Kitabı oku: «Osmanoğulları», sayfa 4
Yeri Gelmişken
Aruz ilmini vücuda getiren İmam Halil bu fenni Arap şiirlerinin ara duraklarının belirtilmesi için ortaya koymuştu. Sonra İran şairleri, onun koymuş olduğu deyimleri alarak Farsça vezinler hakkında bir aruz fenni yaptılar. Fakat gerçekte Arapça aruz ile Farsça aruz başka başka fenlerdir. Arapçada kısa med ve sınırlı kısaltma uygun değildir. Fakat kafiyesi uzatılır ve doldurulur. Farsçada ise her kelimenin sonu uzatılabilir ve doldurulabilir. İki dilin vezinleri ona göre konmuştur. Ama Türkçede asla uzatma yoktur. Elif, he, vav, ancak hareke işareti olmak üzere kullanılır. Söylerken uzatma ve doldurma yapılmaz. Türkçenin özelliği budur. Bundan dolayı Türkçe şiirler, Arapça ve Farsça vezinlere uygulanamaz. Anadolu şairleri ise Osmanlı şiirlerinde Farsça vezinleri kullanarak, kelimelerin sonlarından başka, başlarını bile uzatmaya mecbur oldular.
Başlangıçta Osmanlıcaya en güzel hizmet edenlerden biri, “Mevlid”in müellifi Bursalı Süleyman Efendi’dir. Bu menkıbesi o vakte göre pek güzel ve doğrusu kolay yazılmış gibi görünen fakat kaleme alınması çok zor olan bir manzumedir. Parmak hesabıyla her mısrası on bir heceden oluşur. Farsça aruza uygulanacak olursa fâilatün, fâilatün, fâilat veznine uyar. Fakat bu takdirde vezni ayarlamak için bu çok sayıdaki hecelerin uzatılması gerekir.
Allah adı ola her işin önü
Hergiz ebter olmaya anın sonun.
Bu beytin Türkçe kaideye göre vezni tamdır. Ama Farsça aruz üzere kesilecek olursa, “Allah” kelimesinin uzatılması kısaltılacaktır. “Adı” kelimesinin başı ve sonu, “işin” ve “anın” kelimelerinin evvelki hecelerinin ve “olmaya” kelimesinin sonunun uzatılması gerekir.
Bu şekilde ise Türkçenin lehçesi bozulur. Anadolu şairleri ise sonraları şiirlerinde hep Arapça ve Farsça kelimeleri kullandığından, Osmanlıca şiirler tamamen Farsça şiirler biçimine dönüşmüştür. Farsça vezinlerin çoğu parmak hesabına uyarsa da bazılarında bir beytin bir mısrasının, diğer mısrasına nazaran hareke sayısı eksik gelir.
Saklarım gonca gibi sinede dağ-ı aşkı
Andelibin olamaz nâlesi hemraz bana.
Bu beytin vezni fâilatün, feilatün, feilatün, feilündür. Fakat Farsça kaide üzere feilünde “ayın” harfinin sükûn ve harekesi caizdir. Bu kaide üzere yukarıdaki beyit vezinli sayılır. Ama Türkçe kaide üzere vezinli sayılmaz. Çünkü evvelki mısrada bir hareke eksiktir.
Meşhur Şair Keçecizade İzzet Molla, Anadolu’ya sürüldüğü zaman saz şairleri onun bazı şiirlerine, vezni yok, diye itiraz etmişler. Şairin ise onlara, kendisinin Türkçe vezinli şiirler de yazabileceğini göstermek için şu şarkıyı söylemiş olduğu, güvenilir kişilerden duyulmuştur:
Zülfündedir benim baht-ı siyahım
Seni sevdim budur ancak günahım.
