Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 2
İkinci Bölüm
Gerçekten Cuzella’nın tahmin ettiği gibi, babası Alfons’un o akşamki neşesi Pavlos tarafından gelen mektup üzerine idi. Zira Pavlos kıza yazdığı gibi bir mektup dahi kayınpederi olacak Alfons’a yazmış ve hatta Cuzella’nın mektubunun bir suretini bile eklemişti. Alfons, dört yüz bin taler sermayeli ve bu kadar dirayet ve malumatlı bir damada malik olmak sevinciyle hanesine gelip kızını davet ettikten hemen bir saat sonra kızı yanına gelerek o hâlde dahi biraz kaçıkça çehre ile gelmesi azıcık canını sıktıysa da bu hâlleri kızın öteden beri malum olan can sıkıntısına vermek varken rızası dışında bir evlenmeye zorlanacağı gibi bir şeye asla yormayarak güya o gün Pavlos’tan aldığı sevindirici ve güzel haberi kıza ilaç olarak çalmaya başladı.
Alfons: “Nasıl, yavuklun Pavlos’un mektubunu okudun mu?”
Cuzella: “Neden yavuklum olmuş?”
Alfons: “Evet, hakkın var. Gerçi daha olmadı. Ama işte bugün yarın gelip olacakmış. Ama ne kitabet ne alçak gönüllülük ne tevazu! ‘Gerekirse pederinizin ayaklarına kapanıp bir nişan takdimine ve sizin tarafınızdan da bir nişana kavuşmaya çalışacağım.’ diyor. Yani yavuklu olmak için ayaklarıma da kapanacakmış.”
Cuzella: (soğuk bir tavırla) “İsterse secde etsin!”
Alfons: (sırıtarak) “Yok yok! Köftehor. Gerçi kibir ve gurur da kızlar için bir meziyet sayılır ama bu derecesi değil. Pavlos gibi üç, dört yüz bin taler sermayeli, bu kadar şanlı, itibarlı, dirayetli, malumatlı bir adam gerekirse ayaklarıma kapanacak olduktan sonra… Hey kuzum hey!”
Cuzella: “Bu saydığınız şeylerden bana ne?”
Alfons: “Acayip, ya kime olacak? Demek oluyor ki Pavlos’un senin ayaklarına kapanacağından dolayı canın sıkıldı…”
Cuzella: “Estağfurullah…”
Alfons: (lakırtısının arasını kesmeyerek) “Darılma ayol, darılma. Pavlos seni o kadar seviyor ki senin de ayaklarına kapanmak değil, hatta secde bile eder. Lakin gerçek söylüyorum, bu kadar da taş yürekli olma. Yüreğin biraz merhametli olsun. Artık sana Pavlos da kendisini sevdiremezse başka kim sevdirir?”
Cuzella: “A babacığım, niçin böyle söylüyorsunuz? Ben henüz gelin olacak kız mıyım?”
Alfons: (sırıtarak, yılışarak) “Maşallah, maşallah, gelin olabilecek kızsın. Sen o Fransız âdetlerini kitaplarda okuduğun için böyle söylüyorsun. Ama işin içinde fark var. Oralar, kuzey memleketleri, soğuk yerler olduğu için on beş yaşında koca kızlar henüz çocuk sayılırlar ve gerçi çocukturlar. Lakin burada bizim Cartagena kasabasının havasına göre on beş yaşında bir kız tam gelinlik olur. Mısır’a filana gitsen on beş yaşındaki kızları kucaklarında bir de çocukla bulursun. Zira oralarda dokuz yaşındaki kızlar gelinlik olur. Bilmez miyim ya? A kızım, gezmediğim yer mi kaldı? Güneye doğru inildikçe kızlar daha tez yetişir. Hemen diyebilirim ki Hind’e gitsen dört yaşında kızların bile gelinlik olduğunu görürsün. Ama bu da pek mübalağa olacağı için söylemem.”
Cuzella: “İsterseniz onu da söyleyiniz. Âlem benim neme lazım. Ben kendime bakarım.”
Alfons: “Gerçi âlem sana lazım olmazsa bile sen âleme lazım olursun. Lazım olmamış olsan (sırıtarak) zavallı Pavlos bu kadar yanar tutuşur muydu? Herif bir nişan kabul ettirip bir de bizim tarafımızdan almak için icap ederse ayaklarıma da kapanacak. Pavlos gibi bir adam benim ayaklarıma kapansın?.. Dört yüz bin taler sermayeli bir adam!”
Cuzella: “Aman, Allah’ı severseniz bu lakırtıyı artık bırakınız. İşte yine içim sıkılıyor. Üstüme bir fenalık gelecek.”
Alfons: “Lakırtıya dikkat etmezsin ki! İşte o iç sıkıntısına bundan iyi ilaç mı olur? Özellikle bizim Sinyor Pavlos gibi üç dört yüz bin taler sermayeli, bu kadar büyük bir ticaret sahibi bu…”
Cuzella: (babasının sözünü keserek) “Söyler, söyler, hep sermayesini söylersiniz. İstemem efendim, ben kocaya varmayacağım.”
