Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar», sayfa 4
Altıncı Bölüm
Cuzella gezmekten döndüğü zaman babası Alfons’u konakta buldu. Gezmekten gelenlerin büyüklere görünmesi âdet olduğu üzere doğruca babasının odasına girmişti. Alfons’u o günkü neşesi kaybolmuş, yüzü asık, biraz da kızgın bir hâlde buldu.
Bu hâle sebep kendisi olduğunu, Cuzella’nın keşfetmesi lüzumu hatıra gelebilir. Ancak kız böyle lüzumu uzak gördüğünden durumu babasından öğrenmek için acele etti.
Cuzella: “Sizin bugünkü neşenizi göremiyorum babacığım.”
Alfons: (kasılarak) “Sende bu hâl varken beni kahredeceğine şüphe mi edersin?”
Cuzella: (hayretle) “Bu nasıl bir lakırtı?”
Alfons: “Bugün Sinyor Pavlos’a ettiğin muamele neydi?”
Cuzella: “Daha nasıl saygı gösterebilirdim ya?”
Alfons: “Yok, yok, burada, bu odada geçen olaylar…”
Cuzella: “İyi ya, burada ben ona hiçbir şey yapmadım.”
Alfons: “Maşallah! Pavlos gibi bir adam senin huzurunda diz üzerine gelsin, sana binlerce taler kıymetli bir nişan arz etsin, özellikle de kendi saadetini senden, senin mürüvvetinden beklesin, sonra sen kolundan tutup kaldırarak hareketlerinle ricasını kabul etmiş ol da nihayet nişanı yine reddederek herifi tahkir et!”
Cuzella: “Ben onun ricasını ne vakit kabul ettim?”
Alfons: “Ya diz üzerine çöken bir adamın kolundan tutup kaldırmak ne demektir?”
Cuzella: “Ne bileyim ben, şimdiye kadar beş on kişi bana rükû etti mi ki bu merasimleri bileyim?”
Alfons: “Maşallah! Her şeyi herkesten ziyade bil de bunu bilme öyle mi? Mutlaka herifi tahkir için yaptın.”
Cuzella: “Vallahi babacığım, bu hâl aklıma bile gelmedi.”
Alfons: “O kadar fena muamelede bulundun ki en bayağı, en terbiyesiz bir kız bile bu muameleyi yapmaz.”
Cuzella: “Vallahi bu âdeti bilmiyordum diyorum.”
Alfons: “Pekâlâ, eğer bilmiyordun ise özür dilemeli.”
Cuzella: “Nasıl dilemeli ki?”
Alfons: “Elbette Sinyor Pavlos buraya bir daha gelecek. Kusurunun affını rica etmeli.”
Cuzella: “O hâlde teklifini kabul etmiş olurum.”
Alfons: “Vay, kabul etmeyecek miydin? Kızım, sen beni fena adamların hâlini almaya mecbur mu edeceksin? Ben senin baban değil miyim? İşte sana bu evliliği teklif değil, emrediyorum. Emrimi kabul etmezsen benim elimden neler gelir bilir misin?”
Cuzella: (korku dolu bir saygıyla) “Bilirim efendim.”
Alfons: “Bilirsen inat etmemelisin.”
Cuzella: “Henüz çocuk olduğumu arz ediyorum.”
Alfons: “Biz de bu özrünü kabul ediyoruz. Şimdi şu nişanı kabul et, bir nişan da biz verelim. Düğün için istediğin kadar zamanın var. Tuhaf be, hem hanımın saadetini arzu ederek çalışalım hem de nazını çekelim! İşte kuzum, ettiğin terbiyesizliğin, belki edepsizliğin özrü böyle olur. Bakalım yarın değil, öbür gün mü gelir, ne vakit gelirse herifin ricasını kabul et.”
