Kitabı oku: «Acayib-i Âlem», sayfa 5
Hicabi Bey öğretmenin bu sözüne karşılık vermekten aciz kaldı. Suphi dedi ki:
“Efendim! Bu gayretsizlik bahçıvanlarımızda olmamalıdır. Hatta biz aksi duruma üzülüyoruz. Genellikle meyve ve sebzemiz pek bol, fiyatı da düşük olduğu için bahçıvanlarımız masraflarını çıkaramayarak zarar görüyorlar. Hatta bazı mahsulatı denize döktükleri de vardır. Çünkü pazar yerine nakledecek olsalar nakliye ücretlerini dahi çıkaramazlar. Bu hâlde Osmanlı mahsulatının size pahalı gelmesine sebep ara yerde olan mübadele vasıtalarıdır. Yani İstanbul’daki sebzeci ile buradaki sebzeci arasında cereyan eden mübadele işlemlerine bir anda çok para kazanmak hırsının da karışması malı pahalı ediyor. Bu konuda hakkınızı teslim ederim efendim!”
Bunları söyleyince hiç de umurunda değil gibi yaşamakta bulunan Suphi’nin böyle İstanbul ile Odesa arasındaki sebze ve meyve ticaretine dahi kafa yoracak bir aralık bulmuş olmasına da Hicabi Bey şaştı. Hicabi Bey, Suphi’de gördüğü fevkalade hâllerin hepsine şaşıyor ve fevkalade hâllerine şaştıkça da Suphi hakkındaki muhabbeti bir kat daha artıyordu.
Bitkiler okulu memurları bizim seyyahlara o kadar hürmet ve rağbet ettiler ki seyyahlar bu kadar saygıya nasıl teşekkür edeceklerini dahi bilemediler. Hele niyetlerinin kuzeye en yakın olan memleketlere kadar gitmek olduğunu beyan ettikleri zaman öğretmenler pek takdir ederek “Orada bitkilerin yetişmesi hususunda o kadar gariplikler göreceksiniz ki dünyanın hiçbir tarafıyla karşılaştırılamaz.” diyerek, hatta içlerinden birisinin Petersburg’da Doğu Dilleri Okulu öğretmenlerinden bir kardeşi olmakla derhâl bir tavsiyename yazarak “Eğer Petersburg’a gider de Doğu Dilleri Okulunu gezmek isterseniz kardeşim size güzelce yol göstermede kusur etmez.” dedi. Bu okulu ziyaretten Hicabi Bey’in ve özellikle Suphi Efendi’nin ne derecelerde memnun olduklarını tarif edebilmek mümkün değildir. Suphi’nin memnuniyeti, en çok meraklı olduğu bitkilere, o da sade böyle yüksek bir okul ve geniş bir tecrübe bahçesi meydana getirmek derecesinde ehemmiyet verilmiş olmasından kaynaklanıp “İlerlemenin eserleri hangi memlekette olursa olsun bütün insanoğullarının mutluluk sebeplerini tamamlamaya yardım eder.” demişti. Hicabi ise müdür ve öğretmenlerin âdeta ifrat derecesine varan hürmet ve rağbetlerinden memnun olarak arkadaşına demişti ki:
“Ben Rusları bu kadar nazik bilmezdim.”
“Neden?”
“Ya Kazaklardan nezaket beklenir mi?”
“Dostum, Kazak başka, Rus başka, Tatar başka, hepsi başkadır. Asıl Rus kavmi hakikaten pek misafirperver, pek iltifatkâr bir kavim olduğu gibi Avrupa terbiyesini aldıktan sonra nezaketleri bir kat daha artmıştır. Ruslar, Fransızlar gibi yılışık, zevzek ve İngilizler gibi haşin ve asık yüzlü değildirler. Cidden çelebi adamlardır ama bir buçuk asır önce âdeta vahşi hayvanlardan farkı olmayan seksen milyon cahil ahaliyi kopkolay medenileştirmek mümkün müdür? Siyasi vesveseleri göz ardı edersek terbiye görmüş Rusları Avrupa’nın en terbiyeli milletleri derecesinde buluruz. Zaten biz bir siyasi fikir ile seyahat etmiyoruz. Dünyanın hâllerini görmek, anlamak için geziyoruz. Dolayısıyla hangi şey doğru ise onu doğru olmak üzere karşılamaktan bizi hiçbir fikir menetmemelidir.”
Bizim seyyah efendileri Odesa’da mahzun eden şey yalnız Tatarların gerilemiş hâli idi. Suphi ve Hicabi beyler söz konusu şehirde yerleşik Tatarlar ile görüştükleri gibi Kırım, Kazan, Ejderhan ve ta Orenburg taraflarından gelmiş Tatar tacirleriyle dahi görüşerek bunların genel hâllerine dair hayli malumat aldılar.
Söz konusu Müslüman ahalinin sanat ve ticaret hususunda eski gelişmiş hâllerini muhafaza edebilmiş olmalarına söz yok ise de bunların şu hâli, yani ticari hareket ve servetleri, sanatkârca çalışmaları, bir kasanın içinde binlerce liralık serveti saklaması veyahut bir geminin binlerce liralık malı nakletmesi veya bir fabrikanın herhangi bir sanatı işlemesi gibi hemen hemen ruhsuzca bir şey olup fikrî ilerleme ve asri yeniliklerden bunlarda hiçbir eser görülememiştir. Arabi ilimlerde yetkin âlimleri pek az olduğu gibi Tatar dilini bir edebiyat dili hâline de koyamamışlar ve bundan başka Rus dilini yalnız alışverişlerinde lüzumu olacak derecede konuşmayı öğrenip yazmasından, okumasından âdeta bihaber kalmışlardır. Hâlbuki birtakım gençleri Rus okullarında öğrenim görmekle her ne kadar bir görgülü ve eğitimli Rus kadar âlim olmakta iseler de o hâlde dahi bunlar Tatarlıktan çıkarak bir nevi Rus olup kalmaktadırlar.
Bu noktaya dair söz konusu ahali ile edilen karşılıklı konuşmalarda Suphi Bey Arabi ilimlere evvelkinden fazla genişlik vermekle beraber Tatar dilini bir edebiyat dili hâline koymayı ve Rus dilini de Tatarlığa halel vermeksizin öğrenmeyi tavsiye etti ise de bu tavsiyenin mahiyetini takdir edebilecek kadar uyanık fikirleri onlarda bulamayınca umutsuzluğa kapıldı. Bununla beraber medeniyet âleminde fikrî ilerlemeler denilen şey o kadar acayiptir ki şimdi Ruslaşmakta olmaları memnuniyet nazarıyla görülmeyen Tatar gençlerini bir zaman olup da kendileri de bir kavim, hem de pek büyük bir kavim olduklarını anlayarak bu kavmi ruhlandırmak çarelerine teşebbüs etmeye yeter.
Seyahat edilmesi gereken memleketin dilini öğrenmek birinci derecede lazım olan şeylerden olup gerçekten Rusya memleketlerinde kalburüstüne gelen kişilerin ve mülazımlara varıncaya kadar askerî takımının hemen hepsinin Fransızca ve Almanca konuştuklarına ve bizim seyyah arkadaşlardan birisinin Fransızcayı, diğerinin Almancayı bildiği malum bulunduğuna göre bunlar kendilerini pek tamamen dilsiz kalacakları bir memlekette bulmayabilirlerdi. Ancak seyyahın genellikle müracaat edeceği kimseler avam olacağından ve onlarla konuşma için öğrenilmesi gereken sözler ise birkaç yüz kelimeden ibaret kalacağından Suphi ve Hicabi beyler söz konusu kelimeleri öğrenerek daha sonra tercüman aramak mecburiyetinden dahi kendilerini kurtarmaya karar vermişler ve dolayısıyla Odesa’ya geldikleri günden başlayarak Rus dilini öğrenmeye ehemmiyet vermişlerdi.
Seyyahlar için dillerin öğrenimini kolaylaştırmak üzere birtakım kitaplar yazılmıştır ki bunlardan bazıları üç dört dilin birden öğrenilmesine kılavuzluk eder. Bizim arkadaşlar Rus, Alman ve Fransız dillerinin üçünü birden öğrenmek için bir konuşma kitabı alarak geceleri beraberce inceledikleri gibi gündüzleri gezdikleri dolaştıkları yerlerde halkın konuşmasına kulak vererek işitme kuvvetlerini daha da artırmaya gayret ediyorlardı.
Tecrübe edilmiştir ki insanın bir dili öğrenmesi için mutlaka ahalinin konuşmalarına kulağına alıştırması gerekir. Bir dil yalnız kitaplardan öğrenilir ise o dille konuşmaya dahi alışmak başkaca bir güçlük olduktan başka, o dilin sahipleri konuştukları zaman kendilerine mahsus olan bir şive, bir telaffuz yüzünden, söz konusu dili kitaplardan öğrenmiş olan adam onu anlayabilmekte aciz kalır. Buna karşılık meydana gelir ki bazı adamlar bir dili hiç okumadıkları hâlde sadece söz konusu dille konuşan ahalinin içinde bulunarak muhataplarını işite işite âdeta kendisi de tek tük şeyleri anlamaya başlar.
Suphi ve Hicabi beylerin Odesa’ya varışları on beş günü geçerek bir cumartesi akşamı bulvar üzerinde gezerlerken artık pazartesi günü Odesa’yı terk etmeyi konuşuyorlardı.
Bulvar denilen yer bundan evvel sözü geçmiş olan büyük setin üzeri olup oradan limana ve liman dışında denizin yüzeyine doğru uzayan manzara pek güzel olduğundan Odesa ahalisi genellikle burada gezindikleri gibi özellikle cumartesi akşamı şehirde ne kadar Yahudi varsa hepsi bayramlık elbiselerini giydikleri hâlde buraya gelip akşamüzeri büyük bir panayır şeklinde dolaşırlar.
Evvelce yapmış oldukları soruşturmaya göre, Odesa’dan Balta kasabasına kadar tren işlemekte olup ondan öteye Serpuhov kasabasına kadar arabalar ile gidilmek ve bundan sonra Moskova’ya değin yine trene binmek gerekirdi. Çünkü Balta ile Serpuhov arasında bugün işlemekte bulunan demir yolu o zamanlar henüz tamamlanmış olmayıp yapılıyordu.
Hicabi Efendi bu trenin dahi bitmiş olduğu bir zamana tesadüf edemediklerinden dolayı üzüntüsünü beyan edince Suphi dedi ki:
“Keşke hiç tren bulunmasa idi de hep karadan gitse idik daha fazla istifade ederdik.”
“Evet! Hatta yaya olarak gitse idik daha fazla istifade edeceğinizi ve daha fazla memnun olacağınızı bilirim. Ancak henüz mart içinde bulunduğumuzdan sizi memnun edecek olan bitkiler de henüz toprak altındadırlar.”
“Yalnız bitkileri görecek değiliz ya? Burada ne acayip adamlar göreceğiz ki onların yaşam biçimleri bize hep yeni şeyler olmak üzere görünürler. Tren bizi rüzgâr gibi bir süratle Moskova’ya götürür ise bunları görmekten mahrum kalacağımız aşikârdır.”
“Moskova’ya gitmekten ise doğru Petersburg’a gitsek daha iyi olmaz mı?”
“Rusya’ya gelip de Moskova’yı görmemek Osmanlı memleketine gelip de Bursa’yı görmemeye benzer. Moskova, Rusların eki başkentleri olduğu gibi kendilerine Moskof ismi bile bu şehirden gelir. Veyahut kendi milliyetlerinin ismini bu şehre vermişlerdir. Petersburg ise ona nispetle yenidir.”
“Asıl maksadımız kuzey memleketlerine yaklaşmak olduğu için bir an evvel gidelim diyorum.”
“Asıl maksadımız mümkün olduğu kadar her tarafı görmek değil mi ya? Zaten kuzeye doğru fazlaca yaklaşmanın henüz mevsimi de değildir. Bugün mart ortaları olup her ne kadar İstanbul’da bahar kokuları burunlara keyif verir ise de burada henüz kış kokuları insanın burnunu sızlatıyor. Güneşin doğuşundaki aykırılık hesabınca güneşin doğuşunun kuzeye doğru yaklaşmasından daha fazla bir süratle biz kuzeye yaklaşacak olursak bu sene bahar mevsimini ancak mayıs sonlarında kuzey taraflarında rast getirebiliriz. Dolayısıyla biraz vakit geçirmeye mecburuz. O vaktin bir kısmını da Moskova’da geçirir isek Odesa’da geçirdiğimiz vakit gibi bu da beyhude yere geçmiş olmaz.”
“Sen bilirsin arkadaş!”
Ertesi gün bizim arkadaşlar yol tedariklerini görmekle iştigal ettiler. Zaten o tedarikin uzun bir şey olmayacağı malumdur. Hicabi Efendi Odesa’dan İstanbul’a bir mektup göndermeye lüzum görerek mektubunu aşağıda olduğu gibi yazdı:
İki Gözüm Kız Kardeşim Efendim!
İstanbul’dan hareketle iki geceyi denizde geçirdikten sonra üçüncü günü sabahleyin kendimizi Odesa’da bulduk. Hamdolsun yolda hiçbir sıkıntı çekmedik. Karadeniz’in her zaman fırtınalı olduğuna dair İstanbul’da herkesi korkutan söylenti meğer yalanmış.
Burasını nereye benzeteyim ki daha güzel anlayasınız! Büyük Dere’ye benzetemem. Çünkü şehir yüksek bir set üzerinde ve bir yamaçtadır. Beyoğlu’na daha fazla benzeyebilirse de Odesa’nın sahili Beyoğlu’nun sahili olan Galata gibi de değildir. Bu memleket yolları gayet geniş ve doğru, binaları gayet yüksek ve güzel bir mamur şehirdir. İnsan buraya geldiği zaman kendisini pek de İstanbul’dan uzaklaşmış saymaz. Çünkü İstanbul’da nasıl halk görülmekte ise burada da buna benzer bir halk vardır. Hatta hamallık ve amelelik için gelmiş birçok Laz ve Türk dahi bulunur. Tatarlar memleketin Müslüman ahalisini teşkil ederler. Ondan sonra Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Frenkler hep İstanbul’da gördüğümüz gibidirler.
Evet beş gündür bu şehirde oturmaktayız. İnşallah yarın buradan hareketle Moskova’ya gitmeye karar verdik. Karım hanımefendiye, çocuklarıma ve biraderim efendiye mahsus selam ederim. Arkadaşım Suphi Bey biraderimiz de mahsus ellerinizden öpüp birader efendiye de samimi sevgilerini gönderiyor. Kendisi yalnız İstanbul’da evimizde iken sohbetine doyulmaz bir dost olmakla kalmayıp yolculuk esnasında dahi arkadaşlığı dünyaya değer bir vefalı yoldaş olmakla doğrusu pek ziyade memnunu ve müteşekkiriyim. Hepinizi Cenabıhakk’a emanet ederim. Hakkımızda hayır duanızı dahi istirham ederim efendim.
Yine bu pazar günü bizim seyyah arkadaşlar, bitkiler bahçe ve okulunu ziyarete, müdür ve öğretmenleriyle vedalaşmaya gittiler. Çünkü Odesa şehrinde en çok dostluk kurdukları adamlar bunlardı. Müdürler ve öğretmenlerden bazıları pazar olmak münasebetiyle şehri dolaşmaya gitmişler ise de birtakımı da bu tatil gününde bahçeyi ziyarete gelecek olan ahaliyi güzelce karşılamak için okulda kaldıklarından Osmanlı seyyahlarını evvelki defalardan fazla hürmetle kabul ettiler. Hele veda merasimi hakikaten canıgönülden dost olanların ayrılıkları şeklinde gerçekleşti.
Hâlbuki veda merasimi bu şekilde dahi kesin olarak gerçekleştirilip bitmemişti. Ertesi gün seyyah arkadaşlar Balta trenine binerlerken okul tarafından bir zat istasyona gelerek yine okul namına bir daha dostluk ve muhabbetini sunarak vedalaşmış ve uğurlamış, Suphi ile Hicabi beyleri bir daha teşekküre mecbur etmiştir.
Dördüncü Kısım
Moskova’ya
Odesa’dan Balta’ya kadar tahminen yüz otuz mil kadar mesafe olup yolda Dinyester Nehri üzerinde Tiraspol kasabası var ise de topu topu altı bin nüfuslu bir kasaba olup görmeye değer bir yeri bulunmadığı için Suphi Bey ile Hicabi Efendi doğruca Balta’ya kadar tren ile gitmeyi ve Tiraspol kasabasında durmamayı kararlaştırmışlardı.
Sabahleyin Odesa’dan kalkan tren katarı akşamüzeri Balta kasabasına ulaştı. Bu kasaba, Podolya sancağının merkezi olarak Kadin-ya isminde bir küçük nehir üzerine inşa edilmiş ve on beş bin kadar nüfusu olan pek güzel bir kasabadır.
Tren oraya geldiği zaman istasyonda bir kalabalık göründü ki içinde birçok askerî zabit de vardı.
Vagondan çıkan bizim iki seyyahın başlarında Tatar kalpağı olduğundan nazarıdikkati çekiyor değil idiyseler de şu kalabalığın ne olduğunu anlamak için bir arabacıya müracaat ettikleri zaman arabacı bunların Osmanlı olduklarını şivelerinden anladı. Dedi ki:
“Galiba siz misafir olmalısınız. Osmanlı’ya benziyorsunuz.”
“Evet! Osmanlı’yız. Moskova’ya gidiyoruz.”
“Öyle ise bu Nikolayev yolunu neden tercih ettiniz? Çünkü bundan sonra gideceğiniz yer Nikolayev’dir. Hâlbuki Odesa’dan her gün vapurlar kalkıp denizden ve nehirden Nikolayev’e gidiyorlar. Bunu haber almadınız mı idi?”
“Haber aldık ama karadan seyahati denizden seyahate tercih ettik. Hem de Buğ Nehri henüz buzlardan kurtulmamış olduğundan Nikolayev’e kadar vapurlar varmıyorlar. Bu kalabalık nedir?”
“Geldiğiniz katarda Prenses … vardır da onu karşılıyorlar. Balta mutasarrıfı, belediye reisi, askerî kumandanı, despotu filanı bu akşam hep buradadırlar. Fakat yine talihiniz vardır. Bir koloni bulur iseniz yarın buradan Elizabethgrad kasabasına gidecek olan katara binmeye bakınız.”
“Vay! Buradan Elizabethgrad’a tren işler mi?”
“Şimdiye kadar işlemezdi ama prenses gideceği için fevkalade bir katar çıkaracaklardır. Yol yapılıp bitmiştir ama henüz açılmadı.”
“Prensesin bineceği katara biz kendimizi nasıl kabul ettirebiliriz? Hem karadan seyahati biz tercih ediyoruz.”
O akşam hava biraz soğuk ve yağışlı olduğundan Hicabi Bey her hâlde treni tercih ederek dedi ki:
“Aman birader! Engel olma! Eğer arabacı bize bir kolayını gösterirse trene binelim. Bu havada araba ile gitmekte ne zevk olacak?”
Meğer arabacı geçen Kırım Savaşı’nda Osmanlı eline esir düşmüş bir adam olduğundan güzel Türkçe de biliyormuş. Hicabi’nin sözünü anlayarak dedi ki:
“Rusya memleketlerinde her şey mümkündür. İstasyon memuruna birkaç ruble sıkıştırınca o da katarda elbette bir tarafa sıkıştırır.”
Arabacı şu sözü söylerken prenses de kendisi için hazır edilen faytona binmekte idi. Arabacının sözünü, binbaşıdan büyük bir rütbede olması üniformasındaki sırmaların çokluğundan anlaşılan bir zabit işiterek böyle akşamüzeri Balta gibi bir yerde Türkçe söylenen söze kulak kabartmış ve söyleyenin bir Rus arabacısı ve dinleyenlerin de iki Türk olduklarını görünce yanlarına sokulmuştu.
Bu kişi gerçekten binbaşı rütbesinde olup Tatar milletinden imparatorun harp yaverlerinden bir beyzade imiş. Tatarlara mahsus olan bir Türkçe ile Osmanlı seyyahlarının hâllerini, hatırlarını sorduktan sonra eğer prensesin bineceği katar ile Elizabethgrad kasabasına gitmek isterler ise hiçbir kimseye bir para vermemelerini ve yarın sabah alaturka saat üçte burada hazır bulunmalarını tembih etti.
Yaver bu kayırıcı tembihi edince arabacının Osmanlı seyyahları hakkındaki hürmeti başkalaşıp o da Balta’nın hem ucuz hem temiz bir lokantasına kendilerini misafir etmek için götürmeyi teklif etti.
Suphi Bey, binbaşının lütfuna teşekkür ederek arabacının arabasına binerek sözünü ettiği lokantaya gittiler.
O akşam Balta kasabası namına olarak belediye dairesi tarafından prensese bir ziyafet verilmekte olduğu için belediye dairesi mükellef şekilde donanmış ve askerî bando da getirilerek kasabanın ileri gelenlerinin hepsi davet edilmişti.
Meğer prenses, Kafkasya’dan dönerek Moskova’ya gidiyormuş.
Bizim seyyah arkadaşlar vardıkları lokantada biraz karınlarını doyurduktan sonra Rusya’da bir belediye dairesinin bir prensese verdiği ziyafeti de görmek için lokantadan yanlarına aldıkları bir çocuğun yol göstermesi ile şenlik yerine doğru gitmişlerdi.
Bunlar henüz oraya varmadan arkalarından bir Kazak süvarisi dörtnala koşup gelerek “Türk! Voyageur!”19 diye kendilerini teftişe başlayınca Hicabi Bey epeyce ürktü ise de Suphi Bey daha girgin davranarak ne istediğini Kazak süvarisinden Rusça olarak sordu.
Süvarinin iki parmağını şakağına götürerek kendilerini selamladığı görülünce bunda bir tehlike olmadığı anlaşılarak Hicabi Bey de müsterih olmuştu. Süvari “Karusa! Karusa!” diye etrafına bakınarak bir araba araştırdı ise de araba bulunamadığı gibi ziyafet yerine hemen hemen yaklaşılmış da olduğundan güler yüzlü bir ifade ile seyyahları oraya kadar götürdü.
Meğer Tatar binbaşı o akşam Balta kasabasında Osmanlılardan iki seyyah bulunduğunu prensese arz etmiş ve hatta müsaade buyururlar ise Elizabethgrad kasabasına kadar prensesin bineceği katara binmelerini de temenni etmiş olduğundan prenses dahi seyyahlar ile görüşmek emeline düşmüş imiş.
Avrupalılar seyahate ve seyyahlara pek büyük ehemmiyet vererek seyyah olanlar ile görüşmeye en büyükleri dahi haddinden fazla rağbet gösterirler ki bunun birçok sebebi olup söz konusu sebeplerden bazıları o seyyahın geldiği memleket adamlarından bir numuneyi seyyahın kendisinde görmek ve dünyada gezip gördüğü yerlerin hâllerinden bazı şeyler dinlemek ve özellikle kendi ismini dahi seyyahın seyahatnamesine kaydettirmektir.
Prensesin şu arzusu bizim seyyahlar için dahi şeref verici ve faydalı bir istek idiyse de nasılsa Kazak süvarisine verilen emri neferin yerine getirme tarzı biraz fazlaca Kazakça olduğundan biçare Hicabi Bey bir aralık epeyce ürkmüştü.
Prenses için donatılmış olduğunu haber verdiğimiz belediye dairesi hakikaten pek güzel donatılmış olup hele prensesin bulunduğu salon içinde şüphesiz beş altı yüz kadar mum yanmakta idi.
Prenses bir mükellef kanepe üzerine kurulmuş, yanındaki koltuk sandalyede Balta despotu ve diğer yanındaki sandalyede de söz konusu yerin askerî kumandanı oturmakta bulunmuştu ki şu hâlde diğer hazır bulunanlar ve kadınlar da kendi rütbe ve derecelerine göre yer almışlardı.
Suphi Bey önde Hicabi Bey arkasında olduğu hâlde Tatar binbaşısı bunları prensesin huzuruna çıkardı.
Prenses kırkını geçmiş orta yaşlı bir kadın olup fakat genç iken emsalsiz güzellerden olduğu hâlâ yüzünde kalıntısı görülen güzellik eserlerinden anlaşılmakta idi.
Dünyanın protokol kurallarına hiç riayeti yok gibi görülen Suphi Bey’i bu akşam şu salonda görmeliydi. Meğer koca Suphi protokol kurallarına riayet edilmesi gerekince en parlak şekilde icrasından dahi aciz kalmazmış.
Tatar binbaşısı eliyle seyyahları göstererek besbelli onları takdime dair olmak üzere prensese Rusça birkaç söz söyleyip de prenses de gülümseyerek iltifat ile seyyahlara yakınlık gösterince Suphi Bey ve ardından Hicabi Bey Avrupa’nın en ağır adamları bir prensesi nasıl selamlar ise o tavırla, yani öyle bir ayak üzerinde bin polka oynayan şıklar gibi olmayarak son derece vakar ve saygıyla prensesi selamlayınca kadının bunlar hakkındaki görüşü değişti. Hele Suphi “Yüksek huzurlarınıza takdim olunmak bizim için pek büyük bir şereftir prenses! Odesa’ya vardığımızda Rus terbiyesinin görmüş olduğumuz nezaket ve misafirperverlik numunesi hakkında oluşan hükmümüzü çok yüksek tarafınızdan gördüğümüz şu kabul şerefi bir kat daha kuvvetlendi.” sözlerini gayet açık bir Fransızca ile söyleyince prenses bütün bütün neşelenerek ve “Aferin mösyö! Ne güzel Fransızca konuşuyorsunuz, buna özellikle memnun oldum. Çünkü tercüman külfetine gerek kalmaksızın sizinle konuşmak nimetine dahi mazhar olacağım.” diyerek Suphi’ye dostça elini dahi uzattı.
Suphi prensesin elini eline alınca derhâl dudaklarına götürüp öptü ki Avrupa terbiyesi gereğince en büyük kadınlar hakkında en büyük rivayet olan bu el öpme merasimine dahi vâkıf olmak Osmanlı seyyahlarının edep ve terbiyesi hakkında prensesin ilk zannını hakikat derecesine vardırarak fevkalade memnuniyeti apaçık görülmekte idi.
Suphi’yi takiben Hicabi takdim yerine gelince Almanca olarak “Prenses bendeniz arkadaşım gibi Fransızca konuşmayıp zatıalinize uzmanlaşmış olduğum Almanca ile saygı ve bağlılığımı arz edeceğim! Bu gece şu yüksek topluluğu görüp yüksek katınıza bağlılık sunmaya muvaffakiyet bizim gibi aciz seyyahların itibar ve derecelerini iki katına çıkarır.” deyince prenses hakikaten hayret gösterir bir tavırla “Bravo! Bravo! Osmanlılarda Avrupa dilleri ne kadar yayılmış. Hâlbuki Avrupa dillerine rağbet yalnız Ruslara mahsustur diye bize verdikleri şerefi meğer haksız olarak veriyorlarmış!” sözünü pek ciddi olarak söylemekle beraber yanında ve etrafında bulunanların dahi yüzlerine açıklama ve cevap bekler bir tavırla baktı.
Burada “ve etrafında” kaydına bizi mecbur eden şey Türk seyyahları salona girdikleri zaman prensese uzakça bulunan kadın erkek birçok kişinin dahi Türkleri görmek için yaklaşarak bir yarım daire oluşturmuş olmalarıdır.
Suphi dedi ki:
“Müsaade buyurulur ise yabancı dillere rağbet ve öğrenme hususunda Ruslara teslim olunan gayreti bendeniz de teslim edeceğim prenses! Gerçekten Fransız, Alman ve İngiliz diline bizde de rağbet olunarak gençlerden pek çoğu öğrenirler ise de Rusların büyük aileleri adı geçen dilleri çocuklarına, dadıları kucağında öğrettikleri için en mühim Avrupa dilleri kendilerine âdeta ana dili olur.”
Prenses: “Burası doğru ise de bir dili dadı kucağında öğrenmek daha kolay olup okulda yeniden öğrenmeye gayret etmek daha güç olduğundan her hâlde büyük iken dil öğrenenler küçük iken öğrenenlerden fazla beğenilmeye değer görünürler.”
Yemek vakti çoktan gelip epeyce geçmiş olduğu hâlde prenses sadece Türkleri kabul için yemeği dahi bekletmişti. Dolayısıyla ilk sözlerin edilmesinden sonra hep beraber sofraya kalkıldı. Başköşede oturan prenses sağ tarafına despotu ve onun alt tarafına askerî kumandanını alıp sol tarafına Suphi’yi ve onun alt tarafına da Hicabi’yi almak suretiyle haklarında bir itina ve ihtimam eseri daha göstermişti. Kadın ve erkek diğer davetlilere de mertebeleri kadarınca yer gösterdi.
Dışarıda askerî bando çalmakta olup prenses kendi harp yaverini çağırarak “Bu gece topluluğumuzda iki muteber Osmanlı seyyahı vardır! Onları kendi millî bandoları ile zevklendirmek için bando kumandanına ihtar ediniz de aralıkta bir Osmanlı havaları çalmaktan da geri durmasınlar!” emrini verince her ne kadar bu emir Rusça verilmiş ise de gerek Suphi gerek Hicabi emrin hükmünü anladıklarından prensese özellikle teşekkür ettiler.
Bu teşekkür, kendi Rusçasını anladıklarını prensese anlatmakla dedi ki:
“Galiba Rusça dahi konuşuyorsunuz efendiler.”
Suphi: “Ne yazık ki hayır prenses! Seyahatimiz için gereken miktarını henüz öğrenmekteyiz.”
Prenses: (Hicabi’ye) “Zatıaliniz Fransızca hiç mi anlamazsınız efendi?”
“Hemen hiç derecesinde bir şey prenses!”
“Öyle ise bu gece size olan hitaplarım Almanca, arkadaşınıza Fransızca olacağı gibi kendi hemşehrilerime de Rusça derdimi anlatacağımdan bir umumi tercümana benzeyeceğim.”
Suphi: “Bu da yeteneğinizin düzeyini gösterir ki tebriğe değerdir.”
Prenses: “Vay! Siz Almancayı anlıyorsunuz demek!”
“Rusçayı anladığım kadar. Fakat zatıaliniz kelimelerinizi tavır ve hareketinizle o kadar güzel açıklıyorsunuz ki edanız da açık bir dil kadar herkesçe anlaşılacak bir derecededir.”
Bu yaltaklanma prensesi hoşnut ederek Suphi’ye bir baş eğmekle teşekkürlerini sundu. Çünkü yaltaklanma ve riyakârlık her ne kadar her millet nezdinde ayıplanır ise de Avrupa’da bazı böyle yüksek çevrelerde riyanın son derecelerine varmak yaltaklanan kişi hakkında bir hürmet sayılarak eğer “Bana yaltaklanıyorsunuz efendi.” diye karşılık verilir ise de bu söz teşekkür anlamında söyleniyor. Yani yaltaklanan kişi kendisini yaltaklanmaya değer bir büyük kişi olmak üzere görülmesini nezakete yorar da onun için teşekküre de kendisini mecbur sayar.
Sofrada prenses Osmanlı seyyahlarından dünyanın hâllerine dair bir seyyahtan malumat edinmek suretiyle malumat almak istedi ise de Hicabi Bey kendilerinin henüz seyahatlerinin başlarında olduklarından bahisle daha “seyyah” sıfatına hakkıyla nail olamayacaklarını ifade etti. Suphi ise seyahati tamamladıktan sonra eğer bir daha yüksek huzurlarına bağlılık bildirme nasip olur ise bu emirlerini o zaman yerine getirebileceklerini söyledi.
Bununla beraber yine Osmanlılara dair sofrada bir hayli konuşulup Osmanlı milletinin temiz yürekliliğinden ve terbiye güzelliğinden prenses bizzat bahsettikçe Suphi ve Hicabi Osmanlı milleti namına teşekkür sunmaktan asla geri durmadı. Hele askerî bando bir güzel Osmanlı havası çaldığı zaman prenses pek ziyade beğenmiş görünerek tekrarı için bandoya emirler dahi gönderdi ki böyle bir havanın beğenilip tekrarını istemek bandocular için pek büyük bir şeref sayılırsa da şu durumda bu iltifat bandocular hakkında olmaktan ziyade Osmanlılar hakkında olmakla seyyahlar buna da başkaca teşekkür ettiler.
Kısaca en terbiyeli iki Avrupalı olsalar bu sofrada nasıl hareket ederek herkesin ve özellikle prensesin teveccühlerine mazhar olmak için ne hâlde bulunabilirler idiyse Suphi ve Hicabi beyler ondan daha güzel hâl ve hareket ile gerçekten herkesin beğenisine mazhar oldular.
Yemekten sonra da biraz sohbet ettiler, sonra prenses dedi ki:
“Efendiler eğer kabul buyurulur ise size yol arkadaşlığı ederim. Yolda konuşa konuşa birlikte gideriz. Yarın hareket olunacaktır.”
Prensesin bu teklifi cana minnet sayılarak kabul olundu ise de bunu asıl can minneti sayan Hicabi olup prenses sayesinde elbette yolculuk meşakkatleri pek ziyade azalarak seyahat mümkün olacağı için memnun olmuştu. Suphi ise bir kocakarıya kavuk sallamak mecburiyeti ile kendi istediği gibi seyahat edemeyeceğinden hiç kalben memnun olmadı ise de artık teklif olunan yol arkadaşlığını redde muktedir olamayacağından o da çarnaçar memnuniyet ve şükran göstermişti.
Seyyah arkadaşlar evvelce inmiş oldukları adi otele gece döndükleri zaman otelci güzelce karşılamakta o kadar telaş etti ki terbiyeli maymun gibi zıp zıp sıçrar ve güler yüz göstereyim diye âdeta gülünç olur kalırdı.
Öyle ya! Prensesin ziyafetine davet olunmak öyle olur olmaz adamlara nasip olabilecek bir şeref midir?
Sabah olunca iki arkadaş otelci ile hesaplarını keserek bir arabaya binerek tren istasyonuna vardılar. Prenses henüz gelmemiş olduğundan Suphi Bey istasyonun etraf ve civarını gezmeye çıkıp Hicabi Bey de bir kenara oturduğu hâlde defterinde kayıtlı bulunan Rusça kelimeleri ezberlemek ile iştigale başladı.
Hâlbuki prensesi uğurlayacak olan kalabalık peyderpey istasyona toplanmaya başlamıştı. Bunlar arasında geceki ziyafette hazır bulunmuş erkek kadın bazı kimseler dahi olmakla selamlaşmaktan başlayan münasebet artık Hicabi’ye ders ezberlemek için engel oldu.
Kalabalığı gördüğü için Suphi de gelmiş olduğundan ziyafet arkadaşlarıyla sohbet kapısı açıldı.
Orada öğrendiler ki Prenses … Hazretleri Rusya’nın en kadim hanedanından olup iki sene önce kocası vefat ettiğinden o zamandan beri vaktini hep seyahatte geçirirmiş. Kafkas taraflarından pek çok hoşlandığı için Tiflis’te güzel bir çiftlik satın almış. Şimdi bu çiftlikten geliyormuş. Sebebi de imparatorluk hanedanından bir grandüşes ağırca keyifsiz olması ve hâlbuki aralarındaki münasebet akrabalık derecesinde olmakla kendisini görmek için beyan ettiği arzudan ibaretmiş. Petersburg’dan Kafkas’a kadar bütün vilayetlerin mülki ve askerî memurlarına Petersburg’dan telgrafla emirler verilerek geçeceği yerlerde prensese saygıda ve ağırlamada zerre kadar kusur edilmemesi emredilmiş ve yazıyla bildirilmiş imiş.
Bu haberler Hicabi’yi ne kadar memnun ederse Suphi’yi bilakis o kadar üzmeye başladı. Hicabi “Arkadaş! Talihimiz yavermiş. Rahat seyahat edeceğiz. Elbette prensesin sayesinde Moskova ve Petersburg’da pek büyük şeyler göreceğiz.” dedikçe Suphi derdi ki:
“Evet! Talihimiz yavermiş. Bizi de prensese yaver etti. Biz bu taraflara büyük büyük ziyafetler görmeye mi geldik? Bana kalırsa şu prensesi gücendirmeksizin yol arkadaşlığından istifa etsek de bir köhne Rus talikasına binerek gezeceğimiz yerleri bari güzelce görsek!”
“Amma yaptın ha!”
“Amma yaptım değil! Kadını kendimizden fazlaca hoşlandırdık. Korkuyorum ki yakamızı güç kurtaracağız!”
Bir yanda vagonlar hazırlanarak lokomotif istim salıvermekte olsun diğer taraftan prenses, has hademeleriyle göründü.
Prenses arabadan indiği zaman oraya birikmiş olan uğurlayıcılara iltifat yüzü göstermekle beraber etrafını son derece dikkatle aramaya başladı ki bu arayışta görmek istediği şeyin Osmanlı seyyahları olduğunu Hicabi Bey anlayarak arkadaşını uyarması üzerine onlar da biraz ileriye çıkıp prensesi selamlayarak kendilerini gösterdiler.
Prensesin “Hazır mıyız arkadaşlarım?” demesiyle bunlar da hazır olduklarını söyleyip kendi hakkında göstermiş oldukları misafirperverlik eserlerinden dolayı Balta kasabası namına teşekkür ettikten ve hazır bulunanlardan her birinin vedasını başka başka güzelce kabul ettikten sonra bir elini Suphi’ye ve diğerini Hicabi’ye uzatarak üçü birden bir vagona girdiler.
Prenses için hazırlanan vagon diğer yolculara mahsus olarak kumpanyaların düzenledikleri birinci mevki vagonlarıyla karşılaştırılmazdı bile. Her tarafı yaldızlar, kadifeler içinde olmaktan başka yatak kabini, yemek salonu, toplantı salonu ve abdesthane kabini ayrı ayrı olmak ve mükemmel sobaları kurulmuş bulunmak gibi istirahat vasıtaları mükemmeldi.
Seyahat edenler ittifakla hükmederler ki Rusya trenlerinin mükemmeliyeti Amerika trenlerinden aşağı olmayıp hele Avrupa trenleri ne Rusya ne de Amerika trenleri derecesine varamamışlardır. Bu hâl buranın gayet soğuk olmasıyla beraber düz dahi bulunduğu için demir yolu yapımının o kadar külli masraf gerektirmemekle birlikte Rusya’da grandük, dük, prens ve kont vesaire namıyla milyonlara sahip asilzadenin çokluğundan kaynaklanmış olduğuna şüphe yoktur. Paranın çokluğu bunlar için sefa vasıtalarının da mükemmeliyetini icap ederek işte bu sebepten dolayı her tür eğlenceleri mükemmel olduğu gibi trenlerde dahi rahatlık ve sefa vasıtaları mükemmelen hazırlanmıştır.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.