Kitabı oku: «Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
ÖN SÖZ
Memleketimizde, bir, iki, üç seneden beri yeni yayınlarda görülmekte olan gelişmelerin teşekkür edilecek bir dereceye varmış olduğunu herkes teslim ediyor.
Gerçi şimdiye kadar meydana konulan eserlerin ufak tefek şeyler oldukları itiraf edilebilir. Ancak gelişme için en emniyetli yol aranırsa işi böyle küçükten başlatıp onu duruma ve işin müsaade ettiği derecede büyültmek yolu meydana çıkmaz mı?
Bundan başka meydana konulan işler gerçi henüz ufak tefek şeylerden sayılırsa da yayınlar bakımından gelişme zamanımız demek olan üç sene zarfında Osmanlı zihin kudretinin kazandığı genişlik yalnız şimdiye kadar görülen semereleri nispetinde değildir. İşte ben millî zihin kudretimizin bugünkü genişliğinden bir numunecik olabilmek üzere şu “Hasan Mellah” yahut “Sır İçinde Esrar” başlıklı hikâyeyi kaleme aldım ve meydana koydum. Tercüme değildir, taklit dahi değildir. Tasvir ve telif ise de gönlüm beni her şeyde iktidarımın üstüne çıkmaya zorladığı ve götürdüğü gibi bu hikâyede dahi “Monte Kristo” hikâyesinin bir benzerini yazmaya kadar götürdü.
Ama eserim Alexandre Dumas’nın eserine nispetle binde bir derecesini de bulamayacakmış. Varsın bulamasın. Üç yüz seneden beri edebiyat ve felsefeyle uğraşan bir milletin, üç bini geçen kalem erbabı arasında sivrilmiş bir yazar ile üç seneden beri edebiyat ve felsefeye zihin yormaya başlamış olan bir milletin henüz otuza varamayan kalem erbabı arasında gayretten başka bir şöhreti olmayan bir yazarın arasındaki farkı hesaba katarsak gönlümün bu zorlamasından dolayı ayıplanamayacağım inancındayım.
Velev ki ayıplanayım… Velev ki bu yolda edebiyat ve felsefe âlemindeki mevcudiyetimi mahvetmiş olayım. Ne zararı var? Gelişme denilen şey, ileride bulunanları gördükçe onların vardıkları yere can atmakla hasıl olur. İstenilen yere varılabilirse ne güzel; varılamazsa da bari maksada erişme yolunda yok olunmuş olur.
Ancak bende başka bir inanç daha var ki böyle bir korkuyu da gözlerimin önünden kaldırıyor. Şöyle ki: Bundan üç sene önce, ortada hiçbir şey yokken, sırf ortaya çıkıvermemin göze aldırılıvermiş olması sayesinde değil midir ki bugün haftada, iyi kötü, dört beş eser okuyuculara sunulacak kadar ilerleme oldu? Şimdi dahi edebiyat ve felsefe yolunda, velev ki sıçrama biçiminde olsun, bir büyücek adım daha atıvermekle yine şu üç senelik gelişme derecesindeki bir ilerlemeye daha ulaşabilmek imkânsız bir şey değildir. Öyle ise bu adımı niçin atmayalım?
Sözün kısası, bu eserde gösterdiğim cesareti, haddimi bilmemeye yoran olursa ileride bu işi göze alışımın sırf bir gayretten, bir cesaretten, bir fedakârlıktan ibaret olduğunu görerek mahcup kalacağını kendisine şimdiden arz ederim.
Bazı yazarlarımızın lisanında modalaşmış olduğu gibi ben eserimi “herkesin nazarına sunulmaya layık bir şey değil ise de halkın hataları örtücü insaniyetine dayanarak” da sunmuyorum. Bilakis eserimde görülecek kusur ve noksan meydana konulmalı ki hem ben hatalarımı düzeltip noksanlarımı tamamlayayım hem de bu yolda hevesli olanların istifadeleri katmerleşsin.
Sözü bitirmeden önce şunu da söyleyeyim ki bu hikâye, sırf hayal nevinden de değildir. İçindeki isimlerden bazılarının tarihte o kadar büyük yerleri vardır ki yalnız onların maceralarını doğrudan doğruya kaleme almak büyük bir romanı oluşturur.
