Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 15

Yazı tipi:

Altıncı Bölüm

Madam İlia’nın kim olduğu, gerek kaptanların ve gerek güverte zabiti Trillo’nun malumu olduğu gibi kadının ne gibi bir emel ve mecburiyet üzerine gemiye gelmiş olduğu dahi birinci kaptanın dönüş gecesi Hasan Mellah ile beraber bulunmuş olmasıyla arkadaşlarına anlattıklarından anlaşılmıştı. Ancak bunların malumatı her hâlde kendilerince bir şey olup hiçbirisi o konuda kadına bir tek söz söylememişlerdi. Madam İlia’ya gelince; gerçi kendi hâlinin herkese malum olduğunu o dahi biliyordu. Ancak hâlini bahis konusu yapmakta hiçbir fayda ümit etmediği cihetle derin derdinden hiçbirisine şikâyette etmezdi.

Birinci kaptan Maltalı olup elli beş yaşını geçmiş kır saçlı bir adam ve ikinci kaptan da yine bu yaşta bir İspanyol idi ki her ikisi de âlemin oldukça sıcağını da soğuğunu da görmüş bulunduklarından Madam İlia’nın hâline gerçekten acıyorlardı. Güverte zabiti Trillo otuz beş kırk yaşında bir İtalyan idi. Madam İlia’nın felaketli hâli acınmayacak bir şey olmadığı cihetle, Trillo dahi acıyordu. Ancak bekâr ve biraz da değil, pek de hovarda-meşrep olduğundan kadın hakkında zihnine hücum eden şeytanları bir türlü yenemiyordu.

Verdiğimiz şu kısa malumattan dahi anlaşılabilir ki Madam İlia’nın her hâl ve hareketine cümleden ziyade dikkat eden yalnız güverte zabiti Trillo idi. Hatta o kadar dikkat ediyordu ki birkaç günden beri madama arız olan perişanlığın bile farkına vardı. Bunun üzerine bir gün geminin kıç tarafında madamın yanına sokulup dereden tepeden söz açtıktan ve Hasan Mellah’ın artık Paris’e varmış ve belki dönüşü dahi yaklaşmış olacağından bahsettikten sonra sözü şu surete döktü:

Trillo: “Keşke çorbacımız sizi de götürseydi.”

Madam: “Niçin?”

Trillo: “Görüyorum ki burada canınız sıkılıyor.”

Madam: “Hayır, sıkıldığı yoktur. Himmetiniz sayesinde pek rahatım.”

Trillo: “Hele bir iki gündür hâlinizin perişanlığı açıkça görülmektedir.”

Madam: (göğüs geçirerek) “Benim hâlim daima perişandır efendim. Benim gibi bir felaketzedenin hâlinde perişanlıktan başka ne olur?”

Trillo: “Evet, derdinizi biliyorum. Gerçi siz hâlde bulunan bir kadına teselli vermek lazımsa da vereceğim tesellinin bir faydası olup olmadığında şüphem vardır.”

Madam: “Sizin bana fiilen gösterdiğiniz insaniyetten büyük, benim için teselli mi olur?”

Trillo: “Olur efendim, olur. Sizin için teselli de olur. Ama işittiğime göre…”

Madam: (dikkati artarak) “Ee, işittiğinize göre?”

Trillo: “Hiç!”

Herifin son lafı üzerine madamın merakını arttıran şey, şayet onun dahi kocası İlia’dan bir malumat almış bulunması ihtimali olmakla, ne işittiğini mutlaka söylemesi hakkında gösterdiği ısrar üzerine Trillo şu cihetten bir söz açtı:

Trillo: “Efendim, ben biraz serbestçe adam olduğumdan korkarım ki laflarım canınızı sıkar.”

Madam: “Serbest adamın lafları, en doğru laflar demek değil midir?”

Trillo: “Bendenizce öyledir.”

Madam: “Öyleyse niçin canımı sıksın?”

Trillo: “Siz kaybolan kocanızı aramaya çıktınız, değil mi?”

