Kitabı oku: «Acayib-i Âlem», sayfa 4
“Nasıl arkadaş? Bu gece hayli rahatsız oldun ya?”
“Olmadım desem yalan söylerim. Fakat karşılaştırılacak olursa en rahat seyahatimiz şu Karadeniz seyahati olacaktır. Bundan sonra daha güç yolculukları düşünerek bu zahmete teşekkürler ediyorum.”
“Yok! Yolumuzun bundan ilerisinde dahi öyle insanı yıldıracak zahmetler yoktur. Bir Rus köylüsünün evinde dahi insan pekâlâ misafir olabilir. Bir Tatar medresesinde iki kaşık çorba bulunabilir.”
“Demek oluyor ki sen bu gece hiç rahatsız olmadın ha?”
“Hiç değil ama rahatsız olmadım demektir. İnsan arkasının alışmış olduğu yatağını terk ederse şüphe yok ki yerini yadırgar. Lakin İstanbul’da bir yere misafirliğe gitse idim ne kadar rahatsız olacak idiysem bu gece de o kadar rahatsız oldum. Fakat bu kadarcık rahatsızlık seyahatin güzelliklerini bize meşakkat olarak gösterebilir mi?”
“Hayır! Onun için demiyorum. Şüphe yok ki insan her yerde rahat da edebilir, rahatsız da olur. Bununla beraber karadan edeceğimiz seyahatin zahmeti elbette deniz seyahatinden fazladır.”
“Zahmeti fazladır ama zevki de fazladır.”
Kahvelerini, kahvaltılarını yiyip içtikten sonra ikisi de kürk kaplı paltolarına bürünerek güverteye çıktılar. Bayağı şiddetlice bir lodos rüzgârı esmekte idiyse de vapur bütün yelkenlerini açarak dalgadan dalgaya sekmekte olduğu için sallantısı azdı.
Akşam birlikte yemek yemiş oldukları kaptanlar bizim yolcuları görünce şapkalarını çıkarıp selamladılar. Kaptanların çehrelerindeki güleçlik bu havadan pek ziyade memnun olduklarını gösteriyordu.
Suphi, Hicabi’ye dedi ki:
“Şu kaptanların niçin memnun olduklarını anlayabilir misin?”
“Havalarını bulmuşlar da ondan!”
“Onlar ömürlerini deniz üzerinde geçirmek için yaratıldıklarından Odesa’ya altmış saatte varmak ile seksen saatte varmak arasında bir fark bulunur mu?”
“Ne bileyim ben?”
“İşte İstanbul’da baklanın, enginarın turfandasından başka bir şeye kafa yormayan beyler dünyanın böyle inceliklerini hesap edemezler.”
“Bunda ne incelik var?”
“Ne incelik mi var? Yelkenlerin yardımı ile bu vapur Odesa’ya yirmi saat evvel varırsa saatte onar kantardan iki yüz kantar kömür kazanılmış olur.”
“Öyle ya!”
“Dur dahası var. Bu iki yüz kantar kömür de en kötüsü yirmi liraya yakın para ederek o para da bizim gibi yolculardan aldıkları ücretler gibi sonra bölüşülmek üzere çalınmış şeyler defterine kaydolunur. Şimdi anladın mı? Avrupalılar da hırsızlık ederler ama böyle efendilerinin aramamak üzere karar verdikleri şeylerden çalarlar.”
Hicabi Bey, Suphi’nin yalnız yüksek bilimsel konulara değil genel işlere de böyle hiçbir kimsenin kafa yormaya lüzum görmeyeceği şeylere varıncaya kadar kafa yormuş olmasına şaşarak bununla beraber arkadaşını takdir dahi etti.
Birinci kaptanın karısı bütün gece kendisini hapsetmiş olduğu kamaradan biraz hava almak için dışarıya çıkmış ve akşam sofradaki beraberlikten dolayı bizim yolcuları selamlamıştı. Bu kadın Fransız ve Alman dilleri gibi yabancı dillerden birisine vâkıf olmak şöyle dursun kendisi İrlanda kıyılarından bir balıkçı kızı olmasıyla yerli dilinden başka hatta İngilizceyi bile bilmezdi. Dolayısıyla Fransızca konuşup konuşamadığı hakkında Suphi Bey’in sorduğu soru boşa çıktığı gibi Almanca bilip bilmediği hakkında Hicabi’nin sorusu da cevapsız kalarak kadın ise hâl ve hatır soruyorlar zannıyla İngilizce yalnız bir “Thank you.” yani “Teşekkürler ederim.” demekle karşılık verirdi.
Kadının hâline gülmek mi gülmemek mi lazım geleceğini düşünmeye dahi lüzum görmeyen iki arkadaş ufku çepeçevre istila eden deniz yüzeyini seyretmeye başladılar. Suphi Bey yeryüzünün küreselliğini ispat için şu deniz yüzeyinin dışbükeyliğinden büyük bir açık delil olamayacağını arkadaşına anlatıp Hicabi Bey dahi artık bu gibi bilimsel meselelerin acemisi olmadığından denizlerin yalnız yeryüzünün küreselliğini ispata yarar bir açık delil olmadıklarını ve belki yerin çekim gücünü ispata dahi o kadar açıklık ile delalet ettiğini öne sürerek dedi ki:
“Geçenlerde bu bahis bir yerde hayli dedikoduya yol açmıştı. Yeryüzünün küre bir cisim olduğunu bir türlü zihnine sığdıramayan bir zat ‘Eğer dünya bir küre ise ayak ucumuza gelen denizler baş aşağı bulundukları hâlde nasıl olup da dökülmüyorlar?’ sorusunda ısrar ederek hâlbuki genel çekim kuralı hakkında değil hiçbir şey hakkında kendisinde bir ön bilgi bile bulunmadığı için herkes bu meseleyi kendisine anlatmaya boş yere çalıştıktan ve anlatamadıktan sonra dedi ki: ‘İşte efendim! İspatı mümkün olmayan saçma sapan sözleri böyle bilimsel kanunlar suretinde herkese yutturmaya çalışanlara şaşarım. Bu meselede beni ikna edebilecek olan laf ebesi bilim adamlarının alınlarına çelenk takarım.’ ”
“Ah! Cenabıhak bu kadar bönlüğü bana da ihsan buyursa idi de ömrümü diğer hayvanların nail oldukları kayıtsızlık nimeti gibi bir nimet içinde geçirseydim.”
Suphi’nin bu üzüntüsü insan akıllarının tabiatın hakikatleri karşısında ne kadar aciz olduğu meselesine bir giriş açarak bir insanın şu acayip kâinat ve şaşırtıcı âleme karşılık hakikate kayıtsız bulunmak nimetine mazhar olursa dünyada en mesut adam olacağına ve özellikle bu meselelere dair delilsiz, kanıtsız olarak işittiği sözlere bir kere inanıp da zihni o malumata inanır ve artık hiç de fikir yormaya lüzum görmezse o adamın elbette evvelki kayıtsızdan daha rahat sayılacağına son derece üzüntüyle hükmettiler.
Kuşluk yemeği için çalınan çan bizim iki arkadaşı kamaraya indirmişti. Sofra halkını yine dün akşamki kimselerden ibaret bularak hele hâl ve şanından yolcu olduğunu anladıkları İngiliz’in kaptanlar ile konuşmasından gerçek yolcu olduğuna artık şüpheleri kalmadı ise de bu İngiliz kendilerine hiçbir hitapta bulunmadığı için onlar da kendisini konuşmaya davet etmeye lüzum görmediler.
Yemekten sonra yine yukarıya çıktıkları zaman dümencinin yanına gittiler. Dümenci önündeki pusulaya geminin hareketini tatbik için pek büyük bir ihtimamda bulunmakta idi. Hicabi dedi ki:
“Acaba bu dümenci şu pusulanın ne demek olduğunu bilerek ve anlayarak mı ona bakar?”
“Ne mümkün! Hatta Christophe Colomb Amerika’yı keşfe çıktığı zaman tamam ekvatorun altına gelip de pusula artık iki kutuptan hangisi tarafından çekileceğini şaşırdığı ve bu yüzden mihveri üzerinde macuncu fırıldağı gibi fırıl fırıl dönmeye başladığı zaman Christophe Colomb bile şu fiziki acayiplikten ürküp umutsuzluğa kapılmıştı. Pek çok sanayicinin birtakım tatbikatın bilimsel meselelerinden haberi bile yoktur.”
Biraz sessizlikten sonra Hicabi Bey dedi ki:
“Üzerinde bulunduğumuz yerkürenin diğer gök cisimleri ile olan münasebetini maddeten ve açıkça gösteren şeylerin üçüncüsü de şu pusula üzerinde eseri görülen mıknatıs kuvvetidir. Gelgit olayı ayın ve bitkileri olgunlaştırmak özelliği güneşin bizimle olan münasebetini ispat ettiği gibi mıknatıs iğnesinin Kuzey ve Güney kutbu taraflarından çekimi de yine o münasebeti ispat ediyor.”
“Fransa’nın çağdaş yazarlarından Louis Figuier’nin ‘Ölümden Sonra’ başlıklı kitabını okusa idiniz bu bahsi nerelere kadar uzatmış olduğunu anlardınız.”
“Almancaya tercümesi yoktur ki! Bununla beraber mıknatısın özelliklerine dair Almanların pek çok incelemelerini de okudum.”
“Hayır! Mıknatısın özelliklerine dair değil. Yerküre ile diğer yıldızlar arasındaki münasebeti söylüyorum. Louis Figuier bu münasebeti âdeta bir nevi haberleşme derecesine vardırarak hiçbir din sahibinin inkâr edemediği ahirete o şekilde vücut veriyor.”
“Ne diyor Allah’ı seversen ne diyor? Bu bahis pek mühim bir bahis olmalı.”
“Ona şüphe yok. Bahis o kadar mühimdir ki Figuier’nin bu düşünceleri yayılacak olsa da Avrupa bilginleri biraz da şeri ilimlerimizi inceleyecek olsa hatadan hataya düşe düşe nihayet ahiret hakkında bizim kelam ilmimizin verdiği hükmü kabule en fazla layık bulurlardı.”
“Figuier ne diyor?”
“Figuier ‘İnsanı yalnız bu dünya üzerinde ot gibi bitip yine bu dünya üzerinde ot gibi mahvoluyor diye düşünmekte bulunan bilginlerin zihninin bu dünyanın dışına çıkmadığına teessüfler edilir. Hâlbuki otlar bile yalnız bu dünya üzerinde bitmiyorlar. Eğer diğer gök cisimlerinden yerden bitme özelliği gelmeyecek olsa bu dünya üzerinde ot bile bitemeyeceğini ispat ile hayvanların ruhlarının diğer gök cisimlerinden gelen can verici güçten besleneceği ilk olarak görülmesi gerekirken ölümden sonra ruhların yine diğer gök cisimleri gibi idrak dairemizin dışında olan öteki dünyalara geri dönmeyeceğine nasıl hükmedebiliriz.’ diyor.”
“Demek oluyor ki işi yine kapalı bırakıyor.”
“Bu gibi hakikatleri kesin olarak belirlemek ve hakkında hükme varmak bilimlerin bugünkü derecesi ile mümkün olur mu? Bununla beraber birkaç yüz sayfada söz konusu yazarın verdiği izahatı ve verdiği delilleri burada sana birkaç kelime ile haber vermek imkânsız olur. İnsan o kitabı okursa Louis Figuier’nin ispatına çalıştığı şeyler tamamı tamamına İslami hikmete uygun olmamakla beraber ileride bu incelemelerde devam ettiği hâlde pek çok hakikate yol açabilecek şeyler olduğunu da insan aklı kabul eder.”
“Gerçekten bu mıknatıs ve elektrik kuvveti, henüz yeni yeni keşfedilen ve incelenen bir şey olup bu konuda incelemeler ileriye götürülecek olursa o kadar hakikatler meydana çıkacaktır ki Cenabıhakk’ın yaratılış kanunundaki sırlar hemen apaçık görülecektir. Buna hiç şüphe etmemelidir. Şu kadar ki böyle orta yerde var olmadığı hâlde eserleri ve büyük tesirleri görülen şeyleri incelemek için bilimsel araçlar dahi azdır. Dolayısıyla bu yolun sonuna varmanın ne kadar zamanda nasip olacağını hükmedemeyiz. Lakin yolun bu kadarı katedildikten sonra insan aklının şu menzilde kalmayı uygun bulmayarak bir zaman gelip de hayatın hakiki mahiyeti gibi şimdi imkânsız derecesinde sayılan şeylerin de kesin olarak belirlenmesi mümkün olabilecektir.”
“İnsan hayatının ölüm tehlikesinden muhafazasına yol bulunabileceğini aklın gerçekten keser mi?”
“Cenabıhak bu iktidarı da insanoğluna vermiş ise neden kesmesin? Lakin şimdiki görünüşe bakılırsa bundaki müşkülat imkânsız derecesindedir. Böyle etten, kemikten, sinirden, damardan müteşekkil vücutlar için sonsuzluk nasıl hayal edilebilir? Hayatın olmazsa olmaz bir büyük şartı özellikle kan dolaşımı iken damarlar ve atardamarlar denilen borular işleye işleye iç tarafından birikinti tutarak darlaşıyorlar. Dolaşımı kuvvetinden düşürüyorlar. Dolayısıyla vücut evvelki gibi beslenemiyor. Kalp denilen kanı pompalayan tulumba da işleye işleye kemikleşiyor. Vücuda hizmet eden aletlerin hepsi böyle eskiyor. Dolayısıyla hayatın sırları layıkıyla ve tamamıyla anlaşılacak olsa bile özellikle tamamıyla anlaşılmış bulunan hazım ve kan dolaşımı aletlerinin tamirine imkân tasavvur olunur mu ki hayatın devamını sağlayan diğer azanın da tamiri mümkün olsun! Dolmuş ve eskimiş bulunan atardamar ve damarları vücudumuzdan çıkarıp yerlerine yeni damarlar koymaya insan sanatı yeterli olur mu? Hâlbuki canı çıkmış olan bir adama bir damardan sağlıklı kan vererek tekrar gözlerini açmak mertebesine yaklaşıldığı hâlde o adama katiyen taze hayat verilemiyor.”
“Gerçekten öyle! Maalesef öyle!”
“Neden maalesef? Bu hayata muhabbetiniz o kadar büyük müdür?”
“Büyük olsa da ayıp değil a? Kendim için değil! Fakat olgun bir insanın 40, 50 senelik ömrünü sarf ederek bunca olgunluğa eriştikten sonra ölümün pençesi ile mahvolup gitmesini uygun bulur musun?”
“Hayhay! Tamamıyla uygun bulurum.”
“Ya o adamın insani olgunluğundan türdeşleri faydalanmasınlar mı?”
“Faydalansınlar! Yazı denilen şey ne için icat olunmuştur ya? Hâlâ bugün Aristo’nun felsefi olgunluğundan faydalanmıyor muyuz?”
“Ya hâlâ bu güzel Aristo hayatta olsa idi daha güzel olmaz mıydı?”
“Bugün Aristo’nun hayatta olmasının temini için o zamandan beri ana rahminden doğan insanların dahi hayatta olmalarına ihtimal vermek gerekir. Bu ise yerküre üzerinde ayak basacak yer bulunamayacak kadar insan çoğalmasını gerektirirdi. Hâlâ şimdi bile Avrupa gibi tabiat bilgisinin ve sağlığın korunması kurallarının gelişmesi sayesinde doğanların vefat edenlerden az olduğu memlekette insan nüfusu o kadar artmaktadır ki her sene yüz binlerce nüfus dünyanın uzak kıtalarına göçtükleri hâlde yine Avrupa nüfusu o kıtaya sığmayacak kadar çoğalmaktadır. Geçenlerde bir gazetede bir yazı görmüştüm. Yazarı diyor ki: Avrupa nüfusu yavaş yavaş bütün dünyayı doldurursa oturacak, yaşayacak yerimiz kalmaz.”
“Amma vehim ha!”
“Şimdilik vehim görülür. Lakin üç yüz senede Avrupa nüfusunun ne kadar uzak memleketleri doldurmuş olduğuna göz gezdirip de bu ilerlemenin birkaç yüz asır daha devamına ihtimal verince o vehimlinin vehimleri derhâl bir hakikat şeklini alabilir.”
“Demek oluyor ki insanların ölüm pençesi ile yok olmaya mecbur olmalarını beğeniyorsun ha?”
“Cenabıhakk’ın rabbani hükmünden hangisi beğenilmez ki bu da beğenilmesin? Zaten hayatın zevki dahi doğmakta, büyümekte ve nihayet ölmektedir. Yeni doğmuş bir çocuğa bakarak kendi çocukluğumuzun zevkini şimdi anlarız. Delikanlı iken ömrün lezzetini pekâlâ fark etmekte idik. Şu babayiğitlik zamanı bize daha şimdiden ak sakallı olacağımız zamanları vadederek herkesin hürmetine mazhar bir güzel ihtiyar olmaktaki lezzete şimdiden bizi ulaştırır. İhtiyarlığa mahsus olan büyüklük ise artık onların bu dünya adamı olmaktan çıkmış sayılmalarından doğar. Bu dahi ölümün gelişini muvazeneye vesile olur.”
“O kadar istekle söylüyorsun ki güya ölmeye daha şimdiden can atıyormuşsun zannedeceğim geliyor.”
“Ne bileyim? Ölümün hemen şimdi hazır olmadığına elde ne senedim var?”
Şu yolda açılan söz, iki arkadaşı akşama kadar eğlendirdi. O akşam dahi yine her zamanki kimselerden ibaret sofra halkı yemek başında toplandılar. Başka bir adam olsaydı ihtimal ki bu şekilde yemek yiyişten bıkardı. Çünkü yarım saatten fazla sofrada bulunulduğu hâlde hazır bulunanların hepsinin ağzından hemen yirmi söz çıkmayıp, bu sözler dahi hâl ve şanından yolcu olduğu anlaşıldığını haber vermiş olduğumuz İngiliz’in birinci ve ikinci kaptanların karılarına son derece lütuf ve nezaketinden dolayı söylediği sözlerden ibaretti.
İngilizlerin şu söz cimrilikleri bazı kere bir dereceye varır ki hakikaten artık can sıkmaya başlar ise de bu sıkıntı bizim gibi söze, sohbete alışmış olan adamlara mahsus olup yoksa sözleri, sohbetleri yine kendilerine mahsus olan Suphi ile Hicabi, İngiliz’in âleminden o kadar sıkılmamışlardır.
Hicabi Bey’in tabuta benzetmiş olduğu gemi yataklarında o gece de yattılar. Ertesi sabah uyandıklarında vapur makinesinin işlemesinden ve geminin hareketinden oluşan gürültü ve şamata olmayarak gayet derin bir sükût ve sükûnet hâlinde bulunmaları bunların hayretine yol açtı.
Gerçekten bir insanın böyle gürültülere alışması, o gürültülerin kesilmesi hâlinde kendisini bütün bütün başka bir âlemde bulundurmak gibi bir üzüntü meydana getirir. Trenlerde, vapurlarda ve bazı kere değirmenlerde insan bu yerlere mahsus olan gürültü içinde uykuya dalarsa gürültüleri oluşturan hareketin kesilmesiyle derhâl uykudan dahi uyanır.
Hicabi dedi ki:
“Ne olduk acaba arkadaş? Galiba vapur yoluna devam etmiyor. Galiba durduk.”
“Galibası yok. Hesapça Odesa’ya geldik.”
“Odesa’ya mı geldik?”
“Öyle ya? Daha hızlı posta vapuru olsa böyle arkadan lodosun da yardımıyla daha tez gelirdik.”
“Öyle ise haydi çabucak kalkalım.”
“Pek de acelemiz yok ise de bununla beraber kalkmak zamanı da geldi.”
Seyyah efendiler kalktılar. Ellerini, yüzlerini yıkayıp giyindikten sonra ulaşılması hedeflenen limana varıştan sonra artık posta vapurlarında bile kamarotlar yolculara kahvaltı vermeyeceklerinden yalnız birer kahve içmekle yetinerek çizmelerini giydiler. Yol sandığını da ellerine alıp güverteye çıktılar.
Yeni seyahate çıkanlar bir memleketi, gerek karadan gerek denizden, hele bilhassa denizden ilk defa olarak gördükleri zaman ne güzel bir his ile hislenirler!
İnsan, kendisinin içinde doğup büyüdüğü memleketten başka dünya yüzünde daha birçok memleket bulunduğunu işitmek, okumak ve hatta resimlerini seyretmek hâllerini öyle bir memleketi gözleriyle gördüğü zamanki hislenmeleriyle asla karşılaştıramaz.
Güya yeniden doğmuş da başka bir dünyaya gelmiş gibi yüreğinde bir şeyler hisseder.
Hakikat! Seyahat edenler tecrübe etmişlerdir ki bir adam kendi memleketinden veyahut bir zamandan beri ikamet etmekte bulunduğu yerden hareket ettiği zaman kendisinin bir seyyah olduğunu, seyahate mahsus olan hissiyattan pek de anlayamaz. Böyle bir memlekete girdiği zaman kendisinin seyyah olduğunu anlar. Çünkü o hâlde kendisine her şey yeni göründüğü gibi kendisi de orada herkese yeni bir adam görünüyorum zanneder. Her tesadüf ettiği adam “Mutlaka bana bakıyor! Benim yabancı ve seyyah olduğumu mutlaka anlamıştır.” sanıyor.
İşte seyahatin insan kalbinde uyandırdığı şu neşeyi Suphi Bey de Hicabi Bey de hissetmeye başlayarak vapurun etrafında bulunan birkaç sandala elleriyle “Buraya gel! Buraya yanaş!” işaretini verdikleri zaman konuşmadan yalnız bir el işareti verdikleri hâlde dahi hâl ve tavırlarından o kadar azamet, o kadar gurur anlaşılmakta idi ki âdeta “Bizi görmüyor musunuz be? Bizi? İşte biz seyyahız! Misafiriz! Bizi böyle bir geminin üzerinde görünce hemen karşılamaya koşmalı!” manaları dahi hâl ve şanlarından anlaşılmakta idi.
Bununla beraber sandalın hızlıca gelmesini, karşılarındaki panoramayı seyretmeye doymuş değil henüz başlamış olan gözleri hiç de hemen istemeyip Odesa’nın ilk görünümü ikisini de hayrete boğmuştu.
Gerçekten İstanbul’un dıştan görünüşü kadar güzel bir panoramanın bütün dünyada emsalsiz olduğu herkesin ortak görüşü ise de İstanbul’da doğup yine İstanbul’da büyüyerek o güzelliğe alışmış olanlar onun kadrini tamamıyla takdir edemezler. Hatta sonradan görüşüp insanın âşık olduğu bir kadın hakkındaki âşıkça hayranlığı bile kavuşma ve beraberliğin uzamasıyla yavaş yavaş bir kayıtsızlığa dönüşerek insan evvelce gözlerinden kıskandığı sevgilisini bir zaman sonra hiç de güzel bulmaz. Hiç de sevmez olur! Bu hâlde başka bir güzel gördüğü zaman aslında eski sevgilisinden daha güzel olmadığı hâlde bile “Aman ne güzelmiş!” diye içi titrer.
İstanbul şehri emsalsiz bir sevgili olmakla beraber ona her gün ulaşanlar artık güzelliğine alışmış bulundukları hâlde bunlar Odesa’yı görürler de hakikaten kendi sevgilileriyle rekabete muktedir bir diğer sevgili görmüş derecesinde şaşırırlar ise hayret etmemelidir.
Gerçi Odesa şehri İstanbul’un ancak onda biri kadar küçük bir şehirdir. Lakin henüz son yüzyılın vücuda getirdiği şehirlerden birisi olmakla bu kadar güzel, bu kadar zengin görünür ki İstanbul’da böyle bir seyire nail olmak için şehrimizin yüksek binalarını tamamen bir yere toplayarak dışarıdan bakmak gerekir.
Odesa şehri önünde dört beş yüz gemi alabilecek kadar geniş bir liman bulunup o limanın uygun bir şekilde konumlandırılmasıyla açılan gözler sahilde yedi sekiz kışla ile üç dört hastanenin ve diğer birtakım devlet binalarının gayet geometrik bir şekilde dizilmiş olmaları göze ilk güzelliği bahşeder. Sonra asıl şehre meyilli bir zemin üzerine kurulmuş olduğundan İstanbul Limanı’ndan bakıldığı zaman âdeta Beyoğlu’nun görünüşü gibi kâgir ve yüksek binaların birbiri üzerinde görülmeleri şehrin seyreden gözlerdeki azametini arttırdıkça arttırır.
Suphi bu görünüm karşısında o kadar hayrandı ki Hicabi Bey “Ne güzel bir şehir!” dediği zaman bu sözü işitemediği gibi evvelce işaret etmiş oldukları sandal vapura yanaştığı zaman dahi âdeta haberdar değildi.
Nihayet arkadaşı kendisini uyandırarak sandala bindiler. Sandalda Hicabi Bey “Ne güzel şehir! Ne güzel manzara!” sözlerini tekrar edince Suphi dedi ki:
“Ona ne şüphe! Odesa’nın güzelliğini dost değil düşman dahi teslim eder. Bu hikmetten dolayıdır ki Kırım Savaşı’nda İngiliz ve Fransız donanması işte şu askerî limanda Rusya donanmasını yakmaya geldikleri zaman atılan top tanelerinin şehri dahi harap etmemesine pek ziyade dikkat etmişlerdi.”
“Şehre acıdılar ha?”
“Bu kadar emekler harcayarak vücuda getirilen şöyle kız gibi bir şehre top atmak, hem de lüzumsuz yere top atmak yazık değil midir?”
“Ama birtakım şehirleri topa tuttukları nadir değildir.”
“Zorunlu olur da onun için topa tutarlar. Hâlbuki buraya top atan İngiliz, Fransız donanmasının maksadı Odesa’yı yıkmak değil mütehassın18 bulunan Rusya donanmasını yakmaktı. Medeniyet dünyasında yalnız bir milletin değil bütün insanlığın ortaklaşa muhafazasına mecbur olacakları derecelerde kıymetli birtakım şeyler vardır ki onlara tahrip elini uzatmak âdeta cinayettir. Hem bu yüce fikir şimdilerde ortaya çıkmış bir şey değildir. İstanbul topa tutulduğu zaman Ayasofya’nın tahrip güllesinden esirgenmesi dahi bu koruma fikrinden doğmuştur.”
Suphi Bey bu sözleri söylerken sandalcı bir yandan pasaporthaneye doğru kürek çekmekte olduğu gibi Hicabi dahi diğer taraftan Suphi’nin ne kadar bilgili bir adam olduğuna hayran olarak söylediği sözleri dinliyor ve kendi kendisine dahi diyordu ki:
“Kırım Savaşı’na biz de iştirak ettiğimiz hâlde henüz mükemmel bir tarihi yazmaya bile ehemmiyet vermemişiz. Yabancı diller üzerine yazılan tarihleri böyle Suphi kadar ehemmiyet ve itina ile okuyarak düşman donanmasının Odesa’yı yıkmaya kıyamadıklarını özellikle bellemek ve işte böyle yeri geldiği zaman kullanarak kapsamlı bilgisine dinleyenleri hayran etmek dahi herkese nasip olur mu? Doğrusu ya! Suphi ile seyahate çıktığıma pek isabet ettim. Dünyayı şimdi görüp şimdi anlayacağım.”
Sandaldan çıkıp pasaporthaneye vardıktan ve orada malum resmî muameleyi yaptıktan sonra şehre girmeye karar verdiler.
Odesa’nın deniz sahilinden asıl şehre girmek için büyük bir seddi aşmak gerekir. Çünkü asıl şehir tabii bir set üzerine kuruludur. Hâlbuki Odesa şehrinin bir garipliği de bu seddi aşmak için yapılmış olan merdivendir ki gayet geniş ve taştan yapılmış iki yüz basamak üzerine inşa edilmiştir.
İki arkadaş bu merdivenden çıkmaya başladılar. Merdivenin üzerinde tunçtan yapılmış azim bir heykel görününce Hicabi Bey sordu ki:
“Bu heykel kimin resmidir?”
“Duc de Richelieu’nun resmidir!”
“Ben bu Richelieu ismini Fransız tarihinde görmüştüm. Bu adam Fransız’dır.”
“Evet ama bu şehrin kurucusudur.”
Hicabi Bey zaten Avrupa tarihine vâkıf olmuş bulunduğu için Suphi Bey’in hemen sözü geçen heykelin yanından geçerken ayakta hatırlatma yollu söylediği bir iki söz Hicabi için gerekli izahat yerine geçmiş idiyse de okurlarımız arasında tarih bilmeyenler için Suphi’nin bu kısa izahatı yeterli olamayacağından onu bizim Suphi ağzından olmak üzere fakat daha da açık olarak şöyle anlatalım ki:
“Rusya İmparatoriçesi Katerina zamanına gelinceye kadar bu Odesa şehri ‘Hoca Bey’ adıyla küçücük bir Tatar köyünden ibaret olup söz konusu yer hem Dinyeper hem de Dinyester nehirlerinin birleştiği yer bulunmakla bu nehirlerde balıkçılık eden birtakım Kazaklar dahi bu civarlarda kulübeler inşa ederlerdi. Ne vakit ki Rusya Karadeniz’de deniz ticareti için kendisine bir yol açtı, Karadeniz limanlarının en mühiminin şu Hoca Bey mevkisinde olabileceğini takdir ile oraya yeniden bir şehir bina etmeye başladı. Fakat şehrin bu derece süs ve mamurluğuna hizmet eden ancak Duc de Richelieu olmuştur. Çünkü büyük Napolyon Fransa’yı altüst ettiği zaman Fransa kibarından birçokları şuraya buraya kaçtıkları gibi Richelieu da Rusya’ya göç edip bu devlet tarafından Odesa’ya tayin olunmuştu. Şimdi şu suni limanı inşa ettiren Duc de Richelieu olduğu gibi en meşhur binalar da onundur.”
Odesa’ya ulaşan yolcular eğer paralarına güvenirler ise “Bulvar” denilen büyük cadde üzerinde bulunan Londra Oteli ile Petersburg Oteli ve Avrupa Oteli gibi yerlere misafir olabilirler. Lakin bizim iki seyyah böyle zengin Avrupa seyyahlarıyla karşılaştırılamazlardı. Odesa’da Karadeniz kıyıları ile İstanbul’dan ve Akdeniz adalarından gelen tüccarlar için birçok misafirhane daha vardır ki bunlar âdeta bizim Galata ve İstanbul taraflarının hanları ve lokantaları kadar ucuz olup fakat temizlikte de onlardan ileride değildirler. Bu yerler “Perivedosni Bazar” denilen yer ve civarında bulunur. Zaten orası Moldovalıların, Rumların ve Yahudilerin ve diğer bunlar gibi meslek sahiplerinin meskenidir.
Suphi ile Hicabi beyler burada kendilerine bir misafirhane bulduktan ve bir miktar da kuşluk yemeği yedikten sonra şehri gezmeye çıkmak istediler. Yolları tabii olarak bilemeyeceklerinden bir Çingene ile günde yarım rubleye pazarlık ederek onu kendilerine kılavuz tuttular.
Hicabi Efendi kılavuzun böyle bir Çingene olmasına mana vermeyerek demişti ki:
“Arkadaş seyahatte tasarrufa uymakla beraber yalnız kılavuz olacak adamdan para esirgememelidir sanırım. İnsana benzer bir kılavuzumuz olsaydı şehrin görülmeye değer olan yerlerini bize daha güzel gösterirdi. Bu biçare Çingene bize nerelerini gösterebilir?”
“Biz nerelere gitmek istersek oralara bizi götürür.”
“Biz şehrin acemisi olduğumuz hâlde isteyeceğimiz yerlerin neresi olacağını nasıl anlayacağız?”
“Ya Suphi çıldırmış diye hüküm verdikleri zaman ne gibi şeyler ile iştigal ediyordum? Elimde harita olduğu hâlde yatağa girdiğim zamanlar uykuya varıncaya kadar ne düşünmek ile vakit geçiriyordum? Görmediğim seyahatname mi kaldı? Müracaat etmediğim kılavuz mu kaldı?”
“Demek oluyor ki sen bu gezdiğimiz yerleri evvelden gezmiş görmüş kadar biliyorsun.”
“Hemen onun gibi bir şey! Yalnızca görmeyle hiçbir şey anlaşılmaz.”
Gerçekten o gün akşama kadar Suphi Bey Çingene’ye pek güzel kılavuzluk ettirdiği gibi ertesi gün ve daha ertesi gün de Çingene’nin vazifesini yerine getirmesinden Hicabi Bey dahi memnun kaldı.
İki seyyahın üç gün zarfında gezdikleri yerler Odesa’nın görülmeye değer olan tüm yerleri demek olup bunlar ise Richelieu Mekteb-i Ali’si adıyla 1818 senesinde kurulup bugün dahi Avrupa’nın en güzel okulları derecesinde ilerlemiş olan Mekteb-i Ali ile “Bahçıvan Mektebi” denilen dünyanın her tarafından toplanan tohumları Odesa’da yetiştirmeyi tecrübe için dahi gayet güzel bir bahçesi olan diğer bir okul, 25 bin cilt kitabı olan kütüphane, Odesa Limanı kazılırken ortaya çıkan eski eserler ile bir de Mykolaiv ve Stumosil taraflarında bulunan birçok eski eseri içeren müzehane, Doğu Dilleri Okulu, 363 mağazası olan buğday pazarı, birtakım büyük kiliseler ve bira vesaire fabrikaları gibi Odesa’yı süsleyen başlıca yerler idiler.
Büyücek bir şehri böyle üç gün zarfında gezip bitirebilmek mümkün olamayacağı malum olmakla beraber bizim seyyahlar yalnız Odesa’yı görmeye gelmemiş oldukları için kuzeye doğru ilerlemek azminde idiyseler de oralarda mevsim henüz kış sayılacak kadar havalar ters gittiği gibi o zamanlar Rusya’nın içlerinden gelip Odesa’ya ulaşan trenler de henüz hazırlıkları tamamlanmamış bulunmasıyla yolun bir büyük kısmını arabalar ile gitmek mecburi bulunduğundan daha ileride görmeye değer olmayan Balta veyahut Bender gibi bir yerde vakit geçirmekten ise havalar müsaade edinceye kadar daha birkaç günü Odesa’da geçirmeyi iki arkadaş kararlaştırmışlardı.
Özellikle de Odesa’da bir botanik bahçesi, bir bahçıvanlık okulu bulunsun da burasını özel olarak ziyaret etmeksizin geçip gitsin! Hiç bu Suphi Bey için mümkün olur mu?
Dolayısıyla bir gün özel olarak bitkiler okulu ve bahçesine giderek kendilerini, Rusya’yı görmek için İstanbul’dan gelmiş iki meraklı seyyah olarak tanıtıp okul müdürleriyle hocalarına tavsiye ettiler.
Bu başvuru müdürler ve hocaların hayretine yol açar ise şaşılır mı?
İçlerinden birisi demişti ki:
“Efendim! Hayretimize şaşmayınız! İstanbul’dan buraya kimse gelmez değildir. Şehrimizin ilişkide olduğu en büyük merkezlerden birisi de İstanbul’dur, senede limanımıza limanınızdan beş altı yüz parça gemi ve vapur geldiği hâlde buraya İstanbulluların gelmediği iddia edilemez. Şu kadar ki buraya gelen İstanbullular arasında okulumuzu ziyarete gelmiş hiçbir Türk’ün, hiçbir Müslüman’ın ismi defterimizde kayıtlı değildir.”
“Neden?”
“Çünkü buraya gelen Osmanlılar ya Petersburg’a doğru geçmek için gelen memurlarınızdan veyahut iskelemizde amelelik etmek için gelen avamınızdan ibarettirler. Sizin gibi Rusya’yı seyahat edip görmek için özellikle yolculuk külfetine katlanmış adamları ilk defa olmak üzere şimdi görüyoruz.”
Bu söz üzerine Suphi ile Hicabi birbirlerinin yüzlerine baktılar ki manası “Yanı başımızda şöyle bir şehir bulunsun da onun da bu kadar mükemmel ve muntazam olan bitkiler okulunu ilk ziyaret eden Türk biz olalım! Buna acımalıdır!” demek olduğunu ihtimal ki Ruslar anlamışlardır.
Bu mektep hakikaten pek mükemmel bir mekteptir. Mevsim henüz bahçelerin birinci kazma işlemi zamanının dahi ilk gelişine rastladığı için her ne kadar bahçede görülecek pek çok şey yok idiyse de kış mevsiminde soba ile meyve ve sebze yetiştirmek için gayet mükemmel seraları olduğu gibi baharın ilk müsaadesinde hemen tarlalara götürülerek fidelenmek için birçok bitki dahi sıcak yastıklarda yetiştirilmekte idi.
Suphi Bey bu okulun bahçıvanlıktaki ilerlemelere ne gibi hizmetleri olduğunu sorunca öğretmenlerden birisi:
“Okulumuz buralarda mevcut olmayan pek çok meyve ve sebzeyi buranın havasına alıştırmaya muvaffak olduysa da dışarıda bahçıvanlık edenleri babalarından gördükleri sebzelerden başkasını yetiştirmeye teşvik etmek imkânsız görülüyor. Aslında ahalide rağbet olduğu gibi içerilere dahi pek çok sebze gidebileceğinden eğer bahçıvanlarımız gayretli olsa tam olarak istifade edebilirler ise de onların gayretsizliğine karşılık sizin Osmanlı bahçıvanların bulundukları yerin tabiatından dahi istifade ederek yetiştirdikleri turfandalar bizim bahçıvanları da teşvikten menediyorlar. Yoksa biz mesela patlıcanın moru, siyahı, beyazı, yusyuvarlağı, yarı uzunu ve tamamıyla uzunu olmak üzere sekiz on türünü ve lahananın da güdük, kırmızı, beyazı ve siyahı olmak üzere elli kadar türünü yetiştirmek gibi başarılarımızla iftihara kendimizde hak görüyoruz.”
“Seralarınızı da pek mükemmel görüyoruz.”
“Evet! İmparatorluk sarayına çoğunlukla burası turfanda yetiştirdiği için fide seralarımız pek mükemmeldir.”
Hicabi Bey turfandacılık hususunda Osmanlı bahçıvanlarının Rus bahçıvanlarına karşı üstünlüğüne hayret ederek bu konuda biraz daha açıklama istemeye girişince öğretmen demişti ki:
“Ah efendim! Mısır ve Akdeniz adaları âdeta ocak ayı içinde taze bakla ve şubat içinde patlıcan yetiştirdikleri hâlde bizde mümkün olur mu? O zamanlar bizim donmuş olan topraklarımızı balta ile kesmek dahi mümkün olamaz. Fakat müsaadenizle sizin bahçıvanlarınızı da biraz gayretsizlikle itham edeyim. Eğer hakkıyla gayret edecek olsalar senede birkaç yüz bin rublemizi kazanabilirler iken bize hem pek az hem de pek pahalı meyve ve sebze gönderdikleri için kendi istifadelerini menediyorlar.”