Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 13
İkinci Bölüm
Hasan Mellah ziyafete yine her günkü elbisesi, yani Ajaccio Limanı’na girdiği zaman giymiş olduğu İspanyol kıyafeti ile gelmiş ve kaptan dahi birinci kaptanlığa mahsus olan üniformasını giymişti. Valinin konağına, yine vali tarafından gönderilmiş olan bir araba ile gidip tam kaptan girince valinin kethüdası makamında bulunan zat kendisini merdivende ve vali dahi misafirlere mahsus bulunan salon kapısında karşıladı.
Salon içinde üç dört kadın ile beş altı tane de erkek bulunup Hasan vali ile selamlaştıktan sonra, erkeklerden, evvelce görüşmüş olduğu beylik geminin birinci kaptanı ve Ajaccio askerî fırkasının kumandanı ile dahi selamlaşıp sonra vali cenapları Pavlos Kumpanyası’nın Ajaccio’da acenteliği hizmetini eden Fouillier namındaki muteber tacirini Hasan’a takdim etti. Hasan bunların cümlesine büyük bir nezaketle karşılık vererek vali cenapları çocuğu kadınların huzuruna götürüp “Pavlos Kumpanyası’nın üçüncü azası Hasan Mellah Hazretleri’ni takdimle iftihar ederim.” yollu sözlerle takdim ettikten sonra dört kadından birisi kendi eşi olmak ve diğerini yengesi bulunmak, birisi başkâtibinin ve diğeri de Fouillier’nın zevcesi olmak üzere tavsiye etti ki Hasan bu kadınlara erkeklerden ziyade hürmet ve tazim ile mukabelede bulunup sonra kendisi de gemisinin birinci kaptanını kadınlara takdim etti.
Böyle mevcut şahısları bir diğerini tanımış olan topluluklarda herkesin aralık buldukça göz kuyruğuyla olsun birbirine bakıp ahval ve eşkâline dikkat ettikleri malumdur. Herkes birbirine ve çoğu da Hasan’a baktıkları sırada, Hasan da hiçbirisi küçümsenemeyecek olan kadınları gözden geçiriyordu.
Valinin kendi eşi pek genç ve güzel olduktan başka pek şen, neşeli, fıkır fıkır kaynar bir işvebaz idi. Yengesi olmak üzere tavsiye edilen kadın ise otuz yaşında kadar ve gereği gibi güzel bir şey idiyse de güya kırk yıldan beri hasta bulunurmuş gibi yüzü pek sarı, ziyadece zayıf ve daima gülmez bir kadın idi. Başkâtibinin karısı, güzellikte yenge hanımdan daha aşağı idiyse de şen oluştan yana valinin zevcesini de geçiyordu. Madam Fouillier ise hepsinden güzel ve fakat gayet ağırbaşlı bir kadın olarak görünüyordu.
Dereden tepeden biraz lakırtı edildikten sonra hep beraber sofraya oturuldu ki bu hâlde vali Hasan’ın karşısında, valinin karısı Hasan’ın sağ tarafında, yengesi sol tarafında, başkâtibin karısı valinin sağ tarafında ve Madam Fouillier sol tarafında bulunup başka yerleri de erkekler zapt etmiştir.
Sofra başında cereyan eden sohbetin ilk bölümü İspanya’nın şarabından, meyvelerinden ve Pavlos Kumpanyası’nın büyüklüğünden, ehemmiyetinden filandan ibaret kaldı. Lakin salonun karşı cihetinde asılmış bulunan tam insan mikyasında bir resim Hasan Mellah’ı son derece meşgul ederek çocuk gözlerini bir türlü resimden ayıramıyordu.
Bu resim oldukça güzel ve Fransız sakallı bir şey olup Hasan Mellah’ın mutlaka görmüş olduğu bir adamın resmi idiyse de Hasan düşünür, bir türlü bunun kim olduğunu ve herifi nerede görmüş olduğunu hatırlayamazdı. Bir aralık resmi can düşmanı olan Pavlos’a benzetti. Çünkü sakalın uzaktan köse gibi görünmesi Pavlos’un sakalını andırıyordu. Lakin bu resmin sakalı köse olmayıp yanakları tıraş edilerek yalnız çeneden bırakılmış olduğuna dikkat edince bu fikirden vazgeçerek yine meşguliyette devam etti. Ancak Hasan resme o kadar gizli bakıyordu ki ettiği nazarlara kimse dikkat edemeyip nihayet valinin karısı Hasan’ı daima gözden geçirmekten hali kalmadığı cihetle o dikkat edebildi.
Valinin karısı: “Resme merakınız ziyade olmalı galiba. Pek de fena yapılmamıştır.”
Hasan: “Bendeniz ressam değilim ama güzel yapılmış resimleri pek lezzetle temaşa ederim efendim. Gayet güzel yapılmış bir resimdir. Eğer kim olduğunu bilsem belki temaşasından daha ziyade lezzet alabilirdim.”
Vali: “Ah efendim, kim olduğunu öğrenirseniz kim olduğunu öğrenen başka kimseler gibi sizin de yüreğiniz parça parça olur.”
Hasan: “Acayip!”
Vali: “Evet, bizim büyük biraderdir.”
Hasan: (yenge olmak üzere takdim olunan kadını göstererek) “Demek oluyor ki yenge hanımın eşi.”
Yenge: (büyük bir ızdırapla) “Evet efendim.”
Vali: “Evet, yengemin eşidir.”
Hasan: “Öyleyse bunda yürek paralanacak ne var?”
Valinin karısı: (işvebazane bir tavırla) “Yalnız görümcem hanımın değil, bütün ailemizin çektiği ceza kendi elinden oldu da efendim.”
Vali: “Evet efendim, biçare kara sevdaya uğradı mı, ne oldu, bir gece pederimi, validemi ve bir de kız kardeşimi öldürerek ortadan kayboldu gitti.”
Hasan: (telaşla) “Ne dediniz?”
Yenge: (şiddetli göğüs geçirerek) “Evet efendim, öyle olmuş.”
Hasan: “Çok şükrediniz ki size bir şey olmamış.”
Valinin karısı: (yine işvebazane) “Bir adam gerçekten deli olsa bile karısına bir şey yapabilir mi?”
Hasan: “İhtimal ya, efendim.”
Valinin karısı: “Hiç insan bunca vakittir muhabbetle alışık olduğu eşine…”
Hasan: “Hakkınız var efendim. Gerçi, el varamaz ama artık anasını, babasını, kız kardeşini kesmiş olan bir adam…”
Valinin karısı: “Ama eş daha başka bir şey değil midir ya? Tevrat’ta yazar ki insan eşiyle beraber bir vücut içinde iki ruh addolunur ve gerçi, siz Müslüman olduğunuz için belki Tevrat’ı okumamışsınızdır efendim.”
Hasan: “Biz Müslüman olduğumuz için Tevrat’ı görüp okumaya ve öğrenmeye borçluyuz bile. Fakat meramınızı şimdi anladım ve hakkı da sizde gördüğüm için teslim ediyorum.”
Hasan Mellah bu lakırtıyı söyledikten sonra valinin karısı yüzüne dikkatlice bir nazar eyledi ve kadının yüzünde bambaşka manalar ifade eder bir tebessüm görmesiyle bir de etrafa bakınca Madam Fouillier’yı kıpkırmızı, yenge hanımı sapsarı ve başkâtibin zevcesini ise gayet ferah bir hâlde buldu. Bütün bu hâller, valinin karısı tarafından söylenen sözlere, Hasan’ın verdiği cevaptan sonra vali karısının tebessümünden doğdu. Lakin bu hâller, o kadar çabuk cereyan etti ki erkekler ya farkına varamadılar veyahut vardılarsa bile konuşanın vali karısı olması, bu konuda herkesin de bir ferahlık duymasını ve hatta kahkaha ile gülmesini menetti.
Yemeğin sonlarına doğru valinin eşi, âlemde güzellik denilen şeyin İspanya ile Fas ve Cezayir tarafları halkına mahsus olduğundan bir bahis açıp bunu da Madam Fouillier’ya çarnaçar dinletiyor, kocası da durmadan kendisini tasdik ediyordu. Ancak Hasan bu esnada yenge hanım ile meşgul olduğundan vali karısının aşüftece anlattığı bahsi dinlemiyordu. Yenge hanım ile cereyan eden sohbeti şöyleydi.
Hasan: “Canım efendim, eşiniz hakkında edilen rivayet beni pek ziyade üzdü. Ancak meselenin izahatından mahrum kaldım.”
Yenge: “Verilen izahatı kâfi görmüş olsanız daha iyi etmiş olursunuz.”
Hasan: “Suallerimle size yük oluyorsam üzülerek istediğim izahattan vazgeçerim.”
Yenge: “Estağfurullah efendim.”
Kadıncağızın hâli gittikçe fenalaşarak ağzından bir laf alamayacağını anladıktan ve hâlbuki gördüğü resmin sahibini zihninde arayıp, tarayıp, nihayet haydutlar gemisinde tembellikten dolayı denize atılacak iken kendisinin kurtarmış olduğu Korsikalı olduğunu bulduktan sonra, bu konuda mutlaka izahat almayı ve bu işin içinde görünmekte bulunan sırlara vâkıf olmayı isteyerek, bu kere de yenge hanımın kulağına eğilip gizlice:
Hasan: “Sorduğumun sebebi var efendim. Zira ben bu resmin sahibini mutlaka bir yerde görmüşüm zannediyorum.”
Yenge: (derhâl yüzü başkalaşarak) “Aman, demeyiniz! Fakat yavaş söyleyip lafınızı kimseye işittirmeyiniz.”
Hasan: “Zararı yok. Eşinizi gördüm, hem de pek yakın bir zaman içinde gördüm.”
Yenge: (kim bilir ne gibi hissiyatın yardımıyla gözleri fırlayarak) “Kendisi sağ mıdır?”
Hasan: “Vefat etmiş olsa ben görebilir miydim ya?”
Yenge: “Canım efendim, affedersiniz. Lafımın zapturaptını şaşırdım.”
Hasan: “Müsterih olunuz ki sağdır.”
Yenge: “Öyleyse bana şimdi bir şey sormayınız. Sofradan kalkalım, konuşuruz.”
Nihayet bunların fısıltısı vali karısının merakına dokunup Hasan’ın kolunu dürterek:
Valinin karısı: “İki kişinin arasındaki gizli lakırtıya kulak vermek Hristiyanlığa sığmaz imiş ama…”
Hasan: “Hayır efendim, hanımı daha bugün görmekle müşerref olduğum hâlde ne gizli lakırtımız olabilir?”
Vali karısının bu defaki aşüfteliği, Madam Fouillier’yı kıpkırmızı değil, âdeta mosmor ve başkâtibin karısını ise büsbütün ferah eylemiş ve erkekleri dahi tebessüme mecbur etmiş idiyse de yenge hanımı utancından yerlere sokmuştu.
Hasan bu vali ailesinin hâline çok şaştı. Gerçi kendisi bir Fransız zamparası olsaydı, ihtimal ki bu aile yanında geçirdiği zamanı nimet sayardı. Fakat aldığı İspanyol terbiyesi ve anasından beraber doğduğu Müslümanlık ve Araplık tabiatları, böyle pek laubalice cemiyetlerden lezzet almaya mâni olduğu gibi, yüreğini yakmakta bulunan aşk ve iştiyak ateşi bütün bütün mâni oluyordu.
Neyse, sofradan kalkıldı. Yine ikamet salonuna geçildi. Kâh erkekler ve kâh kadınlar tarafından açılan lakırtılar üzerine bir hayli yavan sözler söylendiği esnada Hasan yine yenge hanımı bir tarafa çekerek:
Hasan: “Sizinle böyle gizlice konuşmamız görümcenizi, bilmem ne sebeple incitiyor. Hem bu hâlin sizi dahi sıkıntıya soktuğu görülüyorsa da zevcenizin düçar olduğu hâl hakkında bende dahi biraz malumat olup o malumatı size vermek gayretinde bulunduğumdan yine sizinle tenhaca söz söylemeye kendimde mecburiyet görüyorum.”
Yenge: “Görümcemin ne kıratta bir kadın olduğunu bütün dünya bildiği gibi siz dahi ilk görüşte anlamışsınızdır zannederim. Benim hâlimi de cihan bilir. Eğer görüşmemiz daha devam ederse siz de anlarsınız. Demek isterim ki görümcem benim hakkımda ne fikre düşse bana hiçbir kötü tesiri olamaz. Zaten ben içinde bulunduğum bu bela ve mihneti çeke çeke ölüp gideceğim. Sizden ricam, kocam hakkında almış olduğunuz malumatı bir an evvel zikrederek yaralı yüreğime biraz merhem vurmanızdır.”
Hasan: “Ah, ne fayda ki vereceğim malumat yüreğinize merhem olamayacaktır.”
Yenge: “Hayatta bulunduğu haberini verdiniz ya? Bu da bir merhemdir.”
Hasan: “İspanya kıyılarında gemi ile seyir ve seyahat ederken bir sahile çıkmıştım. Orada bir serseri adam huzuruma gelerek benden Allah için biraz akçe istedi. Gelen adamın yemek salonunda resmini gördüğüm kocanız olduğuna hiç şüphem yoktur.”
Yenge: (içini çekerek) “Ah, biçare İlia!”
Hasan: “Kim olduğunu sordum, bir korsan gemisi tarafından soyulup o sahile atıldığını söyledi, kendisini alıp gemiye getirdim. Beş on gün bende misafir oldu. Sonra benim bu taraflara ve özellikle de Fransız kıyılarına gitmem gerekince yanımdan ayrıldı. Kalmasını pek rica ettim, özür diledi.”
Yenge: “Elbette özür diler, elbette. Fransa toprağına girdiği gün boynu vurulacaktır. Siz kaynımın ‘Kara sevda getirdi.’ demesine inandınız mı? Ne kara sevda getirdi ne bir şey. Âdeta pederini, validesini ve bir de kız kardeşini öldürüp kanunen idamına hükmolundu. Kaçtı, gitti. O zamandan beri bir haberini alamadık.”
Hasan: “İyi… Bunları ne sebeple öldürdü?”
Yenge: “Sebebini mi soruyorsunuz? Şu Korsika valiliği yok mu, işte bu valilik, kocamın öldürmüş olduğu kız kardeşinin namusu pahasına babası tarafından satın alınacaktı.”
Hasan: “Aman, ne diyorsunuz?”
Yenge: “Ben ne dediğimi biliyorum. Terbiye dışı konuştuğum için affınızı rica ediyorum. Sizin çehrenizin hâlinde mertliğe, insaniyete delalet eder hâller gördüğüm için söylüyorum. Bir de kocamı görmüş ve hâlimize dair bir numune almış olduğunuz için söylüyorum.”
Hasan: “Bu gösterdiğiniz itimada nasıl teşekkür edeceğimi bilemem. Hatta düçar olduğunuz beladan dolayı, size yardımı olabilecek her ne hizmet teklif ederseniz canla başla kabul edeceğimi dahi vadederim.”
Yenge: “Allah’a emanet olunuz karındaşım. İşte kayınpederim olacak zat, kayınvalidem olacak zat ile ittifak ederek bu namussuzluğu kararlaştırdıkları ve şimdi vali bulunan kaynımı dahi muvafık buldukları hâlde, yalnız benim kocam İlia bunu namusuna yediremeyerek her ne kadar menine kalkıştıysa da mümkün olamadı. Nihayet o da anasını, babasını ve kız kardeşini vurup öldürerek beni onların eline bırakıp kaçtı, gitti.”
Kadıncağız bu hâli o kadar içi yanarak söyledi ki Hasan Mellah kendi derdini unutup kadının derdiyle dertleşti. Bu namussuzluğun hangi taraftan gelmiş olduğunu dahi sormuş ise de kadın “Bu senelerde Fransa’nın ne karışıklık içinde bulunduğunu bilirsiniz. Güya Fransız milletinin millî hukukunu adilane muhafaza etmek gayretiyle millet tarafından Paris’e toplanmış olan çapkınlardan birisi millî gayretini, böyle namuslu yolda kayınpederimi Korsika valisi yapmak yolunda istemişti.” deyip o konuda isim vermek veya daha ziyade açıklamalarda bulunmak için başka bir kelime konuşmadı. Lakırtıyı şu taraflara çevirdi ki:
Yenge: “Bundan sonra bir tarafta kocama tesadüf ederseniz bizi birbirimize kavuşturmaya çalışacağınızı, büyüklüğünüzden, merhametinizden ve insanlığınızdan bekleyebilir miyim efendim?”
Hasan: “Böyle bir hizmete muvaffak olursam hakikaten dünyada iftihar edecek bir iş görmüş olurum.”
Bu vaat üzerine kadın o kadar büyük bir memnuniyet gösterdi ki sevincinden Hasan’ın boynuna sarılacağı geldi. Derken bu hâli takiben sararıp dudakları titreyerek gözlerinden fındık kadar iki damla yaş damlamasın mı? İşte bu yaşlar mermer üzerine düşse delecek kadar tesirle aktığından Hasan’ın yüreğini delip o dahi gözlerinde biriken yaşı gizleyemeyerek:
Hasan: “Vallahi hanım, sizin temizliğiniz ve felaketiniz, beni her fedakârlığı göze aldırmaya mecbur edecek kadar müteessir etti. Ne yapayım ki size bir yardım etmiş olayım? Ettiğim hizmet de sizin üzüntünüzü mendemedi.”
Yenge: “Vadettiğiniz hizmet beni ihya edecek kadardır. Ben sevgili eşim ile beraber bulunayım da o taş taşısın, ben el işi göreyim. Bu suretle geçinelim, yine memnunum. Fakat bilemem ki Allah bizi birbirimize kavuşturacak mı?”
Kadıncağızın şu suretle konuşması üzerine Hasan, onun vali konağında âdeta yanaşma gibi bir hâlde bulunduğunu, şayet kocasını bulacak olsa bile ellerinde, avuçlarında bir şey bulunmayacağını ve dolayısıyla kocası taş taşımak ve kendisi el işi görmek suretiyle yaşamayı göze aldırmakta bulunduğunu anlayabildiği gibi, bu lakırtıyı söylerken kadıncağızın ölü benzi gibi sarı bulunan çehresinin utancından kıpkırmızı olması dahi durumu ispat ve tasdik ediyordu. Dolayısıyla Hasan, karının her iki üzüntüsüne birden bir çare olmak üzere dedi ki:
Hasan: “Kocanız hakkında gösterdiğiniz fedakârlık gönülce büyüklüğünüzü ispat eder. Mukaddes olan karı-kocalık sevgisi yolunda, bu kadar fedakârlığı göze aldıran bir namuslu kadın, tebrik edilmeye değil, takdis edilmeye layıktır. Fakat bu kadar mukaddes olan bir kadın, sizi şu gayretinizle beraber ağlatacak kadar tesirli bir sefalete niçin düçar olsun? İnsanlar birbirine yardıma borçlu olduğu hâlde…”
Yenge: “Anladım efendim, anladım. İyiliğinizin sonu olmadığını anladım. Meğer sizi buraya Allah göndermiş. Her biçarenin imdadına adam yetiştiren, bütün kâinatın yardımına yetişen göndermiş. Benim için sizinle vuku bulan görüşmenin, kocamla görüşme demek olduğunu, yüreğimin ta içinden arz ederim. Sizin her yerde eliniz olduğu hâlde kocamı mutlaka bulup bahtiyar edeceğinizi dahi kuvvetle ümit ediyorum.”
Kadın ile Hasan görüşmelerini bu dereceye vardırdıktan sonra yine vali karısının işe karışmasıyla söze son verdiler. Bir müddet dahi onun aşüftece bahislerine kulak vermeye mecbur oldular. Yalnız Hasan Mellah görünüşte kulak verirdi. Hakikatte ise zihninde yenge hanımın yürekler paralayan felaketli hâlinden başka hiçbir şey yok idi.
İhtimal ki okuyucularımızdan bazıları Hasan’ın o hâldeki üzüntüsünün derecesini bilmek isterler. Biz bu durumu kendilerine birkaç kelime ile izah edebiliriz.
Bu üzüntünün derecesini bilmek isteyenler evvela şunu düşünmelidirler ki bu biçare kadıncağızın şu felaketli hâline ve vali ailesinin, valilik mertebesine ermek gibi bir saadetine sebep olan ve eşi tarafından İlia diye anılan zat, haydut gemisindeki Korsikalı olup zavallı adamcağız kibar doğmuş, kibar büyümüş olduğu cihetle, haydutluk etmekten yana aciz kaldığı için kedi yavrusundan ziyade pek ehemmiyeti olmayarak denize atılacak iken Hasan’ın lütfu sayesinde canını kurtarmış ve bu hâlde dahi koca bir deniz kenarında aç ve biilaç bırakılmıştı. Hikâye edilen feci vaka ise yalnız biçare eşinin felaketine sebep olup biraderiyle biraderi eşinin en büyük arzularını yerine getirmiş olduğu hâlde, karısı, davranışları laubali değil, âdeta aşüftece olan bir kadının kötü hâl ve hareketleri karşısında eksiksiz iffetini muhafaza etmeye çalışarak sağ iken ölü çehresini giymiş olduktan başka böyle bir vali konağında bulunmaktan ise en büyük sefaletli hâli bile göze aldırıp biçare ve felakete uğramış olan kocası ile beraber haşrolmaya can atıyor. Hasan Mellah ki pek gençliğiyle beraber, dünyada pek ihtiyarların dahi görmemiş olduğu felaketleri görmüştü. Bu gayretli kadının alnından dahi anlaşılmakta bulunan ismet ve buna mukabil çektiği sıkıntıdan yüreğinin ne kadar müteessir olacağı hiç anlaşılmazsa şununla anlaşılsın ki Hasan gerçekten kendi derdini unutup kadının derdine düşmüş ve bu kadının arzusunca hareketi kendi vicdanının emrettiği harekete dahi tercih etmeyi göze aldırmıştı.
Cananı, Pavlos gibi babadan kalma bir düşmanın elinde bulunan Hasan Mellah gibi gayretli bir âşık için kendi cananını aramaktan vazgeçip de bu biçare kadının işine bakmayı göze aldırmanın ne büyük bir fedakârlık olduğu malumdur. Bu fedakârlığı göze aldırılmasını gerektiren üzüntünün, ne kadar büyük bir üzüntü olduğu da şu mülahaza ile daha açık bir şekilde meydana çıkar:
O gece ziyafette, yemekten sonra birkaç saat devam eden sohbet zamanının çoğunu Hasan, yenge hanımın durumu üzerinde düşünmesinin neticesi olan düşüncelerle geçirip oradakilerin yavan konuşmalarına kulak misafiri bile olmamıştı.
Nihayet gece yarısına bir saat kala, yani mevsim yaz olduğu için saat üç buçuk sıralarında cemiyet dağılıp Hasan da arkadaşı bulunan birinci kaptanla beraber gemisine gelmiş idiyse de Cuzella için meşgul bulunan zihni, bir de yenge biçaresi için meşgul kalmakla, ta sabaha kadar gözlerine uyku girmemiş olduğuna şüphe edilmemelidir.
Üçüncü Bölüm
Hasan Mellah, Ajaccio Limanı’nda o güne kadar geçirmiş olduğu zamanı, zincire vurulmuş bir aslanın tahammülsüzlüğü gibi bir tahammülsüzlükle geçirmiş idiyse de Ajaccio valisinin ailesi gibi saadetli hâlleri namusları pahasına kazanılmış olan bir aile içinde, tam bir iffet ve masumiyetiyle beraber, namusu uğrunda baba, anne ve bir kız kardeşini kurban etmiş olan kocasına duyduğu mukaddes sevgiyi dahi muhafazaya çalışmakta bulunan yengenin acıklı hâli yüreğine ziyadesiyle tesir ederek o güne kadar “Ah! Bir gün evvel şuradan demir alıp Cuzella’nın arkasına düşseydim!” demekte iken bir gün sonra “Cuzella şimdiye kadar varacağı yere varmıştır. Artık onu ustalıkla ve yavaş yavaş aramalıdır ve bu arama işinin içine yengenin kocasını dahi katmalıdır.” demeye başlamıştı.
Davet akşamının ertesi günü Hasan bir vesile bulup vali konağına giderek yenge hanımı bir daha görmeyi arzu etti. Ancak hiçbir vesile bulamadığı gibi vesilesiz gitmeyi de yakışık aldıramadığından kendi kumpanyasının acentelik işini gören Tüccar Fouillier ile bir küçük bono değişikliği meselesini bahane ederek kalktı, onun yanına gitti.
Hasan Mellah, Fouillier’nın ticarethanesine gitmişti. Kendini orada bulamayıp evinde olduğunu haber alınca daha ziyade memnun olup ticarethaneden yanına bir adam alarak evine gitti. Fouillier’nın, Hasan’ı büyük bir saygıyla karşılayacağı açıktır. Aldı, güzelce bir salona götürdü. Bir tacirin misafire ne kadar ikram edebilmesi mümkün ise etti. Hatta bu ikramında Fouillier telaş bile gösterip kâh büfeye kâh dışarıya gidip gelerek tatlı ve şerbet ikramlarına emir veriyordu. Nihayet Hasan, tam bono meselesini açacak iken salonun yan tarafında bulunan bir kapı açıldı, Madam Fouillier da içeriye girdi.
Madam Fouillier’nın gelişi, bu işini geciktirdiği cihetle Hasan’ı memnun etmemiştir zannedersiniz. Bilakis Hasan Fouillier ile görüşmekten ziyade Madam Fouillier ile görüşmek hevesindeydi. Kadını görünce ayağa kalkarak gayet terbiyelice saygılarda bulundu. Gerek Madam Fouillier ve gerek kocası tarafından “Bendehaneniz değerli ayak basışınızla müşerref olduğuna nasıl teşekkür edeceğimizi bilemeyiz.” mealinde söylenen sözlere pek mütevazıca mukabeleler gösterdi.
Giderek lafı dün akşamki ziyafete getirdiler. Hasan zaten öyle resmî yerlerde, tüccar bir adamın canının sıkılacağı gibi vali karısının pek serbestçe ve laubalice meşrebi, o yolda ömür sürmeye alışmamış olanlar için lezzetsiz olduğundan dem vurunca ilk önce kendisini Madam Fouillier tasdik etti.
Madam Fouillier: “Onların içinde insanın utanmadan selam verebileceği yalnız bir Madam İlia vardır.”
Hasan: “Madam İlia kimdir efendim?”
Madam: “İşte o yenge hanım.”
Hasan: “Evet, bendeniz de öyle gördüm. Pek dertli bir kadına benziyor.”
Madam: “Biçare kadıncağız dertlilerin dertlisi…”
Mösyö: “Ya ne kadar da iffet ehli bir kadındır. Doğrusu ya, dün gece bile valinin ve başkâtibin madamları ne hâlde idiler, o ne hâlde idi. Sizin gibi ilk defa görüştükleri bir misafir yanında nasıl davranmaları lazım geleceğini kıyas edebilirsiniz.”
Hasan: “İşte ben de onun için sıkıldım. Hele Madam İlia’ya yüreğim de acıdı. Zannıma kalırsa kadıncağızın konak içinde o kadar itibarı da olmamalı.”
Madam: “Ne gezer? Bir besleme daha itibarlıdır. Evet, daha itibarlıdır. Zira beslemeleri de kendileriyle kafa dengidir. Biz oraya gitmezdik ya… Fakat zatınız davetli olduğu için münasebet düştü de gittik.”
Hasan: “Öyleyse zavallı kadıncağız, bari bir tarafa çekilse de kendi âleminde yaşasa…”
Mösyö: “Ne ile yaşasa?”
Hasan: “Nasıl ne ile?”
Mösyö: “Öyle ya… Elinde avucunda ne var ki? Bu aile, zaten servetini kaybetmiş fakir bir aile idi. Günahı söyleyenlerin boynuna kalsın, nasılsa insanın yüzü kızaracağı bir fedakârlık mukabilinde bu rütbeye nail oldular. Yalnız Monsieur İlia maddi saadeti, namus gibi bir manevi saadete tercih edemedikten başka nihayet katil olarak bir de idam hükmünü giydi, gitti.”
Hasan: “Evet, dün gece Madam İlia işin bu gizli cihetini biraz çıtlatmıştı.”
Madam: “Ben de anlamıştım. Valinin zevcesi bırakmadı ki kadıncağız bütün derdini döksün. Çünkü Madam İlia her kim olursa olsun derdini dökmekle biraz ferah bulur. Hele sizin gibi derde derman olmaya kudreti bulunan bir zat olursa…”
Hasan: “Estağfurullah efendim. Benim elimden gelebilecek şey, gezdiğim, yürüdüğüm yerlerde şayet kocasına rast gelirsem karısının hâlini tavsiye ederek ikisini birleştirmeye çalışmaktan ibarettir.”
Madam: “Bundan daha büyük hizmet olur mu?”
Mösyö: “Vallahi efendim, bu kadın merhamete değerdir. Bunun hakkında ne iyilik etmiş olsanız karşılığını görürsünüz. Bakınız, ben size bunun hâlini daha bir başka suretle anlatayım. Madam İlia, şimdi Korsika valisinin yengesi değildir. Eğer ben kendisini burada beslemeliğe davet edecek olsam, gelir bana besleme olur.”
Hasan: “Acayip! Bu kadar kederlidir ha?”
Madam: “Daha ziyade bile kederlidir. Ay efendim, bir kere mülahaza buyurunuz ki siz bir gece evlerinde misafir olmakla rahat edemediniz. Eğer serbest-meşrep bir adam olsanız pek rahat ederdiniz. Sizi rahatsız eden şey iffetli hâliniz idi. Ya iffetli bir kadın, ya fakir bir kadın orada nasıl sığınabilir?”
Hasan: “Hakkınız var efendim, hakkınız var. Lakin dünyada bu kadar bedbaht insan bulunacağını ümit etmezdim de…”
Madam: “İşte şimdi ümit etmek değil, emin olabilirsiniz…”
Hasan: “Vah vah vah!..”
Dertli Hasan Mellah, şu ah vahları o kadar üzüntülü olarak çekmişti ki Monsieur Fouillier’nın zevcesine ettiği bir işaret üzerine kadın sözü değiştirmeye lüzum görerek derhâl Korsika Adası’nın letafetinden filanından bahis açmıştı. Hasan, kadının o yoldaki bahislerini dahi lezzetle dinledi. Zira yukarıda bir yerde dahi denildiği üzere, Madam Fouillier hem pek güzel hem de pek ağırbaşlı, vakur bir kadın olduğundan bu kısım kadınların sözü, sohbeti, daima lezzetle dinlenir.
Hasan orada bir buçuk saat kadar oturduktan sonra “Güya, bendeniz bir küçük iş için gelmiştim. Lakin işi ziyarete çevirdik. Ama yine teşekkür ederim. Belki işimi görmek vesilesiyle sizinle bir daha müşerref olurum.” diye ayağa kalktı ve Monsieur Fouillier dahi gülümseyerek “Emrederseniz işi de görebilirdik ancak mademki o iş vesilesiyle bir daha müşerref olacağız, artık lüzum görmem.” yollu mukabele gösterdi. Hasan ikisine de pek mütevazıca selam verip çıktı. Ve artık hiçbir tarafa uğramayıp doğruca gemisine geldi.
Gerek yolda gelirken ve gerek gemiye geldikten sonra, Hasan Mellah’ın düşündüğü şey Madam İlia’ya bir mektup gönderebilmek yolu idi. Pek çok düşündü ama bir türlü yolunu bulamadı. Ne kendi adamlarından birisiyle göndermek ihtimali vardı ne de Fouillier’nın adamlarıyla. Ta sonra aklına geldi ki bu iş o kadar imkânsız bir şey değildir. Madam İlia’ya yazılan bir mektubu valinin konağında, postacının getireceği mektupları koyması için merdiven başında asılı bulunan kutuya koyunca kendi kendisine Madam İlia’ya varacağını anladı. Derhâl yazıhanesinin başına geçip gayet açık bir İspanyolca ile mektubu yazmaya başladı. Zira Madam İlia biraz mustalah31 sözlerle İspanyolcayı anlayamadığı hâlde, Korsikalı olmak hasebiyle açık İspanyolca anlayabilirdi.
Yazdığı mektubun tercüme edilmiş hâli şudur:
Aziz ve Muhterem Hanım,
Ziyafet gecesi gördüğüm ızdıraplı hâliniz, yüreğime o kadar tesir etti ki derdinizin dermanı kanım olacağını bilsem esirgememek mecburiyeti altına girdim. Sizin için şimdilik şu hâlde iki şık arz edebilmekteyim. Birisi sizin buradaki ayrı bir evde rahat rahat yaşamanızı sağlayacak olan parayı takdim etmek ve ikincisi, burada olursa gemimi ve başka yerlerde de kendime mahsus olacak evleri tek başınıza sizin istirahatinize teslim etmektir. Bu iki suretten hangisi tercih buyrulursa onu kabul etmekte veya hatırınıza başka bir çare geliyorsa onu da bildirmekte serbestsiniz. Bana yazacak mektubuz olursa Monsieur Fouillier’ya gönderebilirseniz benim elime de geçer.
Hasan bin Osman Pavlos
Hasan bu mektubu yazıp üzerini mühürledikten sonra gemi memurlarından birisine verdi ve karada bir postacı bulup onunla vali konağına göndermesini tembihledi.
Mektup gittikten sonra Hasan bir müddet Madam İlia’nın iki suretten hangisini kabul edeceğini düşünüp kâh kendi memleketinden bir evde refahla yaşamayı ve kâh mutlaka kocasıyla kavuşmak nimetini tercih edeceği hususlarını hükmeder idiyse böyle ikisi birbirine ters düşen hükümlerden hiçbir netice çıkaramazdı.
Gündüzki memur dönerek emri üzere mektubu postacıya teslim ettiğini bildirdi. Hasan o gün akşama kadar cevap bekleyip bir cevap alamayınca gece dahi hem kendi derdini hem Madam İlia’nın hâlini mülahaza ile vakit geçirmeye başladı.
Madam İlia hakkında edeceği hizmet Hasan için yalnız iftiharı gerektirmeyip teselliyi de gerektirirdi. Zira bir bela girdabına düşüp de başkasının yardımına muhtaç olan insan, bir kimsenin yardımına kendisi yetiştiği zaman, kendisinin dahi yardımına bir kimsenin yetişebileceği hakkındaki ümidine kuvvet vererek pek ziyadesiyle teselli bulur ki işin bu ciheti, (Allah saadetlerini arttırsın.) âlemde felaketi görmeyenlere meçhul ise de (Allah felaketlerini defetsin.) felakete düşenlere pek malumdur.
Ertesi sabah dahi Madam İlia tarafından bir eser görülmedi. Hasan öğle vaktine kadar bekledi, yine eser yok. Artık canı sıkıldığı için “Bari şehri gezmeye gideyim.” diye bir sandala binerek sahile doğru avara ettirmişti.32 Yolda bir sandala rast geldi. Dikkat etti, baktı ki Madam İlia, yanında bir de uşak olduğu hâlde geliyor. Hasan derhâl alabanda etti ve bu manevrada kendi sandalı Madam İlia’nın binmiş olduğu sandala yaklaşarak ikisi birbirini görüp selamlaştıktan sonra beraberce gemiye vardılar.
Hava yaz olup ortalığı da sıcak basmış olduğundan kamaraya inmediler. Kıç üzerindeki kanepeler üzerine oturup hoştan beşten sonra söze başladılar.
Madam İlia: “Bugün epeyce bir sıkıntı oldu da efendim, biraz hava almaya lüzum gördüm. Nereye gideyim? Deniz hâli daha başkadır diye sizi rahatsız ettim.”
Hasan: “Estağfurullah efendim, memnun ettiniz.”
Madam: “Hatta görümceme de ‘Birlikte gidelim de gezelim.’ dedim ama böyle iki kadının bir gemiyi gezmeye gitmesini iffet kaidesine uygun görmedi!”
Hasan: (tebessümle) “Demek oluyor ki iffet hususunda taassubu biraz ziyadece imiş!”
Kadıncağız bu lakırtıları o kadar gönül rahatlığı ile söylüyordu ki Hasan kendi mektubu varamamış olması gibi bazı zanlara bile düştü. Meğer zavallı kadın derde artık alışmış olduğundan istediği zaman derin derdinden renk vermemek talimini dahi etmişmiş!
Hasan: (yavaşça) Dün size bir mektup takdim etmiştim. Acaba ulaşmadı mı?”
Madam: “Geldi efendim. Cevabı olarak da ben kendim geldim.”
Hasan: “Ya sizin buraya geldiğinizi onlar biliyorlarmış!”
Madam: “Biliyorlarsa ne olur? Fransa bu kadar hürriyet davasında iken bir kadın istediği yere gezmeye gidemez miymiş?”
Hasan: “Öyleyse…”
Madam: “Evet, öyledir. Hatta aleyhine verilmiş hükümden dolayı buraya gelemeyen kocamın yanına kendim gitmekte de serbestim.”
Hasan: “Öyleyse refakatinizle müşerref olacağım demek.”
Madam: “Kocamı buluncaya kadar en küçük hizmetlerinizde bulunmayı bile kendime şeref addedeceğim.”
Hasan: “Estağfurullah efendim. Ben zaten bu dünyada kimsesiz bir adamım. Kimsesiz kalmışım. Felek sizi kimsesiz bıraktığı gibi, beni de bırakmış. Ben de sizin gibi kaybolan bir kaybı aramaktayım. Dertlerimiz bir dert olduğundan birbirimizin derdine ortak olarak dermanımızı dahi birlikte arayabiliriz.”
Hasan Mellah böyle bir girişle söze başlayıp kendisinin ne maksatla deniz üzerinde gezip durduğunu kısaca anlattıysa da yalnız cananını kimin kapmış olduğunu belirtmeyerek Pavlos’u “bir rakip’ diye yâd ederdi. Madam İlia ise Hasan’ın macerasına hem üzüldü hem de felaket yolunda böyle kuvvetli bir arkadaşa rast geldiği için memnun oldu. Hasan ise kadının derdinin, kendisinin derdi kadar güç bir şey olmadığını ve onun daha evvel ve daha kolay emeline kavuşacağını temin ediyordu.
Kısacası, Madam İlia kaçak suretinde değil, belki aleni olarak Hasan Mellah’a refakat etmeyi kararlaştırdı. Şu kadar var ki bu gidiş aleni olmakla beraber, kimseye ondan malumat vermek de hiçbir fayda getirmeyeceği için durumu ilan etmenin de lazım olmadığını zikrettiler. Hareket günü olarak ertesi sabahı kararlaştırıp Madam İlia’nın eşya filan almasının dahi gerekmeyeceği söylenmiş ve hâlbuki biçarenin tasarrufuna itimat edeceği hiçbir şeyi bulunmamış olduğundan ertesi sabah erkence iskele başında birleşmek üzere o gün birbirlerinden ayrıldılar.