Alfons şu son lakırtılarını ziyadece bir kızgınlıkla söyleyip bitirmiş idiyse de kız kendi son cevabını verdikten sonra fevkalade üzüntülü bir tavır ile çıkıp gitmiş olduğundan durup dinlememişti. Lakin babasının dik sedaları kendisini takip ederek her hâlde kulağına erişti.
Artık bu mesele ve konuşmalar üzerine Cuzella’nın ne kadar büyük bir üzüntüye girmiş olduğunu burada ayrıntılarıyla anlatmak gerekmez. Hatta biraz sonra yemek hazır olup da hizmetçisi Angelino kendisini yemeğe davete geldiği zaman kızı ağlamış ve gözleri kızarmış bulmuştu. Cuzella yemek davetine tabii gitmedi. Babası ise tekrar tekrar haber gönderip kızın gelmediğini görünce kalktı, bizzat kendisi dahi geldiyse de kız “Allah Allah, kocaya zorla vermek gibi yemeği de zorla boğazıma tıkayacak değilsiniz ya? İşte, canım istemiyor!” diye şiddetle reddederek sofraya gitmedi.
Şimdi siz sorarsınız ki pederinin bu dereceye kadar zorlaması üzerine Cuzella, Pavlos’la evlenmeye razı oldu mu, olmadı mı?
Fakat bakalım Cuzella bunu kendisi dahi biliyor mu? Hatırına bir anda bin şey geldikten sonra hemen yüz bin başka şey gelip onları mahvediyordu.
Eline bir kitap aldı, eğlenemedi. Başkasını aldı, daha başkasını aldı. Hasılı, kütüphanesini bütünüyle elden geçirdi, eğlenemedi. Müzesinin içinde eline almadık şey bırakmadı. Yine iç sıkıntısından çatlayarak gitarını alıp çalmak ve biraz da şarkı çağırmak dahi hatırına geldiyse de babasıyla bu kadar çatışmadan sonra çalıp çağırmak uyamayacağı düşüncesi mâni oldu.
Bir aralık Keşke bu gece Marie’yi burada alıkoymuş olaydım! diye öğretmeninin bu hâlde yanında bulunmasını arzu etti. Derken Belki o da babamın zorlamasını görürdü de beni kabule mecbur etmek için bin hikmetten dem vururdu! diye yine pişman oldu.
Biçare kız bunun gibi bir hâl içinde birkaç saat azap çekti, kaldı. Güneşin batışından üç saat sonra belki gözlerime uyku girer diye yatağına girdiyse de uyku denilen şey dimağın istirahatiyle hasıl olacağı cihetle, böyle bin şey ile meşgul olan biçare kızın gözlerine uyku dahi gelmedi. Öteye beriye dönerek, yuvarlanarak ve birbirine aykırı ve farklı hayalleri zihninde bir araya getirerek bir buçuk iki saat kadar vakit daha geçirdi.
Konak içinde herkes yatmış, artık ses seda kesilmişti. Dolayısıyla bir hanede herkes uykudayken uyanık bulunan kimseye arız olan dehşet Cuzella’ya dahi arız olmaya başladı. Lakin bu dehşet kendisi için zararlı değil, bilakis faydalı oldu. Zira bu dehşetli hâl içinde insan hayaller ile uğraşamayacağı cihetle Cuzella dahi zihnini biraz boşaltabildi.
Üç çeyrek kadar dahi böyle bambaşka bir hâl içinde kaldı. Derken fevkalade bir vaka vuku buldu ki kızın her düşünce ve hayalini defe sebep oldu.
Kendisi üst katta yatmakta bulunduğu cihetle tam penceresinin yanında ve hanenin yüksekliğine nispetle iki kat yüksek bulunan bir ağacın dallarında, rüzgârın tahrikinden fazla bir hareket işitti.
Zaten dehşet içinde idi dedik ya! Bu hâl dehşetini bir kat daha arttırdı. Karşı tarafta hafif hafif yanmakta bulunan kandili söndürmeye lüzum gördü. Ona da cesaret edemedi. Bununla beraber böyle kalkıp bakmak ve kandili söndürmek tedbirlerine ne gibi bir lüzum üzerine mecbur olduğunu dahi bilemiyordu.
Bir kere yatağın içinde kalkıp oturdu. Derken oturmayı kendisi için daha tehlikeli buldu. Yine yattı. Örtüyü dahi yine başına çekti. Ancak etrafı gözden kaybetmekle daha ziyade korkacağını dahi hesap ederek yine başını yorgandan çıkardı. Kıza bu derece korku veren şey, hayaller nevinden değildi. Bahsettiğimiz ağaç üzerinde şamata dakika dakika artıyordu. Bu şamatayı Cuzella gibi dehşet içinde bulunan bir kız değil, en cesur ve kanı soğuk bir erkek bile işitse mutlaka ağaca bir adam çıkmakta bulunduğunu anlardı.
Vakıa öyleymiş. Ağaca çıkan adam tam pencerenin yanına kadar gelen, kalınca bir dal üzerinden yürüyerek ve sürünerek pencereye kadar geldi.
Alfons konağının pencerelerini gemi kamaralarının pencereleri gibi geçmeli yaptırmıştı ki cam sürmeleri birbirinin üzerine kalkmayıp duvar içine giriyordu.
Gelen adam her kimse camı zorlamaya başladı. Camın hareketlerinden herifin camı her cihete doğru kımıldattığı anlaşılıyordu. Lakin sürmenin, duvarın içine girdiğini o harekete mahsus olan gürültüden anladı.
İş bu dereceyi bulunca Cuzella korkusundan az kaldı ki haykıracaktı. Lakin gelen adam gizlice gelmekte olup bunun işi dahi gizlice bir hırsızlık olacağını anladığı cihetle şiddetli haykırırsam herif beni öldürmeye mecbur olur düşüncesi kızı haykırmaktan dahi menetti. Ufak tefek eşya alacaksa bir ziyanı olmadığı ve eğer kendi oda kapısını açıp ve çıkıp içeriki odalara girmek isterse o hâlde kapıyı tekrar kapayınca herifin mahpus kalacağı ve diğer taraftan bahçedeki uşaklara bağırmak dahi mümkün olacağı gibi birkaç fikir dahi gelmişti.
Gelen herif sürmeyi açtıktan sonra başını uzattı. Cuzella bunun genç bir adam olduğunu gördü. Kızcağız herifin diğer hareketlerini görmemek için gözlerini yumdu. Ama bir türlü yine sabredemedi, açtı.
Herif bir kere etrafa göz gezdirdi. Sonra kanaat getirmiş bir tavırla başını sallayıp içeriye doğru sürüne sürüne pencereden girdi. Uzun boylu, nahif endamlı, güzelce yüzlü bir adam ise de arkasında yırtık pırtık yağ içinde bir gemici gömleğiyle, ayağında bin yamalı bir gemici pantolonu ve başında da yamrı yumru bir şapka vardı.
Belindeki rengi kaybolmuş kuşağın üzerinden dahi bir kamanın el kadar kabzası görülüyordu. Herif odanın içini bir daha gözden geçirip sonra pencereye dönüp başını dışarıya çıkararak aşağıya boğuk bir sesle iki lakırtı söyledi. Gerçi bu lakırtıları Cuzella anlayamadı. Ama bu hâlden herifin aşağıda arkadaşı dahi bulunduğunu anlayarak özellikle belinde kamayı dahi görünce artık çeneleri kilitleşip haykırmak değil soluk almaktan bile korktu.
Hırsız yine odaya girdi. Cuzella ise hem kendisini uyur göstermek için gözlerini kapamaya lüzum görüyor hem de gözlerini bir türlü kapayamayarak hırsızın hareketlerini kontrole merak ediyordu.
Bir aralık hırsız hâlâ etrafa göz gezdirirken gözleri Cuzella’nın gözlerine rast gelmesin mi? İkisi dahi birbirinin gözlerine değil, göz bebeklerine kadar baktılar.
