Kitabı oku: «Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt», sayfa 14
Bazı Ölümler
Üç yüz yirmi iki yılında teşrifatçılardan Ebu Cafer, yüz kırk yaşına varmış ve duyguları sapasağlam olduğu hâlde vefat etmiştir.
Zahirî mezhebi imamlarından, birçok meşhur eserin sahibi Abdullah İbni Ahmed İbni Muhammed İbni Müflis de üç yüz yirmi dört yılında hayat defterini dürmüştür.
Üç yüz yirmi yedi yılında Şeyh diye bilinen Osman İbni Hattab Ebu’d-Dünya beka âlemine göçmüştür. Pek ihtiyar bir adamdı. Hatta derler ki bu adam, Ali İbni Ebu Talib (r.a.) Hazretleri’ne yetişmiş ve ondan bir sahife rivavet etmiş. Muhaddislerden çoğu kimse, bunun aslı olmadığını bildikleri hâlde rivayet etmişlerdir.
Râzî’nin Ölümü ve Müttekî’nin Tahta Geçmesi
Râzîbillah altı sene, on gün hilafet makamında bulunduktan sonra üç yüz yirmi dokuz yılı rebiülevvelinde vücudunun su toplaması nedeniyle öldü. Şair, güzel konuşan, aziz ve cömert bir insandı. İmam Begavî’den ve başkalarından hadis dinlemiş ve kaydetmiştir. Âlimler ve hoşsohbet kimselerle sohbet eden, eski usul üzere sanatkârlara ihsanlarda bulunan, bizzat işleri idare edip orduyu nizama sokan, bizzat minberde hutbe okuyan Abbasi halifelerinin sonuncusudur. Ondan sonra da bizzat hutbe okuyan varsa da pek nadir vuku bulmuştur. Gerçi onun zamanında Abbasi hilafeti zayıf düşmüş idi. Fakat hilafetin yine büyük şan ve itibarı var idi. Ondan sonra tamamıyla zayıflamaya yüz tutmuştur. Râzî’nin vefatında Başkomutan Beckem, Vâsıt’ta bulunduğundan, halife seçimi için Beckem’in kâtibi Abdullah-ı Kûfî’nin gelmesi beklendi. Kûfî’nin eliyle Beckem tarafından gönderilen mektubunda, Râzî’nin veziri olan Ebu’l-Kasım ve daha önce vezirlik yapmış olanlar, divan azaları, kadılar, Aleviler, Abbasiler ve şehrin ileri gelenleri, toplanarak halife seçimi meselesinde Kûfî’nin onlarla müşaveresi yazılmış olduğundan, yapılan istişarede merhum Muktedir’in oğlu İbrahim’in seçilmesine dair anlaşarak ona biat ettiler. Kendisine teklif edilen lakaplardan Müttekîlillah lafzını seçti ve hemen Beckem’e hilat ve sancak gönderdi. Beckem ise biatten önce saraya mübaşir gönderip beğendiği mefruşat ve ziynet eşyalarını aldırmıştı. Biatten sonra Selametü’l-Tolunî’yi Müttekî’ye perdedar tayin etti. Ebu’l-Kasım Süleyman’ı da vezaretinde alıkoyduysa da onda vezirliğin yalnızca ad ve unvanı olup her iş Beckem’in kâtibi olan Kûfî’nin elindeydi. Hâlbuki Beckem Vâsıt’tan Basra valisi olan İbni Beridî üzerine Torun adlı başbuğ ile gerektiği kadar asker sevk etmiş ve sonra kendisi de arkasından gitmiştir. İbni Beridî’nin bozguna uğradığı haberini alınca geri dönüp, avlanarak Vâsıt’a gelirken Nehr-i Cûr civarında bulunan Kürtlerde çok mal ve servet olduğunu duyunca onlara tamah ederek yanındaki küçük bir grupla Kürtlerin üzerine vardı. Kürtler savuşup firar etmişlerse de bir Kürt çocuğu mızrakla onu arkasından vurup katletmiştir. Bu haber Bağdat’a ulaşınca halife hemen Beckem’in gömülü olan hazinesini meydana çıkarttırarak büyük bir servete sahip olmuştur.
Beckem’in maiyetindeki beş yüz kadar seçkin Deyalimli asker, Ebu Abdullah-ı Beridî’nin yanına gitti, İbn-i Beridî onlarla kuvvetini arttırarak, büyük bir askerî güç ile Bağdat’a geldi ve devleti istila etti. Fakat kötü huyluluğu, hırs ve tamahı nedeniyle halk onun zulmünden bizar olduğundan, bütün halk onun aleyhine ayaklanınca Bağdat’tan çıkıp Vâsıt’a gitti. Bunun üzerine Gültekin Deylemî nüfuz kazanarak, devletin idaresini eline aldı. Peşinden Şam Valisi İbni Râik, gelip Gültekin ile savaştı. Galip gelince halife tarafından da kendisine başkomutanlık verildi.
Üç yüz otuz yılında Ebu Abdullahi’l-Beridî, kardeşi Ebu’l Hasan El-Beridî ile Bağdat üzerine Türk ve Deylemlilerden oluşan bir ordu sevk etti. Bu ordu Bağdat’a geldiğinde halk mukavemet edip haylice direniş gösterdiyse de sonunda bozguna uğradılar. Halife Müttekî ve oğlu, yirmi kadar süvari ile kaçtılar. İbni Râik de askeriyle çıkıp halifeye yetişti. Hepsi Musul emiri olan Nasıru’d’Devle İbni Hâmdân’dan yardım istemek üzere Musul’a gittiler. Nasıru’d-Devle, halifeye hürmet göstermiş ama İbni Râik’i idam etmiştir. Bunun üzerine halife, Nasıru’d-Devle’yi başkomutan atamış ve kardeşi Ebu’l Hüseyin Ali’ye hilat giydirip ona Seyfu’d-Devle ismini vermiştir.
İhşid, o şekilde İbni Râik’in idam olunduğunu işittiği zaman Mısır’dan çıkıp Şam’ı zapt etti. Beridîler ise Bağdat’a girdikleri gibi sarayı yağmalamakla beraber ahaliye benzeri görülmemiş zulüm ve işkenceler yaparak, insanlığa yakışmayacak, alçakça hareketlere başvurdular. Türklerin başbuğu olan Torun ansızın Beridî’yi basmak üzere hareket etmişse de Beridî önceden haber alıp yanına Deylemlileri toplayarak ihtiyat üzere bulunduğundan, Torun’un hareketiyle Deylemîler savunmaya geçti. Torun yanında çok sayıda Türk askeri olduğu hâlde Musul’a geri dönünce, Beni Hâmdân onlarla kuvvet buldu. Müttekî ve Nasıru’d-Devle, çok sayıda asker ile Musul’dan çıkıp Bağdat’a yaklaştığında Beridî, Vâsıt’a kaçtığından, halife ile Başkomutan Nasıru’d-Devle Bağdat’a girdiler.
Daha sonra Beni Hâmdân, Vâsıt tarafına doğru yola çıktı. Türk askerleri ile Torun da onlarla birlikte idi. Hâlbuki Ebu’l Hasan El-Beridî onlara karşı hareket etmiş olduğundan, Meydan civarında yapılan çarpışmada Beridîler bozguna uğrayarak kaçtılar. Nasıru’d-Devle Bağdat’a döndü, kardeşi Seyfu’d-Devle de askerle Vâsıt’a gitti. Fakat Beridîler, evvelce Vâsıt’ı terk ederek Basra’ya gitmiş olduklarından, Seyfu’d-Devle askeriyle Vâsıt’ta kalmış ve istirahat etmiştir.
Azerbaycan Eyaleti uzun zamandır Kürtlerin elinde iken bu esnada Deylemîler eline geçmiştir. Yine o esnada, Rüknü’d-Devle İbni Büveyh, Rey beldesini istila etmiştir. Yine bu sene Rumlar, sınırı aşarak Halep’e kadar gelip, pek çok esir alarak geri dönmüşlerdir. Tarsus gazileri de Rum ülkesine girerek pek çok esir alıp salimen dönmüşlerdir.
Üç yüz otuz bir yılı muharreminde Mu’izzu’d-Devle İbni Büveyh, Basra’ya gelip Beridîler ile savaşarak bir müddet orada kalmışsa da subaylarından bir kısmı, İbni Beridî’den aman dilemiş oldukları için diğerlerinden şüphelenerek savuşup gitmiştir.
Yukarıda anlatıldığı gibi, Seyfu’d-Devle, Vâsıt’a inip oradan Basra’ya geçme niyetinde ise de askerî sevkiyata kâfi parası olmadığından kardeşi Nasıru’d-Devle’den para istedi ve o taraftan bir şey gelmediğinden, çaresiz Vâsıt’ta beklemekte idi. Maiyetindeki Türklerin başbuğu olan Torun ise onu küçümseyerek edep dışı muamelede bulunuyordu. Bağdat’taki Türk ve Deylem askerlerinin tavırları da iyi değildi. Nasıru’d-Devle, vaziyeti beğenmeyip üç yüz otuz bir yılı içinde Bağdat’tan çıkarak Musul’a giderken, Türkler ve Deylemîler onun konağını yağmaladılar. Vâsıt’ta da Türk askerler bir gece Seyfu’d-Devle’yi bastılar. Seyfu’d-Devle kaçmış, eşyası yağmalanmıştır.
Ondan sonra Türklerin reisleri arasında ihtilaf çıkmışsa da Torun galip gelerek tamamını disiplin altına aldıktan sonra Vâsıt’tan hareketle ramazan sonlarında Bağdat’a geldi. Müttekî kendisine hilat elbisesini giydirerek onu başkomutan atadı. Bu sırada Beridî gelip Vâsıt’ı istila etmiştir. Sonra Torun, Vâsıt’a vardığında Beridî’nin yanında bulunan İbni Şirzat kaçarak Torun’un yanına gelmiş, Torun da onu kendisine vezir yapmıştır. O esnada Horasan ve Maveraünnehir Emiri Nasır İbni Ahmed Samani’nin Horasan başkomutanı olan Ebu Ali İbnu’l Muhtac, Rey beldesini ve dağlık bölgeleri ele geçirmiştir.
Bu yıl kayser-i Rum tarafından Bağdat’a elçi gelmiş, onların yanlış inancına göre, Hazreti İsa Aleyhisselam bir mendil ile yüzünü silmiş ve yüzünün sureti onda aksedip kalmış ve o mendil Rehâ Kilisesi’nde imiş. Bu mendil eğer kaysere gönderilirse pek çok Müslüman esiri serbest bırakacağını açıklayınca Halife Müttekî, kadı ve fakihleri toplayıp onlara sorduğu zaman ihtilaf etmişler. Bazıları mendili verip de esirleri kurtarma görüşündeyken, bazıları da muhalif görüşte bulunmuşlarsa da mecliste bulunan Vezir Ali İbni İsa, “Müslüman’ın esaretten kurtarılması, bu mendili korumaktan evladır.” deyince Halife Müttekî de o mendilin teslimini emretmiş. Esirlerin teslim alınması için memurlar göndermiş. Bu şekilde birçok Müslüman esir esaret zincirinden kurtulmuştur.
Bir zamandan beri Karâmita içine ihtilaf ve kargaşa düştüğünden, Hecr’de durup etrafa saldırmaz oldular. Yoksa bu esnada Irak’a çok ziyan ve hasar verirlerdi. İşte bu kargaşalıklardan istifade edip Basra’yı istila etmek üzere Umman Emiri Yusuf İbni Vecîh bir büyük donanma ile geldi. Beridîler ile savaşıp Basra’yı ele geçirmek üzere olduğundan Abdullah İbni Beridî ile kardeşleri yok olma derecesine varmışlarken Renadî adında bir gemici onları bu tehlikeden kurtarmıştır.
Şöyle ki Umman gemileri bir sahilden diğer sahile kadar yekdiğerine bağlı olarak bir köprü gibi olmuşlar idi. Renadî, iki kayığı kurumuş hurma yapraklarıyla doldurup gece yarısı onları tutuşturarak nehrin akıntısına bırakmış. Kayıklar rüzgârdan daha süratli seyrederek Umman gemilerinin üzerine düşünce hepsi alev almış ve içindeki adamlarıyla beraber yanmışlardır. Etrafta bulunanlar bu sırada ele geçirebildikleri malları yağma etmişlerdir. İbni Vecîh, muharrem ayı içinde güçlükle kaçarak canını kurtarabilmiştir.
O sırada ise Halife Müttekî ile Torun arasında soğukluk meydana geldiğinden, Müttekî, kadınları ve çocukları alıp güvenilir adamları ile Bağdat’tan çıkıp Musul’a gitti. Torun’un veziri İbni Şirzat üç yüz süvari ile Vâsıt’tan çıkıp üç yüz yirmi iki senesi muharreminde Bağdat’a ulaştı ve asla halife tarafına müracaat etmeksizin kendi kendine hükmetmeye başladı. Torun hemen Vâsıt’ı belli bir ücret karşılığında Beridî’ye ihale ederek kızını ona nikâhladı. Bağdat’a geldi ve Musul’a doğru hareket etti. Seyfu’d-Devle ona karşı çıktı. Fakat meydana gelen şiddetli muharebelerde bozguna uğradığından, Beni Hâmdân artık Musul’da duramayıp Seyfu’d-Devle, kardeşi Nasıru’d-Devle ve Halife Müttekî Musul’u terk ederek Nusaybin’e geldiler. Mütteki oradan da çıkıp Rakka’ya geldi. Seyfu’d-Devle de ona katıldı. Sonra halife, Torun ile haberleşerek Nasıru’d-Devle elindeki memleketler için üç sene zarfında her yıl üç yüz altmış bin dirhem vermek üzere aralarında sulh yapıldı ve Torun Bağdat’a döndü. Halife de Beni Hâmdân ile Musul’da kalmışsa da sonra yine Rakka’ya gitmiştir.
Mu’izzü’d-Devle İbni Büveyh, Torun’un Musul’a gittiğini haber aldığı gibi, gelip Vâsıt’ı zapt etmiş olduğundan, Torun, Musul’dan Bağdat’a döndüğü gibi Mu’izzü’d-Devle’ye karşı vardı, o da Vâsıt’tan hareket edince zilkade ortalarında ordular çarpışmaya başladı. Bir hafta kadar aralarında muharebe devam etti. Fakat Torun’un askerleri gerilemekteydi. Nihayet Torun, onları bir pusuya düşürüp perişan edince Mu’izzü’d-Devle, bir hayli zayiat vererek yenilmiş olarak döndü. Torun da Bağdat’a geldi.
O esnada Ebu Abdullah El-Beridî vefat ettiğinden, yerine geçecek kişi hakkında aralarına anlaşmazlık düştü. En sonunda Basra hükûmeti, oğlu Ebu’l Kasım’da karar kılmıştır.
Halife Müttekî önceden Mısır Valisi İhşid’i yardıma çağırdığından İhşid, Halep’e ve oradan Rakka’ya gelip Müttekî ile görüştü ve ona fevkalade hürmet etti. Atının yanında yaya yürüdü. Ağır hediyeler takdim etti ve onu alıp Mısır’a götürmek istedi. Müttekî ise daha sonra Torun ile haberleştiğinden, Torun büyük yeminler ederek onu temin etmiştir. Bunca yıllardan beri babalarına, dedelerine ve hilafete başkentlik yapmış olan Bağdat’tan uzak olmak Müttekî’ye zor geldiğinden Bağdat’a gitme fikrine düşmüştü. İhşid, “Mısır’a gitmezsen bari buralarda otur. Bağdat’a gitme, Torun’a güvenme.” diye nasihat etmişse de Beni Hâmdân’a bıkkınlık gelmiş olduğundan, Müttekî o havalide oturup onlara yük olmak da istemediğinden, Torun’un teminatına aldanarak üç yüz otuz üç yılı muharreminin sonlarında Rakka’dan Bağdat’a gelmiş ve İhşid de Mısır’a dönmüştür.
Torun, Sindiye’de Müttekî’yi karşılayıp hürmetini sunduktan sonra onu kendi çadırına indirdip gözlerine mil çektirdi. Hemen Müstekfî Billah İbni’l-Mutezid’i Sindiye’ye getirterek ona biat etti, diğer insanlar da biat ettiler. Müttekî de âmâ olduğu hâlde getirilip Müstekfî’ye biat ettirildi. Bir de asa kendisinden alınarak Müstekfî’ye teslim edildi. Müttekî’nin hilafet günleri üç sene, beş ay, on sekiz günden ibarettir.
Bazı Meşhurların Ölümleri
Üç yüz yirmi dokuz yılında meşhur Filozof Meta İbni Yunus ve meşhur Tabip Buhtyeşû İbni Yahya vefat etti. Üç yüz otuz yılında da İmam Ebu’l Hasan Ali İbni İsmail İbni Ebu Bişrül Eş’ari, yetmiş yaşında öldü. Meşre’atü’z-Zevâya’da defnedildi. Müşebbihe mezhebine mensup olan gulât-ı Hanbelîyye (aşırı giden Hanbelîler) cenazesini çıkarıp yakmasınlar diye kabri belirsiz hâle getirildi. Zira Hanbelîlerin çok mutaassıpları ona en büyük düşman idiler.
İmam-ı Eş’ari, Ebu Musa El-Eş’ari (r.a.) Hazretleri’nin torunlarından olup iki yüz altmışıncı yılda Bağdat’ta doğmuştu. Uzun müddet mezheb-i Mutezile üzere ilm-i kelam ile meşgul olup sonra gerek Mutezile’ye gerek Müşebbihe’ye muhalefet ederek mezheb-i ehlisünnet ve’l-cemaati meydana koydu. Mutezile imamlarından, Cübbâî ile münazara ederek onu susturduktan sonra mezhebini ilan etti. Mezheb-i Cebriyye ile Mutezile’nin ortası olarak dünyanın her tarafına şayi oldu. Hanbelîlerin çok mutaassıpları ise cehil ve taassuplarından dolayı onu tekfir edip, mezhebini takip edenlerin kanlarını helal sayarlardı.
Bilindiği gibi, mezheb-i ehlisünnet iki görüş arası bir orta yol, yani cebr ile itizal arasında bir doğru yoldur. Bu hak mezhebi meydana çıkaran iki büyük imamdır. Biri zikri geçen İmam Ebu’l Hasan El-Eş’ari, diğeri İmamu’l-Hüdâ Ebu Mansur Mâtürîdî’dir. Bunlar esasen aynı fikirde oldukları hâlde tavassut ve itidalin açıklanması ve tefsir açısından ikisi arasında cüzi ihtilaf vardır. İmam Mâtürîdî’nin mezhebi rey ve akla daha uygun olduğundan, Hanefilerin çoğu onun mezhebini kabul etmişlerdir. İmam Eş’ari’den üç sene sonra, yani üç yüz otuz üç senesinde İmam Mâtürîdî de vefat etti. İkisinin de şöhretleri her yanı tutmuş olduğundan tafsile hacet yoktur. Rahimehumullahu taala rahmeten vasi’ah.
Müstekfî Billah’ın Halifeliği
Sindiye’de Müstekfî Billah’a biat olunduktan sonra hükûmet merkezine dâhil olup, üç yüz otuz üç senesi safer ayının sonlarında, Torun’a hilat ve taç giydirdi. Ebu’l-Ferec İbni Muhammed’i kendisine vezir atadı. Fakat Ebu’l-Ferec’de vezirliğin yalnız ismi olup işlerin hepsi Torun’un veziri olan İbni Şirzat’ın elindeydi. Müttekî’nin Bağdat’a gelmesi üzerine İhşid de Mısır’a döndüğünde, Seyfu’d-Devle İbni Hâmdân Halep ve Humus beldelerini ele geçirmişti. Sonrasında Rumlar sınırı aşarak, Halep civarına kadar vardılarsa da Seyfu’d-Devle karşı çıkıp onları bozguna uğratmıştır.
Üç yüz otuz dört yılında Torun vefat edince veziri İbni Şirzat’a Müstekfî tarafından başkomutanlık verilmiştir. Ehvaz’da bulunan Mu’izzü’d-Devle İbni Büveyh ise Torun’un vefatını haber aldığı gibi Bağdat üzerine yürüdü. Bağdat’a yaklaştığında, İbni Şirzat saklandı ve Türk askerleri Musul tarafına kaçtılar. Mu’izzü’d-Devle, cemaziyelevvel ayında Bağdat’a girdi. Müstekfî ile konuşup ona biat etti ve o da kendisine hilat giydirdi. Madenî paralar üzerine Beni Büveyh ismi yazılması için emir verdi. Mu’izzü’d-Devle, Müstekfî’ye günde beş bin dirhem tahsis etti. Müstekfî’nin kendi aleyhinde çalıştığını işitince cemaziyelahirin yirmi ikisinde Müstekfî’yi haysiyet kırıcı bir şekilde halifelikten indirip hapsetti. O sırada saray yağma edilip ziynet eşyası olarak bir şey bırakılmadı. Müstekfî’nin hilafet müddeti bir sene, dört aydan ibarettir.
El-Mutî Lillah’ın Tahta Geçmesi
Müstekfî’nin tahttan indirildiği gün, Muktedir’in oğlu Mutî Lillah’a biat olundu. Fakat Müstekfî’nin hiç olmazsa resmen bir veziri vardı, Mutî’de o da yoktu. Yalnız bazı ihtiyaçlarına karşılık olmak üzere Mu’izzü’d-Devle tarafından tahsis olunan arazi işlerini görmek ve dairesinin gelir gider defterini tutmak için bir kâtibi vardı. Ve artık halifenin şan ve itibarı kalmayıp herhangi bir hususta kendisine müracaat edilmez oldu.
Çünkü Deylemliler, yukarıda açıklandığı üzere Utruş adlı imam-ı Alevi elinde Müslüman oldukları şekilde Şii mezhebinden idiler. Abbasiler, hilafeti asıl sahiplerinden zorla aldılar diye itikat ettiklerinden, halifeye hürmet etmek için kendilerince dinî bir sebep yok idi. Hatta hilafeti Abbasilerden alıp da Mağrip’teki halife-i Ubeydiyye’ye vermek yahut Alevilerden diğer birine biat etmek üzere Mu’izzü’d- Devle, erkânıyla yaptığı istişarede çoğunluk tasvip etmişken, yakın adamlarından bazıları, “Bu doğru bir düşünce değildir. Sen şimdi bir halife ile bulunuyorsun ki onun hilafete layık olmadığını düşünüyorsun. Askerlerin de bu düşüncede, bugün onu öldürünüz dersen kanını helal sayarak öldürürler. Ama Alevilerden birine biat edersen, sen de askerin de onun hilafetinin sıhhatine inanacağından, o eğer askere senin katlini emrederse seni katlederler.” deyince Mu’izzüd-Devle’nin o düşünceden vazgeçtiği rivayet edilir. Mamafih doğuda Maveraünnehir, batıda Suriye ve Mısır ahalisi çoğunlukla Sünni olduğundan, Büveyh soyunun elinde bir Abbasi halifesinin bulunması siyasi fikirlerine göre durum ve zamana uygun idi.
Kısacası Mu’izzü’d-Devle, Irak’ı zapt ettikten sonra mülk ve saltanat, Âl-i Büveyh sultanlarının ve sonra Selçuklu sultanlarının olup hilafet manevi bir itibardan ibaret kaldı. Vakıa hutbe ve sikke yine halifeler adına olup, tahta oturarak, elçileri de huzurlarına kabul ederlerdi. Fakat bu teşrifat merasiminin yapılması da ismi geçen sultanların emriyle olurdu. Hilafete lazım olan mülk ve saltanatın manası ise kuvvet ve kudret kullanmak, büyüklük ve ululuk göstermek olduğundan, ondan sonra gelen Abbasi halifelerinde hilafet lafzen mevcut ve manen alınmış ve yok olmuş idi. Böylece bundan sonraki Abbasi halifelerinin tarihinin anlatılması, onlara hükmeden Âl-i Büveyh ve Selçuklu sultanlarının tarihlerinin içindedir. Cenabıhak, işleri irade ve hikmetiyle tedbir eder, ondan başka ilah yoktur.
Mutî’nin Geri Kalan Günleri
Mu’izzü’d-Devle İbni Büveyh, önce geçtiği gibi Irak’ı istila ettiğinde, asker âdet olduğu üzere, tayin ve maaşlarını istediklerinden, yolsuz vergilerin icadına ve halkın mallarını haksız olarak almaya mecbur oldu. Devlete ait köyleri malikâne olmak üzere akrabasına ve komutanlarına tahsis etmekle devlet memurları o köylerden el çekti ve divanlar boş kaldı. Öyle nüfuzlu adamların himayeleri altına geçen köylerin bayındırlığı arttıysa da halkın ve küçük memurların ellerinde kalan köylerin halkı, devamlı malları ellerinden alınıp zulme uğradıklarından, setler ve köprülerin inşası ve suların yoluyla taksimi gibi bayındırlık işlerine bakılmadığından, bu gibi köyler harap olmuş ve bu nedenle devlet geliri eksilmiş ve nihayet Mu’izzü’d-Devle ordularını idare etmekten âciz kalmıştır. Akraba ve taallükatı fazlasıyla şımarttıktan sonra onların büyüyen burunlarını kırmak için birçok Türk kölesi almış, onlara bol miktarda araziler vermiş, bu ise kendisiyle kavminin arasında nefretin meydana gelmesine sebep olmuştur.
Mu’izzü’d-Devle ile Nasıru’d-Devle’nin Savaşları ve Barışmaları
Üç yüz otuz dört yılında Musul emiri olan Nasıru’d-Devle İbni Hâmdân, büyük bir orduyla Bağdat üzerine yürüyüp Bağdat’ın doğu taraflarını istila etti. Mu’izzü’d-Devle ile aralarında şiddetli savaşlar meydana geldi. Mu’izzü’d-Devle kaçmaya karar vermiş iken Deylemîler, bazı harp hileleri ile doğu tarafını zapt edince, Nasıru’d-Devle, Ukberâ’ya çekildi. Mu’izzü’d-Devle ile haberleşerek, üç yüz otuz beş senesi muharreminde barış yaparak Musul’a döndü. Fakat maiyetindeki Türk askerleri, bu barıştan hoşnut olmayıp Musul üzerine yürüdüklerinde Nasıru’d-Devle, Nusaybin tarafına savuşmuştu. Türkler de arkasına düştü. Sancar’a kaçtı, onlar da oraya hücum edince, Nasıru’d-Devle çaresiz kaldı ve hemen Mu’izzüd-Devle’den yardım istedi. O da yeteri kadar asker ile vezirini gönderince Nasıru’d-Devle o tehlikeden kurtuldu ve Musul’da kaldı. Fakat Mu’izzü’d-Devle’ye yılda belli bir vergi vermeye mecbur oldu.
Rüknü’d-Devle’nin Rey ile Dağ Beldelerini ve Sonra Taberistan ile Cürcan’ı İstila Ettiği Sırada Mu’izzü’d-Devle’nin de Basra’yı İşgali
Otuz yıldan fazla Horasan ve Maveraünnehir emiri olan Nasır İbni Ahmed Samani üç yüz otuz bir yılında vefat ettiğinde insanlar onun oğlu Nuh İbni Nasır’a biat ve yemin ettilerse de çok geçmeyip Beni Saman arasında ihtilaflar peydah oldu. Horasan başkomutanı olan Ebu Ali İbni’l Muhtac da Emir Nuh’a isyan etti. Rüknü’d-Devle İbni Büveyh, fırsat düşürüp üç yüz otuz beş senesinde Rey şehrini ve dağ şehirlerini zapt edip Horasanileri oralardan sürdü. Kardeşi Mu’izzü’d-Devle de üç yüz otuz altı senesinde Bağdat’tan çıkıp çöl yoluyla Basra üzerine hareket ettiğinde Karâmita, çöl yolunun kendilerinin olduğundan bahsile Mu’izzü’d-Devle’nin kendilerinden izin almaksızın o yol ile asker sevk etmiş olmasına itiraz etmişlerse de Mu’izzü’d-Devle, onlara hakaretle cevap vererek Basra’yı zapt etmiş. Basra Emiri Ebu’l-Kasım El-Beridî, Hecr beldesine gitmiş ve Karâmita’ya iltica etmiştir. Mu’izzü’d-Devle, bu şekilde Basra’ya sahip olduktan sonra veziri ile Halife Mutî’yi Basra’da bırakıp kendisi büyük biraderi İmâdu’d-Devle ile görüşmek üzere Fars’a gitti. İmâdu’d-Devle’nin huzuruna çıkıp yeri öptü. Çünkü Beni Büveyh’in üçü de hüküm sürdükleri yerlerde bağımsız iseler de İmâdu’d-Devle, beylerbeyi olup diğer ikisi ona tabi ve emrine bağlı idiler. Mu’izzü’d-Devle huzurunda ayakta durdu, İmâdu’d-Devle her ne kadar otur diye teklif etmişse de oturmamıştır. Ondan sonra Mu’izzü’d-Devle, Bağdat’a dönüp veziri ile halife de Basra’dan Bağdat’a geldiler. O esnada Rüknü’d-Devle İbni Büveyh Taberistan ve Cürcan’ı da istila etmişti.
İşte bu suretle Beni Büveyh Devleti kuvvet kazanıp genişleyerek, Rey, Cebel, Fars, Ehvaz ve Irak’ın gelirleri tamamen onların hazinelerine gelirdi. Musul ve Diyarbakır gelirlerinden de belli bir vergi alırlardı. Abbasi halifesi kendi ellerinde olup o kuvvet ile her tarafta sözlerini geçirirlerdi.
Üç yüz otuz yedi yılında Mu’izzü’d-Devle, Musul üzerine yürüyünce Nasıru’d-Devle İbni Hâmdân Nusaybin tarafına savuştu. Mu’izzü’d-Devle, Musul’u zapt eyledi ise de o esnada Horasan askerlerinin Rey ve Cürcan taraflarına tecavüz niyetinde oldukları kardeşi Rüknü’d-Devle tarafından kendisine bildirilmiş ve asker istemiş olduğundan, Nasıru’d-Devle ile haberleşti, Nasıru’d-Devle, Musul Eyaleti, El-Cezire diyarı ve Şam tarafı için Mu’izzü’d-Devle’ye yıllık sekiz milyon dirhem vermek ve hükmü altında olan beldelerde İmâdu’d-Devle, Rüknü’d-Devle ve Mu’izzü’d-Devle adlarına hutbe okutmak üzere barış yaptı. Mu’izzü’d-Devle Bağdat’a geri döndü.