İşte sözüm burada bitti. Sözü daha da uzatıp vakit kaybetmeyerek hemen hikâyeye başlamayı gerekli gördüm.
Ahmet Mithat
BİRİNCİ KİTAP
Birinci Bölüm
Marsilya’dan kalkıp Fas devletinin birinci iskelesi bulunan Tanca’ya yanaşmak için Sebte Boğazı’na doğru yol veren bir gemi, Akdeniz’in Minorka, Mayorka ve Petit Eugenie adalarını geçince karşısında Palos Burnu’nu görür. Adı geçen burnun güney cihetinde ve iç tarafında bulunan koy üzerinde, Cartagena kasabası görülür.
İşte bu Cartagena kasabasının nüfusu otuz bine varmaz küçük bir yer ise de İspanya ülkesinin Akdeniz kıyılarınca birinci derecede sayılacak bir limanına sahip olması cihetiyle, ticareti pek fevkaladedir. Bunun içindir ki İspanya milletinin Akdeniz’de dolaşan tüccar gemileri sahiplerinden çoğu, adı geçen kasabada oturur ve Akdeniz’in sularını iyi bilen İspanyol kaptanları dahi kış mevsimini ve başka boş vakitlerini orada geçirirler ki şu hâle göre adı geçen kasaba zengin yatağı bir yer sayılır.
Adı geçen kasabanın mevkice güzelliğinin, bağ ve bahçelerinin, akarsularının ve her biri bir zevk sahibi tarafından yapılmış olan güzel binalarının, ne kadar kısa olursa olsun, tarifine girişecek olsak herhâlde birçok sayfaları bunların tarifleriyle doldurmak lazım gelir.
1790 senesine doğru Cartagena’da Alfons isminde bir adam türedi ki zenginlikte zamanının gerçekten bir tanesi idi.
Bu adam, Cartagena’nın yerlisidir. Lakin kendisi Cezayir, Mısır ve Osmanlı memleketi taraflarını uzun süre dolaşmış olduğundan Cartagena’lılar onu “Şarklı” diye anarlardı. Rivayete göre fevkalade sayılmaya değer servetini dahi doğu taraflarında seyahatle yaptığı alışverişlerle kazanmış imiş.
Konağı Cartagena kasabasının alt tarafında, yani güneybatı cihetinde, denize batii ve tam nezareti olan bir bayırın üzerinde idi ki konağın etrafını çeviren bahçenin bakımı ve süslenişi, oraca atasözü hükmünde idi.
Gerçi konak o kadar büyük bir şey olmayıp nihayet sekiz on parça oda ve salondan ibaret idiyse de bahsi geçen kasabanın ekser ahalisi gibi Alfons dahi gözü binaya meraklı bir adam olduğu cihetle mimarı Cezayir’den getirerek binasını Arap tarzı güzel bir biçimde yaptırmıştı.
Binanın iç süslemelerini tarif edebilmek için her oyma ve nakşını, her sütun ve kemerini, mimarlık fenninin bir kaidesine uygulayarak uğraşmak lazım olup bu işin ziyadesiyle uzunluğu bir tarafa, burada o kadar ehemmiyeti dahi olmaması cihetiyle bundan vazgeçmek icap etti.
Yalnız iç taksimatı hakkında şu kadarcık malumat verelim ki konak bir zemin katıyla onun üzerinde de bir kat olarak bina kılınmış olup zemin katına kapıdan girildiği zaman sağ ve sol taraflarda birer odaya tesadüf edilir. Ve karşı tarafta üst kata çıkan çifte merdivenle bunlar arasında bir kapı görülür ki bu kapı öbür tarafta bulunan mutfak dairesine ve hizmetçi odalarına çıkar. Üst katta binanın her köşesinde birer muntazam oda vardır. Bu hâlde iki oda arasında olmak üzere kare şeklinde dört parça yer kalıp bunlardan birisinin içinde merdiven işgal etmiş ve merdivenin karşısında olan dahi sofaya katılıp bu hâlde sofa dikdörtgen şekline girmiş. Ve iki yanlarda kalan parçaların dahi önleri cam ile örtülmüş ve içleri döşenmişti ki onlar dahi ayrıca birer oda süsü verirdi.
Yukarıda zikri geçen merdivenden başka konağın merdiveni olmayıp fakat alt kata girildiği zaman sağda ve solda görülen odaların içinden bunların üzerlerinde bulunan odalara birer gizli merdivencik çıkardı.