Madam: “Ah, evet, öyle!”

Trillo: “Buna bir şey diyemem. Aramaya çıkabilirsiniz. Yalnız size şunu sorarım ki karıya kocasını aramak mı düşer, yoksa kocaya karısını aramak mı?”

Madam: “Güzel söylüyorsunuz ama kocam beni arayamamakta mazurdur.”

Trillo: “Bu konuda sizi tasdik edemeyeceğimden dolayı affınızı rica ederim. Çünkü kocanız sizi başı korkusundan aramıyor, öyle değil mi?”

Madam: “Evet!”

Trillo: “Demek oluyor ki sizi kendi canı kadar sevmiyor. Kendi canını sizden daha ziyade seviyor. Hâlbuki gördüğüme kalırsa siz kocanızı kendi canınızdan ziyade seviyorsunuz. Çünkü…”

Madam: “Ah, ona şüphe mi ister?”

Trillo: “İşte demek oluyor ki muhabbette, fedakârlıkta israf ediyorsunuz. Ben kadın olsam hiç bu israfta bulunmazdım.”

Madam: “Acayip!”

Trillo: “Gördünüz mü efendim serbest adamın doğru lafları canınızı sıkmazsa bile hayretinize sebep oluyor. Fakat zararı yok. Bendeniz yine fikrimi serbestçe söylemekten geri durmam. Size şunu sorarım ki bir adam için karısı mı daha sevgilidir, yoksa anası, babası, kardeşleri mi?”

Madam: “Bana soruyorsanız karısı derim.”

Trillo: “Hayır efendim. Bir kere validenizi, kardeşlerinizi hatırınıza getiriniz de öyle söyleyiniz.”

Madam: “Ah, hepsi sevilir, hepsi!”

Trillo: “Hepsi değil, elbette ana baba daha ziyade sevilir. Zira âlemde gönül her kimi severse onunla eş olabilir. Fakat ana, baba, kardeş olamaz.”

Madam: “Ee, sanki ne demek istiyorsunuz?”

Trillo: “Şunu demek istiyorum ki kocanız anası, babası, bir de kız kardeşini öldürmüş olduğu hâlde…”

Madam: “Ah, namus uğruna öldürdü, namus uğruna.”

Trillo: “Öyle olsun. Lakin o namus dediğiniz zanlar nevinden değil midir?”

Madam: (yüreği çarparak) “Estağfurullah!”

Trillo: “Siz yine fikrinizde sabit olunuz efendim. Ben size fikrinizden dönünüz demiyorum. Namusun zanlar nevinden bir şey olduğunu, her kime olsa o kadar kolay ispat ederim ki şaşarsınız. Kocanız evvela pederini, validesini, kız kardeşini namuslu zannetmişti. Sonra namussuzluğu seçiyorlar zannederek ve bu zan evvelki zanna galebe ederek, o suretle üç katli birden göze aldırdı, değil mi? Hem ana, baba, kız kardeş olarak üç!”

Madam: “Evet ama!..”

Trillo: “Biraz müsaade buyurunuz. Sonraki zannın evvelki zanna galebe ettiğini kabul ettiniz. Biraz orada sabit kalınız. Bu hâlde evvelki zan dediğimiz şey namus değil midir? Öyleyse namus zanlar nevinden sayılmaz mı?”

Biçare Madam İlia, Trillo habisinden işittiği bu sözleri ömrü müddetince kimseden işitmemiş olduğu için zihnine birdenbire durgunluk geldi. Bir iki dakika kadar düşünceler denizinin içinde yuvarlandı kaldı. Sonra şiddetli bir ah ederek yine Trillo’ya dönüp konuşmasını beklediğini sezdiren bir tavır takındı.

Trillo: “Hoş, bilgili bir kadın olduğunuza göre, bu incelikleri sizin de tetkik etmiş olduğunuzdan şüphem yoktur. Şimdi ise sadece mahzun gönlünüzü teselli için demek isterim ki bir kadının kocasına ve bir kocanın karısına sevgi göstermesi gerekir. Hem bu sevgi mukaddestir bile. Hatta bu yolda sizin gösterdiğiniz kadar ve belki de daha ziyade fedakârlık bile gösterip can vermeli de evliliğin namusuna zarar getirmemeli. Lakin sevginin, fedakârlığın bu derecesi iki taraflı olması lazım değil, âdeta şart ve farzdır. Hatta bu her ikisi için de hem şart hem de farzdır. Eğer kocanız, Allah korusun, prangada veya zindanda bulunsa ne kadar üzülür ve ne kadar matem tutarsanız yeridir. Ancak şimdi siz bir koca için matem tutuyorsunuz ki kaçaktır ve sizi aramaya erkeklik kuvveti mutlaka kâfi iken siz karılık zaafıyla onu arıyorsunuz. Onun sizi terk edip gitmesi başı korkusundan, sizin onu aramak için bunca zahmeti göze aldırmanız yalnız sevginiz icabından olmasına bakılırsa serbest bir adamın kocanıza, aferin diyemeyeceğini ve böyle bir koca için sizin dahi bu kadar dertli bir hâlde kalmanızı beğenmeyeceğini arz etmekten geri duramam.”

O gün ilk defaya mahsus olmak üzere Trillo bahsi burada kesti. Şimdi bu bahsin Madam İlia’ya olan tesirlerine gelelim.

Şeytan herifin beyan ettiği şeyler, zayıf yürekli bir kadının zihnini gereği gibi çelecek kuvvete haizdir.

Madam İlia ise daha önce kocasına kilisede rast geldiği ve kendisini tanıdığı hâlde herifin ret ile savuşup gitmesi üzerine zaten perişan olan fikrini nasıl yeneceğini bilemiyordu. Kocasının sadakat ve fedakârlığının derecesini zaten nazarında belirlemeye başlamış olduğu hâlde bir de Trillo’nun muhakemesini görünce “Bu Trillo’nun yerden göğe kadar hakkı var. Beni arayıp bulmak ve kaçacağı varsa beraber kaçarak yine hâlimize göre birlikte yaşamak yolu varken sadece kendi başının korkusundan ötürü beni aramadıktan başka ben onu bulmuşken bile göğsümden kakıp kaçan, giden kocanın derdiyle bu kadar yanmak âdeta ahmaklıktır. Biraz kendimi geniş tutmalıyım.” suretinde karar vermişti.

Ne yazık ki, hatta yüz binler defa yazık ki, bir kadının namus konusundaki mukaddes titizliğine bu kadarcık halel gelmesi, onun bütün bütün bozulup gitmesi için yetip de artmıştı!

Mevcut milletlerin bazılarının, kadınları erkeklerden kaçırıp bazılarının kaçırmamasında olan fayda ve zararı muhakeme eden bazı eksik fikirli filozoflar, kadınların örtü altına konulmasının, âdeta kıskançlıktan gelir bir nevi taassup olduğuna hükmederler. Ancak işte Madam İlia gibi bir kadının namus konusundaki temiz titizliğini bozmak bu kadar kolay bir iş olduğu hâlde, bu gibi bozulmalara karşı doğuştan meyilli bulunan kadınların ne kadar basit şeytanlıklara mahvolup gideceğini düşünmelidir.

Güverte zabiti Trillo, Madam İlia’ya arz ettiği felsefi nutuktan sonra kadının tavrında görülecek değişikliğe dikkat etmeye başladı.

Gördü mü dersiniz?

Ziyadesiyle gördü. Hatta aradan iki gün geçmeden Madam İlia herifi yanına çağırıp “Monsieur Trillo, lakırtınızı pek haklı buldum ama inşallah kocamı ele geçireceğim hakkındaki ümitlerimi teyit edecek rüyalar dahi görüyorum.” yollu bir girişle herifi yine sohbete davet etmişti. Trillo, Madam İlia’da bu gevşemeyi görünce fikir ve hayallerinin gerçekleşeceğine güveni artarak büyük bir emniyet ve kararlılıkla:

Trillo: “Vallahi efendim, ben sizin hâlinize acıdığımdan öyle söyledim. Sizin gibi henüz pek genç ve tam zevk edecek çağda bir kadını öyle, dünyasından bezmiş bir hâlde görmek elbette bana tesir eder. Bir kere de âlemde emsalinizden ibret alınız. Kocaları yanında ve safaları yerinde kadınların bile eğlenceleri yolunda dakika kaybetmediklerini görünüz.”

Madam: “Dünyada namussuz aşüfte mi ararsınız?”

Trillo: “Hakkınız yoktur diyemem. Öylesi de var. Fakat bu namus bağıyla yalnız kadınlar mı bağlı olur? Gösteriniz bana bir erkek ki eline fırsat düştüğünde namusu o fırsatı kaçırmasına sebep olsun.”

Madam: “Erkeklerde bu kadar iffetli adam nadir bulunur.”

Trillo: “Kadınlardan çokça bulunmasının sebebi ise doğrusunu isterseniz kadınların akılsızlığıdır. Vallahi efendim, namus bence vazifedir. İnsan vazifesinden harice çıkmaz veyahut çıktığını kimseye duyurmazsa namusu da zarar görmez inancındayım. Bir kere düşününüz. Dünyada bir emele nail olmayı kim istemez? Yalnız meydana sırrım çıkar da rezil olurum diye nefsini meneder. Eğer insan kendi sırrını kendi sakladığı kadar başkasının da saklayacağına emin olursa mutlaka iradesi elden gider.”

Herifin lakırtıyı bu yola dökmesiyle beraber Madam İlia’nın çehresinde o kadar kabul alametleri görüldü ki âdeta Trillo arzusunun hasıl olacağına hiç şüphe etmemeye başladı. Ancak o aralık birinci kaptanın yanlarına gelmesiyle âdeta pişmiş aşa soğuk su katmış oldu.

Madam İlia, kaptan ile de güzel güzel konuşup bir hayli vakit geçirdikten sonra kamarasına inerek kendi kendisine düşünmeye başladı. Kâh öyle birtakım namuslu duygulara mağlup oluyordu ki dünyada, her şehvetine düşkün kimsenin hırsını dindirmek için kendini vakfetmiş olan kadınların geberip gitmelerini bir nimet olarak kabul eder ve Trillo’yu da namus binasının zelzelesi, ölüm ateşinin rüzgârı, temizlik ve günahsızlık gemisinin borası gibi görüp günahsızlık gibi melekçesine bir duyguyu onun şehvet duygusu gibi şeytanca bir duyguya yaklaştırmak doğru olmayacağı için bir daha herifin yüzüne bakmamak kararını alırdı ve kâh olurdu ki kendi şehvet duygularına mağlup olarak Trillo’nun dediği gibi gerek namus ve gerek ırz denilen şeyin zanlar nevinden olduğunu düşünmekle sır meydana çıkmayacak olduktan sonra âlemde zevk etmeye kimin mâni olacağını hesap ederek hazır şu Trillo oldukça genç ve parlacık bir adamken sohbeti ile müstefit olmak kararını verirdi ki bu son kararıyla hırsından gerinmeye ve esnemeye başlardı.

Meselenin üzerinden birkaç gün daha geçti. Birkaç gün değil, birkaç hafta dahi geçti. Temizliğin ve günahsızlığın manevi kuvveti ile şehvetin kuvveti pençe pençeye cenkleşmekten vazgeçmediğine ve bu muharebede tarafların henüz barış yapmadıkları için Madam İlia, âdeta iki köy arasında kalmış ahuya benzedi.

Birkaç defa daha Trillo ile sohbetler etti. Habisin her sohbeti, âdeta temizlik kahramanının bir damarını kesmek yerine geçiyordu. Nihayet o kahraman hükümdar tam aciz kalarak düşmanının kahramanca üstün gelmeye başladığını da Trillo layığıyla anlamış olduğundan bir gece halk yerli yerine çekildikten sonra kalkıp Madam İlia’nın dairesine doğru yürüdü.

Madam İlia henüz yatmamış idiyse de kanepesi üzerine serilip yine iffet ve şehvet muharebelerini seyrederdi. Kapı açılıp da Trillo’nun içeriye girmesi, tam melekçe temizliğin yenildiği zamana tesadüf ettiği için herifi görünce bu vakit kamarasında ne gezdiğini sormaya davrandıysa da vücuduna bir titreme ve diline bir ağırlık gelip tir tir titremekten başka bir şeye muvaffak olamadığını gördü.

İyi ya, artık ne gibi bir manevi hissin zorlaması ve baskısı ile Madam İlia, o gece sabaha kadar hüngür hüngür ağladı?

Evet, ağladı. Çünkü düşüncesi ve muhakemesi de iffet ve namusuyla beraber ayaklar altında çiğnenmemişti. İnsan bir saniye evvel kendisini melek, vücudunu nur görüp durduğu hâlde kendinden geçmekten ibaret olan bir saniyelik şehvet müddetinden sonra, kendisini ifrit, vücudunu leş olmuş görünce elbette bu hâl gayretine dokunur.

Elbette ağlar!

Gayreti dahi muzmahil42 oluncaya kadar ağlar!

Eyvah! Eyvah ki bir kere gayret dahi muzmahil olursa artık onun nazarında cihan muzmahil olsa dahi bir tesiri kalmaz.

(Beşinci Kitap’ın Sonu)

ALTINCI KİTAP

Birinci Bölüm

Miladi 1790 senesi Eylül’ünün on birinci günü Paris’te, Hotel de Moscova denilen misafirhanenin umumi yemek salonunda, hazır bulunan kadın erkek, yirmi kadar zevat arasında gayet sıcak bir sohbet cereyan ediyordu. Bu sohbette Michelet namında bir ihtiyar Fransız ortaya bir iddia atmış görünüp Feuerbach namındaki bir Alman ile Desters isminde bir İngiliz de bu iddiaya karşılık veriyor ve başkaları sohbetin nasıl cereyan ettiğine dikkat ederek aralıkta bir onlar arasında da söz söyleyen oluyordu.

Sohbetin mahiyeti aşk ve alaka denilen şeyden ibaret olup bu konuda Michelet’nin iddiasının içeriği şu şekilde özetlenebilir:

“Yaşım altmışı geçti. Bu ömrüm müddetince aşk ve alaka âleminin ayak atmadık hiçbir köşesini bırakmadım. Hatta bir aralık izdivaç dahi ederek… Artık bereket versin diyeyim ki zevcem birkaç seneden sonra vefat edip gittiği cihetle beni serbest bıraktı. Yani demek isterim ki sevginin o cihetini dahi gördüm. Bu uzun müddette edindiğim tecrübelerimden şunu anladım ki aşk denilen şey âdeta insanın kendi kendisini aldatmasından ibaret. Ama nasıl aldatış? Yalnız ‘Filan kadın beni seviyor.’ diye aldatmak değil. ‘Ben filan kadını seviyorum.’ diye de kendi kendisini aldatır. Hem de o kadar aldatıyor ki sevdiği uğrunda canını ortaya koymayı da göze aldırıyor. Gerçi bu fedakârlığı esirgemiyor. Siz âlemde budala mı ararsınız? O yolda canını feda etmiş olanlar pek çoktur. Ancak bilmiş olunuz ki herif mutlaka aşk yolunda canını feda etmiyor. Sadece kendisini aldatmış olduğu meydana çıkınca o kadar mahcubiyete dayanamayacağından dolayı canına kıyıp kurtulmak vadisine sapıyor. Yoksa âşık olan niçin canına kıyacak? Aşkta sebatının zoruyla mı? Hâlbuki canına kıydığı anda, aşk dahi hayatıyla beraber elden çıkıp gitmeyecek mi? Eğer canına kıyan budala, ahmak olup da bu hesabı edemezse zaten onun hareketi kaleme gelmeyeceğinden, o herifin canına kıymasını âdeta eşekliğine yormalıdır. Yok, eğer ettiği hareketin yönünü, niteliğini ve ehemmiyetini bilir bir adam ise o da kani olmalıdır ki kendisini aşk yolunda öldürmeyip sadece mahcubiyet zoruyla öldürmektedir.”

