeyaz kollarını kokladı. Gömleğin kolları kar kokuyordu..

Sonra getirip kendi resmini babasının resminin yanından astı. Sonra dedesinin, halasının, teyzesinin, anneannesinin, babaannesinin, dayılarının, amcalarının resimlerini bularak yanaşı asıp tüm duvarları doldurdu, koridora çıktı, dış kapıyı açıp resimleri dairenin tüm duvarlarına asarak aşağıya indi, sonra resimleri toprağın üzerine dizdi. Annesi pencereye çıkarak öf keli sesiyle:

“Bu ne hal be, evde?! Hemen gel, nasıl dağıttıysan öyle de toplayacaksın!”, dedi.

Diğer resimleri toplayarak çantasına atarak koşarak okula gitti. Orada onları yazı tahtasının üzerine dizerek elinde tahta konuşmaya başladı:

“Bu babaannem.Bu babaannemin ablası..Bu onun teyzesinin oğlu. Bu gördüğünüzse teyzesinin oğlunun çocuğu.”

O, konuştukça fen hocası Zehra hoca ellerini arkasında çap razlayıp sıraların arasında dolaşıyordu. Öfkeli yüzüyle onu seyrederek:

“Teyzesinin oğlunun çocuğu değil, teyzesinin torunu, tamam mı?”diye yanlışını aradan kaldırdı.

“Bu benim dedem.Bu benim dedemin babası. Bu, onun öteki çocuğu.”

Sonra ansızın Zehra hoca gittiği yerde durdu, geriye dönerek cebinden armut çıkararak kaşlarını yukarı kaldırıp:

“Ya, bu?! Bu kim?”, diye sordu.

Çocuklar parmaklarını ona doğru uzattılar:

“Bu, odur!”

“Doğru!” Zerkalem hoca bunu söyledikten sonra öğretmen masasına oturdu, sırayla büyük göğüslerini masanın üzerine yerleştirdi, göğüslerinin üzerine bardak ve çay tabağı koydu, çay koydu kendi için ve çayını içerek:

“Peki, o zaman.Bunu ne yapmalı?!”

“Camın önüne bırakarak olgunlaştırmalı.”

“Doğru. Hadi, o zaman götürün!”

Çocuklar koşup onu yakaladılar, elini kolunu sardılar, kucaklarına alarak bağıra çağıra okulun koridorunda koşuşturmaya başladılar. Getirip onu kuru meyvalarla, böceklerle yanaşı camın önünde kurumak için beklettiler. Kendileriyse çekip gittiler. Ve o, uzun süre camın önünde olgunlaşacağı günü bekledi durdu.

Sonra karanlık çöktü, koridordan çocukların gürültüsü sona erdi ve o, çenesini karnına yaslayarak yattı.

Karanlık çöktükçe pencerenin camı esti, sonra rüzgar saydam çehresiyle, dağınık saçlarıyla bir süre onu izledi, sonra yüzünü cama yaslayıp çığlıklar atarak, uluyarak ağladı. Belki de yağmur yağıyordu?! Pencereyi vurarak onun uykusunu ka çırdı ve o, kafasını kaldırarak pencerenin öbür tarfından çok çok uzakta, şehrin uzak mahallelerinde, binlerce eski mezarla rın arasından gözüken yeni, siyah mermer kaplı mezarın sesini duydu.

Annesiydi. Zayıf, hasta sesiyle ona ninni söylüyordu. Ara sıra sesi de çıkmıyordu, sonra yine duyulmaya başlıyordu.

Sonra annesi bir süre okumadan mezarın içinde dolaştı, mezarın sert duvarlarını tırmaladı, ağır vücuduyla çırpınarak yeri göğü inletti.

O zaman o, camın önünde uzanık bir halde annesinin teker teker mezarın içine düşerek gürültülü bir ses çıkaran saçlarının sesini duydu.

Annesinin saçları dökülüyordu…

Annesinin saçı döküldükçe onun saçlarının dibi sızlıyordu, saçları teker teker yere düşüyordu.

Pencereden inerek ilk önce sürünerek, daha sonraysa emekleyerek annesinin yanına kadar gitti…

Yağmur kel kafasına çarptıkça ayakları birbirine dolaştıkça uzun uzun karanlık sokaklarda yürüdü.

Mezarlığa yaklaştıkça annesinin sesini daha duymaya başladı. Annesi artık mırıldanmıyordu, kesik kesik soluyarak tırnağıyla mezarların duvarlarını oyuyordu.