İşte konağın iç taksimatı şundan ibaret olup bütünü ile bu bina, bahçenin tam orta yerinde bulunurdu ki ahır dairesi ve uşak vesaire odaları dahi dışarıda idiler.
Alfons’un serveti, yukarıda söylenilen konaktan ve denizde gezip dolaşan on beş yirmi gemiden başka, nakit olarak da yüz bin taler1 derecesinde olup bu kadar servete karşılık aile halkı denilebilecek kalabalığı ise kendisinden ve bir de kızı Cuzella’dan ibaretti. Lakin karada oturmak sebebiyle dairesinde seyis, uşak ve bahçıvan on on beş kişi kadar adam bulunduğu gibi konağın içinde dahi bir aşçı ve bir sofracı ile birisi kendisinin, diğeri de kızının olmak üzere iki kız hizmetkârı dahi vardı.
Bizim hikâyesine başladığımız vakitte Cuzella tam on altı yaşında idi.
Bu kızın Avrupa ve Asya’nın her taraflarındaki dilberlerinde dahi bulunabilen uzunca boy, gayet latif endam ve beyazca teninden başka iri ve siyah gözleri, enli ve gür samur kaşları, biraz çekme burun, ortaca ağız ve her yüreğe mutlaka tesir eden bir güzellik cazibesi, hemen yalnız İspanyol kızlarına mahsus olan meziyetlerden sayılıp bu meziyetlere nail olmak hususunda Cuzella akranına nispeten birkaç derece üstündü.
Yaratılışında sadeliğe ziyadesiyle meyil ve düşkünlük vardı.
Bunun için yaz mevsimlerinde çoğu zaman açık mavi ve kış mevsimlerinde de genellikle siyah renkli fistanı üzerine renk ve süs olarak hiçbir şey ilave etmeyip koyu kumral ve gür saçlarını dahi kuru kuruya taradıktan sonra, fistanı renginde bir kurdele ile orta yerinden boğarak arka tarafına tel tel sallandırıvermek daimî bir hâli idi.
Bir dereceye kadar İtalyanlarda ve hemen bütün İspanyol kızlarında bulunan titrek ve gevrek bir sesin en tatlısına Cuzella sahip olduğundan lakırtısını kim işitse sesinin letafetine doyamazdı. Hâlbuki Cuzella’da nutuk ve hitap için pek büyük bir istidat olmadığı gibi okumak suretiyle fikrine dahi genişlik vermiş olmakla söz söylediği zaman, meram etse karşısındaki muhatabı kendinden geçirmek dahi elinde idi.
Cuzella için “okuyarak ve bilgisini arttırarak fikrine genişlik vermiş” dedik. Onun öğrendiklerinin derecesini yalnız bu iki lakırtı ile tarif edebilmiş olacak mıyız?
Bu kız, yaratılıştan pek zeki olmakla beraber daha kendisi beş altı yaşında iken annesi, babası elinde kazaya uğrayıp yetim kalmış ve bunun için o zamandan itibaren talim ve terbiyesi iki rahibeye havale edilmişti.
Bu rahibelerden Sipros namında olan birisi Katolik olmakla beraber İngiliz lisanına aşina ve her şeye meraklı bulunduğundan birçok Protestan kitapları ve birtakım da filozof eserlerini okumasıyla fikir hürriyetini ve inanç genişliğini bile Cuzella’ya layığıyla anlatmıştı.
Rahibe Sipros’un ne kıratta bir kadın olduğunu nazarımızda tayin edebilmek için macerasının sonunu duysak kâfidir.
Biçare kadıncağız, tabiat kitabının hangi yaprağı açılsa dünyadaki düzenin sürüp gitmesi bütün canlıların cinsî temasına bağlı olduğuna dair bin delil görüldüğü hâlde, rahip ve rahibelerin evlenmekten menedilmesine hiçbir mana verememişti. Kendisi ise her kanunu aslında tabiatın koyduğu ve bundan sonra başka kanunların bu esas üzerinde konulduğu fikrinde olmakla gönlünü politikacılardan bir adamı sevmekten bir türlü alıkoyamadı. Sevdiği adam da doğrusu sevilecek bir adamdı. İkisi arasında evlenme kararlaşıp Sipros da bir kolayını bularak rahibeliğinden yakayı kurtaracağı zaman, sevdiği adamcağızın ansızın hükûmet tarafından yakalanıp kurşuna dizilmesi üzerine kız da verem olarak, öğrencisi Cuzella’yı arkadaşı Marie’ye ve dünyanın varını yoğunu dahi yine dünyada kalanlara terk ederek ahirete göçmüştür.