Osmanlı şiiri İran tarzına dönüştüğü gibi, eski nesir yazan Osmanlı edipleri de düz yazılarında bile bu biçim üzere seci yolunu tutmuşlardır. Aydın tabakaya mahsus bir dil ortaya çıkarak, artık yazımız konuşmamıza uymaz oldu. Fesahat ise halk arasında kullanılan kelimelerle isteğini anlatmak demek olduğundan, nazmımız gibi nesrimiz de fesahatten uzak, tumturaklı kelimelerden ibaret bir şekil aldı. Epey zaman bu hâl üzere gitti. Nihayet cennetmekân Sultan Abdülmecid Han Hazretleri’nin devrinde, Sultan Osman Gazi’nin açmış olduğu çığıra dönülerek Osmanlıcaya önem verilmiş, Osmanlı edebiyatı parlamıştır. Söylendiği gibi fasih ve beliğ bir şekilde yazılmaya başlanmıştır.
Sultan Orhan’ın Saltanat Devri
Sultan Orhan Gazi Hazretleri, uzun boylu, güzel yüzlü, yüzünün rengi kırmızıya çalan beyaz, göğüs ve omuzları geniş, gösterişli, ağırbaşlı, babası gibi cömert ve cesur, çalışkan, adaletli, iyi huylu, affedici, benzeri az bulunur bir padişahtı. Osmanlı sultanlarının ikincisidir. Hükümdarlar gibi devlete ilk olarak çekidüzen veren odur.
Anlatıldığı üzere babasının vefatında, kırk altı yaşında iken Osmanlı tahtına geçti. Babasının zamanında başkomutan olarak her işi öğrendi. Tahta geçince babasından kalan beyleri Bursa’ya çağırdı ve onların gönlünü aldı. Onları birer tarafa gönderip hudut boylarında görevlendirdi. Akça Koca’yı İzmit’e, Konur Alp’i Gerede’ye, Akbaş Mahmud’u Karadeniz kıyısına, Abdurrahman Gazi’yi Yalova ve Gemlik tarafına gönderdi. Kendisi de uzun süre kuşatılmaktan harap olan Bursa’nın onarılması, süslenmesi ve diğer devlet işlerinin düzenlenmesi için kısa bir süre orada kaldı. Tahta çıktığı yıl bir oğlu dünyaya geldi. Kendisine Murad Bey adı verildi. Babasından sonra Osmanlı tahtına geçen Hüdavendigâr Gazi’dir. Yine o sırada Samandıra’nın alındığı müjdesi geldi.
Sultan Osman Gazi’nin son günlerinde Konur Alp Bolu, Mudurnu, Konurya ve Akyazı taraflarını; Akça Koca Kandıra, Ermeni Pazarı ve Ayan Gölü yöresini aldı. Sonra ikisi birleşip Kocaeli sancağının ortasında bulunan Samandıra Kalesi’nin fetih hazırlığı içindeyken Sultan Orhan Gazi tahta çıkınca, bu sefer o iki gazi, birlikte Samandıra Kalesi’ni kolayca ele geçirdiler. Tekfurunu tutup yüksek paha ile İznikmid tekfuruna sattılar. Bu kale, Akça Koca’nın eyaletine katılmıştır.
Sonra Akça Koca, Konur Alp ve Akbaş Mahmud birleşti. Beykoz’a kadar geldiler. Kayser, bundan dolayı telaşa düştü. Üzerlerine asker gönderdi. Askeri, Beykoz yakınında bozguna uğramıştır.
O bölgede gazilerin fethettikleri kaleler içinde en önemlisi Aydos Kalesi olup yedi yüz yirmi sekiz yılında Abdurrahman Gazi tarafından fetholunmuştur.
Şöyle ki gaziler bu kaleyi kuşattıkları zaman sağlamlığı nedeniyle fethinin epey zaman alacağı zannedilmişti. Kale tekfurunun güzel bir kızı vardı. Rüyasında bir kuyuya düşmüş ve güzel yüzlü bir yiğidin onu kuyudan çıkarıp güzel elbiseler giydirmiş olduğunu görmüştü. Uykudan uyanınca kale burçlarından savaşı seyrederken gözüne Abdurrahman Gazi ilişti. Rüyasında gördüğü şahıs olduğunu anladı. Hemen ona bir mektup yazıp Falan gece bir miktar arkadaşın ile filan yere gelesin. Kalenin fethini sana kolaylaştırayım, demiş. Abdurrahman da hemen Akça Koca ile görüştükten sonra kararlaştırılan gece bir miktar fedai ile o yere varmış. Kale duvarından ip sarkıtılmış olduğunu görmüşler.
Abdurrahman ipe yapışıp yukarı çıkarak kızla görüştükten sonra arkadaşlarını da iple yukarı alıp hemen arkadaşları ile birlikte kapıcıları öldürmüşler. Kale kapısını açınca Akça Koca da askeri sevk etmiş ve kaleyi ele geçirmişler. Bu kız, bazı ganimetlerle beraber sultanın huzuruna çıkarıldığı zaman Sultan Orhan onu Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Aydos Kalesi’ni ona has olarak verdi. Abdurrahman Gazi’nin bu kızdan Kara Abdurrahman adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Yiğitlikle şöhret kazanmıştır. Rumlar, “Kara Abdurrahman geliyor!” diye çocuklarını onun adıyla korkuturlardı.
Kayser-i Konstantiniye, Osmanlılar’ın zaferlerine bakarak Konstantiniye’yi tehlikede görüyordu. Osmanlılar’ın bu yükselişlerini engellemek için asker topladı. Büyük bir ordu ile kendisi başta olarak ileri hareket etmişti. Maltepe civarında Sultan Orhan ile yapılan savaşta askeri bozguna uğradı. Kendisi de yaralandı. Artık gerek İzmit’e gerekse İznik’e karadan yardım etmeyi başaramayacaktır.
İzmit’in Fethi
Akça Koca ile Konur Alp, İzmit’in etrafını fethederek Beykoz’a kadar ilerlemişlerken o bölgenin merkezi olan İzmit’i alamamışlardı. Kalesi çok sağlamdı ve kadın olan tekfuru Balakonya adında bir prenses idi. İzmit hükûmeti ona babasından kalmıştı. Konstantiniye kayserinin akrabası olduğu için kayser tarafından kendisine asker ve silahla yardım edilmekteydi. Kardeşi Kalayon da Koyunhisar tekfuru idi. Ara sıra kalesinin civarında ve Osmanlılar’ın elinde bulunan köylere saldırmaktaydı.
Akça Koca ile Konur Alp ise Sultan Orhan’ı İzmit’in fethine teşvik etmekteydi. Bunun üzerine yedi yüz yirmi sekiz yılında Sultan Orhan Gazi, ordusu ile İzmit üzerine yürüdü. Fakat bu sırada Akça Koca vefat etti. Sultan Orhan’a kararında durması için vasiyet eylemiş olduğu haberi gelince eyaleti Şehzade Süleyman Paşa’ya verildi. Arkasından Konur Alp de vefat etti. Eyaleti, Sultanönü Eyaleti’ne katılarak küçük Şehzade Murad Bey’e verildi. Şehzadenin oraları teslim alması için adam gönderildi.
Akça Koca ile Konur Alp, Ertuğrul Gazi’nin gözde ağalarından idi. Sultan Osman Gazi’nin beyleri arasına girmişlerdi. Komutan olarak büyük fetihler yapıp çok şöhret kazanmışlardı. Onlar vefat edince hudut boylarında birer gedik açıldı. Yerleri birer şehzadenin adı ve şanı ile kapatıldı. Fakat o bölgenin giriş ve çıkışlarını, İzmit Kalesi’nin girilecek köşelerini tamamıyla onlar bilirdi. Bu defa orduya onlar kılavuzluk edeceklerdi.
Bununla beraber Sultan Orhan Gazi, Akça Koca’nın vasiyeti üzere kararında durdu. İzmit üzerine yürüdü. Abdurrahman Gazi esir olan Samandıra tekfurunu İzmit tekfuruna satmak üzere İzmit civarına kadar gelip oranın giriş çıkışlarını görmüştü. Bu sefer öncülük görevini o yaptı.
Orhan Gazi, İzmit Kalesi’ni ablukaya aldı. Koyunhisar üzerine de Kara Ali ve Turgut Alp adlı komutanlar ile bir birlik asker gönderdi. Bu gaziler, Koyunhisar’ı şiddetle kuşatıp sıkıştırdılar. Tekfuru olan Kalayon, hisarın burcuna çıkıp askerine komuta ederken, göğsüne bir ok isabet etti. Kale duvarından aşağı düşünce muhafızlar da korkuya kapılıp kaleyi teslim ettiler.
Kalenin anahtarları ile Kalayon’un kesik başı orduya getirildi ve İzmit Kalesi’ne karşı asıldı. Zaten kuşatmadan sıkılmış olan Balakonya, kardeşinin başını görünce üzüldü. Umudunu da yitirerek, ileri sürülen şartlara göre İzmit Kalesi’ni teslim etti. Sultan Orhan da onu, askerini ve ahaliden isteyenleri gemilere bindirerek İstanbul’a gönderdi. Aydos Kalesi, İzmit’e çok yakındı. Kalmasında bir yarar görülmediğinden yıkılarak mühimmatı İzmit’e taşındı.
Bir müfreze ile Hereke üzerine gönderilen Ali Bey savaşta bir gözünü kaybettiği hâlde asla duraksamadı. Hücum ederek Here-ke Kalesi’ni fethetti. Muhafızlarını öldürdü. Ali Bey, daha sonradan şöhret kazanan Timurtaş Paşa’nın babasıdır.
İzmit güzel bir limandı. Yakınında çok orman vardı. Büyük bir tersane yapımına elverişliydi. Sultan Orhan da tersane inşasını emretti. Fakat gemi yapımını becerebilecek ustaların yetişmesi zamana muhtaçtı.
Sultan Orhan Gazi, İzmit’te camiler, medreseler yaptırdı. Köylerini tımarlara bölerek gazilere verdi. İzmit şehrinin idaresini, Kara Mürsel adlı yiğide vererek kendisi Bursa’ya döndü. Kara Mürsel de bugün adıyla anılan Karamürsel nahiyesini ve Yalakabad denilen Yalova şehrini almıştır. Kısacası Üsküdar tarafında Osmanlı hududu Kartal’a kadar ulaşmıştır.
Alâaddin’in Vezirliği ve Kanunların Yapılması
Sultan Orhan Gazi’nin büyük kardeşi olup, tek emeli Bilecik’teki yalnızlık köşesinde şeyhler ve ulemayla sohbetten ibaret olan Alâaddin Paşa, İzmit’in önemini takdir ederek Osmanlı ülkesine katılmasından dolayı çok memnun kaldı. Yalnızlık köşesinden çıkıp fethini tebrik için kardeşinin yanına gitti. Fakat yakayı ele verdi. Yani sakındığı vezirliğin ağır yükü altına girdi.
Kardeşi Sultan Orhan ile görüştü. İzmit’in fethini tebrikten sonra, “Elhamdülillah hanedanımız kuvvet buldu, istiklal kazandı. Devletimizin ikbali günden güne artmaktadır. Artık saltanatın gereği ne ise ona göre lazım gelen kanunların konulması icap eder. Evvela halk arasında dolaşan para, hep Selçuklu Devleti’nin parasıdır. Gerektir ki adınıza yeni paralar kestiresiniz. İkinci olarak, kudretli sultanların usulü üzere Osmanlı askeri kendine mahsus bir kıyafete bürünerek halkın giyim ve kuşamından ayrılmalıdır. Üçüncü olarak, kaleleri alabilmek için piyade askerinin çoğaltılması lazımdır.” dedi.
Gerçekten İslam şehirlerinde hutbe ve para, istiklalin birinci alameti idi. Sultan Osman Gazi de kendi adına hutbe okutmuştu. Fakat para bastırmaya vakti olmamıştı. Osmanlı şehirlerinde hâlâ Selçuklu parası geçmekteydi. Yıkılmış bir devletin parasıyla iş yapmak ise istiklal ile bağdaşmıyordu. Askerin, kıyafet bakımından halkın diğer fertlerinden ayrılması da işin icabıydı. O zaman her devletin askeri, başıbozuk ve gelişigüzel toplanmış kalabalıktan oluşuyordu. Osmanlı askeri de o şekilde toplanır ve sevk olunurdu. İslam dininin usulü icabınca eli silah tutan Osmanlılar’ın hepsi asker demekti. İhtiyaç duyulduğunda yeteri kadar asker toplanıp sevk edilirdi. Barış zamanı da onlar ziraat ile uğraşırlardı. Ama memleket genişleyince askerin toplanması ve sevki için hayli zamana ihtiyaç duyuldu.
Kaldı ki o yolda toplanan asker, uzun süre savaş yerlerinde duramazdı. Dursa bile memleketinde ailesi aç kalırdı. Bir de Osmanlı askerinin çoğu akıncı tarzında aşiret atlılarından ibaret idi. Oysaki bir kale fethi için piyadenin süvariden çok işe yaradığı herkesçe bilinir. Bu bakımlardan, asker için yeni kanunlar konulması elzemdi. Bundan dolayı Sultan Orhan Gazi, ağabeyinin bu üç teklifini de kabul ederek, beraberce bu gibi önemli düzenlemeleri yapmak için vezirliği kabul etmesini ısrarla teklif etti. Kete bölgesinden Kodra denen köyü ona mülk olarak verdi. O da milletine karşılıksız hizmetin bir çeşit ibadet olduğunu düşünerek, geçici olarak vezirliği kabul etmek zorunda kaldı. Vezirlik makamına geçti. Devlet idaresini eline aldı.
Paşa, Türkmen dilinde büyük kardeş demekti. Alâaddin Paşa’dan sonra vezir olanların paşa unvanı alması örf ve âdet olmuştur.
Alâaddin Paşa’nın uygun görmesi üzerine yedi yüz yirmi dokuz yılında Sultan Orhan adına dinar, yani altın para ile dirhem ve akçe, yani büyük ve küçük gümüş para basıldı. O vakte kadar askerler aba ve sarı, kırmızı, siyah külah giyerlerken beyaz külah asker için kabul edildi. Yıldırım Bayezid zamanına dek bu nizam devam etti. Onun devrinde beyaz külah, hükümdarın hizmetinde bulunanlara giydirildi. Ötekilere ise kırmızı olanı giydirildi.
Sultan Orhan, divanda ve alaylarda, burmalı tülbent denen sarık giyerdi. Diğer vakitler, altın ve gümüş ile süslü, Mevlevi külahı şeklinde bir başlık giyerdi. Çocukları da aynısını giyerlerdi. Zamanla devlet adamlarına da bu hususta izin verilmiştir.
Piyadenin çoğaltılması için Alâaddin Paşa, Bilecik Kadısı Mevlana Kara Halil ile beraber padişahın önünde bir toplantı yaptı. Görüşme sırasında Türk çocuklarından askerliğe uygun olanların, günde şeri bir dirhemin dörtte biri olan bir Osmanlı dirhemi ulufe ile askere alınmaları kararlaştırıldı. Ulufelerini sefer zamanı alacaklar, savaş bitince de ulufeleri kesilip memleketlerinde ziraat ile uğraşacaklardı, fakat kendilerinden hiçbir vergi alınmayacaktı. Bunu yürürlüğe Kara Halil koyacaktı. O da Türk çocuklarının kuvvetlilerinden, gerçekten savaşa yarayanlarını seçmekte çok dikkatli davrandı.
Böylece ortaya çıkan asker sınıfına “yaya” denildi. Onlara onbaşı, yüzbaşı, binbaşı unvanlarıyla subaylar tayin edildi. Bu asker, az zamanda epey çoğaldı. Fakat savaş ve barış zamanı halka zulmediyorlar ve çeşitli yolsuzluklar yapıyorlardı. Bundan dolayı onları çoğaltmayı bırakıp devşirme usulü kondu.
Valiler ve kadılar eliyle ilk yılda bin kadar Hristiyan çocuğu alınıp mekteplerde ve kışlalarda talim ve terbiye edilerek, askerlik yaşına ulaştıkları zaman kışlalarda oturmak üzere üçer akçe gündelikle asker sırasına sokulurlardı. Savaşlarda esir edilen çocuklara da bu şekilde işlem yapılırdı. Hepsi hizmetlerine göre yükseltildi, gündelikleri arttırıldı. Bu yeni asker ise barış ve savaşta büyük işler görerek, büyük ilerlemelere ve yüksek derecelere kavuşurdu. Bu devşirmelerden pek çok komutan ve vezir çıkmıştır. Mahmud Paşa, Rüstem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa gibi büyükler bunlardandır. Bundan dolayı sonraları Hristiyan halk, çocuklarını kendi rızaları ve belki ricaları ile devşirme yazdırmaya başlamışlardır.
İşte bu askere “yeniçeri” denildi. Başları kuvvetli kanunlara bağlanmıştı. Emir ve kanunlara bağlıydılar. “Kırkı bir kıl ile güdülür.” sözü darbımesel olmuştu. Bunlar, aslında Hristiyan çocukları iken İslam âdeti üzere talim ve terbiye olunup, İslam’ın güzelliklerini görerek, vicdani kanaatleri ile İslam dinine geçerlerdi. Hatta bir günde bin Rum’un Müslüman olduğu söylenir.
Kısacası yeniçeriler, İslami fikirlerle büyüyüp terbiye olunan taze Müslümanlar demekti. Müslümanların çoğalmasına ve Osmanlı hamurunun büyümesine sebep olmaktaydılar. Küçüklüklerinden beri talimle ve silah kullanmayı öğrenmekle uğraşırlardı. Birinci derecede eğitilmiş, savaş fenninde usta birer silahşor idiler. Askerlikten başka sanatları yoktu. Daima kışlada otururlardı, her an emre hazır ve düzenliydiler. O zaman başka devletlerde böyle yetiştirilmiş ve her an göreve hazır, daimî asker yoktu. Yeniçeriler, daima kendilerinden kat kat fazla orduları yenerlerdi.
Yeniçeri geleneği icat olunduktan sonra yayalara ulufe bedeli olarak tarlalar ve araziler verildi. Savaş dönüşlerinde ekip biçmeyle uğraşarak devlete hiç vergi vermemeleri kanun oldu. Yine bu şekilde Türk çocuklarından “müsellem” adıyla bir sınıf süvari tertip edildi. Onlara da tarlalar ve araziler verildi. Üstlerine bölükbaşılar ve sancakbeyleri tayin olundu.
İşte Alâaddin Paşa eliyle ve Kara Halil’in yardımıyla konulan ilk esaslı kanunlar bunlardır. Sonra bunlara ilave olarak yapılan kanunlar ve Osmanlı Devleti’nin büyüyen ordusu ile bütün dünyayı nasıl titretmiş olduğu, yeri gelince açıklanacaktır.
İznik’in Ele Geçirilmesi
Karatekin ve Dardağan kalelerindeki muhafızlar, İznik’i sıkıştırdıkları için oranın halkı, bağ ve bostanlarına gidemez olmuşlardı. Kale dışındaki gölden balık avına çıkanlar da o yiğitler tarafından avlanırlardı.
Hâlbuki Hristiyanların Birinci Ruhani Genel Meclisi (konsil) İznik şehrinde toplanmıştı. Bu şehir bir ara kayserin başşehri olmuştu. Rumların gözünde kutsal, muhterem ve meşhur bir şehirdi. Bundan dolayı İznik’e yardım için kayser, denizden bir ordu göndermişti.
Sultan Orhan ise casuslar vasıtası ile evvelce durumdan haberli olarak, ordusu ile İznik üzerine yürüdü. Kayserin ordusunun Yalova’ya çıkıp ileri hareket ettiği haberini alınca, oğlu Süleyman Paşa’yı bir askerî birlikle kayserin ordusuna karşı yolladı.
Süleyman Paşa, karanlık bir gecede kayserin ordusuna baskın düzenleyip onları dağıttı. Komutanı ile bazı subaylarını tuttu ve babasına sundu. O da oğlunun bu zaferinden iftihar duydu. Hemen İznik üzerine yürüdü. Ahalisi zaten uzun süre kuşatılmış olmaktan usanmıştı. Yardımlarına gelen ordunun yenilgisini ve komutanının esir edildiğini görünce tamamen umutlarını yitirerek aman dilediler. Sultan Orhan da aman verdi. İznik tekfuru İstanbul’a gitti.
Ama İznik ahalisi, Osmanlılar’ın adaletini görüp, onların hâkimiyeti altına girmeyi canlarına minnet bilerek hemen Sultan Orhan’ı karşıladılar. İznik Kalesi’ni teslim ettiler. İşte bu suretle Sultan Orhan yedi yüz otuz bir yılında İznik şehrini ele geçirerek Osmanlı memleketlerine kattı ve başşehir yaptı. İznik kazasını Bilecik Kadısı Kara Halil’e verdi. İznik’te boş kalan evleri gazilere bölüştürdü. Dul kalan Rum kadınlarını askerlerle evlendirdi.
Kuşatma günlerinde harap olan binaları tamir ettirdi. Yeniden imaret ve kervansaraylar yaptırdı. İmaretin açılış gününde halka ziyafet verdi. Nefis yemekler pişirtti. Bütün askeri ve ahaliyi yedirdi, içirdi. Kendi eliyle yemek dağıttı. Bir kiliseyi camiye çevirdi. Yüksek tahsil için bir medrese yaptırarak müderrisliğini Kayserili Şeyh Davud’a verdi. Osmanlı Devleti’nde ilk yapılan medrese budur.
Şeyh Davud Kayserî, o asrın en büyük âlimlerinden olup, içi dışı mamur bir kişiydi. “Metali”nin yazarı meşhur Kadı Ermevi’den ders okumuş, tasavvuf ilmini Sadreddin Konevi’den almıştı. Sonra İznik’te eser yazmakla meşgul olmuştur. Muhiddin-i Arabi’nin “Füsûs”u üzerine güzel bir şerh yazmıştır. O zaman Şam’da Muhiddin-i Arabi’nin tasavvufla ilgili eserleri, şeriatın dış görünüşüne aykırı görüldüğünden yerilmekteydi. Hatta yedi yüz kırk dört yılında, Halep’teki Asrûniyye Medresesi’nde meşhur İbni Verdi, “Füsûs” kitabını yırtıp okunmasının caiz olmadığını ilan etmiştir.
Mudurnu, Göynük ve Tarakçı’nın Alınması
İzmit Valisi Şehzade Süleyman Paşa’nın adaleti her tarafa yayılmıştı. Rum beylerinin saldırılarından usanmış olan halk, Osmanlı idaresini istediği için, yedi yüz otuz iki yılında Süleyman Paşa, Tarakçı Yenicesi üzerine hareket edince oranın tekfuru, ahalinin düşüncelerini anlayıp hemen Süleyman Paşa’yı karşıladı. İtaat ettiğini belirtti. Ahali de onun yönetimini kabul etti. Sonra Göynük ve Mudurnu da böyle aman verilerek alındı, Osmanlı ülkesine katıldı.
Bu memleketler öyle aman verilerek fethedilince, İslam askerleri başka yerlerde olduğu gibi ganimet elde edemediklerinden, Süleyman Paşa ganimete karşılık onlara araziler verdi. Bu, babası tarafından da uygun görüldü.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.