Mezara ulaşınca durdu. Annesinin mezartaşına kazınmış çehresini yağmur yıkayarak yok etmişti diye ona mezartaşından yüzsüz bir kadın bakıyordu.

Toprağın en derin katlarından annesinin dermansız sesi duyuluyordu:

“Kötüyüm!.”, diyerek annesi hırlıyordu. “Çok kötüyüm!.”

Çömelerek mezarın yanından toprağı kazmaya başladı. Sonra dizleri üzerine oturarak iki eliyle toprağı kazmaya başladı. Bir süre kazdıktan sonra toprağın içinden annesinin bir tarafı kırılmış gözlüğü çıktı. Sonra beline sardığı yün kareli atkısı, küpesinin teki, sonra kıyma makinesi, birkaç düğme, çizmeleri, kepçesi, yün çorapları ve kol saati çıktı. Ve sonra hiçbir şey çık madı.

Bir müddet kazdığı mezarın içinde, elinde kepçe yağmur kafasına çarpa çarpa bekledi durdu.

Annesinin sesi ta aşağılardan duyuluyordu. Annesi galiba sonuncu kez gücünü toplayarak inledi ve sustu. Sonra aşağıdan bir şeyler fısıldadı. Kulağını toprağa dayadı. Toprak sıcacık ve de yumuşaktı. Annesi kulağını dibindece fısıldıyordu:

“Sen çok seviyorum. Hem de çok.”

Toprağa yüzünü sürerek ağlayıp:

“Seni çok özledim.”, diye bildi sadece.

Annesi artık konuşmuyordu, cani dilden onu dinliyordu.

Dizleri üzerine kalkarak takatsız elleriyle, tırnaklarıyla toprağı kazmayı sürdürdü.

Yağmur bir türlü dinmek bilmiyordu. Şafak söküyordu galiba. Toprağınsa sonu gözükmüyordu bir türlü.

Kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Yukarıdan birileri, kim olduklarını çıkaramadı, mezarın içine, ona bakıyorlardı.

Bakanlar bir süre daha böyle onu izlemeği sürdürdüler, gözükmeyen çehreleriyle ona baktılar, sonra kendi aralarında bir şeyler konuştular ve çekip gittiler. Çamurun içinde acayip gürültü yapan adım sesleri de bir süre daha duyuldu ve yok oldu.

Annesi hala yerin altında durmadan fısıldıyordu:

“Seni çok seviyorum.”, diyordu.

Dermansız vücuduyla toprağa sarılarak annesinin gittikçe kendisine yaklaşan sesini dinliyordu:

“Seni çok seviyorum.”, annesi fısıldıyordu: “Çok seviyorum, çok. Biliyorum incindiğini, küstüğünü. Ama sana söz, bir daha yapmam bunu.”

..Annesinin bu sözünden sonra gök gürledi, sonra şimşek çaktı. Şimşek sanki onun beyninde çaktı. Ve o, ansızın deminden kulağının dibinde fısıldayanın kim olduğunu anladı.

… Yüzünü dönerek öfkeyle yanında yatan kocasına baktı. Kocası elini uzatarak yine fısıltıyla:

“Gel bakalım yanıma.”dedi.

Yine şimşek çaktı ve kocasının gözleri gecenin karanlığında parlayıp söndü. Sonra kocasının gözleri bir daha yandı ve hiç sönmedi. Kocası o parlayan gözleriyle sürünerek yılan gibi ona sarıldı.

.Kocasının kolları arasında ezildikçe, annesi aşağıda bir yerlerde mezarının duvarlarını tırmalayarak onları salladıkça, rüzgar saydam yüzüyle camdan onu izledikçe ağlayarak:

“Allah’ım, beni kurtar!”, diyerek sustu.

.Sonra elektrik geldi..

Ön sıralarda oturmuş adamlar ona doğru dönerek bir süre öfkeli yüzlerle onu izlediler, sonra birbirine bakarak, kafalarını sallayıp:

“Ayıptır yahu”, dediler.

Ayağa kalkıp kıpkırmızı bir yüzle kafasını kaldırmadan tırnağının arasına dolmuş toprağı çıkarmaya çalıştı.

“Böyle terbiyesiz sahnelerle neyi ima ediyorsunuz?”