Şimdi rahibe iken bilgi yolu ile bu derecede bir fikir hürriyetine sahip bulunan bir öğretmenin yetiştirdiği bir kızın ne kadar fikir serbestiliğine sahip olacağı düşünülürse Cuzella’nın mahiyeti bir kat daha anlaşılır.
İkinci öğretmeni olan Marie ise kendi dili olan İspanyol dilinden başka, Fransız, Latin ve Yunan dillerini dahi pek iyi bilir; her ilmin âlimi, her fennin mahiri, ellisini geçmiş bir kadın olmakla, Cuzella’nın tahsilinde çok gayret edip hâlâ da haftada iki defa gelir, dersini verirdi.
İşte Cuzella bu iki mürebbiyenin terbiyesinde yetişti. Kendi lisanının pek mahir bir yazarı ve hatta orta derecede bir şairi olduktan fazla Fransızcayı dahi kusursuz tahsil etmişti. Gerçi ilimlerin henüz ilk bilgilerini görmüştü.
Ancak kendisine ilimlerin ilk bilgilerinden başka bir şeyin lüzumu olmayıp asıl merak ettiği dinler biliminde ve felsefede ise lazım olan derecenin bile üstüne çıkmıştı. İşte Cuzella’nın öğrenimi ve bilgisi bu derecede olup güzel söz söylemekte anadan doğma olan istidadını böyle bir tahsil ile daha da genişletmişti.
Kız, babasının dünyada tek evladı olmasından başka, kendi soy adının da yegâne sahibi ve bunca servetin de tek vârisi idi. Velhasıl Alfons’un dünyada ikinci yarısı olduğundan bildiği gibi yaşamasına kimse müdahale edemezdi. Limanda iki direkli gayet zarif iki çektiri, karada birkaç araba ve atlar kızın emrine hazır olup yaz mevsiminde mehtaplı gecelerde genellikle pederi ile beraber denize çıkar ve bazı kere civar adalardan birisine kadar seyahat ederdi. Şu kadar var ki böyle büyük seyahatlerden birisine çıkarken çektiride bulunan muhafızlardan başka konaktan dahi birkaç silahlı uşak onunla birlikte bulunurlardı.
Cuzella’nın kütüphanesinde en büyük filozofların eserlerinden al da eğlenceli kitaplara kadar her nevi kitap ve risalelerden bin beş yüz parça kadar şey mevcut olup bunlardan başka özel müzesindeki tuhaf ve az görülür şeyler de pek çok müzelerde bulunur şeylerden değildi.
Kendisi, kapıdan girildiği zaman zemin katındaki sağ tarafa isabet eden odada ikamet ederek onun üzerinde bulunan ve gizli bir merdivenle çıkılan oda dahi Cuzella’nın odasından sayılırdı. Hoş, bütün konak kendinindi ya! Lakin bu iki oda daimî ikametgâhı gibi sayılırdı. Kapıdan girince sol tarafta kalan oda ile onun üstündeki oda dahi babasının dairesi addolunurdu. Bunları kaydetmekten muradımız, kızın ikametgâhına kendi izni olmadığı hâlde ne babasının ve ne de başka bir kimsenin giremediğini haber vermektir.
Kütüphane ve müze ile karada ve denizde gezip dolaşmak ve hele bir bitki müzesi denilmeye layık olan koca bir bahçe varken Cuzella’nın hiçbir şeyden canının sıkılmaması gerekir. Zaten canının sıkılmasını gerektirecek kadar yaşını başını almış değildi ya… Hem dış görünüşüne bakılırsa yukarıda söylenen eğlenceler ile kendisini ziyadece meşgul ediyordu. Ancak beş altı aydan beri kızda bir nevi iç sıkıntısı eserleri görülüyor ve eline her neyi alsa kendisini eğlendiremediği ve mümkün mertebe kitap okumakla vakit geçirebildiği müşahede ediliyordu. Fakat kızın bu hâline tabii önceleri dikkat olunamadı. Ta yemekten yemeğe odasından çıkıp geri kalan vaktinde elinden kitabı düşürmeyecek ve hatta bazı kere sofraya dahi kitapla beraber gelecek dereceye vardıktan sonra babası, “Kızım, okumak ile niçin bu kadar kendini yormaktasın? Biraz da gezip yürüsen ya?” deyip de kızdan pek yavan cevaplar aldığı ve âdeta okumaktan başka hiçbir şeyin elemlerini dağıtamayacağını Cuzella sezdirdiği zaman pederi kendisini sürekli bir dikkat altına almaya mecburiyet gördü.
İşbu elemlerin sebebi henüz kimseye malum olmadığı hâlde biz burada, o hususa dair biraz malumat verebiliriz. Şöyle ki:
Kızın hâline durgunluk gelmezden altı ay önce, yine İspanya’nın Cadiz şehrinden hava değişimi için Pavlos adında bir delikanlı Cartagena’ya gelmişti. Rivayete göre bu delikanlı, Cadiz şehrinin en büyük tüccarlarından imiş. Biz de “rivayete göre” diye işi pek hafif tuttuk. Pavlos denilen, âdeta Akdeniz kıyılarının hemen her tarafında meşhur bir isimdi.
Her neyse, işin bu cihetince olan gerçekler sonradan meydana çıkacak şeydir. Sinyor Pavlos, Cartagena’ya geldiği zaman bizim Alfons’un konağı civarında bir bağ tutup oturduğu münasebetiyle Alfons’la dost olur. Fakat öyle olur olmaz dost olmuş değil. Evvela Pavlos’un gerek babadan kalma ve gerek ticaret kazancı olmak üzere elinde bulunduğunu haber verdiği üç yüz bin taler kadar servet, sonradan mal sahibi olmak hasebiyle, ne kadar olsa biraz açgözlüce bulunan Alfons’u şaşırtır. İkincisi, Pavlos’un henüz delikanlılığıyla beraber gösterdiği büyük fazilet ve irfanı Alfons’u hayrete düşürür. Üçüncüsü, Pavlos, Alfons’a o kadar saygı, o derecede yakınlık gösterir ki âdeta kızı Cuzella’ya en layık kocanın kendisi olduğu hakkında bir de vaat alır.
Alfons, bu durumu kızına açtığı zaman kız işe o kadar da ehemmiyet vermemişti. Sonra Pavlos, Alfons’tan aldığı müsaade üzerine kıza yaranmaya çalıştığı sırada, kız, babasının söylediği sözün ciddi olduğunu anlamışsa da her ne hâl ise Pavlos’tan hoşlaşamamıştı. Pavlos’a karşı iyi davranmasını lüzumlu gördüğünü babası bilhassa söyledikçe kız da o herife yüz vermemesini kendisi lüzumlu gördüğünü söylerdi. İhtimal ki Pavlos, çok zarif olan kızın kendisini sevmediğini ve sevemeyeceğini anlamış olsun. Lakin görünüşte böyle bir şey sezdiğine dair hiçbir ipucu olmayıp kıza daima iltifattan geri durmazdı.
Pavlos, Cartagena’da bir buçuk ay kadar ikametinden sonra kalkıp yine geldiği yere gittiği zaman Cuzella üzerinden bir dağ kalkmış kadar hafiflendiyse de Pavlos, güya bu muhabbeti soğutmamak için hemen her gelen gemi ile aşk mektupları yazmaktan geri durmazdı. Bu mektupları Alfons kendi eliyle kızına verir ve mektupların ifade tarzı ile Pavlos’un gösterdiği fazilet ve zarafete Alfons dahi hayran olur idiyse de kız mektup geldikçe delikanlı aleyhine bir kat daha nefret gösterirdi ki en sonraları biçareye gelen dalgınlığın işte sebebi bu hâl idi.
Evet, kızın dalgınlığına, sıkıntısına sebep bu idiyse de babası sebebin bu olduğunu bilmediği gibi hatta ihtimal ki bilmek dahi istemezdi. Kızının hâline dikkatle baktıkça “Cuzella, a kızım, sana ne oldu da niçin evvelki gibi çıkıp gezmezsin?” diye yeniden hâlini sorar ve Cuzella da babası hâlini hâlâ anlamamış ve anlamıyorsa anlatmanın da kendine ait olmadığını düşünerek Alfons’u susturacak hiçbir cevap vermeye lüzum görmezdi.
Nihayet bir gün Pavlos’tan yine bir mektup daha gelmiş olduğundan Alfons bir uşak ile mektubu kıza gönderdi. Kız mektubu alıp uşağı savdıktan sonra fırlattı, bir tarafa attı ise de herifin yine ne kozlar kırdığını anlamak için değil, belki ileride mukabeleye mecbur olacağı düşmanının politikasını şimdiden anlayarak babasına karşı da gereği gibi hareket etmek için yine okumaya karar verdi.
Pavlos’un mektubu şu şekilde idi:
Sevgisinin hayali ruhumun gıdası olan Cuzella Cenapları… Altı aydan beri, sevgim hususunda arz ettiklerime bir cevap lütuf buyurmamış olmaları, benim gibi sadık bir kulu çok üzecek hâllerden olduğu aşikâr ise de bendeniz, sizin yüce merhametinizin pek üstün olduğunu bildiğimden bununla teselli bulmaktayım. İnşallah bugün yarın hareket edecek bir gemi ile gelip ayaklarınıza yüz süreceğim. Hatta bu defa gerekirse pederinizin ayaklarına da kapanarak bir nişan kabul ettirip tarafınızdan dahi bir nişana kavuşmaya çalışacağım. Sevgi ve samimi bağlılıklarımla!..
Köleniz
Pavlos
Tarife gerek yoktur ki Cuzella’nın bu mektubu açıktan okuması icap etmez. Kâğıdın üzerine güzel gözlerinin latif nazarlarını çabuk çabuk gezdirdikten sonra kâğıdı dürdü, büktü, zaten içinde birçok kâğıt dolu bulunan kutu gibi bir şeyin içine attı.
Oturduğu yerden fırladı, kalktı. Bir müddetten beri kendisinde ikinci bir huy olmuş bulunan sıkıntısı yine baş gösterdiği cihetle kütüphanesine koşup bir kitap alarak ve odasına gelip bir köşeye kapanarak yine okumaya daldı gitti.
Fakat bakalım kalbi de bu okuduğu şeyi muhakeme ile mi meşguldü? Kesinlikle değildi. Sevmediği ve ne sebebe dayanarak sevmediğini de bilmediği bir adama ve özellikle babasının rıza ve hatta arzusuna karşı nasıl davranacağını düşünme işi herhâlde kalbinde mevcut bulunduğundan ihtimal ki okuduğu şeyin değerli yönlerine dahi layığıyla varamazdı.
Şurası dahi ehemmiyet verilecek bir şeydir ki Cuzella, babasına göre kendisinin bütün dünyaya bedel olacak kadar nazlı ve kıymetli olduğunu bilir idiyse de babalık hakkını ve babaya karşı gösterilecek itaati ve saygıyı da pekâlâ bildiğinden babası bir şeyi emreder ve emrinde ısrar edecek olursa artık kızcağız kendi arzusunu geriye alarak babasının emrini yerine getirmeye kendisini borçlu bilirdi.
İşte bir yandan Pavlos’a olan nefreti ve öbür yandan herifin Cartagena’ya geleceği havadisi ve o hususta babası ısrarda bulunursa Pavlos’un arzusu üzerine nişanlanmaya razı olmaya kadar göze aldırmak fedakârlığı ile birleşip kızın etrafını kuşatarak kendisini sıkıştırmaya başladıkları sırada hizmetkârı bulunan Angelino, yanına gelip babasının geldiğini ve kendisini istediğini haber verdi.
Cuzella: “Babam mı geldi?”
Angelino: “Evet efendim, sizi istiyor.”
Cuzella: “Yüzü nasıl, asık mı, yoksa neşeli mi?”
Angelino: “Yüzü pek gülüyor. Daha odasına girerken hemen sizi istedi. ‘Cuzella’ya söyle de biraz benim yanıma gelsin.’ dedi.”
Cuzella hizmetkârı sorguya çektikten sonra, “Mutlaka Pavlos işi için neşelidir. Böyle neşe yere batsın!” diye mırıldanarak hizmetkâra: “Haydi sen git, ben de geliyorum.” diye onu defettikten sonra, kendisi dahi hemen gidip gitmemek konusunda geçici bir tereddüt içinde kaldı.