(Birinci Kitap’ın Sonu)
İKİNCİ KİTAP
Birinci Bölüm
Malta’dan gemiye binerek Sebte tarafına doğru yelken açıp yola çıkan bir seyyah, Tunus Körfezi’nin doğu sahilini teşkil etmiş ve İspanyol gemicileri tarafından “Bona” namını almış burnu yakaladıktan sonra Cezayir ülkesinin güzel ve mamur şehirlerini, kasabalarını, karyelerini, sahilden temaşa ede ede giderken Hora’nın öte tarafında bulunan büyücek bir burnu dahi görüp sonra sahilin kendisinden uzaklaşmaya başladığını ve denizin ufku çepeçevre kuşattığını müşahede eder.
Bu ufkun merkezinde bulunan gemideki yolcular içinde o kıyıları tanıyan adamlar varsa gözlerini batı tarafından ayıramayarak aradıkları şeyin denizin düzgün olmayan yüzüne nispetle alçakça kalmış olduğunu bildikleri cihetle, başlarını havaya kaldırıp bakışlarına da bir eğrilik vermeyi ve aradıkları şeyi böylelikle bulmayı arzu ederler.
O hâlde bunların aradıkları şey nedir? Aradıkları şey, Forcas denilen burundur ki göründüğü anda kendilerine bir kurtuluş ümidi vadeder.
Bu Forcas Burnu, bir manda kafasının iki boynuzundan birisi şeklinde olup kuzeye doğru ilerlemiş ve bu boynuzun diğeri ise güneydoğuya doğru sivrilip çıkmıştır. Bu kısmın sonunda güzelce bir koy teşekkül eder.
Bu mevkiyi bir mağrur şair görecek olsa bunu böyle manda boynuzuna filana benzetmeyip, benzetmesine daha ziyade süs vermek için âdeta bir güzel insan pençesine benzetirdi ki güya bu pençe, karışını açmış ve orta parmağının arasında kalan yer koyu teşkil ederek parmağa da Forcas ismi verilmiştir.
İşte, gerçekten pek ziyade yakışık alan bu benzetme gereğince baş ve orta parmaklarının teşkil ettiği karışın en ziyade açılmış olan yerinde, yani ortasına yakın mevkisinde küçük bir liman üzerinde gayet zarif bir kale görünür ki ismine Melile derler. Bu kalenin aslında Müslümanlar tarafından yapılmış veya hiç olmazsa yepyeni bir şekilde tamir edilmiş olduğu ilk bakışta müşahede olunur. Afrika’nın en kuzeyinde ve Cezayir ile Fas arasında bulunan böyle bir mevkinin politikaca ehemmiyeti ortada olmakla hâlâ Cezayir veyahut Fas hükûmetine tabi olması lazım gelir idiyse de buna ta Endülüs ve Mağrip’te Müslümanlar zayıflamaya başladıktan beri İspanyollar taarruz etmişler ve kaleyi almışlardır. Bugün dahi yine onların muhafazası altında bulunur.
Melile’nin kalesi savaş fenni bakımından ne kadar ehemmiyeti haiz ise limanı dahi ticaretçe o kadar ehemmiyeti haizdir. Çünkü Marsilya, Sebte, Tunus ve Akdeniz’in Sicilya taraflarından gelen gemiler için toplanma yeri Melile Limanı’dır. Limanın bu ticari ehemmiyeti yeni değil, eski bir şeydir. Bahsettiğimiz bu ehemmiyetin en büyük ciheti ise limanın korsan, yani deniz haydutları şerrinden pek muhafazalı olmasıdır. Zira şimdiki vakitte bile o taraflarda hâlâ çat pat vücudu eksik olmayan korsan gemileri, geçen yıllarda kelebekler kadar çok olup Arap korsanları daima yabancı gemileri ve bunlar da onları soydukları gibi bazı kere Araplar ile İspanyollar ittifak ederek önlerine hangi gemi çıkarsa ortaklaşa vurdukları bile olurdu.
Korsanlığın şu tarif ettiğimiz derecesi bundan yüz sene kadar evveldi. Ondan önce daha mükemmel idi ya!.. Korsanlar otuz kırk kadar parçadan oluşan filo donanmaları ile gezip sadece rast geldikleri gemileri değil, hatta şehirleri, kaleleri bile vururlar ve şehri tamamıyla yağma ettikten sonra ahalisini ya bire kadar katlederler veyahut gençlerini esir alarak giderlerdi.
Kıyılarda bulunan devletler bu haydutlar aleyhine ittifakla hareket ederek mükemmel donanmalar sevk ede ede nihayet bundan yüz sene evvelki zamana gelinceye kadar, mesela en büyük bir korsanın bir iki parça gemi ile küçük bir kasabayı vurabilmesi veyahut birkaç korsanın birleşerek büyücek bir tüccar gemisini soyması derecesine kadar indirmişlerdi. Ondan sonra dahi nerede ve hangi milletten korsan tutulursa derhâl gemisine asılması hakkında şiddetli kanunlar konularak o yolda devam edilmekle şimdiki pek küçük dereceye kadar indirildi.
Şimdi hırsızlığın orta derecede rağbet gördüğü sırada, yani İsa’nın doğumunun 1790. senesi başlarında ve hemen hemen şubat ayında, Melile Kalesi’nin güneydoğu cihetinde bulunan ve bu kaleye, otuz mil kadar mesafede bulunan ufarak koy önünde, iki direkli bir tekne çalkanıp duruyordu. Eğer o aralık civardan bir gemi geçse bu koyda bu geminin bulunmasını hayra yormazdı. Zira herkesin gemisi kışı geçirmek için Melile Limanı’nda yatarken ırz ehli bir adamın gemisinin böyle açık bir koy içinde yatması akıllıların yapacağı bir iş değildir. Herkes ihtimal verirdi ki bu gemi mutlaka bir korsan teknesi olup Melile Limanı’nda bulunan gemilerin ilkbaharda denize çıkmasını bekliyor.
Gemi içinde bulunanlarsa bu mevsimde karakol gemilerine rast gelmek tehlikesi olmadığını bilerek rahat ve mütekebbir kamaralarında ikamet ederlerken bir gün öğle vakti çöl cihetinden bir atlının gemi tarafına at çatlatırcasına geldiğini gördüler ve bu atlının gelişinden kuşkulanıp şayet kara tarafından bir belaya uğramamak için hemen icabına göre derhâl hareket edebilmek tedariklerine acele ettiler.
Gelen atlı o süratini bozmayarak sahile kadar geldi. Geldi ama tam sahilde dalga çarpıntısından hasıl olma bir adam boyu kadar setten atladığı gibi atın bir daha yerinden kalkamaması bir yana, atlı dahi kalkamadı.
Hırsızlar bu gelen adam kim olursa olsun elbette üzerinde çalmaya yarar eşya bulunacağından soymaya karar verdiler. Ve icabına göre derhâl hareket edebilmek hazırlığında bir yandan devam ediledursun diğer taraftan dahi sahile bir sandal içinde iki üç adam gönderdiler.
Giden adamlar tam atlının yanına varmışlardı. Bir de yine bahsi geçen atlının geldiği yerden, birer ikişer, sekiz on atlı daha peyda olduğunu görünce artık soymaya meydan kalmayarak ya vefat etmiş veyahut çarpmanın şiddeti ile kendisinden geçip gitmiş olan atlıyı kucaklayarak, birisi dahi ayakları kırılmış bulunan hayvanın kolanlarını kesip takımlarını alarak sandala geldiler.
Gemiye binip derhâl demir alarak henüz gidecekleri yeri kararlaştırmaksızın denize açıldılar.
Yakaladıkları adam, üstü başı temiz, genç bir Arap idi. Sahilden gereği gibi uzaklaşıncaya kadar hırsızlar gemi idaresiyle meşgul olarak esirlerini soymaya vakit bulamadılar. Zira bahsi geçen koydan çıktıktan sonra şiddetlice bir doğu rüzgârı kendilerini daima Melile tarafına atmakta olduğundan elde mevcut mahareti dümene sarf ederek ipleri sımsıkı gererek Melile’den mümkün mertebe uzakça geçmek lazımdı.
Gerçekten bu hususta icra edilen manevralar sayesinde hırsızlar Melile Kalesi’ni üç dört mil kadar solda bırakıp Forcas Burnu’nu yakaladılar. Biraz daha zahmet çekerek Forcas dahi geçildikten sonra artık esir ile meşgul olmaya vakit bulabildiler.
O geminin reisi Pietro isminde bir haydut olup Zerno isminde bir de arkadaşı vardı. İkisi beraber olarak Arap’ın yanına geldiler ve üstünü başını aramaya başladılar. Ceplerinde ve koynunda bir hayli para ve saat gibi şeyler çıktı. Bunları aldılar. Birtakım da kâğıtlar çıktı ki bu kâğıtlar İspanyolca yazılmış idiyse de hırsızlar içinde okuryazar adam bulunmadığından ne oldukları anlaşılamadı. Dolayısıyla kâğıtları şöylece bir tarafa koydular.
Arap’ın arkasından güzel sırmalı maşlahı ve sırmalı fermeneyi,10 yeleği ve ayağından yine sırmalı çuha şalvarı çıkardılar. Derken sıra çizmeye geldi. Fakat ölü gibi baygın yatan Arap’ın ayaklarından çizmeyi çıkarmak mümkün olamadı. Dolayısıyla Pietro şöyle bir görüşte bulundu:
Pietro: “Et baltasıyla Arap’ın ayağını dizinden kesmeli. Sonra çizmeyi ayağından çıkaramazsak ayağını çizmesinden çıkarmaya çalışırız.”
Zerno: “Fena akıl değil.”
Alonzo: (bir tayfa) “Amma fena akıl değil ha! Diri adamın ayağını kesmek…”
Zerno: “Diri mi?”
Alonzo: “Ya nedir? Sanki bu herif ölü müdür?”
Pietro: (sert bir çehre ile) “Diri olsun, ölü olsun! Mundarı benim anam doğurmadı ya? Zaten kaldırıp denize atmayacak mıyız?”
Alonzo: “Varsın öyle olsun. Biraz daha sabredelim de herifin aklı başına gelince çizmelerini kolayca çıkarıp öyle atalım. Sonra, yok ayağını çizmeden, yok çizmeyi ayağından çıkarmaya çalışmaktansa bu daha kolaydır.”
Zerno: “Doğru söylersin be, öyle edelim.”
Alonzo: “Ben daima doğru söylerim ama dinleyen kim? Hem ben olsam bu herifi denize de atmam.”
Pietro: (melunca bir tavırla) “Ya ne yaparsınız efendim? Kendin yiyecek ekmek buldun da birazını da buna verirsin, öyle mi?”
Zerno: (Pietro’ya) “Dur bakalım a canım! Belki herifin aklına faydalı bir şey daha geldi.”
Alonzo: “Hem de ne kadar faydalı ya? Fakat size lakırtı söylenmez ki…”
Pietro: (alaycı) “Ee, söyle bakalım.”
Alonzo: (kinaye yollu) “Yok yok, atınız atınız, denize atınız. Ayaklarını dizlerinden kesiniz de öyle atınız. Sonra da ya çizmeyi ayaktan veyahut ayağı çizmeden çıkarmaya çalışırsınız.”
Pietro: (meluncasına) “Söyle diyorum!”
Alonzo: “Söylemeyeceğim. Siz benden daha akıllı değil misiniz ya? Bakınız şu aklınıza ki herifi denize atacaksınız da arkasındaki güzel gömlek ile ayağındaki donu çıkarmayı bile akıl etmiyorsunuz. Denize atacağınız adamın avret yeri açılırsa utanır diye mi düşünürsünüz?”
Zerno: (Alonzo’nun omzunu okşayarak) “Söyle Alonzo, söyle!”
Alonzo: (başlarına kakarak) “Size korsanlık ne kadar uzak! Fakat ne çare mal sahibi bulunuyorsunuz.”
Pietro: “Şu herifi denize atmadığıma ne kadar teessüf ediyorum. Başımıza filozof kesildi gitti be!”
Alonzo: “O zaman atmadınsa şimdi bu Arap ile beraber at! Zaten denize attıklarından ben daha kıymetli bir mal değilim ya!”
Zerno: “Sen ona bakma Alonzo, bana söyle, bakalım şimdi şu Arap’ı ne yapmalı?”
Alonzo: “Bu Arap’ı mı?”
Zerno: “Evet.”
Alonzo: “Şimdi bu Arap’ı soyduk, bitirdik değil mi?”
Zerno: “Evet, sonra?”
Alonzo: “Sonrası bu Arap’ı uyanıncaya kadar bekleriz, uyandı mı hürmet ederiz, izzet ederiz.”
Pietro: (lakırtıyı keserek) “Oh! Vay gidi akıl vay! Bir de ziyafet çekersiniz desene!”
Zerno: “Sen sus a canım!”
Alonzo: “Evet, onu da söyleyecektim. Mümkün mertebe bir de ziyafet çekeriz. Sonra herifin kim olduğunu sorarız. Eğer zengin, kibar, filan bir şey ise ailesine haber göndeririz.”
Pietro: (sabredemeyerek) “Gördün mü akıllı filozofu? Demek oluyor ki yanımızda insaniyetçe ruhbanlar halt etsin. Arap’ı izzetüikramla ailesine götürelim imiş!”
Zerno: “Sen sus diyorum be kardeş! Bakalım, şu herifin lakırtısını dinleyelim.”
Alonzo: “Söyleyeyim mi? Dinleyecek misiniz?”
Zerno: “Sen söyle Alonzo, söyle. Ben dinlerim. Arap’ın ailesini öğrenip haber göndeririz, sonra?..”
Alonzo: “Sonra deriz ki, işte adamınız burada. Eğer filan yere şu kadar altın gönderirseniz alırsınız, göndermezseniz denize atarız. Onlar da herifi kurtarmak için mutlaka gönderirler. İtalya haydutları işte böyle hareket ederler de binlerce altın biriktirip zengin olurlar.”
Zerno: (Pietro’ya) “Nasıl, aklı beğendin mi?”
Pietro: (bir müddet düşündükten sonra gülerek) “Habis herif gerçekten filozof be! Vallahi iyi söyledi, öyle yapalım.”
Alonzo: (yine başına kakarak) “Yok, öyle yapma. İşte dört buçuk paralık eşyasını aldık ya, kaldır, denize at! Ayaklarını da dizlerinden kes. Sonra ya ayağı çizmeden ya çizmeyi ayağından…”
Pietro: “Elverir, elverir! İşte kabul ettik ya.”
Üç kişi bu müzakere üzerindeyken yalnız bir dümenciden başka geminin sekiz on tayfası dahi gelip çepeçevre etrafı kuşatarak müzakereyi dinler idiler. Alonzo son hükmünü verince hepsi hayretle birbirinin yüzüne bakıp herifin aklını, anlayışını takdir ettiler. Alonzo ise pek şakacı bir adam olduğundan işi derhâl latifeye bozarak “Haydi bakalım, böyle giderse artık kaptanlar uykuyu bile benim fikrimi aldıktan sonra uyuyacaklar. Ben fikrimi söylemezsem yemek bile yemeyecekler” diye ortalığı güldürerek bir tarafa çekildi.
Derken Arap gözlerini açtı. Vakit ise artık akşama yaklaşmıştı.