Bunu kalın kakülleri alnının üzerinde duran yuvarlak yüzlü kadın söyledi. Kafasını estirerek konuşup nefretle ona baktı:

“Hem de kadın olduğunuzu söylüyorsunuz”, dedi.

“Buyurun sahneye, bakalım!”, dediler.

Koltukların arasıyla yürüyerek sahneye çıktı.

“Hadi, başlayın artık”, Bunu ön sırada oturmuş gözlüklü adam dedi.

Tüm vücudunu heyecandan soğuk ter damlaları kapladı. Gömleğini çıkardı. Tüm salon iç geçirerek kafasını salladı:

“Rezalet bu!”, dediler.

“Bu nasıl boyun?”

“Böyle uzun bacak mı olur?”

Kakülleri alnının üzerine düşmüş kadın bağırarak ayağa fırladı:

“Böylelerini ateşte yakmak gerekir ki, gelecektekilere ibret olsun!”, dedi ve tabanlarını zemine vurarak, duvarları titreterek salondan çıktı.

Ötekiler de aynen o kadın gibi kafalarını sallayarak “ayıp, ayıp”, “yakmak gerekiyor”, diyerek salondan çıktılar.

Peşlerinden bir baktı ki, meğerse gidenlerin hepsinin ba cakları kısaymış.

Boğazına bir şeyler takıldı ve ayakkabısının tekini çıkarıp gidenlere fırlattı. Ayakkabı zayıf adama değerek onu düşürdü. Adam düşerek yanındakini, yanındaki öbürünü, öbürü ötekisini düşürdü. Ve kısa bacaklı adamların hepsi domino taşları gibi peşpeşe yere düştüler.

Sonra palabıyıklı, ihtiyar bekçi geldi, onları özenle domino kutusuna yerleştirdi, kutuyu cebine koydu, ona bakarak öksü rerek:

“Annen telefon açmıştı.Çocuklar yine ağlıyorlarmış”, dedi.

Sonra bekçinin eski, tozlu çizmelerinin sesi bir süre kimse siz, yarıkaranlık koridorlarda yankılandı ve kayboldu…

DUYGULAR İMPARATORLUĞU

DENEMELER

KURTULUŞ

Uzun yıllar, daracık kimsesizliğimle, çıkmaz yalnızlığımla karşı karşıya gelmenin korkusundan dört bir yanımı çocuklarımla, yazılarımla doldurup ta kendimi her hangi bir belirsiz çıkmazlardan, korkulardan kolladığım günün birinde bir tesadüf yüzünden yalnız kalmalı olduğum büyük, sessiz evimin karanlık, kimsesiz yatak odasında ansızın yalnız olmadığımı… Beni kendinde, göğsünde, yumuşak ve güçlü kolları arasında bulunduran birşeylerin, ve ya birilerinin bir parçası, ya da kendisi olduğunu farkettim… Hüzünlü anılarla dolu boş odaları, yarıkaranlık, sinsi köşeleriyle bana hep büyük ve sıkıntılı bir görüntü veren büyük odalardan oluşan evimin yalnızca uyuduğum bir yataktan oluştuğunu farkederek huzur duydum.


AZİZ PAPAZ

Garip tarafı o ki, insanların ölüm haberinden duyduğum hüzünü senelerdir uzaktan uzağa, belirsiz, nedensiz bir sevgiyle sevdiğim, bu dünyada kendime iyice yakın zannett tiğim Roma Papazı II İoan’ın ölüm haberini duyduktan sonra yaşamadım. Tam tersi, nereden kaynaklandığını bilemediğim bir gizemli duyuyla yıllardır rahatsızlık içinde bulunan Papazın tekrar eski sağlığına kavuştuğunu, iyileştiğini ve en ilginç yanıysa bana iyice yaklaştığını farkettim.


HASTALIĞIN REALİTESİ

Neden insan yalnız hasta olduktan sonra her şeyi tüm gerçekliğiyle kabulleniyor?..


DÜŞÜNCE SERAPLARI

Kimi duyular vardır ki, onlar küçük seraplar gibi hep çevremde dolaşıyor, ara sıra zarif rüzgarın havayla akıttığı hafif toz taneleri gibi bir yerlerde kafamın, kulaklarımın yanı başında birbirine karışarak uçuyor… her hangi bir haraketimden titreye rek yanağıma dokunuyor. sonraysa yine eski hallerinde dalgalı danslarda olduğu gibi kavisler çizerek bir yerlere dağılıyorlar..


GİZEMLİ İŞ YERİM

Kesin bildiğim bir gerçek de var: Ben işimden, ailemden ve yazımdan başka, bir de bilinmeyen başka bir süreçteyim. Biraz da açarsak, ben o süreçte çalışıyorum… O sürece günün hangi zamanında, nasıl katıldığımı kesinlikle anlayamıyorum bir türlü.

Bu, genelde sabahleyin sabah kahvaltısıyla, işe gitmek için hazırlandığım zamanlarda gerçekleşiyor. Ben gerçekle ilgisi bulunmayan bir gizemli durumun içinde buluyorum ansızın kendimi ve oradan çıktığımdaysa uzunca bir süre bulunduğum mekanın farkına varamıyorum.


ANLAMAMANIN MEKANİZMASI

Son zamanlar insanların en sıradan, sade sözlerle, kelimelerle yazılmış içten duyguları, edebi düşünceleri anlayamamasının basit bir nedenini buldum. Benim kanımca bu, sırf fizyolojik süreçten kaynaklanıyor.


KENDİNİ BEĞENMİŞLİĞE GÖTÜREN YOLLAR

Gerçeği söylemek gerekirse, hüzünlü, ızdıraplı çabalarımız, uzun uzun inatçıl çalışmalarımız son anda kısa bir zaman kesiminde bile olsa oluşan kendini beğenmişlik anına hizmet ediyor.


ASABİ EJDERHA

Kimi zaman sinirlendiğimde içimde ağaç gibisinden bir şeylerin gerilerek büyüdüğünü, beni dört kısma ayırarak dal budak sarmak istediğini, genişlemek arzusunda olduğunu duyuyorum. Kimi zamansa bunun ağaç değil de, yıllar yılı her hangi bir köşemde saklanarak uykuya dalmış, bir anda, beklenmedik bir biçimde harakete geçen azılı bir ejderha olduğunun farkına varıyorum.


CÖMERTLİK HAKKINDA

Uzunca yıllardan sonra, ölüm ve olum savaşlarında bulduğum tek erkek çocuğumun dadısının, bu çocuğa duyduğu sevgi, bebeğimin gün geçtikçe benden soğuyarak bu sevecen, samimi kadına iyice yaklaşması, ona “anne” demesi ve ergenlik çağında kızları bulunan bu dadının gözleri sevinçten bulut gibi dolmuş bir halde:

“Falcılar bir erkek çocuğumun olacağını hep söylerlerdi” demesi bile, beni sadece mutlu ediyor.


HİLEBAZ ÖLÜ

Yakın bir akrabam bir süre önce vefat etmiş doksan iki yaşlı, hayatı çok seven bir ihtiyar her gece benim de, çocuklarımın da rüyalarında geziniyor.

Kızımın rüyalarında o, banyoya girerek kapıyı arkadan kitli-yor ve dışarı çıkmak istemiyor. Benim rüyalarımdaysa o, karşımda diz çökerek çocuk gibi ağlıyor, banyodan çok korktuğunu söylüyor ve bir daha onu oraya kitlememem için bana yalvarı yor.

Sonuç olarak galiba o, bizim rüyalarımızda dolaşmak için bir bahane arıyor.


HASSAS KUŞ YAVRUSU

Nedense geniş halk kitlelerinin katılımıyla geçekleştirilen toplantılardaresmi davetlerde, toplantı ve tanıtımlarda, çeşitli devlet memurlarının, ünlü yazarların arasında kendimi yumurtadan yeniçıkmış, tüysüz, teleksiz kuş yavrusu gibi his se-diyorum.


VAGIF VE BACH

Dün Bach’ın müziğini dinledikçe, Vagıf Cebrayılzade’nin şiirleriyle Bach’ın müziği arasında bir bağ olduğunu farkettim. Bu bağın ne olduğunu bir süre düşündükten sonra anladım ki, onların ikisi de dünyayı her an, tekrar tekrar, yeniden ve ye niden kurmaya çalışıyorlar.


ÖTEKİ DÜNYANIN GİZEMLERİNDEN

Son zamanlar çeşitli durumlarda, çeşitli ruhsal durumlarda vefat etmiş yakın insanların ölümlerinden bir şeyi kendim için keşfettim: suçlu, suçsuz, kötü yahut iyi yaşamayı, hayırse ver, yahut zalim ve alçak olmanın öbür dünyayla hiçbir alakası yoktur.


₺29,91

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
121 s. 203 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-44-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap