Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Acayib-i Âlem», sayfa 2

Yazı tipi:

Cankulağıyla Suphi’yi dinlemekte olan Hicabi Bey bahsin böyle yükselmesi üzerine öyle bir derinden göğüs geçirdi ki göğsü gümbür gümbür gümbürdedi!

Suphi ise sözüne şöyle devam etti:

“Ulaşılması imkânsız olan iki son ucu göstermek… Hayır! Göstermek denilemez! İnsanın acizlik ve şaşkınlığının önüne koymak hususunda hesap ile geometrinin bir oluşlarına ne dersiniz?”

“Hepsi bir demek mi ya?”

“Evet hepsi birdir elbet! Hele o ela gözlü kozmografyaya, belalı astronomiye göz atarsak!.. Ah! Kâinat içinde darı tanesi kadar kalmayan şu dünyanın üzerinde küçüklüğü insanı çıldırtacak derecede kendimi gördükçe ilahımın haşmetli büyüklüğüne karşı ne tatlı bir mahviyet ile mahvolup giderim!”

“Ey! Bunlarla seyahat arasındaki ilişki?”

“O! Pek açık! Pek aşikâr! Bunu size nasıl tarif edeyim? Farz ediniz ki tabiatın sevgilisi cennet hurileri gibi, bazı düşünürlerin dedikleri gibi yetmiş yıllık mesafe kadar boyu uzun bir sevgili imiş. Öyle olsun, ben o sevgilinin en şevke getiren bir yerinde bulunayım. İnsan sevgilisinin her güzelliğini seyretmek arzusunda bulunmaz mı? Endamının, vücudunun her tarafını görüp, okşayıp, sevip kavuşmanın nimetiyle istediği gibi cesaretli olmayı istemez mi? Bu yüzden tabiat sevgilisinin her güzelliğini görmek için onu evirip çevirip istediğimiz gibi kucaklayamayız. Belki kendimiz seyahatin külfetini göze aldırarak onun güzelliklerini araştırmaya ve seyretmeye gitmeliyiz!”

Suphi burada kesip nargilesini tazelemeye davrandı.

Hicabi ise kafasını iki elleri içine alarak öyle bir şekilde dalmış gitmişti ki Suphi’nin buraya kadar söylediği şeyler ile uyandırmış olduğu düşünme ve hayal etme gücünün, düşünceler ve hayalleri nazarında âdeta vücut bulup tecelli ederek uyanık iken rüya görmek şeklinde bir hâle yakalanmıştı.

Fakat Hicabi bu hâlin de farkında değildi. Hâlâ Suphi söylüyor da kendisi dinliyor zannediyordu. Bundan dolayı nargile dolup da ateşlenerek ilk defa guruldadığı zaman şu garip ses Hicabi’yi uyandırdı. Şaşkın şaşkın etrafına bakına bakına bir açıklama isteme ve anlama tavrı ile “Ey?” dedi.

Suphi dedi ki:

“Eyisi işte böyle azizim! Âleme gelmekten bir maksat varsa ben zannediyorum ki o maksat dahi tabiat incelemeleri ile Cenab-ı Halik-ı Mutlak ve Sani-i Azam12 Hazretleri’nin kudret ve maharetine hayran olmaktır. Zevk de bundan ibarettir.”

“Hakkın var azizim!”

Vakit gecenin saat üç buçuğu dördü olup mart ayında bu zaman ise artık yatağa girmek zamanı olduğundan Suphi Bey’in “Arkadaş birer kahve daha içelim de yatalım mı? Bizim gevezelik sizin başınızı ağrıttı ise de ne yapalım? Benim gibi çıldırmış bir adamın evine gelen misafirin işte böyle başı ağrır. Deli değil miyim? Boğazınıza sarılmadığıma teşekkürler ediniz!” demesiyle Hicabi Efendi kahveyi tercih etmekle beraber canının hiç de uyku istemediğini ve uyku zevkinin kendisine her zaman nasip olan zevklerden olup hâlbuki bu geceki bahisten aldığı lezzetin her zaman mümkün olan şeylerden bulunmadığını ifade etmiş ve delilik bahsine gelince biraz evvel içinden kendi kendisine söylediği şeyi bu defa Suphi Bey’e söyleyerek böyle bir bilgeye deli diyenlerin kendilerinin deli olduklarına hükmetmişti.

Suphi dedi ki:

“Benim zannıma göre akıl ve delilik denilen şeyler dahi hep bir dereceye kadar akıl ve bir dereceye kadar deliliktir. Tabiata hayran olmak delilik ise tabiat mucizelerine karşı kayıtsızlık dahi deliliktir. Zevki tabiat incelemelerinde aramak delilik ise vur patlasın çal oynasın âleminde aramak da deliliktir. Dolayısıyla biz yiyip içmeyi seven birtakım kimselerin deliliklerine acıdığımız gibi onların da bizim deliliklerimize acımalarına hak vermeliyiz.”

Örneğini buraya kadar görmüş olduğumuz sohbet, kahve pişinceye kadar değil yataklara girinceye kadar dahi uzayıp gitti. Ve Suphi’nin ağzından inci döker gibi çıkardığı hikmet incilerini Hicabi hep dikkat ve ehemmiyet ipliğine dizmekte asla ihmal etmezdi.

Suphi’nin evinde topu topu bir takım yatak bulunduğunu bildiğimiz hâlde “yataklara girilinceye kadar” diye yataklarının çoğalmasını ima etmiş olmamıza hayret etmemelidir. Kahveler içildikten sonra Suphi “Şimdi Servinaz Kalfa gelsin de yataklarımızı yapsın.” diye gülerek ayağa kalkıp Servinaz Kalfa’nın dahi kendisinden ibaret bulunduğunu işveli bir cariyeye mahsus olabilecek kırılış ve dökülüşlerle anlattıktan sonra karyolasını darmadağınık etti. Üç şilte ve bir ot minderden oluşan yatak takımından iki şilteyi yere serip ot minder üzerinde yalnız bir şilte bıraktı. Ve üç adet yüz yastığından ikisini yerdeki yatağa koyup karyoladaki bir yastığın altına da paltosunu koyarak besledi. İki yorgandan birisini yerdeki yatağa ayırıp sandıktan yalnız bir temiz çarşaf çıkararak onu da yerdeki yatağa serdi. Ve bu yerdeki yatak hesapça daha mükemmelce olduğundan onu misafire sundu.

Suphi Efendi’nin “Siz buraya buyurunuz.” demesine “Estağfurullah!” falan diye özür göstermek nezaket gereği sayılmazdı. Çünkü böyle serbest adamlara en fazla cefa veren bir şey olabilirse o da beyhude nazlar, yavan özürler ve tatsız nezaketlerdir.

Yataklara girildikten sonra Suphi Bey eline bir Avrupa haritası alarak “Ben şimdi hiç olmazsa hayalen olsun seyahate çıkacağım. İşte harita elimde değil mi? İstediğim yerlere gidip gezeceğim! Siz de kendinizi nasıl eğlendirebilirseniz öyle eğlendirmekte serbestsiniz!” deyince Hicabi Bey “Ben de işittiğim sözlerin zihnime verdikleri zevki hiç bozmaksızın uyku zevkine varacağım.” dedi ise de zihni o kadar meşguldü ki Suphi Bey horul horul horlamaya başladığı hâlde Hicabi henüz uykunun başlangıcını dahi görememişti.

İkinci Kısım
Aşk Deliliğinin Bulaşması

Sabah olup da Hicabi Bey uykudan uyandığı zaman Suphi Bey’in karyolasını boş gördü. Güneş ise bayağı yükselmiş olduğundan saat bir buçuğu geçmiş tahmin olunabilirdi.

Hicabi derhâl giyinerek Suphi’yi kitap odasında buldu. “Gel bakalım arkadaş! Sizi rahatsız etmemek için kahvemi burada içiyordum.” diye misafirine de bir kahve pişirmekle uğraşmaya başladı.

“Sizi rahatsız etmemek” sözü üzerine Hicabi dedi ki:

“Sizinle zaman geçirmek insanı rahatsız değil, bilakis derecesiz mütelezziz ediyor. Bu gece bütün geceyi kâh balonlarla gökyüzünde kâh vapurla denizde seyahat ederek geçirdim.”

“Balonlarla seyahat mi? Demek oluyor ki siz bunu da hayal ettiniz. Hâlbuki bu gece balonlarla seyahate dair biz hiçbir şey söylememiştik.”

“Tabiat âlemini inceleme seyahatinde değil miyiz ya? O hâlde zihinler kendi kendilerine balona dahi yönelirler.”

Bu balon meselesini Hicabi bilerek söylemişti. Çünkü Şirket-i Hayriye vapurunda Suphi’nin deliliğini eğlence edinenler o araştırmacı bilgenin bir zaman balonlarda seyahati ve hatta kanatlanıp uçmayı dahi merak edinmiş olduğunu söylemiş olduklarından Hicabi Bey bu konuda dahi Suphi’yi biraz söyletmek isterdi.

Suphi gibi zaten bilimsel meseleleri kendisine dert edinceye kadar merak etmiş bulunan bir zat söylemek için en adi vesileleri bekleyeceğinden bir yandan kahveyi pişirip misafirine takdim etmekle beraber diğer taraftan balon meselesini de yorumlamaya başladı.

Dedi ki:

“Balon seyahatinin ehemmiyeti karadan edilecek seyahat derecesine varamaz ise de birkaç defa için yapılması pek mühim, pek lazım bir şey de budur. Balonlar icat oluncaya kadar bulutlardaki elektrik kuvvetine gerektiği kadar kafa yorulmamıştı. Cisimlerin gökyüzünden yere düşüşü hâlinde indikçe hızın arttığına dair olan kanunları da balonlar apaçıklık derecesine çıkarmışlardır. Yeryüzünden yükseldikçe atmosferin sıcaklık ve soğukluk bakımından görülen değişimlerini balonlarla tecrübe etmek zevkli ve pek mühim bir şeydir. Hele yeryüzünde mesela kuzey rüzgârı estiği hâlde biraz yukarıda aksi bir rüzgâr esmesi veyahut yeryüzünde hava sakin iken yukarıda fırtınalar ve boralar olması veya bunun aksine olarak yeryüzünde boralar hüküm sürdüğü hâlde yukarıda havanın sakin olması gibi gariplikleri seyretmek daha ziyade güzeldir. Ya yerin şeklinin küresel olduğunu balon ile gözle görmek az tuhaf, az mühim bir şey midir? Yeryüzü üzerinde insan denizde bile bulunarak hiçbir engele tesadüf etmeyecek olsa uçsuz bucaksız yerden görebileceği mesafe pek sınırlı kalır. Kendisini nispi olarak pek dar bir ufuk ile kuşatılmış bulur. Fakat balon ile yükselmeye başladığı zaman ufuk dairesi de genişlemeye başlayarak nihayet bir yükseklik derecesine varır ki güya yerkürenin dışına çıkmış da oradan seyrediyormuş gibi küreselliği hemen hemen açıkça görmeye başlar. Gerçi bu tecrübeyi henüz hakkıyla icra eden yoksa da mümkün olan derecesi dahi az garip değildir. Bunun için gayet kuvvetli bir dürbün bulunması gerekip yeryüzü o dürbün ile seyredilirse pek çok mesafeler insanın ayakları altında görülür. İşte bu seyirler için balon ile seyahat lazımdır. Yoksa asıl tabiat incelemeleri yeryüzünde, hem de karalarda ve özellikle yaya olarak yapılan seyahatler ile mümkündür.”

Kahveler içildikten sonra da bahsin arkası bırakılmadı. Hatta yine hazır olan şeylerden bir kuşluk yemeği yenilip o zamana kadar da vakitlerini hep tabiat kanununun incelemelerine ve bunun için dahi seyahatler yapmaya dair sözler ile geçirdiler.

Bu bahislerden Hicabi Bey o kadar faydalanıyordu ki sabah vapurlarıyla İstanbul’a inmek azminde iken akşamın son vapuruna ancak yetişebildi.

Hele zihninden asla silinmeyecek derecede zihnine yer etmiş olan söz şu idi:

“Ona deli diyenler asıl delidir. Dünyada çok akıllı bir adam varsa o da Suphi’dir.”

Hicabi Beyefendi oldukça servet sahibi bir adam olmakla beraber devletçe memuriyeti de kendisini rahat ve bollukla yaşatabilecek bir derecede idi. Tahsilinin yalnız Doğu bilimlerine özgü olduğunu kendisi dahi itiraf etmiş olup hâlbuki Suphi ile şöyle uzun uzadıya görüştükten sonra bilimin hayret verici şeylerine merakı onu dahi bir derecelerde istila etti ki bu merakı gidermek için mutlaka bir yabancı dil öğrenmeyi lazım ve gerekli saydı.

O zamanlar ise Prusya ile Avusturya arasındaki Sadowa Savaşı henüz meydana gelmiş olup o zamana kadar Almanya hakkında bizim Osmanlıların bilgisi pek yok iken Almanların yalnız iğneli tüfekler kullanımında pek maharetli adamlar olmayıp bunlardan ne kadar bilgin ve erdemli insan gelmiş olduğuna dair gerekli bilgi yeni yayılmaya başlamıştı. Hicabi Efendi Alman dilinde mevcut olan kütüphanenin diğer dillerin kütüphanelerinden daha fakir değil bilakis daha zengin olduğunu güzelce araştırdıktan sonra kendi kendisine dedi ki:

“İçimizde Fransız dilini bilenlerimiz pek çoktur. Alman dili ise o kadar yaygın değildir. Haydi ben de şu dili öğrenip hiç olmazsa bununla akranlarım arasında bir sivrileyim.”

Gerçi Hicabi Efendi artık tahsil zamanını geçirmiş ve yaşı otuza yaklaşmış ise de bu gibi gayretli kimseler için hiçbir şekilde tahsil zamanı geçmiş sayılamayacağından Viyanalı bir doktoru kendisine öğretmen tayin ederek Alman dilini öğrenmeye başladı. Bir dili kolayca öğrenmek için en büyük şart o dili konuşanların içinde yuvarlanmak olduğu için Hicabi Bey de artık Galata ve Beyoğlu’nun birahanelerine devama başladı. Ehl-i işretten değil idiyse de gaz limonatasından başladığı rağbeti yavaş yavaş bira derecesine kadar vardı.

Bir yandan Alman dilini öğreniyor bir yandan da bilimsel meseleler üzerine eğiliyordu. Bu merakta bir dereceye vardı ki çevrilmiş ve yazılmış Osmanlıca bilimsel ve felsefi eserlerin hepsini tedarik edip okumaktan başka bu cümleden olarak aslı Arnavutluk ahalisinden olup felsefe ve doğa bilimlerindeki yed-i tulası13 bilimseverler nezdinde daima son derece saygıyla öpülmekte bulunan Hoca Tahsin Efendi’den dahi özel olarak dersler almaya başladı.

Malumdur ki söz konusu hoca, kendi öğrencilerini yalnız düzenli şekilde ders vererek faydalandırmayıp nice bilimsel ve felsefi bahisler ve konuşmalarla dahi zihinlerini genişletir ve basiret gözlerini aydınlatırdı.

Kısacası gerek dil gerek bilimler bakımından tahsili arttıkça merakı da artarak altı yedi ay zarfında Hicabi Efendi bir dereceyi buldu ki memuriyetini bu tahsil için engel sayarak istifasını verdi ve o zamana kadar yalnız Suphi Bey hakkında verilmekte bulunan delilik hükmü bundan böyle Hicabi Bey hakkında da verilerek zarifler meclislerinde ve mahfillerinde sonu gelmez kahkahalara Hicabi dahi sebep ve sermaye olurdu.

Gönül ehlinin birbirini bilmemesi ve sevmemesi insaf değilmiş. Hâlbuki Hicabi Efendi daha tabiat sevdası deliliği kendisine geçmemiş olduğu zamanlar dahi Suphi’yi tanımış ve takdir edip sevmekte bulunmuş olduğundan bu defa onunla hemhâl ve hemfikir olunca gidip gelmeyi de artırdı. Haftada birkaç defa mutlaka evine giderek gece yarılarına kadar bilimsel ve felsefi konuşmalarla vakit geçiriyordu. Hatta her zaman Suphi’nin yatağını paylaşmak zahmete yol açtığından Hicabi Bey kendi evinden bir takım yatağı Suphi Bey’in evine aşırmış ve bu şekilde şu zahmet ve külfeti dahi ortadan kaldırmıştı.

Hicabi ile Suphi arasında yalnız bir fark varsa o da Suphi’nin dünyada hiçbir kimsesinin bulunmamasına karşılık Hicabi’nin zevcesi, iki çocuğu, bir kız kardeşi ve bir de kendisinden küçük biraderi bulunmasından ibaretti. O zamana kadar ailesi halkına sevgisi ve evini refah içinde yaşatmaya gayreti başkaları için dahi uyulması gerek bir örnek olan Hicabi Efendi artık evin idaresini küçük kardeşine bırakarak zamanını ya kırlarda kelebek ve böcek avlamak ve otlar, kökler, çiçekler toplamak veyahut Suphi’nin evinde bilimsel konuşmaları sabahlara kadar uzatmak ile geçirmeye başlayınca buna ailesi haddinden fazla gücenmeye başladığı gibi eşi dostu da onlarla aynı dili konuşarak Suphi’yi ayıplamaya ve kötülemeye koyuldular. “Allah belasını versin, kendisi çıldırmış olduğu gibi bizimkini de çıldırttı!” sözleri bunların diline dolanmıştı. Diğer ayıplayıcı kişiler ise aile halkından daha ileriye vararak o gibi bilimle uğraşan kişilerin âdeta zararlı delilerden olduklarını ve eğer yüce hükûmet bunları tımarhaneye doldurur ise tam isabet etmiş olacağına hükmederlerdi.

İşte yaz mevsimi bu şekilde geçtiği gibi kış mevsimi geldiği zaman Hicabi Bey hemen hiç de evine barkına uğramaz oldu. Zaten evine gelecek olsa dahi mutlaka Suphi Bey ile beraber gelip zamanlarını yine felsefi konuşmalarla geçirirlerdi. Bu felsefi konuşmalar bitip tükenir şey midir ki Hicabi ona bir ara verebilsin de biraz da dünyasını, kendini ve ailesini düşünsün!

Bir akşam Hicabi Bey, Firuzağa taraflarında bulunan kendi evinde Suphi Bey’siz bulunarak ailesi halkı kendisine böyle yalnızca malik olabildikleri için sevinmekte iken saat üçten sonra çat çat kapı çalındı. Kapı açılınca Suphi Bey’in gelmiş olduğu görülerek ev halkı ne kadar üzüldü, ne kadar kızdı ise Hicabi bilakis o kadar memnun olup arkadaşını karşılamaya can attı.

Artık aralarındaki münasebet senli benli söyleşmek derecelerini bulmuş olduğu için Hicabi dedi ki:

“Aman birader! Ne kadar isabet ettin! Akşamdan beri nasıl vakit geçireceğimi bilemeyerek iç sıkıntısından çatır çatır çatlamakta idim.”

“Aman kardeş! Sana bir müjde ile geliyorum ki sevincinden çıldırmalısın!”

“Korkarım tabiat tarihi kitaplarında mevcut olmayan bir böcek keşfettin!”

“Değil değil! Daha mühim! Kuzeye efendim kuzeye!”

Suphi bu sözü o kadar telaşla söylemişti ki âdeta Hicabi dahi arkadaşını çıldırmış sanarak dikkatli dikkatli yüzüne baktı.

Merdiven ayağında bu bahsi uzatmanın, zaten memnuniyetsizliklerini anladığı ev halkını bir kat daha çıldırtacağını bildiği için Hicabi Bey arkadaşını yukarıya alarak sordu ki:

“O nasıl söz? ‘Kuzeye kuzeye’ ne demek?”

“Kuzey Kutbu’na kadar seyahate gitmek amacı gerçekleşiyor.”

“Deme Allah’ı seversen!”

Hicabi’nin bu sözü dahi Suphi’den daha az delice bir telaşla söylenmemişti. Suphi cevaben dedi ki:

“Beyoğlu’ndan, İngiliz Club Commercial’ından geliyorum. İstanbul civarında bulunan böcekler ile ot ve çiçeklere dair toplamaya muvaffak olduğum iki koleksiyon yok mudur?”

“Ey?”

“Evvelki gün bir İngiliz seyyahı bize gelerek bunları görmüş, hem de son derece hayretle seyretmişti. Meğer herif bunları satın alma merakına düşmüş. Bir dostuma aracılık etmesini rica etmiş. O da dün bana işi açmıştı. Pek de satmak niyetinde olmadığımdan bin adet sterlin lirası verirse vereceğimi söylemiştim. Herif bu fiyatı kabul ederse ne dersin?”

“Allah aşkına!”

“Ama yalnız numuneleri istemiyor. Benim yapmış olduğum resimlerimi de beraber istiyor. Hani ya pek de pahalı olmuş olmayacak öyle değil mi?”

“Öyle ama…”

“Dur! Dahası var. Yalnız bu kadar değil. Alışveriş yalnız bundan ibaret olsaydı ben belki razı olmazdım. Club Commercial’da bir de Mısırlı beyzade var. Yok beyzade değil, paşazade imiş.”

“Ne zade olursa olsun.”

“Öyle ya! Ne zade olursa olsun. İngiliz bizim kütüphanenin mükemmeliyetini bu Mısırlıya anlatmış. Hatta bir müşteri bulursam satacağımı da söylemiş. Mısırlı ile konuştu. Kataloğu gereğince ve satış fiyatıyla satın alacağını söyledi. Kendisi de kitapların seçimi hususundaki maharetimden istifade edecek.”

“Öyle ya! Sen onları seçinceye kadar ne zahmetler çektin?”

“Yalnız zahmet mi ya? Ne kadar kitap alıp sattım! Kısacası altı yüz liradan fazla da kitaplar eder. Yarın Mısırlı ile kütüphaneye bakmaya gideceğiz. Anlamıyor musun? Anlamıyor musun? Bin altı yüz lira ele girince artık İstanbul’da kim durur? Ah seyahat ah! Tabiat sevgilisine ulaşma yolu sensin!”

Numunehanesi ile kütüphanesi için bundan evvel bin altı yüz liradan daha, pek daha çok paha takdir ederken şimdi bu kadar ile yetinmesine Hicabi Bey biraz şaşırdı ise de bu merakını açıktan açığa halletmek istemeyip yalnız şöyle bir soru sordu. Dedi ki:

“Geçenlerde bir görüşmemizde seyahat için üç bin altın kadar tahmin ediyordun. Şimdi ise bin altı yüzü de yeterli görüyorsun. Acaba evvelki tahmin yüksek mi idi? Yoksa şimdiki tahmin mi azdır?”

“A gözüm! Seyahat denilen şey bir bina değildir ki kaç kuruş masraf gidecek diye bir keşif defteri yapılsın! Eğer bazı kibarın seyahatleri gibi seyahat edecek olursak o zaman bir tahmin mümkün olursa da bu tahmin dahi doğru olamaz. Çünkü seyahatte insan ne kadar parası varsa o kadar sarf eder. Hâlbuki seyahat hususunda bir de Orta Asya’dan ibret almalıdır. Herifler dilenerek dünyayı dolaşırlar.”

“Öyle ama onlar İslam memleketlerinde dolaştıklarından kendilerine sadaka verenler bulunur. İslam memleketlerinin dışına rahatlıkla çıkmak mümkün olur mu?”

“Elde keşkül14 sokaklarda gezilemez ise de başka türlü medet ve yardım isteme dahi mümkün olur. Lakin işte bizim ona dahi ihtiyacımız kalmadı. Bin altı yüz lira ile en az bin altı yüz gün seyahat edebilirim. Daha fazlası da ne lazım?”

Hicabi Bey gerçi bu miktar bir para ile uzun uzadıya seyahat edebilmenin mümkün olduğunu teslim etti. Ancak İslam memleketlerinde olduğu gibi onun dışında da dilenerek seyahatin mümkün olduğu meselesini Suphi Efendi’nin izah etmemesi Hicabi’nin bu konuda şüphelenmeye devam etmesini gerektirdi. Dolayısıyla bunu da arkadaşına sordu. Suphi dedi ki:

“Bazı gazetelerde hiç görmedin mi? Mesela Orta Asya seyahatinden dönmekte olduğundan bahisle filanca zatın falan yerde bir konferans vereceği ve o konferansta gördüklerini anlatarak herkesi bilgilendireceği ilan olunur ki bu toplantılara giriş için çoğunlukla fazlaca bir ücret koyarlar ve toplantıya gelinmeyecek olsa bile biletlerini kabul ve ücretlerini vermeleri için kibara gönderirler. İşte bu konferansların hasılatı o seyyaha yardım olur. Bir de trenlerde, vapurlarda fakir olan seyyahlar için parasız gidiş biletleri alınabilmesi mümkündür. Bunun için de bu hususta tecrübeli bazı kişiler tarafından tavsiyeler alınarak kumpanyalara müracaat olunabilir. Kısacası ilmî ve fennî dernekler seyyahlara yardım parası verebilecekleri gibi seyahat esnasında birtakım manastırlarda, falanlarda insan kendisini misafir kabul ettirebilir. Hele Avrupa medeniyetinden biraz uzakça bulunan memleketlerin hepsinde ve âdeta vahşiler diyarında bile yolcular haklarında misafirperverlik öteden beri geçerli olduğu gibi bundan sonra dahi olagidecektir. İşte insan medet ve yardım isteme külfetine katlanacak olursa parasız seyahat dahi mümkün olabilir ise de seyahatten maksat tabiat kitabını okumak gibi büyük bir istifade ise o meşguliyet bir tarafta dururken diğer taraftan nereye başvursam da bir yardıma nail olsam diye zihni meşgul etmek doğru olamaz.”

“Demek oluyor ki seyahat merakı seni buralarını araştırmaya kadar sevk etti ha?”

“Sorar mısın a kardeş sorar mısın? Kaç defa başımı alıp çıkıvermeyi kurdum ise de cesaretsizlik engel olmuştu.”

Suphi zaten geç vakit gelmiş idiyse de seyahat imkânının belirmeye başlaması üzerine o kadar sevinmişti ki gözlerine uyku girmediğinden gece pek geç vakte kadar Hicabi ile hep şu seyahat sözlerini uzattı gitti. Ondan sonra Suphi’nin gözleri kapanarak yatağı içinde uykuya daldı ise de gözlerini kapadığı anda rüya gören bâtıni gözlerine yeniden seyahat yolu görünmeye başladığından sanki hiç uykuya varmamış da gözleri kapalı olduğu hâlde konuşuyormuş gibi yine hep seyahat meselesini sayıklamakta idi.

Hicabi’ye gelince: Suphi Bey’den sonra dahi onun gözlerine uyku girmedi. Seyahat meselesi gözünde büyüdükçe büyümeye başladı. Kendi kendisine dedi ki:

“Aksaray’da bir oda içinde dünyaya gel. İstanbul’dan dışarı çıkmaksızın büyü! Bu yaşa geldiğin hâlde henüz İzmit’e bile gidip görmemiş ol! Dört mevsim yirmi otuz defa birbirini takip etsin de seni hep İstanbul ufku içinde görsün. Ey insanoğlu! Bir coğrafya haritasına hiç ibret nazarıyla bakmıyor musun? Dünya yalnız senin bulunduğun noktadan mı ibaret? Daha bu kadar karalar, denizler var. Her karada İstanbul’a mahsus olan garipliklerden başka nice bin gariplik var. Ve denizde keza! Hâlbuki senin beşerî yaratılışın araştırmaya o kadar meyillidir ki yolda giderken herkes bir tarafa baksa ve o baktıkları tarafta hiçbir şey görünmese sen dahi mevcut olmayan şeyi görmek için yolundan kalarak durup bakarsın! Kıyafeti biraz garip olan bir adama tesadüf edecek olsan acaba bu nasıl adamdır diye şaşkın bakışların derhâl onun üzerine dikilir. Ya dünyanın başka tarafları senin yaratılış ve araştırma güdünü neden gıcıklamıyor? İstanbul’u gördün ise gördün! Anladın ise anladın! Bu dünyaya bir daha gelecek değilsin ki âlemin diğer taraflarını o ikinci gelişte seyredesin! Seyahat vasıtaları henüz düzenli olmayan yerlere gidemezsen de düzenli olan yerlere pekâlâ gidebilirsin. Bugün İstanbul’dan Amerika’ya kadar gitmek azmi de gitmekten başka türlü değildir. Yalnız vapurların ve trenlerin katedecekleri mesafenin uzunluğundan ibaret bir fark vardır.”

Biz Hicabi’nin kendi kendisine söylediği söze şurada son veriyor isek de Hicabi’nin kendi kendine olan hitabı bundan ibaret değildi. Hicabi bu konuşmayı uzattıkça uzattı. Âdeta sabah açılmaya başladığı hâlde biçare adamcağız hâlâ sigaraların birisini yakıp diğerini söndürmekte, hâlâ bu seyahat meselesini düşünmekte idi.

Zihninin karar kıldığı nokta, imkânın son derecesine kadar insan için seyahatin gerekliliğinden ibaret olup doğduğu yerden ölünceye kadar ayrılmayan bir adam için hemen hemen dünyaya hiç de gelmemiş hükmünün verilmesi gerektiği hükmüne kadar vardı.

Bu hükümde Hicabi’nin isabetini ve isabetsizliğini bilemeyiz. Biz burada bir muhakemenin hakemi veyahut mümeyyizi15 olmayıp bir vakanın anlatıcısı olduğumuzdan yalnız vakaları anlatmakla yetiniyoruz. Vakaların şimdi şu ana mahsus olan şekli ise Hicabi Bey’in zihninde şu düşüncenin belirmesinden ve kendi kendisine şöyle bir söz söylemesinden ibaretti:

“Cenabıhakk’ın insana iki göz vermesinden maksadı eğer ‘görmek’ ise insanın seyahat etmesi şarttır. Görmek hikmeti bize, etrafımıza bakmak lüzumunu hissettiriyorsa etrafımıza birkaç adım atmak lüzumunu da mutlaka hissettirmelidir. Gözlerini yalnız bir noktaya dikerek o noktadan ayırmayan insana eğer ‘deli’ diyebilmek mümkün ise seyahat etmeyen insana da bu sıfatı vermek mümkündür. Çünkü insanın içinde doğdu(ğu) şehir bütün dünyaya nispetle bir nokta olup insan elbette o noktadan gözlerini ayırarak biraz da diğer noktaları görmelidir.”

Hicabi Efendi şu sözde karar kıldığı esnada idi ki yatağı içinde kımıldanan Suphi Bey de şöyle bir sözle sayıkladı:

“Allah bile Kur’an-ı Kerim’inde seyahati tavsiye buyurmuş!”

Bu söz Hicabi’yi özel kararı üzerinde bütün bütün takviye etti ve destekledi. Derhâl “Onlara de ki: Yeryüzünde yolculuk etsinler! Öncekilerin akıbetinin ne olduğunu görsünler!” mealinde olan ayet-i kerime hatırına gelip tefsirde, hadiste, kelamda olan büyük bilgisi, kendisini ve ayet-i celilenin hikmetlerini göz önüne almak vadisine dahi sevk edince artık Hicabi seyahat şevkiyle Suphi’den fazla çıldırmaya başladı.

Suphi’nin uykuya varması dört saati geçmiş olduğundan ve Hicabi artık zihnî isteklerine kendi kendisine tahammül ve mukavemet etmeyi imkânsız gördüğünden arkadaşını ayağından çekip kımıldatarak dedi ki:

“Hey! Baba Suphi! Suphi Bey! Amma uyudun ha! Baksana artık sabah oldu. Ortalık açıldı. Aç sen de gözlerini bakalım.”

“Uf kardeş sus Allah’ı seversen!”

“O ne be? Öte tarafa döndü. Yine horlamaya başladı. Hey Suphi Bey! Aç gözlerini diyorum. Uyuya uyuya şiştin be!”

“Ey ne istersin sanki?”

“Evinde rahat oturan insanın uykusunu kaçır da sonra kendin horul horul uyu! Bu da insaf mı ya! Kalk Allah’ı seversen, sabah kahvelerini içerek iki satır söz edelim!”

Suphi esneyerek, gerinerek, gözlerini ovuşturarak, ağzını şapırdatarak kalktı. Henüz uykusunu layıkıyla alamadığı için biraz mırıldandı, söylendi ise de gerçekten artık gündüz olmuş bulunduğu için yatağı içinde oturdu.

Aralarındaki münasebetin artması üzerine Hicabi Bey, Suphi Bey için kendi evinde özel olarak bir nargile bulundurmakta olduğundan kalktı, derhâl nargileyi hazırlayıp marpucu dostunun sakalına dayadı. Haremde herkes zaten uykudan uyanmış olduğu için kahveyi de onlara sipariş etti.

Suphi Bey esnemeye biraz ara verdikten ve kahveyi de içtikten sonra Hicabi dedi ki:

“Senin seyahat meselesi bu gece benim uykumu kaçırırsa ne dersin?”

“Neden uykunu kaçırsın? ‘Borç benim kasavet senin.’ dedikleri gibi seyahat benim olduğu hâlde kasaveti sana mı kaldı?”

“Öylesi değil! Senin her deliliğin bir hikmetten uzak olmadığı gibi bir şeyi tercihin elbette ve elbette bir hikmetten uzak değildir. Seyahat için ‘kuzeye kuzeye’ diyordun. Seyahatin lüzumunu zihnime tasdik ettirdim. Senin bu konudaki cüret ve azmini takdir ettirdim. Hatta bir imkânı olsa ben de sana refakat cüretini göstermekten bile uzak değilim. Fakat şu kuzey yönünü tercihe sebebin ne olduğunu anlayamadım.”

“Bana refakat için cüret mi dedin? Amma yaptın ha! Hiç İstanbul’a âşık olan sizin gibi İstanbullular bana refakat edebilirler mi? Ben neyim? Bir deli! Öyle değil mi?”

“Estağfurullah! Fakat sen şimdi benim refakat edebilip edemeyeceğimi düşünme! Bununla söz israf etme! Henüz senin bile seyahatin kesinlikle kararlaştırılmış değildir. Daha kütüphane ve numunehane satılarak para eline girmedi ki!”

“Neden girmesin? Girmiş demektir.”

“İyi ya işte! Benim de kararım verilmiş demek olabilir. Şu kuzey yönünü tercihin ne hikmetten dolayıdır? Onu soruyorum.”

“Bir vakit Afrika seyahatnamelerini okurken gerek Afrika’nın gerek Amerika’nın vahşileri içinde bulunmak hevesine düşerdim. Çünkü oralarda türümüzden öyle bir sınıf halk vardır ki henüz medeniyetten hiçbir nasipleri yoktur. Medeniyet her şeyden önce insanların topluluk hâlinde, yardımlaşma ve yayılma kaidesiyle yaşamalarını gerektirirken bunlarda topluluk bile yoktur. Hatta evladı ana babaya bağlayan münasebet dahi onlarda diğer hayvanlarda görülen derecelerde bulunur. Yani bir tavuk kendi piliçlerine yeri eşeleyerek taneyi, kökü veyahut böceği meydana çıkarıp yemeyi ve kendisini yiyecek olan daha kuvvetli bir hayvandan kaçmayı öğrettikten sonra artık tavuk başka ve piliç başka ve ikisi de ayrı ayrı olarak yaşamak için ayrıldıkları gibi o vahşilerde dahi bir kadın kendi yavrusunu büyüttükten sonra ayrıldıklarını seyahat kitaplarında okudum ve bunların evliliklerinin de diğer dört ayaklı hayvanların çiftleşmelerinden farklı bir şey olmadığını, şu ilkel hâli görerek onun üzerine insanların gelişmek isteyen yaratılışı icabınca ilave edilmiş bulunan şeyleri muvazene etmek isterdim. Hâlbuki biz henüz beşerî medeniyetin bugün ulaşmış bulunduğu ilerlemeyi dahi görmemişizdir. Beşerî ilerlemelerin bizim memleketimizde görüldüğü dereceden ibaret olmadığını anlayabilmek güç bir şey midir? Bunca yeni icadın hangi taraftan geldiğini düşündüğümüz gibi bizim medeni memleketler ile medeni olmayanlar arasında bir ara kesit teşkil etmekte bulunduğumuz kendi kendisine meydana çıkar.”

“Ona şüphe yok. Buraları bence zaten su götürmezdir.”

“Bu yüzden sonraları vahşi memleketleri seyahat arzusu değişti. Kendi kendime dedim ki: ‘İlk önce medeni memleketleri görmeli ve medeni ilerlemelerin ulaşmış bulunduğu mertebeyi hakkıyla anlamalı da ondan sonra vahşi memleketleri seyahat etmeli.’ ”

“Ey kuzey tarafında bu yüksek medeniyeti bulacak mısın?”

“Dinlesen a? Okumada ve düşünmede ilerledikçe zihnim seyahatten maksadın ne olduğunu daha fazla etraflı olarak düşünmeye başladı. Yalnız medeni ilerlemeler noktainazarından âlemi seyretmenin de yeterli olmadığını gördüm. Acayib-i âlemin asıl bilimsel bir noktainazardan bakılarak seyredilebileceğini anladım. Hatta bugünkü günde seyahat denilen şeyin birçok şekil ve türleri arasında bilimsel seyahate başkaca bir ehemmiyet verildiğini ve sadece bilimsel incelemeler için koca koca gemilerin dünyanın çeşitli yerlerine gittiklerini düşündüm. Bu hâlde tabiatın ekvatordan çok kutuplarda bulunduğunu nazarıdikkate aldığım gibi kutuplardan bize en yakın olan Kuzey Kutbu’nun, Avrupa’nın medeni ve ilerlemiş memleketlerine dahi komşu olduğunu düşünerek hem medeni ilerlemeleri hem tabiat harikalarını görmek için kuzey yönünü tercih ettim.”

Hicabi Efendi başını önüne eğerek elinde bükmekte olduğu sigarayı dudaklarında yapıştırdıktan sonra dedi ki:

“Acayib-i âlem ekvatordan çok kutuplarda neden bulunsun?”

“Bahsimizi bir kozmografya dersine mi dönüştürmek istiyorsun?”

“Yok!”

“Öyle ise sana yalnız şu kadarcık söyleyeyim: Bizim buralarda en uzun gece ve gün on beş saat olduğu hâlde diyelim ki yazın gündüzler ve kışın dahi geceler on altı on yedi saat kadar uzasalar veyahut on üç veya on iki saatten ziyade uzasalar şu fark bize fazla bir değişiklik şeklinde görülmezdi. Lakin gündüz denilen şey yirmi üç buçuk saat uzayıp da gece yarım saat kalır ve bu hâlde güneş şimdi battığı hâlde biraz sonra yine doğarsa ve bu hâl aksi olarak gece yirmi üç buçuk ve gündüz yarım sat uzayıp güneş şimdi doğmuş ise biraz sonra yine battığı hâlde bu değişim bizim gözümüzde pek mühim bir değişim olur. Öyle değil mi?”

12.Cenab-ı Halik-ı Mutlak ve Sani-i Azam: Mutlak yaratıcı ve ulu sanatkâr (Allah). (e.n.)
13.“Yed-i tula” kelimesi hem “en uzun el” hem de “geniş nüfuz” manasına gelmektedir.
14.Keşkül: Gezici bazı dervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya abanozdan yapılmış dilenci çanağı. (e.n.)
15.Mümeyyiz: İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayıracak durumda olan. (e.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6485-10-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu