Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 14
Madam İlia döndükten sonra Hasan dahi karaya çıkıp Monsieur Fouillier’ya gönderdiği bir pusuladaki eşyayı ona satın aldırdığı sırada, kendisi de liman reisi bulunan miralay ile görüşmüş ve gemisi için (bin talerin daha hediyesi mukabilinde) bir Fransız pasaportu çıkarıp gemiye döndü. Geminin kumanyasının zaten limana girildiği günün ertesi günü düzülmesi kaideden olduğu için Hasan’ın “Hazır mıyız?” sualine kaptanlar “Hazırız!” cevabını verdiler.
O gece Monsieur Fouillier gemiye gelip gece yarısından sonraya kadar bazı hesaplar ve müzakereler ile Hasan’ı meşgul etti. Fouillier gittikten sonra, Hasan oturduğu kanepe üzerinde biraz uyku kestirmek için uzanıp kalmıştı. Ancak uyandırmak için kendisini birisi dürtüp de gözünü açtığı zaman, dürten adamın ikinci kaptan olduğunu ve Madam İlia’nın dahi kamara kapısında bulunduğunu görerek kalktı.
Artık sabah olmuş ve güneş bile çıkmıştı. Hasan’ın ilk lakırtısı “Levalankara!” oldu ki demir alınması kumandası demektir. Madam İlia büyük bir nezaketle “Sizi rahatsız ettiler, uyumalıydınız.” deyince ve Hasan dahi “Gemici kısmı daha ziyade uyumaz.” yollu mukabele edince yukarıda tayfaların yola çıkış hakkında tertip edilmiş bulunan gemici şarkısını çağırarak gıldır gıldır demir almaya başlamaları gürültüsü dahi işitildi.
Hasan zaten soyunmadan yatmış bulunduğundan kalktı, tuvalet mahallinde elini yüzünü yıkayıp üstünü başını düzelttikten sonra madam ile beraber güverteye çıktı.
Dördüncü Bölüm
Hasan Mellah güverteye çıktığı zaman ilk olarak rüzgâra dikkat etti ki gayet hafif bir güney rüzgârı esiyordu. Birinci kaptanın yanına sokularak “Marsilya’ya!” dedi. Sonra yine Madam İlia’nın yanına gelip konuşmaya başladı. Hasan, şayet kadıncağız memleketinden çıktığından dolayı üzgündür diye gurbet denilen ve herkesin kulağına ağır gelen şeyin o kadar korkacak bir şey olmadığından bahisle madama teselli vermeye başladı. Ancak madam asla üzülmediği ve binaenaleyh teselliye ihtiyaç göstermediği gibi, Hasan tarafından gördüğü yardıma ne yolda teşekkür edeceğini bilemediğinden söz etmeye başladı.
Madam İlia: “Efendim, siz beni yalnız eşime kavuşturmakla bekam33 etmeyi üzerinize almıştınız. Beni bir yerden kurtardınız ki orada, gerek manen ve gerek maddeten çektiğim eza ve cefalar içinde helak olup gidecektim. Âdeta canımı dahi kurtarmış oldunuz. Size her hâlde bir can borçlu kalacağım.”
Kadının böyle “Can borçlu kalacağım!” demesi Hasan’a, yine derhâl haydut gemisindeki Korsikalıyı hatırlattı. Zira o biçare dahi denize atılmaktan kurtulduğu zaman “Arkadaş, sana bir can borçluyum.” demişti. Ancak Hasan bu meseleden Madam İlia’ya bir harf bile söylememiş olduğu gibi başa kakmak gibi olmasın diye ondan sonra da söylemeyeceği açıktır.
Hava yaz olduğu ve ortalık gereği gibi sıcak bulunduğu cihetle, mevsimin gerçi bir hazzı yok idiyse de deniz üzeri yine serince ve hazlıca olacağı malumdur. Madam İlia ise güya kafes esaretinden kurtulmuş bir kuş olduğundan zaten yüreğinde türlü türlü sevinçler hissettiği gibi denizin elbette karadan ziyade olan letafeti de hislerine his katarak o kadar geniş nefesler alıyordu ki her aldığı nefesin âdeta hasta gibi bulunan kadıncağıza yavaş yavaş yeniden hayat verdiği açıkça görülüyordu.
Ajaccio Koyu’ndan çıktıktan sonra ne tarafa gitmekte bulunduklarını Madam İlia, Hasan’dan sormuştu. “Marsilya’ya.” cevabına alınca kadıncağız derhâl kendisini toplayamayarak “Orada ne ümidimiz olabilir ki? İlia, başından korkmaktan Marsilya’ya gelebilir mi?” demiş idiyse de Hasan’dan “Orada da benim ümidim vardır.” cevabını alınca aklı başına gelip “Cenabıhak her ümit sahiplerinin ümidini gerçekleştirsin efendim. Ben birdenbire işin bu cihetini düşünememiştim.” diye özür diledi ve Hasan da kadıncağıza yeniden teminatlar vermekten geri durmadı.
Madam İlia’nın, insana yalnız acıklı hâli tesir etmiyordu. Kadıncağızın gayet yumuşak görünüşlü ve masumane çehresiyle, yalvaran bakışları da birçok tesirlerden hali kalmazdı. Hele ta kocasının kaçmasından beri çektiği mihnetlerin kötü tesirleri olarak gül gibi benzi, yürekler paralayacak kadar nazarlarda çaresizlik ve dermansızlık tesirleri hasıl ederdi. İşte bu sebepten dolayı idi ki Hasan Mellah, kadına saatte kaç defa yeniden ümitler verirse kendisini o kadar başarılı sayardı.
Gemi, pek hafif rüzgâr ile ancak saatte üç mil kadar mesafe katedebildiğinden henüz Ajaccio Koyu’ndan çıktıkları ve etraf ve eknaf34 hâlâ pek yakından görünmekte bulunduğu hâlde, Madam İlia zaten takatsiz bulunmakla ayak üzerinde duramayacak kadar yoruldu ve bir aralık güverte üzerindeki kanepelerin birisine oturdu ise de orada birkaç dakika soluk aldıktan sonra Hasan ile beraber birinci kamaraya indi.
Geminin kamarası bir büyücek salon ve salonun sonunda, yani ta kıç üzerinde karşılıklı iki oda, bir hela ile salonun dış tarafında ve merdivenin alt sahanlığı yanında karşılıklı iki oda, bir büfe ve bir de sandık odası gibi bir şeyden ibaret ve fakat mükellef döşenmiş, müzeyyen idi. Merdivenden indikleri gibi Hasan Mellah, evvela bu odaları, büfeyi ve sandık odasını gösterdi ki odaların her birinde birer güzel yatak ve tuvalet takımları ve başka lüzumlu şeyler mevcut olup büfe ise çeşit çeşit içecek ve meyveler ile dolu ve sandık odası dahi duvarlara asılmış dört beş kat mükellef kadın elbisesi ve müzeyyen kadın şapkaları, birkaç çift kadın şemsiyesi, şalı ve bir deste kadın eldiveni vesaire ile mücehhez idi.
Madam İlia: “Geminizde galiba kadın da var efendim?”
Hasan: “Yok mu ya?”
Madam İlia: “Henüz kendisiyle müşerref olamadık da onun için sordum.”
Hasan “Biz kendisiyle müşerref olduk. Siz de olmak isterseniz şu endam aynasına bakarsınız.” diye bir büyük camlı dolabın kapısında bulunan aynayı gösterince kadın bu eşyanın kendisine mahsus eşya olduğunu anlayarak artık teşekkür etmeye dahi muktedir olamadı ve yalnız gözlerini semaya kaldırarak birbirini takip eden ahlar ile içinden bazı şeyler mırıldandı ki canıgönülden hayır dua ettiği simasından dahi anlaşılıyordu.
Sonra büyük salona girdiler. Hasan “Burası da salonunuzdur ki gerek bendenizi gerek kaptanlardan ve sair memurlardan misafir kabul edeceğiniz kimseleri kabul edersiniz.” dedi.
Madam: “Ben burada misafir de kabul edeceğim ha?”
Hasan: “Acayip! Hüsn-i teveccühünüzü35 kazanabilen kimseleri kabul edersiniz efendim. Hatta biz ümit ediyoruz ki bu salonda bize ziyafetler dahi vereceksiniz.”
Madam: “Ziyafetler de mi vereceğim?”
Hasan: “Mürüvvetinizden ümitvar olmalı mıyım efendim?”
Madam: (şiddetli bir göğüs geçirerek) “Allah mürüvvetiniz kadar saadetinizi arttırsın karındaşım! Ne diyeyim? Dilimden başka bir şey gelmiyor ki elimden hiç…”
Hasan: “Hakkımdaki teveccühünüzle beraber, yüreğinizin rahatlığı benim için en büyük saadettir.”
Nihayet kıçtaki daireye geldiler. O dahi mükellef döşenmiş ve yalnız bir odasına gayet güzel bir yatak konulmuş ve diğer odası ise oturmaya mahsus bulunmuştu. Bu odaya girdikleri zaman Hasan cebinden bir anahtar çıkarıp madama vererek:
Hasan: “İşte bu da çekmecenizin anahtarıdır efendim.”
Madam: “Çekmecem de mi var? Bakalım öyleyse içinde ne var.”
Hasan: “Biz ne bilelim efendim. Mal sizin, açınız da bakınız.”
Bu söz üzerine madam, Hasan Mellah’ın yüzüne bir manalı bakış ile baktı ve çekmeceyi açıp da içinden altın ve gümüş olarak tahminen dört, beş bin talerlik para çıkınca kadının hayreti bütün bütün arttı.
Hasan: “İşte efendim, bu daire sizindir. Gemide bulundukça dairenize istediğiniz gibi tasarruf edersiniz. Karada da inşallah rahatsız olmazsınız.”
Madam: “Himayeniz altında bulunan bir kadın nerede olur da rahatsız olur? Fakat efendim, benim için bu daire pek büyüktür. Merdiven cihetindeki odaların birisi bana çoktur bile. Bu koca daireyi istila edersem sizin rahatınızı bozmuş olacağım.”
Hasan: “Hiç öyle değil. Benim rahatım sizin rahatınızla olacak.”
Madam: “Benim de rahatım sizin rahatınızla olacaktır. Eğer rahatı arzu ederseniz bana istediğim odayı verirsiniz de siz kendiniz burada oturursunuz.”
Hasan: “Kabul edemeyeceğim emirlerinizden birisi işte budur. Hiç, bir kadının dairesinde erkek bulunabilir mi? Siz tamamıyla serbest bulunmalısınız ki rahat edesiniz.”
Madam: “Orası da ayrıca bir daire demektir.”
Hasan: “Hayır efendim.”
Madam: “Ama siz mutlaka rahatsız olacaksınız, ben de buna hiçbir şekilde razı olamam.”
Madam İlia’nın böyle ısrar göstermesiyle kıç daire yalnız kendisinin olmak ve salonun dışında bulunan daire de Hasan’a kalmak üzere aralarında anlaştılar.
Kamarada bu işler görülünceye kadar gemi de artık engine saldırıp kaptanların ikisi de kamaraya, çorbacılarının36 yanına inmişlerdi. Hasan bunları görünce “Tam da şimdi sizi ben davet edecektim. Efendiler, Madam İlia, çorbacınız Hasan Mellah Üçüncü Pavlos’un âdeta kız kardeşidir. Benim sizin yalnızca çorbacınız olmakla iftihar etmeyeceğimi, en aziz dostunuz, en sadık arkadaşınız olmanın benim için en şerefli bir iftihar olduğunu siz de teslim edersiniz. İşte benim gibi bir arkadaşa, bir dosta, bir çorbacıya ne kadar hürmet edecekseniz Madam İlia hakkında aynıyla o hürmeti esirgemeyeceğinizi hem rica ederim hem de emrederim. Bu gemide bulunduğu müddet her emri geçerli olacağı gibi karada bulunduğu müddet zarfında size vereceği emirler de geçerli olacaktır.” diye Madam İlia’yı tavsiye etmekle kaptanlar madam önünde boyun eğerek emirlerine hazır olduklarını bildirdikleri gibi, Madam İlia da yüzünde velev ki zorla olsun bir rahatlık ve tebessüm belirtisi göstermeye çalışa çalışa gerek kaptanlara gerek Hasan Mellah’a teşekküre girişti. Ancak göz pınarlarında ziyafet akşamı biriken yaşlar gibi birikmiş olan, iki elmas parçası gibi gözyaşını bir türlü zapt edemeyerek akıtıverdi.
Hasan Mellah ile Madam İlia meselesinin en tesirli ciheti bu cihet idi. Bu tesirli cihetin tesir derecesini tasvire biz kalemimizde iktidar görememekteyiz. Belki bu iktidar hiçbir kalemde yoktur. Zira iktidarın bu kısmı, çehrelerin vücuh-ı teessüratını şeklen göstermeye memur olan ressamların kalemine ve fırçasına aittir.
Bu yoldaki teşrifatla37 akşam edildi. Rüzgâr pek az olduğundan henüz Toulon Dağları uzaktan gayet hafif bulut parçaları gibi görünüyordu. Güneşin batışından sonra kamarot, kendilerini güverte üzerinde hazırlanmış olan sofraya davet etti. Madam İlia, Hasan Mellah, birinci ve ikinci kaptanlarla güverte zabiti sofraya oturdular. Güle oynaya yemek yiyorlardı. Madam İlia midesinde o kadar iştiha buluyordu ki çok yediğine şayet dikkat edilir de kendisini ayıplarlar diye az yemeyi gerekli gördüyse de mümkün olamadığından tatlı bir gülüşle:
Madam: “Efendiler, kadınlığımla beraber bu akşam erkeklerden çok yemek yemekteyim. Midemin iştihasına kendim de hayret ediyorum. Zannederim ki bu hâl denizin iyi tesirinden olmalıdır.”
Hasan: “Şüphe etmemeli efendim.”
Birinci kaptan: “Denizde daima çok yenilir. Hele hava bu geceki gibi mülayim olursa var ya?”
İkinci kaptan: “Evet efendim, hava sert olsa deniz tutar da insanın iştihası kapanır.”
Madam: “Fakat deniz tutmak da bizim gibi denizin acemilerine mahsustur, sizi tutmaz ya?”
Hasan: “Tutmaz ama efendim, her hâlde bir nevi tesirden hali kalmaz. Mesela can yemek istemez, uyku uyuyamaz.”
Gerçi madamın iştihasında gördüğü kuvvet, denizin iyi tesirinden ileri gelmişse de vali konağı gibi sıkıntılı ve eziyetli evden kurtularak kederli yüreğine ümidin gelmiş olmasının da bu konuda tesirden geri kalmayacağı zannedilse yanlış zannedilmemiş olur. Hele sofrada güzel şaraplar için de madamın iştihası ziyadece olmakla, şarabın verdiği neşe de kavuştuğu rahatlığa eklenince kadıncağızın yüzü gerçekten gülmeye başladı.
Gece yatak zamanı gelince madam kendi dairesine çekilip yatmış ve Hasan da salonun dış cihetindeki odaların birisinde bulunan yatağa girmiş ve bu suretle gerek velinimet ve gerek nimet-dide38 tam bir iffet ve ismet hâlleriyle uykuya dalmış gitmiştir.
Beşinci Bölüm
Hayatları anlatılanların gece gördükleri rüyaları da beraber göremedik ki okuyucularımıza ondan da malumat verelim. Bizim bildiğimiz şey şu ki sabah olup da yataktan kalktıkları zaman Hasan Mellah ile Madam İlia kendilerini Marsilya Limanı’nın içine girmiş buldular.
Marsilya Limanı, o tarihlerde dahi Fransa’nın birinci iskelelerinden sayılıp içinde her zaman birçok gemi bulunurdu. Hasan Mellah, orada bulunan gemilere göz gezdirdiği sırada, gözü bir kenarda demirlemiş olan gayet süslü bir uskunaya ilişti ki bunun seyahate mahsus bir tekne olduğu ilk bakışta anlaşılabilirdi. Bir de daha ziyade dikkat edince ne görsün? Açık mavi boyalı ve su kesiminden aşağısı kırmızı bir uskuna ki Cartagena Limanı’ndan Pavlos’un seyahat uskunası olmak üzere tanıdığı teknedir. Ta kendisi!..
Biçare çocuğun bir kere yüreği oynadı. Hemen birinci ve ikinci kaptanla güverte zabitini çağırıp durumu tahkike başladı.
Hasan: “Şu uskunayı gördünüz mü?”
Birinci: “Şu süslü uskunayı, değil mi?”
Hasan: “Evet!”
Birinci: “Cartagena Limanı’nda değil miydi ya?”
Hasan: “Ben de öyle zannediyorum.”
Zabit: “Zengin bir herifin şahsi seyahatlerine mahsus gemisi dediler idi.”
Hasan: “Öyle. Fakat biz Cartagena’dan hareket ettiğimiz zaman bu tekne hâlâ orada mıydı yoksa o gece hareket ettiğini haber verdiğiniz üç gemiden birisi bu muydu?”
İkinci ve zabit: “Hayır efendim, biz hareket ettiğimiz zaman bunu Cartagena’da bıraktık. Bizden sonra kalkıp buraya gelmiş.”
Hasan: “Benim aklıma da öyle geliyor. (güverte zabitine hitaben) Size özel bir memuriyet var.”
Zabit: “Nedir efendim?”
Hasan: “Bu geminin çorbacısı hâlâ burada, Marsilya’da mıdır yoksa başka yerde midir, öğrenmek.”
Zabit: “İşten bile değil.”
Hasan: “Öyle ama nasıl öğreneceksiniz biliyor musunuz? Kendinizi kimseye göstermeden, hele beni asla kale almadan ve bu suali dahi o geminin kaptan ve zabitlerine sormadan.”
Zabit: “Tayfalarından demek olacak.”
Hasan: “Öyle olacak. Yahut iskele simsarlarından, filandan…”
Zabit: “O da kolay efendim.”
Bu emri verdikten sonra Hasan başını önüne eğip bir müddet düşündü ve bu mülahazada Pavlos’un mutlaka Marsilya’ya gelmiş olduğunu ve fakat kendisi şehir içinde bulunmayacağını, eğer kendisi şehir içinde kalacak olsa aldatıcı bir belirti olmak için uskunayı Marsilya Limanı’nda bulundurmayacağına hükmetti. Zabit ise aldığı emir üzerine hemen bir sandala binip karaya çıkmıştı. Kaptanlar da kendi işlerine gitmekle Hasan, Madam İlia ile yalnız kalınca onunla konuşmaya başladı:
Hasan: “Cenabıhak hakkımızdaki inayetini tamamlamayı murat buyurursa burada aradığımızı bulacağız zannındayım.”
Madam: “İnşallah efendim, inşallah muvaffak oluruz.”
Hasan: “Şu mavi boyalı, süslü uskunayı görüyor musunuz?”
Madam: “Şu üç direkli gemi yanındaki uskuna değil mi o?”
Hasan: “Evet, işte bizim aradığımız adamın gemisi odur.”
Madam: “Ee, sonra?”
Hasan: “Bakalım kendisi dahi burada mıdır diye, bir adamı incelemeye gönderdim. Lakin burada bulacağımı ümit etmem.”
Madam: “Gemisi burada olunca kendisi de burada olmaz mı efendim?”
Hasan: “Düşmanımız o kadar ahmak değildir. Benim de gayret ve sebatımı bilir.”
Madam: “Burada değilse ne yapacağız?”
Hasan: “Burada değilse mutlaka Fransa içindedir, arkasına düşeceğiz.”
Madam: “Siz yalnız mı?”
Hasan: “Kara yolu zahmetlidir. Sizi o zahmete koymak istemem.”
Madam: “Eğer bu seyahatte benim de size bir hizmetim olabilecekse vallahi zahmete bakmam, her hizmetinize can atarım.”
Hasan: “Gayretinizdeki büyüklük için teşekkür ederim efendim. Ancak ben sizden isteyeceğim hizmetleri de bilirim.”
Hasan’ın, elinde dürbün bu lakırtıyı söyleyerek gerek uskuna tarafına ve gerek güverte zabitinin çıkmış olduğu sahile doğru inceleyici bakışları, bir gözlemcinin yıldız gözlemesinden pek de farklı değildi. Ancak aradan iki saat kadar zaman geçtiği hâlde, zabitten henüz bir eser görünmemesi ve kahvaltı zamanı dahi gelmesi cihetiyle Madam İlia ile beraber kamaraya inmiş idi. Tam yemekten sonra kamaradan çıkarken zabit de sandal ile gemiye yanaştı ve Hasan’ın huzuruna gelerek şu malumatı verdi:
“Efendim, bu gemi, Arap asilzadelerinden birisinin imiş. Sahibi içinde olarak gelmemiş. Boş gelip sahibinin emrini beklemekteymiş. Sahibinin nerede olduğunu bilmiyorlar. Yalnız Paris’te olmasını zannediyorlar.”
Hasan: “Bu malumatı kimden aldınız?”
Zabit: “Bir simsar Yahudi ile bir de feribot tayfasından miskin bir adamdan.”
Aldığı malumatı kendi zannıyla mutabık bulduğu cihetle, Hasan zabitin getirdiği habere inandı. Zabit işine giderek yine Madam İlia ile yalnız kalınca aralarında şöyle bir söz geçti:
Madam: “Demek oluyor ki bu uskuna aradığınız adamın uskunası değil.”
Hasan: “Nereden bildiniz?”
Madam: “Ya, bir Arap beyzadesinin gemisi diyorlar. Sizin aradığınız adam Hristiyan değil mi?”
Hasan: “Bizim aradığımız adam hem Hristiyan hem Müslüman’dır hem Yahudi’dir. Hem İspanyol hem Fransız hem de Arap olabilir.”
Madam: (tebessümle) “Öyleyse ne Allah’ın gazabı imiş!”
Hasan: “İşte o Allah’ın gazabına biz, daha büyük bir musibet olursak yiğit sayılırız.”
Madam: “Şimdi kararınız nedir?”
Hasan: “Şimdi kararım birkaç gün sonra Paris’e gitmektir.”
Madam: “Burada bekleseniz olmaz mı? Kendisi Fransa’nın neresindeyse nihayet buraya gelecek değil mi?”
Hasan: “Hayır, ben burada on gün otursam mutlaka burada bulunduğumu tahkik ederek kendisine bildiren casuslar bulunur. Şimdi o İspanyol iken Arap olduğu gibi ben dahi Arap iken İspanyol olarak Paris’e gidersem belki kendisini sıkıştırabilirim. Siz burada rahatınızda kalırsınız. Ben gecikmem. En fazla iki aya kadar yine buradayım.”
Madam: “Şayet kendisini Paris’te bulamazsanız?”
Hasan: “Ben kendisini Paris’te bulamayacağım diye gitmiyorum. Mutlaka bulacağım diye gidiyorum. Eğer orada bulamazsam elbette ne tarafta olduğuna dair malumat alabilirim.”
Pavlos hakkında aldığı haber üzerine Hasan Mellah, Marsilya’da ancak iki gün ikamet edebildi. Bu müddet içinde yol tedarikini görüp Madam İlia’yı kaptanlara ve güverte zabitine tekrar tekrar tavsiye ettikten sonra kendisi Marsilya’dan çıktı.
Hasan Mellah’ın gidişi üzerine, okuyucuların fikri dahi kendisiyle beraber Paris’e gitmiş olacağı açık ise de Hasan Paris’e varıp da işine başlayıncaya kadar bu tarafta, Marsilya’da bazı şeyler meydana çıkmış olduğu cihetle, biz bu taraftaki hadiseleri hikâye edip bitirmeden Hasan Mellah’ı Paris’e kadar takip edemeyeceğiz.
Madam İlia’ya güzel bakılması hakkında çorbacıları tarafından verilen emir üzerine, gerek kaptanların ve gerek güverte zabiti Trillo’nun (Herifin ismi budur.) kadına ne kadar iyi bakacaklarını tarife bile lüzum olmadığı için madamın herhâlde rahat edeceğine şüphe edilemez. Hatta kadının her ihtiyacı karşılanarak kendisinin eğlenceden başka bir şeyle geçireceği vakti olmamasıyla her gün karaya çıkarak, bir iki saat vaktini, gerek Marsilya şehrinin içinde ve gerek civarda bulunan Katalan karyesi ve başka bağlarda, bahçelerde geçiriyordu.
İşbu seyahatçikler münasebetiyle Madam İlia’nın elbette Marsilya’da birkaç kimse ile tanışıp dostluk kurmuş olduğunu zannedersiniz. Lakin bu zan batıl ve beyhudedir. Dost olma denilen şey gezmekle hasıl olmaz. En evvel komşular vasıtasıyla husule başlar. Madam İlia’nın ise evi gemi olmakla gemiden çıktığı zaman gittiği bahçelerde ve başka mahallerde bir kenara oturarak henüz bir kimseye prezante edilmemiş olduğu ve edilmek arzusunda bulunmadığı cihetle tanışıp dostluk edecek ne bir adam görür ne de aramak kaydında bulunurdu.
Bir gün hem de pazar günü olmasıyla yine âdeti üzere şehri gezmeye çıkmıştı.
İkindiye kadar ötede beride gezdikten sonra, ikindiüzeri de Saint Marie Kilisesi’ne girip felakete uğramışların kalbinden hiçbir vakitte çıkmayan manevi yardım ümitleriyle yüreği dopdolu olduğu hâlde, Cenabıhakk’a şükürle karışık dualar ediyordu. Derken gözü, kapının yanında ayaküzeri durup boynunu bükmüş bulunan bir fakire ilişti.
Bu adamın sakalı uzamış, saçları da omuzlarından aşağı inmiş olduğu cihetle pek de yüzü görülemeyip ancak arkasındaki lime lime olmuş kalın abadan yapılmış pis, mundar elbise içinde olduğu görülmek şöyle dursun, Marsilya gibi sıcak bir memlekette bu hâl ve kıyafette bulunmaya kendisini zorlayan fakr-u zaruret ateşiyle kavrulmakta olduğu da görülüyordu.
Madam İlia herifi bu hâlde görünce “Aman ya Rabbi! Ben bu kadar felakete uğramış bir biçare iken maiyetime koca bir gemi vermiş ve sandıklarımı elbiseler ve çekmecemi altın ve gümüş doldurmuş olduğun hâlde, mutlaka masum ve her hâlde günahsız da olduğu görünüşünden görülmekte bulunan şu biçareyi, velev ki yine lime lime olsun yaz sıcağına karşı giymek üzere bir hafif elbiseden bile mahrum edişin acaba ne hikmete dayalı olabilir? Şu herifin elbette yiyeceği ekmek de giydiği elbise nispetindedir. Yok, yok! Yine günaha girdim. Elbette bu gibi fukarayı bizim şefkat ve merhametimizi imtihan etmekle beraber hâl, saadet ve gınamız39 üzerine gerekli teşekkürleri ifada kusur etmememiz için ortaya koymuştur. Gerçi ben de başkasının yardımına muhtacım. Ancak yardımına muhtaç olduğum zat, ihtiyaçlarımı o kadar iyi karşılıyor ki hatta bu fakirin ihtiyacını dahi karşılamaya benim gücüm yeter.” yollu dindarca bin hissiyat ile herifin yanına sokulup para vermek için elini de cebine sokmuştu. Bir de bu kadar merhametini celbeden biçarenin, kocası İlia olduğunu tanımasın mı?
Kadıncağız kendisini kaybedip “Hay, İlia, kocam, aman ya Rabbi!” diye kocasının boynuna sarılmaya hücum etti. Ve herif de kadının yüzüne bakıp “Vay, gerçek, karı be!” dediyse de kollarını açıp üzerine doğru gelmekte bulunan sadık ve sevgili karısını göğsünden iterek hemen kapıdan çıktı ve kadın ise bu ret muamelesine hayretle, eli havada bir dakika durduktan sonra arkasından koştuysa da kocasından bir nam ve nişan göremeyerek âdeta rüya görmüşe döndü.
O telaş ve hayretle zavallı kadıncağız deli gibi öteye beriye başvurup döndü dolaştı. Akşama kadar gezdi, aradı. Ancak güya yer yarılmış da kocası yerin dibine geçmiş gibi mümkün değil bir eserini göremedi. Üzüntüsünden ağlamak istedi, ağlayamadı. Teselli bulacak şeyler aradı, bulamadı. Nihayet şaşkın şaşkın gemiye dönerek düşünmeye başladı.
Biçare kadıncağız bu hâlde ne düşünebilir? O fakir adamın kocası olduğunu yalnız kendisi tanımadı ki gördüğü şeyi hayale atfetsin. Herif de karısını tanımıştı. Bu durumda, niçin kendisini reddederek savuşmuş olduğuna hiçbir mana veremeyip işte bu şüphe üzerine çıldıracağı geliyordu.
O gece sabaha kadar Madam İlia’nın gözlerine uyku girmemiş olduğuna inanırsınız ya? Ertesi sabah biraz daha sakin bir hâlde durumu gözden geçirince hükûmete müracaatla Marsilya’nın içinde şu kılıkta bir adam olduğundan aranıp bulunmasını talep edecek olduğu zaman “Eğer kocamı kendim buldurup hükûmete teslim edersem kanına kendim girmiş olmaz mıyım?” mülahazası, kocasının kendisini reddedişine de bir mana verdi. “Mutlaka ben kendisini tanırsam meydana çıkarmış olurum. O zaman da hükûmetin eline geçer diye beni kabul etmedi.” dedi.
Gerçi bu düşünce pek yerinde idi. O kadar yerinde idi ki hatuncağızı mutmain bile edebildi. Ancak sonradan diğer bir mülahaza daha gelerek zihnini bütün bütün perişan etti. “Kocam canından korktuğu için böyle yaptı ise ben de hemen kendisini tutup hükûmete teslim edecek değildim ya? Benim kendisine ne kadar sadık olduğumu bilmez mi? İkimiz baş başa verip buradan kaçmayı kararlaştırdıktan sonra Hasan Mellah’ın dahi yardımları sayesinde nerede olsak rahat rahat yaşayamaz mıydık? O sayeden haydi kendisinin haberi yoktur, diyelim. Beni yalnız ikbal40 hâlinde iken mi zevce tanıyacaktı? İdbar41 hâli, zevceliğimizi de ihlal mi etti?” diye bütün bütün perişan olup kaldı.
O günden sonra Madam İlia her gün şehri gezmeye çıkıp hususi olarak kiralamış olduğu araba ile hemen her gün şehrin gezmedik sokağını bırakmadı. Lakin mümkün olamadı ki kocasına bir daha tesadüf etsin.
Biçare kadıncağız, kâh herifin çıldırmış olmasına kani olmak istiyor kâh artık kendi muhabbetini unutmuş bulunmasına inanmaya yaklaşıyordu ki kocasından görmüş olduğu muamele bu düşüncelerin hepsini de teyit edebilirdi.
Nihayet kabahati erkeğin heveslerine bulmaya başladı. Bir erkeğe hiçbir şekilde inanmanın caiz olmadığını ve hatta Hasan Mellah’ın bile sevdiği kız kim ise aramakta gösterdiği bunca fedakârlığın, sadece bir hevesten ibaret bulunduğuna katiyen hükmederek kocası olacak ikbal ve güzellik heveslisi için bunca vakitten beri döktüğü gözyaşlarının dahi boşuna olduğuna iman etti. Lakin imanı da o kadar kuvvetli değildi. Üzüntü galip geldikçe bu inanca düşer ve üzüntüsünü yenebilecek düşünceler baş gösterdikçe yine eski namuslu hâli ve kocasına olan sevgisi geri gelirdi.