Alfons: “Anladım, anladım, bu fikirlerin de nereden geldiğini anladım. Seni rahibeler elinde terbiye ettirdiğime hata etmişim.”
Cuzella: “Rahibeler elinde…”
Alfons: (lakırtısını bırakmayarak) “Sana kocaya varmamak fikrini onlar vermişlerdir. Lakin sen onların fikrine bakarsan aldanır ve sonra pişman olursun. Hiçbir rahibe yoktur ki kocaya varmamak için söz vermiş olduğuna pişman olmasın. Bak, hangi rahibeyi istersen göster. Hazır ben de bekârım ya… Eğer bir kolayını bulup da bana varmaya razı etmezsem şu kara bıyıklarım insan bıyığı sayılmasın da kedi bıyığı sayılsın. A kızım, dünyayı ben senin kadar mı biliyorum ya? Senin vefat etmiş olan öğretmenin Sipros’u da görmedin mi? Hâlini işitip anlamadın mı? Nihayet sevgilisinin aşkıyla verem olup gitmedi mi? Şimdiki Marie de ihtiyar vallahi… Hey canım hey! Biz çok dünya gezdik, biliriz.”
Cuzella: “Elverir babacığım, elverir.”
Alfons: (sevinerek) “Evet, imana geldinse elbette elverir. Ben de bu kadar uzun lakırtıları seni yola getirmek için söylüyordum. Demek oluyor ki Pavlos gelip de (sırıtarak) şöylece elini uzattığı zaman artık elini çekmeyeceksin ha!”
Cuzella: “Anladım, siz beni de annemin yanına göndereceksiniz.”
Alfons: (yüzü değişerek) “Vay, bu lakırtı neden gerekti? Hâlâ Pavlos’a merhamet etmedin demek.”
Cuzella: “Ben Pavlos filan tanımam.”
Alfons: “Pekâlâ, tanımamış ol. Lakin benim seni annenin yanına göndereceğimi hangi sebebe dayanarak düşündün?”
Cuzella: “Ya bir saatten beri zehirlediğin elvermedi mi?”
Alfons: (yüzü bütün bütün değişerek) “Ha, bak kızım, mademki lakırtıyı sen açtın biraz da ondan bahsedelim. Ben anneni zehirlemedim ki seni de zehirleyim. Anneni koca bir namus yolunda kurban etmek lazım geldi de göğsüne bıçağı sokarak kurban ettim. Bir İspanyol’un elinden gelebilecek hizmet budur. Senin için bu hizmeti ancak kocan olacak zat ifa edebilir. Zira bilirsin ki dünyada her şaka makbuldür; yalnız ırz, namus hususunda laubalilik bile çekilemez. Kocaların elinde bu konuda büyük bir salahiyet vardır.”
Cuzella: “Ah, anneciğim keşke beni de beraber götürmüş olaydı!”
Alfons: “Hayır kızım hayır, çocukluk etme. Kendini sıkma. Mutlaka yüreğine kahır koymak için başka hiçbir şey bulamadın da annen mi kaldı? Sana işte babaca, hem gayet ciddi olarak söylüyorum ki Pavlos’u mahrum etmeyelim. Âdeta elden kaçırmayalım. Her zaman ele girer şey değildir kızım.”
Cuzella: (hususi bir tavırla) “Ben de size gayet ciddi olarak söylüyorum ki bu işte benim üzerime varmayacaksınız. Pavlos gelip de nişan işini teklif edecek olursa işi benim arzuma bırakacaksınız. Ben nişanlanacağım zamanı da bilirim gelin olacağım zamanı da.”
Cuzella bu son lakırtıları pek ciddi bir tavırla söyleyip de cevap beklediğini anlatır ve belki bu söze mutlaka kesin bir cevap vermesini kesin olarak ister bir yolda babasının yüzüne baktığı zaman Alfons’un bir aralık kızının bu dereceye kadar ileriye varmasına kızacağı geldi ise de henüz on beş yaşında bulunup altı aydan beri dahi kendisince bilinmeyen bir sebepten dolayı iç sıkıntısına uğramış olan kızının, hemen birdenbire üzerine varmanın ve onu evlenmeye zorlamanın uyamayacağını da hatırlayarak “Ben de mutlaka bu defa olsun diye ısrar etmiyorum a kızım. Evlilik her hâlde senin isteğinle olacaktır. Ne zaman istersen o zaman icabına bakarız. Lakin bu defa Pavlos’a o kadar soğuk bulunmamanı talep değil, rica ederim.” dedi ve kız dahi hazır babasını bu kadar yumuşatmış iken bütün bütün ret cevabı verip de kızmamasını düşünerek “Bu müsaadenize teşekkürler ederim. Her şey vaktiyle olur. Vakti gelince sizin teklifinizden evvel ben ricaya başlarım.” diye işi tatlıya bağlayıverdi.
Bu karşılıklı konuşma ve barışmadan sonra kız ile babası karşı karşıya oturup dereden tepeden bir miktar konuştular. Lakin sözün gelişi (saik-i kelam), sözleri sevk ede ede yine kızın annesinin ne şekilde ve ne sebeple öldüğüne kadar sevk etti.
Alfons, Cuzella’nın bu işe pek ziyade ehemmiyet verdiğini görünce belki kıza gelen yürek sıkıntısının annesinin ölümü meselesinden doğmuş bir şey olduğu düşüncesiyle bu konuda kızı tatmin etmek azmine düştü. Dedi ki:
Alfons: “Zannıma göre annenin ölüm sebebini pek merak ediyorsun.”
Cuzella: “Merak edilmeyecek bir şey midir?”
Alfons: “Pekâlâ kızım. Dünyada benim senden başka ne sırdaşım vardır ne de bir kimsem. Bu durumu sana hikâye etmezsem başka kime hikâye ederim? Ben ömrüm müddetince iki kimseyi sevdim. Birisi annendi, birisi sensin. Annen ile on on iki sene öyle bir yaşayış yaşadık ki bizi görenler yekvücut zannederlerdi. Annene bir keyifsizlik gelse ben de derhâl keyifsizlenirdim. Bende bir durgunluk olsa annen dahi derhâl neşesini kaybederdi. Ama bu hâller sahte değildi. Böyle yaratılmıştık. Hasılı, âlemde onun saadet sebebi bendim. Benim neşe sebebim oydu. Ah, o kadar saadetle yaşıyorduk ki benim küçük bir zevkim yolunda o hatta hayatını bile feda ederdi ve onun zerre kadar arzusu yolunda ben vücudumu mahvetmeyi göze aldırırdım. Şimdiki gibi zengin değildik. Lakin dünyada hiçbir şeye ihtiyacımız yoktu. Ben onun muhabbetine muhtaçtım, o da benim şevkime.”
Cuzella: “Ah, anneciğim!”
Alfons: “Ne yapayım ki gemiciydim. Eğer gemici olmamış olsaydım, annenin yanından ömrüm müddetince bir dakikacık ayrılmazdım. Ah hem de o hâlde sevgili anneni, sevgili zevcemi elden çıkarmazdım.”
Cuzella: “Nasıl oldu da…”
Alfons: “Söyleyeceğim ya! Her yaz nisan içinde denize çıkar, ağustos sonuna kadar Allah ne verdiyse kazanıp sonra dünya bir yere gelse mutlaka buraya dönerdim. O zaman sen henüz dünyada bile değil, niyette bile yoktun. Bir yaz yine denize çıktım. Cezayir’e yük bulup gittik. Gemiyi boşaltır boşaltmaz Mısır için navlun2 bulup yükleterek Mısır’a gittiğimizde mal sahibi malı çıkarmadan İstanbul’a götürmek için pazarlığa girişti.
Ben o zaman geminin yarısının sahibi ve ikinci kaptan idim, pazarlık uydu. Biz de ver elini Gelibolu Boğazı diye İstanbul’a vardık. Lakin böyle söylediğim kadar çabuk varmadık. Yaz vakti havalar durgun olduğundan bir buçuk ayda İstanbul’a ancak vardık. Bir de gittik ki Osmanlı Devleti’nin Rusya ile muharebesi var. Karadeniz için olan navlunlar hem ateş pahasına hem de mecburi gibi bir şey. Tersanede bizi de yakaladılar. Tuna Nehri’nin ağzına navlun teklif ederek sekiz yüz tane duka altını verdiler. Bu navlun her yerde bulunur navlun olmadığı gibi muhalefet etmekte dahi olsak Türklerden korkarak tekliflerini kabul ettik. Hasılı hem para tamahı hem korku, bizi İstanbul’dan da Tuna’ya gönderdi. Lakin gider gitmez gemiyi boşaltamadık. Muharebe hâliyle biraz vakit kaybettik. Derken kış bastı. Bir gece Tuna Nehri buz kesildi. Artık bütün kış orada mahpus kaldık. Her sabah kalkıp geminin etrafındaki buzları kırmak günlük işimiz oldu.
İleriki sene nisana kadar orada kaldık. Nisan ortalarında kurtulduk. Ama tam denize çıkmak mevsimi olmadığından vilayetime gelemeyip kâh Karadeniz kâh Akdeniz seyahatleriyle yazı geçirdik. Eylül sonundaydı ki buraya geldim. Anneni ne hâlde bulsam beğenirsin? Sararmış, solmuş, gözleri çukurlaşmış, vücuduna bir zafiyet gelmiş.”
Cuzella: “Demek oluyor ki sizin hasretinizle bu hâle gelmiş.”
Alfons: “Evet, biz de en evvel öyle bir mana verdik. Ama meğer kendimizi aldatmışız.”
Cuzella: “Ya ne olmuş?”
Alfons: “Ne olduğunu şimdi anlarsın. Lakin ben onu tam sekiz sene sonra anladım. O hâlde annen bana hasretle pek fena bir hâle girdiğini ve hatta hem hava değiştirmek hem de biraz eğlenip teselli bulmak için şuraya, şehre kadar (Murcia şehrine demektir ki Cartagena’ya karadan bir günlük yoldur.) giderek bir iki ay ikamet ettiğini söyledi. Ben de inandım. Aradan vakitler geçti. Sen doğdun, büyüdün, beş yaşına girdin. Hep, biz annenle bir elmanın yarısı o, yarısı ben gibi yaşadık. Nihayet bir yaz yine gemi ile Cezayir’e gitmiştik. Orada Malagalı bir gemi dahi bizim geminin yanına demirlemiş olduğundan geceleri ya onun kaptanları bize gelirler ya da biz onlara gider, konuşur, eğlenirdik. Bir gece yine biz onlara gitmiştik. Herkes gördüğü ve işittiği garip şeyleri hikâye ettiği sırada o geminin hocası dahi şöyle bir fıkra nakletti:
‘Murcia şehrinde Pascal isminde bir dostum vardı. Gayet yakışıklı, cesur, oldukça da zengin bir adamdı. Alışveriş için Cartagena kasabasına gider gelirmiş. Orada gemici tayfası mı, hoca mı, kaptan mı, hasılı Alfons isminde bir adamın zevcesini tanır. Ama karı öyle ırz ehli imiş ki Hazreti Meryem kadar. Pascal nasılsa karının zihnini çeler. Karının kocası, deniz işleri ile denize çıkınca Pascal dahi emelini gerçekleştirmeye muvvafak olur.’ ”
Cuzella: “Aman ne diyorsunuz?”
Alfons: “Sabret de işin dahası var. Herif benim kim olduğumu tanımıyor ya. O güya ezberden İncil okuyormuş gibi hikâyesini naklediyordu. Diyordu ki:
‘Hem de nasıl muvaffakiyet? Karının kocası o yaz değil, o kış bile gelmediğinden Pascal ile karı, muhabbetlerinin kıymetli bir meyvesi olarak ortaya bir de erkek çocuk çıkarırlar.’ ”
Cuzella: (yüreği çarparak) “Aman babacığım!”
Alfons: (sözünde devam ile) “ ‘Fakat bu çocuk Cartagena’da dünyaya gelmez. Tam karının doğumu yaklaşınca karı kalkar Murcia’ya gider, orada doğurur. Aradan bir seneye kadar zaman geçtikten sonra kocası dönerse de eşine muhabbeti tam olduğu gibi iffeti hususunda dahi şüphesi olmadığından yine eskisi gibi yaşamaya başlar.
Hatta karısını doğurmak hâlinden arız olan zafiyet içinde görünce Alfons’un canı sıkıldığından ve karısı ise Murcia’nın havasının kendisine yaradığını söylediğinden artık yaz mevsimlerinin bir iki ayını karı Murcia’da ve Pascal’ın aşk kucağında serbest serbest geçirmeye başladı. Çocuk, sütninesinin elinde büyürdü. Aradan üç sene bu hâl ile geçti. Bir yaz karı yine Pascal için Murcia’ya geldi. Bir de Pascal’ı başka bir karı ile bağdaşmış bulunca ne yapsa iyi? Senin için sevgili kocama hıyanet ettim, namusumu, iffetimi senin ayaklarının altına attım. Sen yine bana bu hıyaneti nasıl reva gördün? diye cebinden bir küçük hançer çıkarıp Pascal’ın karnını deşer.’ ”
Cuzella: “Aman babacığım, bu söylediğin şeyleri yapan hep annem mi? Aklıma dokunacak!”
Alfons: “Sabret, herif hikâyeyi şöyle tamamladı:
‘Pascal aldığı yara üzerine derhâl vefat etmedi. Birkaç gün daha yaşadı. Lakin kendisini kimin vurduğunu benden başka bir kimseye söylemedi. Nihayet artık hayatından ümidini kesince bir vasiyetname kaleme alıp bunda kendisinin yaralanmasına, yine kendisinin sebep olduğunu ve hatta büyük bir kabahati üzerine haklı olarak bu cezaya uğradığını ve dolayısıyla vefatından dolayı hiçbir kimsenin suçlanmamasını yazdı. Hasılı Pascal ahirete gitti. Çocuk ise sütninesinin yanında kaldı. Lakin karının ne olduğunu haber alamadım.’
İşte gemi hocası hikâyeyi bu suretle tamamladıktan sonra herkes olup bitenlere şaştılar. Lakin bizim birinci kaptan işi bildiği cihetle benim yüzüme baktı. Sanki her kirpiği birer ok imiş gibi ciğerime saplandı. Biraz daha güç hâlde oturabildik. Kalktık, sandalımıza binip gemimize geldik. Gemide bizim kaptan ‘Ee, Alfons ne yapacaksın?’ diye bana sordu, ben de tahammül edemeyeceğimi anlattım. Sevgili zevcemin canına kendi elimle kıymaya ve fakat bu sırrı kimseye açmamaya karar verdik. Çünkü o zaman annenin Murcia’da olduğunu biliyordum. Sense henüz altı yaşında olup burada sütninenle kalmıştın. Ben sana kendimi göstermeyip doğruca Murcia’ya gittim. Anneni piçin sütninesi olan karının hanesinde bulup, piç âdeta sekiz on yaşına varmış koca bir çocuk idi. Validen beni görünce şaşırdı kaldı. Bu ansızın olan gelişimin sebebini bile sormaya ağzı varmadı. Hele ‘Bu çocuk kimin nesidir?’ diye sorduğum zaman bütün bütün dili dolaşıp, şaşkın şaşkın etrafına bakınıp gayriihtiyari ‘Beni öldür de çocuğumu öldürme!’ diye haykırmaya başladı. Bu hâlde artık nazarımda her şey sabit olmuş demek oldu. Bıçağı çıkarıp bir kere annene, bir kere de çocuğa saldırdım. Ortalık al kan kesilip benim ise gözlerimi kan bürümüş olduğu cihetle dünya gözüme görünmeyerek buraya geldim. Derhâl gemiye binip, demir kaldırarak denize çıktık. Her zamanki gibi yaz mevsimini denizde geçirip kış üzeri geldiğimizde karımın nasıl öldürüldüğünü dostlar haber verdiler. Ağladık, mağladık. İşte anneni bu suretle elden kaçırdık kızım.”
Cuzella: “Annemdir. Gerçi acırım, acırım ama onun bu cezaya layık olduğunu teslim ederim.”
Alfons: “Vallahi kızım ne dersen de. Lakin namus yolunda kan dökmeyi bana annen öğretmiş demektir.”
Cuzella: “Annem size öğretmemiş farz edersek sizin bütün dünyaya bir namus dersi vermiş olduğunuz ortadadır.”
Kız annesine gerçekten yanmakta olduğu ve özellikle ömrünün saadetine ortak olacak olan kocası elinde ruhunu teslim ettiğine pek üzülmekte bulunduğu hâlde babasının anlattığı hikâye üzerine üzüntüsü bir kat daha alevlenmiş ise de bu musibetin ne kadar büyük bir kabahatin cezası olduğunu düşündükçe bu hâl ile avunacağını dahi kestirdi.
Biraz vakit daha hikâyenin birtakım ilaveleri üzerine karşılıklı konuştuktan sonra yemek vakti geldi. Babasıyla kızı yemeğini yiyerek her biri odasına geldi.
Artık o gece kızın ne gibi düşüncelerle vakit geçirmiş olduğunu burada anlatmak ve yazmak pek uzun olur.
Şu kadar var ki kızın, nişanlanma işinde babasını oyalayabilmiş olması üzerine sevinci yerinde ve annesinin kocasına ait hakları, bir şehvet düşkününün ayakları altına atıvermiş olması üzerine de ölümü kendisi davet ettiği düşüncesi ile gerçekten avunmuş olduğu ortadaydı.
Üçüncü Bölüm
Baba ile kızın karşılıklı konuştukları gecenin sabahı hava gayet açık, güneş gayet parlak idiyse de mevsim haziran olmak münasebetiyle birkaç günden beri esmeye başlamış olan lodos rüzgârı dinmeyip iki günden beri görülen kuvvetiyle de esmeye devam ediyordu.
Cuzella, güneşin doğuşundan dört saat sonra yatağından kalkmış ve dünyayı güneşin nuru ile aydınlanmış bulunca tabii kendi gönlü dahi nurlanıp o şevkle bahçeye çıkmıştı. Bahçenin bulunduğu yerden denizin görünmesi şöyle dursun, âdeta onun ayaklarına yüz sürüyorcasına ayak altında kalmış bulunmakla iltifatlı bir bakışını dahi o cihete attı.
Ne gördü?
Cartagena koyu iki sahil olarak denizin bir büyük parçasını kolları arasına almış ve koyun girişinden dışarısı ise gözün erişmesi değil, dürbünler ile dahi görülemeyecek kadar genişti. “Hayli şiddetlice” demek olan lodos rüzgârı denizin üzerini köpüklerle donatmış olduğundan bu hâl deniz için en büyük bir süs sayılabilir idiyse de şurada burada, ta en uzak mesafelere kadar deniz üzerinde bulunan kırk elli kadar geminin bazıları beyaz akbabalar gibi süzülüp Cartagena koyuna girmekte ve birtakımı dahi uzaktan geçip kuzeye doğru gitmekteydi ki bunlar ilk bakışta bir zümrüt bahçesi içinde dağınık ve perişan uçuşup gezinen kelebekleri andırıyordu. Ve gemilerin bazısı ise liman içine girip yelkenlerini sarkıtmış ve tayfaları palamar işleriyle meşgul olmakta bulunmuş idi ki insan işbu gemilerin her birini ve her birinin hâl ve şanını birer birer gözden geçirecek olsa üç dört saat vakit geçirebilirdi.
Cuzella bu eşsiz manzaraya, şöylece bir göz gezdirdi. Kendisini bahçedeki şeyler daha güzel meşgul edebildiğinden yarım saat kadar da bahçe içinde meşgul olup sonra ortalığı henüz yeni ısındırmaya başlayan güneşin ilk tesirlerinden rahatsız olarak yine konağa girdi, odasına çekildi.
Bir de bu aralık içeriye hizmetçisi Angelino girip kendi çektirisinin reisi Duchan’ın gelmiş olduğunu ve yanına çıkmak istediğini haber verdi ve Cuzella’nın müsaade yüzü göstermekle Duchan kapıdan girip kızı gayet hürmetli bir şekilde selamladı.
Cuzella: “Nereden geliyorsunuz Sinyor Duchan?”
Duchan: “İskeleden efendim!”
Cuzella: “Babam orada mı?”
Duchan: “Orada efendim, çektiriniz içinde.”
Cuzella: “Ee, siz ne istiyorsunuz?”
Duchan: “Pederinizin emriyle geldim efendim.”
Cuzella: “Ne söyledi?”
Duchan: “Bu gece Sinyor Pavlos gelmiş de onu haber vermeye geldim.”
Cuzella: (telaşla) “Pavlos mu?”
Duchan: “Evet efendim, bu gece gelmiş.”
Cuzella: “Allah Allah, ne çabuk! Bugün gelen mektubunda daha bu yakınlarda geleceğini yazıyordu.”
Duchan: “Efendim, altında öyle bir uskuna3 var ki gemi değil kuş, turna! Kendi malı imiş, yalnız kendi seyahati içinmiş. Bir iki gün hava hep aşağıdan estiği cihetle ihtimal ki bu havayı kaybetmemek için yola çıkmıştır. Hem buradan baksanız gemisini görebilirsiniz. Bizim çektirinin pupa cihetinde mavi boyalı, iki direkli, kız gibi bir tekne.”
Cuzella: “Pekâlâ, işiniz varsa işinizden geri kalmayınız.”
Duchan: “Başka bir emriniz yok mu efendim?”
Cuzella: “Hayır Sinyor Duchan, selametle.”
Reis, yine büyük bir hürmet ve saygıyla Cuzella’yı selamlayıp çıktı. Kız, Duchan’dan sonra biraz vakit daha Pavlos’un böyle, bu kadar çabuk gelişine hayret ederek, sonra nasıl bir merakın zorlaması ile olduğunu kendisi dahi fark edemeyerek herhâlde şu Duchan’ın methettiği gemiyi görmek için üst kata çıktı. Ve dürbünü eline alarak liman içinde her tarafa gezdirerek en evvel kendi çektirisini bulup sonra Pavlos’un uskunasını dahi kestirdi. Bu tekne Duchan’ın methettiği kadar vardı. Su kesimine kadar yeri kırmızıya boyanmış, üst tarafı açık mavi ve yalnız etrafında siyah bir zih4 vardı. Başın, kıçın biçimi gerçekten pek güzel olduğu gibi direkleri cam ile kazınmış olduğundan tertemiz olarak sanki açık kavuniçi renge boyanmış zannolunurdu. Liman ile konağın arasındaki mesafe ancak iki mil kadar olmasıyla limanda bulunan gemilerin içindeki adamlar dahi birer birer fark olunuyordu. Dolayısıyla henüz açık ve sarkık bulunan bir gabya yelkeninden başka, yelkenleri sarmaya çıkmış olan armacıların ayaklarında kar gibi beyaz pantolon, sırtlarında beyaz gömlek ve bellerinde kırmızı kuşak, başlarında parlak şapkalar gerçekten göz alıyordu. Hele gerek yelkenlerin ve gerek tentelerin beyazlığı ve intizamı başka hiçbir gemide görünmezdi.
Cuzella’nın gemiye hevesi ziyadece olduğundan Pavlos’un gelişinden ne derece sevinmediyse uskunasını seyretmekten o kadar zevklendi. Özellikle bir şeye bu kadar meraklı olanlarda bulunması tabii olan bir nevi rekabet sebebiyle uskunayı kendi çektirisiyle mukayeseye de başladı. İşte bu esnada dürbün, kendi çektirisi üzerinde babasıyla Pavlos’a dahi yetişti.
Pavlos, İstanbul işi, gayet dar ve mavi pantolonun paçalarını dize kadar çizme içine sokmuştu. Pantolon üzerinde bulunan beyaz bir gömleğin yalnız göğüs tarafı görünüyor, başka yerlerini yine dar ve siyah bir salta5 örtüyordu. Başında nasıl bir şapka olduğunu Cuzella göremedi. Çünkü Pavlos, babasına gösterdiği büyük hürmetten dolayı başı açık bulunuyordu. Babası bir kanepe üzerinde oturmuş ve karşısında bir kanepe daha varken Pavlos yeşil boyalı güzel bir su variline dayanmıştı. Ellerinin telaşlıca hareketlerine bakıldıkça pek mühim bazı şeyler hikâye ettiği görülüyordu. Aralıkta bir koşup babasının ellerini kendi elleri içine alıyor ve sallanan başını da tasdik şeklinde eğiyor ve zaman zaman yalvarmayı anlatan tavırlar ve hareketler gösteriyordu.
Cuzella bu hâlleri gördükçe memnunca değil, belki nefret ederek Şimdi babam böyle üç dört yüz bin taler sahibi, şanlı şöhretli bir adamın bu kadar alçalırcasına tavrını gördükçe kim bilir ne kadar keyfi gelir! diye düşünmeye başladı. Kızın bu düşüncesi ve gemideki damat ile kayınpederin sohbeti bir hayli vakit devam etti. Nihayet Pavlos ile Alfons ayağa kalktı. Merdivene doğru yürüdüler, indiler. Merdiven altında beyaza boyanmış iki çifte6 bir sandal hazırdı. Alfons, önce Pavlos’u bindirmeye pek çok çalıştı ise de Pavlos elleriyle, başıyla kabul etmediğini bildiren hâlleri göstererek hatta koltuklarından tutup kayınpederini bindirdikten sonra kendisi dahi bindi. Dümenin iplerini ellerine aldı, tayfalar küreklere sarıldılar. Birkaç kürek aldıktan sonra Cuzella’nın dürbünü önünden kayboldular. Çünkü artık gemilerin arasına girip sahile dahi yaklaştı.
Kız konakta kendi düşünceleriyle meşgul olsun. Biz biraz da Pavlos ile Alfons’un karşılıklı konuşmalarına bakalım.
O sabah Alfons limana inip Pavlos’un geldiğini liman reisliğinden haber alınca kendisine bir adam gönderip ziyaret kabul edip edemeyeceğini sordurmuştu. Pavlos ilk vazife olarak kendi ziyaretinin kabulünü rica etmekle ilk görüşme Cuzella’nın çektirisi içinde gerçekleşti.
Hoş gelindiğine, safa bulunduğuna dair merasimden ve dün mektubu geldiği hâlde bugün kendisinin de gelişinden biraz söz söylendikten sonra Pavlos dün gelen mektubunda istirham ettiği hususların kabul edilip edilemeyeceğini gayet nazikçe ve edeplice sordu ve Alfons dahi bu teklifin kabulü cana minnet ise de Cuzella’nın henüz çocuk olduğundan mıdır nedir biraz naz göstermekte bulunduğunu ve fakat bu nazın asıl sebebinin birkaç vakitten beri bilemediği bir can sıkıntısına müptela olduğu meselesi olup yoksa onun da elbette bu izdivacı cana minnet bileceğini yine nazik bir tavırla anlatınca Pavlos, sevincinden ne yapacağını bilemedi.
İkisi birlikte sandala bindikleri zaman konağa gitmeye ve Pavlos’u kız ile görüştürmeye niyet etmişlerdi.
Yolda giderlerken Alfons kıza biraz yumuşakça davranmasını ve nişan meselesinde pek de üzerine varmayıp duruma göre hareketini ve işi oluruna bırakmasını da anlatmıştı.
Sözün kısası, konağa vardılar. Damat ile peder evvela Alfons’un odasına girip sonra bir kere fikrini öğrenmek maksadıyla Cuzella’nın yanına bir hizmetkâr gönderdiler.
Biçare kız, çarnaçar teklif olunan görüşmeyi kabul ederek yalnız giyinmek için biraz vakit istedi ve bu vakit içinde her zamanki sadeliğinden dışarıya çıkmamak üzere giyinip kuşanıp teşriflerini beklediği haberini gönderdi.
Alfons ile Pavlos göründüler. Pavlos, başındaki kırmızı tüylü şapkasını çıkarıp birkaç adım ilerleyerek yerlere kapanırcasına kızı selamladıktan sonra çok güzel ve tesirli bir şekilde söze başladı:
Pavlos: “Gerek pederiniz efendiye gerek çok nazik olan zatınıza köleliğimi arz etmek iştiyakını bir türlü yenemeyerek bu tarafa gelmek değil, can atmaya mecbur oldum efendim.”
Kız dahi oldukça bir tevazu ile Pavlos’un selamını alarak cevap vermekten geri durmadı.
Cuzella: “Mektubunuz hemen dün akşam gelmişti.”
Alfons: “Öyleydi.”
Pavlos: “Evet efendim, fakat bendeniz bu mektubu gemiye vereli bir aya yakındır. O gemi Melile önünde hava bekleyip kalmış. Onun bulduğu hava ile ben dahi yola çıkmışım da efendim, böyle hemen ikimiz beraberce gelmişiz. Bu hâle göre mektubu yine kulunuz getirmiş olsaydım da pek gecikmemiş olacaktı.”
Alfons: (kahkaha ile gülerek) “Kah kah kah! Ne zekâ! Evet, mektubu kendiniz getirmiş olsaydınız yine pek çok gecikmemiş olacaktı. Bravo Sinyor Pavlos, hem şensiniz hem de zeki…”
Pavlos: “Estağfurullah efendim. Matmazel Cuzella’nın zekâ ve irfanı yanında…”
Cuzella: “Estağfurullah efendim.”
Pavlos: “Bu sabah pederiniz efendi hazretlerinin bendelerine ettikleri iltifata nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum efendim. Fakat kendilerinin bu iltifatı mutlaka hakkımdaki hüsn-i teveccühlerinin7 tam olmasından kaynaklandığını bildiğim için teşekkürlerimin büyük bir kısmını dahi size takdim ederim.”
Cuzella: “Babamın hakkınızdaki teveccühü gerçekten tamdır.”
Pavlos: “Kulunuz, sizin yüksek hüsn-i teveccühünüzü ümit etmekteyim.”
Cuzella: “Estağfurullah efendim. Teveccühün benim haddimin haricinde olduğunu bilmez değilim. Benim borcum, zatıalinize en büyük ihtiramlardan geri durmamaktır. Eğer bu borcumu güzelce yerine getirmeye muvaffak olursam gerçekten memnun olurum.”
Alfons: (sırıtarak ve yılışarak) “Hürmet ve riayet denilen şey de teveccühten gelmez mi ya? Fakat bazı teveccühlerin gül gibi açılmasına bilmem ne mâni olur da…”
Pavlos: “Ne kadar şairane bir benzetme buldunuz.”
Alfons: (bütün bütün yılışarak) “Gerçekten beğendiniz mi?”
Pavlos: “Yalnız bendeniz mi ya? Cuzella Hazretleri’nin bile…
Alfons: (garipçe bir tebessüm ile) “Aman demeyiniz Sinyor Pavlos, şimdi Cuzella bir estağfurullah da bunun için basar.”
Söz bu suretle başladıktan sonra her biri bir tarafa oturup muhabbette bir müddet daha devam ettiler. Pavlos Cadiz şehrinden malumat verdi. Yolda Sebte Boğazı’nı geçinceye kadar rüzgâr bordadan geldiği için uskuna yalpa yaparak biraz rahatsızca olmuşlarsa da boğazı geçtikten sonra artık âdeta pupadan geldiği için pek rahat geldiklerini anlattı. Alfons damadının her ince fikrini alkışlayarak karşılıyordu. Cuzella ise ne pek soğuk ne de pek ihtiramlı davranıp daima müdafaa ile hareket ediyordu.
Sohbet ferah ferah bir buçuk iki saat kadar devam etti. Sonra Pavlos kalkıp yine yerlere kapanırcasına Cuzella’yı selamlayarak, birtakım çocuk aldatıcı diller daha dökerek geri döndü. Alfons kendisini dış kapıya kadar uğurladı. Sonra kızının yanına gelerek inceden inceye konuşmaya başladı.
Alfons: “Galiba bu Cadiz’in havası pek güzel olmalı. Benim de Akdeniz’de uğramadığım iskele kalmadığı hâlde bu yaşa gelip de Cadiz’e uğramayışım gariptir. Ama havası güzel olmalı.”
Cuzella: “Niçin?”
Alfons: “Ya Sinyor Pavlos evvelki geldiği gibi mi? Yanakları al al olmuş.”
Cuzella: “Ben dikkat bile etmedim.”
Alfons: “Sen dikkat etmezsin ama ben dikkat ettim. Hem baksana kızım, bugün tedariksiz bulunduk ama yarın için Pavlos’a bir kuşluk ziyafeti vermek icap eder.”
Cuzella: “Veriniz.”
Alfons: “Veriniz değil, verelim. Konağın sahibi sizsiniz demektir. Sen bakmazsan ben ne yaparım? Hem ziyafeti senin namına vereceğim.”
Cuzella: “İşte o olamaz.”
Alfons: “Niçin?”
Cuzella: “Ben gencim. Bir genç kızın bekâr bir adama ziyafet vermesi nasıl olur?”
Alfons: “Allah Allah, yine mi inadı ele aldın? O ziyafette nişan merasiminizi de icra ederiz vesselam.”
Cuzella: “Öyleyse beni yemekte bile bulamazsınız vesselam.”
Alfons: “Eğer başka babalar gibi beni de zorlamaya mecbur edersen sayarım seni.
Cuzella: “Siz de henüz aslı faslı olmayan bir iş için bugün, şu saatte beni ayaklarınız altına alıp döverseniz ben de sayarım sizi.”
Cuzella’nın göze aldırdığı cesaret Alfons’a hayret verip la havle çekerek, burnundan soluyarak bir müddet düşündükten sonra, “Pek iyi, senin ziyafetin yoksa da benim var. Sana baba sıfatıyla emrediyorum ki gerekenlere emir ver de yarın için dört kişilik güzel bir sofra hazır etsinler!” diyerek kapıdan çıkmaya yöneldi.
Cuzella: “Kimler için?”
Alfons: “Pavlos, sen, ben, bir de öğretmenin Marie için. Yarın geleceği gün değil midir?”
Cuzella: “Başüstüne! Sofrayı hazır bulursunuz. Lakin Pavlos’un gemisindeki birinci kaptan bulunmayacak mı?”
Alfons: (yelkenleri suya indirerek) “Gördün mü bir kere, ben sana konağın sahibisin dedim. Tevekkeli demedim, işte böyle ince cihetleri ancak sen düşünürsün. İstersen senin çektiri kaptanını da davet edelim de altı olalım.”
Cuzella: “Daha münasip.”
Bu suretle verilen karar üzerine Alfons çıktı gitti. Kız ise yüreğindeki gizli memnuniyeti gizlemeye çalışıyordu. Memnuniyeti iki kaptanın da sofrada bulunmasındandı. Çünkü bu takdirde babasının bu kadar halkın huzurunda üstü kapalı olsun söz söyleyemeyeceğini biliyordu.