Monsieur Michelet, davasını şu yola dökünceye kadar etraftan nice itirazlar edilmiş ve sözler söylenilmiş ise de hiçbirisinin o kadar ehemmiyeti olmadığından biz onları geçip yalnız kendisinin fikrini tasvir ettik. Bundan sonra edilen itirazlara bakalım:

Feuerbach: “Monsieur Michelet’nin lakırtısı bütün bütün boş değildir. Sevgi yolunun bir çığırı da onun dediği cihete sapar. Ancak bu kadar filozoflar gelmiş geçmiş, cümlesi, aşkın insan için hulkî ve cibillî, yani tabii olduğuna hükmederek bu hükme itiraz eden bulunmamıştır.”

Michelet: “Evet, bulunmamıştır. Zira o zaman âlemde fikirler şimdiki gibi serbest değilmiş. Şimdiki serbest fikirler her şeye itiraz etmekten çekinmezler. İşte filozofların bu fikrine de ben itiraz ediyorum.”

Desters: “Sizin fikrinizin filozofların fikirleri kadar kuvvetli olduğunu bilsek bu davada size tabi olurduk.”

Michelet: “Fena söylemediniz efendim. Eğer benim fikrim filozofların fikri kadar kuvvetli değilse hazır böyle zayıf bir fikri, filozofların fikri gibi kuvvetli bir fikir ile pek kolay mağlup edersiniz. Rica ederim beni susturunuz da hakkı sizin elinizde göreyim.”

Feuerbach: “Pekâlâ, işte diyoruz ki aşk insan için hulkî ve cibillîdir. Buna ne diyeceksiniz? İnsan ne hikmete dayanarak bir kadına kalbini bağlayıp da dünyada başka ne kadar kadın varsa cümlesini kendi sevgilisinden aşağı görmektedir?”

Michelet: “Tam da bu sorunuzun cevabını diğer bir soru içinde vereceğim. Ben de size sorarım ki yaratılışında, fıtratında aşk olan bir adam, bana niçin alaka etmiyor, niçin?”

Michelet’nin şu sözü meclisçe umumi bir kahkahayı sebep oldu.

Feuerbach: “Sizin sararmış dişlerinize, kırarmış saçlarınıza mı alaka etsinler? Hem siz erkeksiniz.”

Desters: “Yoksa buruşmuş yüzünüze mi?”

Michelet: “Aferin, pek memnun oldum. Demek ki alaka etmek, âşık olmak için mutlaka kadın arıyorlar.”

Desters: “Şüphe mi istersiniz?”

Michelet: “Öyleyse bizim doksan beşlik valide hanıma niçin alaka etmiyorlar? İşte o da bir kadındır.”

Bu söz dahi meclisçe bir kahkahaya sebep olup hazır bulunanlardan seksenlik bir ihtiyar söze karışarak:

“Valide hanıma da alaka edenler yok değildi. Ben on beş yaşında iken henüz otuzunda bulunan valide hanım hazretleri Paris’in âdeta afeti idi.”

Michelet: (gülümseyerek) “Şimdi şu güzel şahitliğinizi valide işitse kim bilir ne kadar memnun olur ve size de ne kadar dua ederdi. Lakin biz bahsimizden çıkmayalım. Kadın dahi ihtiyar olunca alakaya şayan değildir demek istiyorsunuz öyle mi?”

Feuerbach: “Evet efendim!”

Michelet: “Demek oluyor ki alaka etmek için genç bir kadın lazımdır. Öyle mi efendim?”

Desters: “Evet efendim, dedik ya!”

Michelet: “Ya bu kadın uzun burunlu, büyük ağızlı, kazık gibi dişli, yeşil gözlü, saçları çirkin, sözü sohbeti dinlenmez, zayıf, yılışık, çirkin bir şey olsa zararı yoktur ya? Yine alaka edilir ya?”

Hazır olanlardan birisi: “Ama siz bahsi komedyaya çevirdiniz.”

Michelet: “Estağfurullah, sual soruyorum. Suallerime verilecek cevap üzerine meseleyi halledeceğim.”

Desters: “Zararı yok efendim. Biz de suallerinize cevaptan geri durmayız. Tarif ettiğiniz kadın gibi bir kadını alakaya değer görürseniz alaka etmekte ve onun aşkı yolunda canınızı bile feda etmekte serbestsiniz.”

Michelet: “Ha, öyle bir kadına alaka edilmezmiş. Demek oluyor ki alaka edilmek için hem genç hem güzel şiveli, işveli, nazik, tatlı, minimini bir kadın arıyorsunuz ha?”

Desters: “Evet efendim!”

Michelet: “Öyleyse şuna aşk diyeceğinize şehvet-i hırs deseniz olmaz mı?”

Feuerbach: “Nasıl şehvet? Nasıl hırs?”

Michelet: “Bayağı şehvet, bayağı hırs. Sözümü daha ziyade izah edeyim mi? Âdeta o kadının visalini istemeyi şehvetin de zorlamasıyla bir kat daha kuvvetlendirmeye aşk diyeceğiz vesselam.”

Monsieur Michelet şu hükmü verdiği zaman meclise bir durgunluk gelip ihtiyar olanlar, kendi çıkarları bu cihette bulunduğu için tasdike ve genç ve özellikle âşık olanlar bu hüküm kendi işlerine gelmediği için itiraza kalkıştılarsa da ekseriyet yine Michelet tarafında kaldı. O ise halkın telaşına bakmayıp yine sözüne devam etti:

“İşte bu şehvani hissin zorlaması üzerine, âşık efendi aşkına daha ziyade bir süs vermek için sevgilisinin huzurunda ağlar, sızlar. Sevgilisi ise kendisini pek sevdiğine inandığı gibi kendisi dahi onu pek sevdiğine inanır. İşin bu cihetine ben de inanırım. Çünkü sevgilisi gibi güzel bir karıyı sevmeyecek de bizim valide hanımı sevecek değil ya? Fakat bu konuda kendisi o kadar aldanır ki dünyada sevgilisi olmadıktan sonra kendisinin dahi yaşayamayacağına bile kendisini inandırır. Sebep? Çünkü karı daha güzel bir delikanlı bulmuş. Artık âşığa canını feda etmek lazım gelir. Sebebi? Sebebi aşk değil. Belki aldanmış olduğundan dolayı hasıl olan mahcubiyettir.”

Bu sohbet üzerine verilen kesin hüküm, hazır bulunanları daha ziyade meşgul ederek bu kere de her iki üç adam arasında bir bahis açılmıştı ve birçok gürültülerden sonra nihayet Monsieur Michelet’nin fikri, ekseriyet değil, belki Feuerbach ile Desters’den başka oy birliğiyle kabul görmüştür. Bahse bu suretle son verildikten sonra mevcut kadınlardın birisi Monsieur Michelet’ye hitaben:

“Monsieur Michelet, siz demiştiniz ki şu ömrünüz içinde aşk ve alaka dünyasının girmedik yerini bırakmadınız. Demek oluyor ki sizin dahi kendinizi âşık zannederek aldattığınız vaki olmuştur.”

Michelet: “Oldu madam. Fakat pek gençlikte iken oldu. Sonra bir ihtiyar bana doğru yolu gösterdi. Ondan sonra hiçbir kadına âşık olduğumu, ne kendimi inandırmaya çalıştım ne de kadını. Âdeta ‘Hanım, siz pek güzelisiniz, gönlüm sizi sevdi. Siz de beni beğenip severseniz birlikte zevk edelim.’ kelimeleriyle ilanıaşk ederek nihayet ‘Artık ben sizden usandım. Siz de benden usandıysanız kendimize başka birer yâr arayalım. Yok eğer daha benden usanmadınızsa ben sizin muhabbetinize bir müddet daha katlanabilirim.’ diye sevgi defterine son verirdim. Hem de bu doğru ve serbest lakırtı çoğu kadınların beğeni nazarına mazhar olurdu da öncekinden ziyade muvaffakiyetler görürdüm.”

Hazır olanlardan bir genç: “Ne kadar maymun iştahlılık! İnsan sevdiğinin sevgisiyle mezara gitmeli, değil mi?”

Michelet: “Galiba bu genç efendi bir kimseye âşıktır. Hem sevgilisi de burada bulunmalıdır ki ona olan sevgisi hakkında teminat vermek için böyle söylüyor. Efendim, siz isterseniz sevgilinizin sevgisiyle mezara gidersiniz, isterseniz Hind’e, Yemen’e. Ben sevgi denilen şeyin şehevi hırstan ibaret olduğuna kanaat getirdiğim için mezara, Hind’e, Yemen’e değil, çarşı başına kadar bile gitmem. Çünkü şehvani ihtiyacımı şu kadın karşılayamazsa bu kadın daha ziyade karşılayabilir. Hem ben sizin kadar mutaassıp değilim. Sizin sevdiğiniz hanım, Allah korusun, hıyanet edecek olsa siz canınıza kıyarsınız ya?”

Genç adam: “Şüphe mi ister?”

Michelet: “Ben canıma kıymak şöyle dursun, vaktime bile kıyıp da bu konuda düşünmem bile. Gayeti o zamana kadar kendisiyle geçirmiş olduğum ömürden dolayı, gider, eski sevgilim hanımefendiye bir de teşekkür ederek hesabımı keserim.”

Monsieur Michelet’nin fikrinde olan tuhaflıkla beraber isabete de herkes hem şaştı hem güldü. Nihayet sofranın sonu idi ki Monsieur Michelet şöyle bir fıkra nakletti:

“Bir dostum vardı ki çok vakit İstanbul’da oturmuştur. Bu kadar müddet İstanbul’da oturduğu hâlde neye merak etse beğenirsiniz? Eski Acem yazarlarının yazmış oldukları romanların Türkçeye tercüme edilenlerine mahsus bir hoca tutmuş. Biraz Türkçe öğrenmiş. Hocasının yardımıyla birkaç romanı Fransızcaya tercüme etmiş. Birisini gördüm. Kerem namında bir âşık varmış. Aslı namında bir sevgilisini babası kendisinden kaçırdığı için o da arkasına düşmüş. Sevgilisi kaçmış, o takip etmiş. Âdeta herif dünyayı dönüp dolaşmış. Nihayet karnında gaz madeni mi varmış neymiş? Bir gün ateş alıp cayır cayır yanmış. Nasıl? Aşk gayretinde bulunanlar artık Kerem Ağa’yı yahut efendiyi, Kerem Bey’i, Kerem Paşa’yı, pek isterseniz Kerem Han’ı, kim bilir ne kadar övüp takdis ederler. Ben ne dedim? Hay ahmak, budala hay! Dünyada karı kıtlığına kıran mı girdi ki bir karının arkası sıra dünyayı dolaşmayı göze aldırdın? Aslı Hanım olmazsa Faslı Hanım… Biraz çirkince olur ise de bari arkasından koşa koşa insana dünyayı dolaştırmaz ya? Her hâlde daha muti, daha munis olur.”

Monsieur Michelet’nin bu fıkrası meclise daha ziyade bir kahkaha verip sonra herkes yerli yerine dağıldı.

42.Muzmahil: Çökmüş, darmadağın olmuş, perişan olmuş. (e.n.) 194

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
1 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6485-75-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre